Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • hayreddin karaman23.09.2006 - 21:21

    Din tahripçilerinden....Demagoji ustası....Yakında kendi mezhebini ilan ederse kimse şaşırmasın....

  • geleceğin cumhurbaşkanı22.09.2006 - 10:13

    Prof.Dr.Necmettin Erbakan....

  • ibni teymiyye31.08.2006 - 15:34

    İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerinden bâzılarını İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i Hadîsiyye kitâbında şöyle bildirmektedir.

    1. Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izâfe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiçbir bakımdan insanlara(ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır.

    2. Peygamberlerin mâsumiyyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Hâlbuki, mâsumiyyet peygamberlerin sıfatlarındandır.

    3. Cehennem’in ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennem’de ebedî kalmayacağını söylemiştir. Hâlbuki Cehennem’in ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî kalacağını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.

    4. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle ithâm etmiş, tasavvufu reddetmiştir. Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamânından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiçbir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı.

    5. Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kirâmın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih Müslümanların kabirlerinin ziyâret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefâate vesîle kılmayı da harâm saymıştır.

    İbn-i Teymiyye bunlar gibi birçok meseleye dâir yanlış ve çirkin sözlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetli bir şekilde reddedilmiştir. Şifâ-üs-Sikâm fî Ziyâreti-Hayril-Enâm, Şevâhid-ül-Hak, El-Fetâvâ-el-Hadîsiyye, Er-Reddü li-İbn-i Teymiyye, Hidâyet-ül-Hâlik gibi kitaplar onun sapık fikirlerini reddetmek için yazılan kitaplardan bâzılarıdır.

    İbn-i Teymiyye’nin İslâm âlemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. Kendilerine Selefî adını veren mezhepsizlerle, Mısır’da yetişen dinde reformcular ve Vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delil olarak yalnızİbn-i Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar. Onun sapık fikirlerini savunanlar, İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını, bilhassa Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve icmâ-i ümmete uymayan fikirlerle dolu olan Vâsıta kitabını bastırıp dağıtıyorlar.

    Vâsıta, Kitâb-ül-Arş, Minhâc-üs-Sünne, Es-Siyâset-üş-Şer’iyye, Ziyâret-ül-Kubûr, Fetâvâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizâu Sırât-il-Müstekîm, El-Furkân, gibi eserler İbn-i Teymiyye’nin yazdığı kitaplarından bâzılarıdır.

    Sonuç olarak İbn-i teymiyye konusundan çıkaracağımız ders,bir insan ne kadar alim olursa ilim sahibi olursa olsun Allah-ü teala hidayet etmedikçe doğru yoldan ayrılabileceği gerçeğidir.Bunun için rabbimize çokça yalvarmalı,doğru yol olan ehl-i sünnet vel-cemaat yolunda bizi sabit kılması için çok gözyaşı döküp dua etmeliyiz...Measselam.

  • ibni teymiyye06.06.2006 - 09:57

    İBN-İ TEYMİYYE

    On üçüncü ve on dördüncü asırlarda yetişen din adamlarından. İsmi Ahmed bin Abdülhalîm bin Abdüsselâm bin Abdullah bin Muhammed bin Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye diye meşhur olmuştur. Künyesi, Ebü’l-Abbâs, lakabı Takıyyüddîn’dir. 1263 (H.661) senesinde Şam civârındaki Harrân’da doğduğu için Harrânî nisbesiyle bilinir. Şam’da, Hanbelî fıkıh ve hadis âlimiydi. Çok kitap yazdı. Şiîleri ve eski Yunan filozoflarını reddetti. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defâ hapsedildi. Şam’daki kalede, hapisteyken hastalanarak 1328 (H. 728) de öldü.

    Moğolların zulmünden kaçan babası, âilesiyle birlikte bugünkü Urfa civârında yerleşti. Harrân’da doğan İbn-i Teymiyye küçük yaşından îtibâren babasından, Zeynüddîn Makdisî gibi zâtlardan Hanbelî fıkhını ve hadis ilmini öğrendi. Tahsilini yirmi yaşındayken tamamladı. 1282’de babasının vefâtı üzerine, yerine müderris oldu. İlminin çokluğuna aldanarak babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek, çeşitli konularda fetvâ ve sözleri ile Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı. Bozuk fikirleri sebebiyle müderrislik vazîfesinden alınarak Kâhire’ye vâiz tâyin edildi. Yine sapık fikirlerini yaymaya çalışan İbn-i Teymiyye, Kâdıl-kudât Zeynüddîn-i Mâlikî başkanlığındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin suâllerine cevap veremeyince, 1305’te hapsedildi. İki sene sonra tövbe edince serbest bırakıldı. Sözünde durmadığı için tekrar hapsedildi. Yine tövbe etti ve tekrar serbest bırakıldı. Bundan sonra Şam’a gelerek orada yerleşti.

    Talâk (boşama) ve Resûlullah’ın kabrini ziyâret husûslarında dört mezhebe de uymayan fetvâlar verdiği ve fetvâsında ısrâr ettiği için, Şam Kalesine hapsedildi. Kısa bir müddet sonra affedilip, serbest bırakıldı. Bozuk fikirlerini ve sapık inanışını yaymaya ve yanlış fetvâlar vermeye devâm ettiği için Şam Kalesinde kendisine bir oda verilerek insanlardan tecrid edildi. Burada bozuk inanışlarını anlatan risâleler yazmaya başladı ise de bundan men edildi. 1328 senesinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü.

    İyi bir tahsil gören, çok kitap okuyan ve ilim sâhibi olan İbn-i Teymiyye, önceleri Hanbelî mezhebi müderrisliği gibi büyük bir vazîfeyi îfâ etti. Hanbelî mezhebinde olanların sorularına cevap ve fetvâ verdi. Şiîlerin ve Yunan filozoflarının bozuk fikirlerini tenkid etmek için kıymetli kitaplar yazdı. Fakat îtikâdî ve amelî konularda kendi fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirleriniEhl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başlayınca, Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Hulefâ-i Râşidîn (dört büyük halîfe) , diğer Eshâb-ı kirâm ve din büyüklerini küfürle ithâm edecek derecede ileri geri sözler sarfetti. İlk Müslümanların, Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını iddiâ etti. Kendisini zamânının imâmı olarak tanıtmak istedi. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu inkâr edip, evliyâyı küfürle ithâm etti. Bilhassa İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn-i Arabî’ye dil uzattı. Kendi düşüncesi hâriç her düşünceyi tenkid etti. Onun bu sapık fikirleri gerek zamânında, gerekse sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetle reddedilip, tuttuğu yolun bozukluğunu ispat eden yüzlerce kitap yazıldı. İbn-i Teymiyye’nin fikirlerinin sapıklığını bildiren âlimler arasında, İbn-i Battûta, İbn-i Hacer-i Mekkî, Takiyyüddîn Sübkî, oğlu Tâcüddîn Sübkî, Abdülvehhâb Sübkî, İzzeddîn bin Cemâa, Ebû Hayyân, Zâhid-ül-Kevserî, Yûsuf-i Nebhânî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Zeynî Dahlan, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Mustafa Sabri Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî gibi sözü senet âlimler zikredilebilir...

  • Dinler Arası Diyalog22.05.2006 - 14:54

    ' İnneddine indallah-il islam ' (Allah katında tek din islamdır) ayeti mucibince DİNLER yoktur ki arası olsun...

  • milli gazete18.05.2006 - 20:52

    Milli Gazete; onurlu ve olumlu bir kimliktir.
    Milli Gazete; bir simge, bir seviye ve bir mihenktir.
    Milli Gazete; başlı başına bir medresedir, mekteptir.
    Milli Gazete okumak bir ayrıcalıktır, bir Özelliktir.
    Milli Gazete; bir netlik ve mertlik göstergesidir.
    Milli Gazete; birikimdir, bilinçtir, bilgeliktir.
    Milli Gazete; basın bataklığında biten bir güldür, bir güzelliktir.
    Milli Gazete; mağdurların ve tüm mazlumların gözü, kulağı ve dilidir.

    Ey 'entel' geçinen ve 'ene'sine yenilen zavallılar! Sizde safra hastalığı varsa, saf balın günahı nedir?
    Milli Gazete' yi masonlar hazmedemez... Çünkü onların haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerini yıkmaya ve sömürü hortumlarını tıkamaya çalışıyor.
    Manukyanlar hazmedemez. Çünkü Milli Gazete, fuhuş mafyasının, genelev patronlarının dünyasını karartıyor.
    Milli Gazete' yi maskaralar içine sindiremez... Çünkü onda sosyete haberleri ve çıplak kadın resimleri bulunmuyor. Tam tersine Bosna Hersek' ten, Filistin'den haber veriyor. Mazlumların feryadını dile getiriyor ve masum insanların uğradıkları vahşetin fotoğraflarım gözler önüne seriyor.
    Milli Gazete' den bir de ucuz kahramanların ödleri patlar, ona sahip çıkamazlar. Zira silik ve kişiliksiz tipler, kimlikleri belirsiz kalsın istiyor. 'İmanda sadece kalp ile tasdik yetmez, dil ile ikrar ve aşikar etmek de: gerekiyor' hikmeti bugün daha iyi anlaşılıyor.
    Peki, size ne oluyor, ey dava adamı geçinen, dertsizler! Ey gayesiz yaşayan gayretsizler! Ey gerçekleri göremeyen bakar körler! Ve de ey 'Milli Gazete' den hoşlanmıyorum' diyen kesimler! Söyleyin, size ne oluyor?
    Hayırlı zatlara hıncı olup ta açığa vuramayanların... Haklı davaya hırsı olup da ortaya çıkamayanların... Fazilet' in yükselişini sindiremeyen ve içine sığdıramayanların... Halkçı geçinip de halkın iktidarına razı olamayanların Milli Gazete' den hoşlanmadıkları anlaşılıyor.
    Ey ayda birkaç milyon liracığına kıyamadığı halde fedakarlık edebiyatı yapanlar! Milli Gazete' den feyzini alan fedakarların sırtından makam sahibi olup ta, Milli Görüş' ün isimsiz kahramanları sayesinde adam sınıfına katılıp ta, şimdi Milli Gazete almaya ve okumaya tenezzül buyurmayanlar. Milli Gazete' ye burun kıvıranlar! ... Ya size ne demeli, size ne etmeli?
    Evet evet, bu bir seviye, bir seciye, bir sicil meselesidir.
    'Madem bu kadar önemli ve özellikli de niye tirajı yükselmiyor? ' diyenlere cevabım ise, önce maalesef bizlerin beyin ve yürek gramajı hala yükselmediği için Milli Gazete'nin tirajı da yükselmiyor, bir. İkincisi ise, bir gazeteye önem ve özellik kazandıran, tirajından ziyade asıl şu hususlardır: 1. O gazetenin neyi temsil ettiği, 2. Ne kadar tesir ettiğidir. Yani bir gazetenin temsil gücü ve tesir gücü (etkinliği) önemlidir.
    İşte Milli Gazete, hem ülkemizde ve yeryüzünde inancımızı iktidara taşıyacak olan muhteşem bir hareketi temsil etmektedir. Hem de her biri binler kıymetindeki insanlara yön vermektedir. Evet, hem etiketi hem de; etkinliği en yüksek gazete; Milli Gazete' dir.
    Ah keşke yeri geldikçe 'hizmet erbabı ve dava adamı' geçinen birilerinin: 'Milli Gazete' den hoşlanmıyorum' gibi talihsiz ve seviyesiz sözlerini duymasaydık. Ve keşke başımıza gelen belaları hak etliğimizi ve kendi kusurlarımızın cezasını çektiğimizi anlasaydık. Evet, bugün millet olarak çektiklerimiz kendi ettiklerimizdir. Anarşi ve terör yüzünden can derdine düşmüşsek, işsizlik, fakirlik ve geçim sıkıntısı içinde kıvranıyor hale gelmişsek; milli menfaatlerimizi ve devlet haysiyetimizi koruyamaz duruma itilmişsek; bütün bunların asıl cevabı Allah'ı unutmamız, Kur'an ahlakını yere atmamız, İslam davasına ve davetine kulak tıkamamızdır.
    Çünkü; 'Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah'la bir kavme (İslam'dan ve insanlıktan uzaklaştıkları için ceza olarak bela ve musibetler gönderip çeşitli) sıkıntı ve kötülükler diledi mi artık onu önleyecek ve geri çevirecek (bir güç) de yoktur.' (Ra'd-11) Öyle ise gerçekten tövbe etmemiz, yeniden durumumuzu düzeltmemiz ve İslam'ın yoluna dönmemiz gerekmektedir. Zira; ' Herkes sadece yaptığının karşılığını görecek, hiç kimseye asla zulmedilmeyecektir.'
    Biz, inandığımız davanın başarıya ulaşması ve insanımızın bugünkü zillet ve rezaletten kurtulması için gerekli gayret ve fedakarlığı gösteremezsek, hele bu mübarek cemaat ve teşkilatı dünyalık makam ve menfaatlere alet edersek, elbette yüzümüz gülmeyecektir. O halde bugün değilse yarın, ama mutlaka sadıklar kazanacaktır. Çünkü: ' Ve'l akibetü lil müttakin ' buyuran ALLAH' tır.

  • alia izzetbegoviç10.05.2006 - 15:29

    Begoviç ve ekolü

    Aliya İzzetbegoviç, “Akla göre, zamana göre din” ekolünün temsilcilerindendir. Bu ekolün temsilcileri, aklı ve vahyi aynı derecede mütalaa ederler. Hatta bazan, aklı vahyin önüne çıkartırlar. Bunlara göre, Kur'an belirli bir zamanda ve belirli bir mekanda indi. O zamanın ve mekanın şartlarını veri olarak kullandı. Zamanın ve şartların değişmesi durumunda dini devam ettirmek için yeni hükümler çıkartmak şarttır.

    Nitekim bu ekolün önde gelen temsilcisi Muhammed İkbal, bazı hadislerin tarihsel olduğunu söyler. İkbal’e göre dinin temel amaçları doğrultusunda zamana şartlara göre yeni hükümler konulmalıdır.

    Begoviç'te nakli değil aklı esas alanlardan. Herşeyi kendi aklına, mantığına dayandırmaya çalışıyor: Diyor ki, “Hz. Muhammed mağaradan dönmeye mecburdu. Bu dönüşü olmasaydı Hanif olarak kalacaktı. Fakat döndüğü için İslam'ın resulü olmuştur. Bu, dahili ile harici dünyanın, mistik ile aklın, meditasyon ile eylemin karşılaşmasıydı. İslam mistik olarak başlamıştı, siyasi ve devlet fikri olarak devam etti. Din, gerçekler dünyasına girerek İslam oldu.”

    Görüldüğü gibi hep akıl akıl. Sanki Resulullah efendimiz bütün bunları kendiliğinden yaptı. Sanki vahiy ile yaptırılmadı.

    Begoviç ve diğerleri, kendi akıllarına uygun olarak tasarladıkları sistemi oturtmada, karşılarına yorum yapamayacakları kadar açık bir ayeti kerime engeli çıktığı takdirde, “Tarihsel” yani o gün için geçerli idi; bugün için geçerliliği kalmadı, diyorlar. Nitekim, Begoviç'e göre; Kur'an, evrensel değerlere vurgu yaparak, yeni yorumları zamanın Müslümanlarına bırakmıştır.

    Begoviç’in hayran olduğu Seyyid Kutup ta, tarihsellik ile kafasını bozanlardan. 'Tarihte oluşmuş mezhep ve akımlar bizim için birer veridirler. Gelecek yüzyıllarda yeni mezhep ve akımların oluşması gerekir...' diyor.

    Bu, akla dayalı, felsefi kaynaklı yenilikçilik, reformculuk hareketinin yakın tarihteki belli başlı temsilcileri şunlardır: Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, İsmail Hakkı İzmirli, Ömer Rıza Doğrul, Muhammed Abduh, Ali Şeriati, Muhammed İkbal, Fazlur Rahman, Roger Garoudy, Aliya İzzet Begoviç vb. isimler aralarındaki nuanslara rağmen bu çizgiyi temsil etmektedirler.

    Bunlara göre, “İslam'ın emir ve yasakları o zamanın şartlarında o zamanın insanları içindi. Aradan asırlar geçti. Bunun için yeni şartlara göre yeni anlayışlar geliştirmelidir. İslam, her devirde yeni bir dille, kendini yeniden inşa ederek insanların karşısına çıkmalıdır. İslamın her toplumsal ve kültürel ortama uygun bir formu geliştirilmelidir. Bu formu ona verecek olan müslüman ilim adamları, müslüman düşünürler, felsefeciler ve sosyal bilimcilerdir...”

    Bütün bunlar, vahyi, nakli bir tarafa bırakıp, zamana akla dayalı bir din arayışlarını dile getiren sözlerdir. Dikkat ederseniz, Begoviç ve diğerleri hep akıl üzerinde duruyorlar. Vahiyden, nakilden bahsetmiyorlar. Bunun sebebi şu: Çünkü, vahyin bildirdikleri kesin olarak bellidir. Günümüze kadar nakil yolu ile gelmiştir. Bunu yıkmadıkları takdirde, kendi kafalarından yorum getirip dinde reform yapamayacaklardır. Bunun için, hep akıl üzerinde duruyorlar, aklı ön plana çıkartıyorlarlar. İş akla kalınca da, insan sayısı kadan inanış ortaya çıkacağı için, din diye bir şey kalmayacak ortada! .. Varmak istedikleri son nokta da bu zaten! ..

  • aliya izzet begoviç10.05.2006 - 15:27

    İZZETBEGOVİÇ’İN DİN ANLAYIŞI

    Vefatının ardından Aliya İzzetbegoviç için günlerce yazıldı. “Kör ölünce badem gözlü olur” ata sözünün ne kadar doğru, isabetli olduğuna bir kere daha şahit oldum. Ayrıca Ehli sünnetin ne kadar garip kaldığını gördüm. Herkes Begoviç’i övme yarışına girdi. Reformistlerin, yenilikçilerin övmelerini anlıyorum. Tabii ki kendi görüşlerinde, düşüncelerinde olan Begoviç’i övecekler. İşin garibi dinde reforma karşı olan kimseler de bu yarışa katıldı. Bu adam kimdi, neler yaptı, neler yapmak istedi? Sorularının cevabı araştırılmadan yazıldı, çizildi...

    Haydi size göre bazı övülecek tarafları vardı diyelim; “Ancak..” kelimesi ile başlayıp, Begoviç’in, reformist fikirlerine, dinin akla, zamana göre yorumlanması düşüncelerine katılmıyorum, denilemez miydi? Önce, “Merd-i kıpti... “ deyimini hatırlatarak hayranları Aliya İzzetbegoviç için ne demişler ona bir bakalım:

    “Begoviç, Muhammed İkbal hayranıydı. Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kurulması genç Begoviç'i çok heyecanlandırmıştı; bu önemli hadiseden sonra Mevdudi'nin kitaplarıyla tanışmış, ondan çok etkilenmişti. Begoviç'i derinden etkileyen bir başka isim Muhammed Hamidullah'tır.”

    Begoviç, yukarıda ismi geçen, çok etkilendiği reformcular gibi kendi aklına göre bir İslamı savunuyordu. Bunun için İslamın zamanımıza göre yeniden yorumlanması, reforma tabi tutulmasında örnek alınacak kitaplar, şahsiyetler arasında Begoviç’in kitapları da bulunuyor. Yandaşlarının bununla ilgili tespitleri:

    “Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu-Batı Arasında İslam’ adlı eseri, Muhammed İkbal’in İslam Düşüncesinin Yeniden İnşaası, Mevdudi’nin, Ali Şeriati’nin bütün eserleri bu bağlamda anılabilir.”

    “İzzetbegoviç, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ isimli kitabında, kendine mahsus düşünceler ortaya atan ve İslam düşüncesini çağdaş döneme taşıyan bir ‘feylesof’ tur. Örneğin, İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliğinin en önemli ip uçları o kitapta mevcuttur. İslam pratiği ile Anglo-Sakson düşünce kalıbı arasındaki çarpıcı benzerlikler, sadece o kitapta ortaya konmuştur.”

    “İzzetbegoviç’in İslam düşüncesine katkısı ile Prof. Fazlurrahman’ın düşünceleri arasında önemli yakınlıklar bulunuyor.” “Pakistanlı Muhammed İkbal Doğu İslamının, İzzetbegoviç Batı İslamının simgesidir'

    'Begoviç, Batı ile Doğu dünyalarının kesişme çizgisinde yaşayan ve her ikisine de aidiyet hisseden, Müslüman bir entelektüeldi, filozoftu... 'Doğu ile Batı Arasında İslam' onun temel konusuydu. Eserlerinde Kuran, İncil ve Tevrat'tan ayetler, Aristo, İbn Rüşd, Milton, Marcel Proust ve totalitarizmin büyük eleştirmeni George Orwell'e kadar çok zengin kaynaklar görürsünüz.”

    Bozacının şahidi şıracıdır, derler ya. Bütün bu övgülerden sonra, Begoviç’in nasıl biri olduğu anlaşıldı herhalde. Burada dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum. Begoviç’in hayranlık duyduğu, rehber edindiği Fazlurrahman, Muhammed İkbal, Mevdudi, Hamidullah gibi kimseler; Batı’nın yetiştirdiği dolayısıyla, Batılı gibi düşünen, İslama müsteşrik gözü ile bakan, Batı’nın yönlendirdiği dolayısıyla onların menfaatleri doğrusunda çalışan reformcu kimselerdir. Begoviç de bu ekiptendi.

    Batı, bu tür adamları önce meşhur eder, kahramanlaştırır. Sonra da sinsi emellerine ulaşmada bunları vasıta yapar. Maksatları, İslamda yenilik, Modernlik adı altında dini bozmak ve siyasi amaçlarına bunları alet etmek. Ayrıca, Bosna- Hersek’te 250 bin Müslüman katledildi. Şimdi Müslümanlar Bosna’da öncekinden daha iyi bir durumda mıdırlar? Ne gezer. Hem 250 bin kişi gitti, hem de önceki ağırlığı kalmadı. O zaman bu nasıl kahramanlık, nasıl “Bilge Krallık! ”

  • imam-ı gazali09.05.2006 - 22:40

    İmam-ı Gazali’ye neden düşmanlar?
    Bu sorunun cevabına geçmeden önce, Gazali düşmanlarının bir tahlilini yapmak lazım. Dikkat edilirse bunlar, İslamiyeti kendi kafalarına göre yorumlamak isteyen; kısa akıllarına göre dine ilaveler çıkarmalar yaparak ismi “İslam” olan fakat gençek islamla ilgisi olmayan yeni bir din kurmak isteyenlerdir. Veya alt yapısı müsait olmadığı, dine ait temel bilgilerden yoksun oldukları için bu tür art niyetli kimselerin oyununa gelen kimselerdir.

    İşte, imam-ı Gazali hazretleri bu inançsızlık yolunu kapadığı için ona düşman oldular. İmam-ı Gazali bu tehlikeli yolu öyle sağlam engellerle kapatmış ki on asırdır bu yolu açamak için zorluyorlar. İtiraf edelim ki otoban olarak olmasa da stabilize yol olarak geçiş yapabilecek hale getirdiler. Nihai hedefleri otoban haline getirmek.

    İmam-ı Gazali hazretlerinin savunduğu doğrular neydi, bunun karşısında olan felsefecilerin yanlışları neydi, şimdi de biraz bunun üzerinde duralım:

    İmam-ı Gazali hazretleri bir ehli sünnet âlimi idi. İlimde tek ölçüsü vahye dayalı nakil bilgileri idi.Yani Cenab-ı Hakkın, Muhammed aleyhisselam ile bildirdiği bilgilerdi. Gazaliye göre daha doğrusu dinimize göre, bu bilgiler herşeyin üzerinde idi. Başta akıl olmak üzere diğer bilgi kaynakları buna uygun ise bir değer ifade ederdi; uygun değil ise hiçbir kıymeti yoktu.

    İmam-ı Gazali hazretlerine karşı olan felsefeciler ise aklı esas almışlardı. Başta Kur’an-ı kerim ve Rusulullahın bildirdikleri olmak üzere herşeyi akıl süzgecinden geçiriliyor, akla uygun değil ise kabul görmüyordu. Bunlarla ilgili bir-iki örnek verecek olursak:

    Mesela, Müslümanlara, (yahudilere ve nasârâya ve mecûsîlere) göre, varlıkların maddeleri de, sıfatları da hâdistir. Yani bunlar yok iken sonradan yaratıldı. Sonunda yine yok edileceklerdir. Ezeli ebedi değildirler. Ebedi ve ezeli olan sadece Cenab-ı Haktır.

    Aristoya ve onun yolunda olan Fârâbî, İbni Sînâ felsefeciler bunu akıl ile anlayamadıkları için, cisimlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir. Yâni ezelîdir, hep vardır dediler. Bu sözün yanlış olduğunu, bugün modern kimya bilgisi kesin olarak bildirmektedir. Böyle bir inanç küfürdür.

    Aklı yaratan Allahü teâlâdır. Yaratanı bırakıp aklı esas almak, aklı ilahlaştırmak en büyük akılsızlıktır. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamâmen değişmiştir.

    Böylece ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları birbirini devamlı reddetmişlerdir. Felsefecilerin tek bildiği, hakikati, tekte değil, çokta; nihâyet hakta değil, bâtılda aramanın sanatıdır.Ancak bunlar akılları ile her şeyi çözmeye çalıştıkları için bir sonraki filozof, bir öncekini kötüleyerek yükselmektedir.

    Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler.

    Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır.

    Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, İbni Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, bazı bilgilerde Kur'an-ı kerimin hak yolundan ayrılmışlardır. Örneğin, İbni Sina, Muad kitabında Kıyamette dirilmeği inkar etmektedir. İbn-i Tufeyl ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla birlikte ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ’dan çoğaldığını kabul etmemektedir.

    Bu ve buna benzer inançlarından dolayı, felsefecilerin bütün fikirlerini incelemiş olan İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi İslam büyükleri bunların imanlarını kaybettiklerini küfre düştüklerini bildirmişlerdir

  • Dinler Arası Diyalog09.05.2006 - 21:34

    Diyalog ve emri maruf - nehyi münker:

    İslâmiyette, iyilikleri yayıp, kötülüklere mani olmanın önemi büyüktür. İslâmiyeti ayakta tutan budur. Din-i islâmın temeli, imânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, islâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslimânlara “Emr-i ma’rûf” yapmağı emirediyor. Yani, benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker”i emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.

    Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

    “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.” (Ali imran-110)

    “Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman-17)

    Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki.

    “Büyüğünü saymıyan, küçüğüne merhamet etmiyen, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmıyanlar bizden değildir.” (Tirmizî)

    “Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir”. (Deylemî)

    “Allahü teâlâ, bir meleğe, bir kasabanın altını üstüne getirmesini emreder. O melek, bu kasabada hiç günah işlemiyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmıyacağını suâl edince, Cenab-ı Hak, 'Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, bana isyan edenlere karşı yüzünü ekşitmemiştir' buyurdu.” (Beyhekî)

    “Birbirinize müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez”. (Bezzar)

    İslamiyet günümüze kadar, emri maruf sebebiyle gelmiştir. Bir din öğretilmezse, öğreten bulunmazsa yok olmaya mahkumdur.

    Vatikan bunun üzerinde çok duruyor. “Diyolag” vasıtasıyla emr-i marufu yok etmek istiyor. İnsan kendi dinini niçin yaymaya çalışır? Kendi dininin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna inandığı için. Diğer dinler de doğru kabul edilirse, o zaman niçin kendi dinini yaymaya çalışsın?