ve belkilere bırakınca insanlar hayallerini, aşklarını, dostlukları... bırakınca hayatlarını öylece belkilere... aslında tüm yaşanmamışlıkların sorumlusudur belkiler oysa ki siz sadece düşlemiştiniz; ama 'sadece' düşlerdiniz...
empresyonizm, natüralizm ve akademizm gibi akımlara tapki olarak doğmuş bi akımdır. duyguların ön plana alınıp dış dünyanın hiçe sayıldığı bi sanat anlayışını temsil eder...
dışavurumculuk saf estetiğe sığındığı için ya da ilgisizliği nedeniyle mahkum ettiği bir toplumdan yüz çevirmez, ondan nefret ettiğini açıklar ve içselleşmiş bir dünyanın taşkın görüntülerini verir...
düşü gerçekmiş gibi yaşamanın, olması isteneni ete kemiğe büründürüp beklentinin nesnesi olan kişiye giysi gibi giydirmenin adı. o kişide olmayanları var kabul ederek, hatta var olduğunu bilerek davranmanın adı.
herşey hayallerle, düşü gerçek varsaymayla kalsa yanılsama olmaz yine de. yanılsama olduğunu anlamak için o kişinin üzerinde o giysi yokmuş gibi * davrandığını görmek, ayağın altında olması gereken gerçeklik zemininin buhar olup uçtuğunu hissetmek, boşluktan dibe doğru çekilmek gerekir. kumdan kaleyi dalga dümdüz eder. gerçekliğin üzerindeki perde kalkar. işte o zaman bütün bunların yanılsama olduğuna uyanılır.
ardında binlerce kelimeyi, anlatılamayanı barındıran sözcüktür aslında... muhatabın sadece aynadaki suretle yetineceği bilinen durumlarda cevap olarak verilir; 'hiç, öylesine...'
...cevapsızlık da kendine göre bir sorundur. bunu biliyorum. ama bir çaresizlikle ellerini kucağına koyarsın. başın önünde beklemeye başlarsın. oysa her soruyu ilk kez görüyormuş gibi titreyerek karşılamak gerçekten yorucudur ve bir süre sonra da ürkütücü. her seferinde ruhundan bir parça daha kopar. ve sonra bir tane daha. çatlaklardan sızan şey seni insandan başka ne olunuyorsa o yapmaya yeter de artar bile...
acı önemli bir nesne. ve onu kutsayanlar, lânetleyenler olduğu gibi benimkine benzer kaliteli tecessüslerle inceleyenler de var. ama elbette sadece dışarıdan. hâlbuki hissedilen, kendini laboratuarda ele vermez. olay mahallinde, ok yaydan çıkmışken, çığ büyürken, aklıma gelmeyen o diğer atasözleri, deyimler size hangi fotoğrafları gösteriyorsa, orada, o zamanda, kendini anlatmaya başlar. nefret, korku, pişmanlık, merhamet... acı öyle güzel babalık yapar ki bunlara, hangisi iyiden yana, hangisi kötüden, kestiremezsin bile...
schopenhauer ın aşkın metafiziği kitabından bir alıntı yerinde olacaktır; 'varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. çünkü, hayatın derinlerinde yatan ve sefilliğimizden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kuraldışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman, mutsuzluk ve acı, kural dışı değil kuraldır.'
kelimelere dokulmesi zaten zorken bir de bir baskasinin dilinde anlatmaya calismanin, kendinize ait bir dilde yasadiginiz bir siziyi baskasinin dilinde dillendirmeye calismanin ilki kadar kuvvetli bir baska siziyi dogurmasi... bolunerek cogalan, bolerek cogaltan.
insanligin felaketlere, olume ilgisi hep vardi hep de olacak. yanan bir evi izlemek, kaza mahallini izlemek, cenaze konvoyunu izlemek eminim 'schadenfreude' ile dogrudan alakalidir. olum gormeyi su ya da bu sekilde seviyor insanlik demek ki, hayatin tanimlarindan en etkilisinin olum uzerinden yapilmasi bu yuzden olabilir.
peki nekrofiliyi schadenfraude denen kavramin icinden cekip cikaran da nesi? sizi uzen hakikaten o kisinin olumu mu, ya da olume hakikaten uzuluyor musunuz? yoksa taziye defterini imzalamak icin girilen kuyrukta olmak, topluca vah vah etmek mi daha onemli? ?
ve belkilere bırakınca insanlar hayallerini, aşklarını, dostlukları... bırakınca hayatlarını öylece belkilere... aslında tüm yaşanmamışlıkların sorumlusudur belkiler oysa ki siz sadece düşlemiştiniz; ama 'sadece' düşlerdiniz...
empresyonizm, natüralizm ve akademizm gibi akımlara tapki olarak doğmuş bi akımdır. duyguların ön plana alınıp dış dünyanın hiçe sayıldığı bi sanat anlayışını temsil eder...
dışavurumculuk saf estetiğe sığındığı için ya da ilgisizliği nedeniyle mahkum ettiği bir toplumdan yüz çevirmez, ondan nefret ettiğini açıklar ve içselleşmiş bir dünyanın taşkın görüntülerini verir...
düşü gerçekmiş gibi yaşamanın, olması isteneni ete kemiğe büründürüp beklentinin nesnesi olan kişiye giysi gibi giydirmenin adı. o kişide olmayanları var kabul ederek, hatta var olduğunu bilerek davranmanın adı.
herşey hayallerle, düşü gerçek varsaymayla kalsa yanılsama olmaz yine de. yanılsama olduğunu anlamak için o kişinin üzerinde o giysi yokmuş gibi * davrandığını görmek, ayağın altında olması gereken gerçeklik zemininin buhar olup uçtuğunu hissetmek, boşluktan dibe doğru çekilmek gerekir. kumdan kaleyi dalga dümdüz eder. gerçekliğin üzerindeki perde kalkar. işte o zaman bütün bunların yanılsama olduğuna uyanılır.
en dehşet verici olan ise, yaşadığınızın aslında deja vu olmadığını anlamanızdır...hayatınızın rutinliğini kabullenmeniz biraz zaman alabilir...
ardında binlerce kelimeyi, anlatılamayanı barındıran sözcüktür aslında... muhatabın sadece aynadaki suretle yetineceği bilinen durumlarda cevap olarak verilir; 'hiç, öylesine...'
...cevapsızlık da kendine göre bir sorundur. bunu biliyorum. ama bir çaresizlikle ellerini kucağına koyarsın. başın önünde beklemeye başlarsın. oysa her soruyu ilk kez görüyormuş gibi titreyerek karşılamak gerçekten yorucudur ve bir süre sonra da ürkütücü. her seferinde ruhundan bir parça daha kopar. ve sonra bir tane daha. çatlaklardan sızan şey seni insandan başka ne olunuyorsa o yapmaya yeter de artar bile...
acı önemli bir nesne. ve onu kutsayanlar, lânetleyenler olduğu gibi benimkine benzer kaliteli tecessüslerle inceleyenler de var. ama elbette sadece dışarıdan. hâlbuki hissedilen, kendini laboratuarda ele vermez. olay mahallinde, ok yaydan çıkmışken, çığ büyürken, aklıma gelmeyen o diğer atasözleri, deyimler size hangi fotoğrafları gösteriyorsa, orada, o zamanda, kendini anlatmaya başlar. nefret, korku, pişmanlık, merhamet... acı öyle güzel babalık yapar ki bunlara, hangisi iyiden yana, hangisi kötüden, kestiremezsin bile...
schopenhauer ın aşkın metafiziği kitabından bir alıntı yerinde olacaktır; 'varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. çünkü, hayatın derinlerinde yatan ve sefilliğimizden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kuraldışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman, mutsuzluk ve acı, kural dışı değil kuraldır.'
kelimelere dokulmesi zaten zorken bir de bir baskasinin dilinde anlatmaya calismanin, kendinize ait bir dilde yasadiginiz bir siziyi baskasinin dilinde dillendirmeye calismanin ilki kadar kuvvetli bir baska siziyi dogurmasi... bolunerek cogalan, bolerek cogaltan.
insanligin felaketlere, olume ilgisi hep vardi hep de olacak. yanan bir evi izlemek, kaza mahallini izlemek, cenaze konvoyunu izlemek eminim 'schadenfreude' ile dogrudan alakalidir. olum gormeyi su ya da bu sekilde seviyor insanlik demek ki, hayatin tanimlarindan en etkilisinin olum uzerinden yapilmasi bu yuzden olabilir.
peki nekrofiliyi schadenfraude denen kavramin icinden cekip cikaran da nesi? sizi uzen hakikaten o kisinin olumu mu, ya da olume hakikaten uzuluyor musunuz? yoksa taziye defterini imzalamak icin girilen kuyrukta olmak, topluca vah vah etmek mi daha onemli? ?
düş dağınıklığında yatağım
gözlerimde diş izleri
katıksız bir ölüm
gecede çoğalan
ve yattığım yerdeki
acının motiflerinde
kanar oyası yüreğimin
zamanla dayanağımı kopardığımda
varoluşa aykırıydım
özlem cinayetleri
karaya demir atan
büyür seslerde kin
tersine dönerken
masaüstü takviminde saniye
ve müthiş bir yokluk
öykülerden alınıp
gömülür son esrarlı dağa
mavi bir umudun
işıltısı dolunayda
ezberletir tüm şiirleri
yalnızlığıma
şimdilik misafirim doğada