Ankaragücü’nü kendimize göre yazıp buraya yükledikten sonra, aklımıza bir de şu hâtıra gelmiştir… Yıl 1963 olabilecektir; Adana’da askerdik. Bir bayram münâsebetiyle izinli olarak İstanbul’a dönüyorduk. Fakat, direkt İstanbul bileti almamıştık. Ankara’da bir gün kalıp sonra devâm edecektik. Ocak ayının ayazında, bir gecenin sabâhı Ankara’ya böyle inmiştik. Tesâdüf aynı gün bir de Ankaragücü-Galatasaray maçı vardı. Öteye-beriye gidip döndükten sonra maça da gitmiştik. 19 Mayıs stadındaki yerimiz, güneye bakan, güneşe karşı Maraton denen tribünün ortalarındaydı. Bilinen Ankaragüçlüler gibi aşkın ve taşkın bir seyirci olmasak bile, elbette Ankaragücü’nü tutmaktaydık. Takım da iyiydi ha! Sağdan, soldan Galatasaray’ı sıkıştırıyor, hattâ bunaltıyordu. O gün Galatasaray kalesinde Turgay değil de daha genç biri vardı. Adı Erdal mıydı acaba? Bu genç hem iyi oynuyordu, hem de çok şanslıydı. Topu ya tutuyor veyâ top ötesine-berisine, direğe çarpıp kaleye girmiyordu. Ankaragücü’nün her an beklenen gölü bu yüzden bir türlü gelmemekteydi. Beklenti içindeki seyirci iyice bir gerilmişti. Ancak, aslında tamâmen mahkûm oynayan Galatasaray bir gol atmaz mı! Bulunduğumuz yerdekiler hemen tamâmen Ankaragüçlüydüler. Tabiatıyla bu gole fenâ hâlde bozulmuşlar, donup kalmışlardı! Eski Ankaralılar bilirler; Ankaragücü’nün sembol olmuş ünlü bir turşucu taraftârı vardı. Bu kişi, maçlarda elindeki büyük kavanoza doldurduğu hıyar turşularını satardı. Bu çok lezzetli turşulardan birçok kereler biz de yemişizdir. Neyse… Suskunluğa bürünen tribünde meğer Galatasaray’lı bir genç varmış. Bu genç, gol anında değilse bile kısa süre sonra ayağa fılayıp “goooool! ” diye bağırmıştı. Turşucu da tam oralarda bir yerdeydi. Elindeki kavanozu bırakıp gence bir saldırması vardı ki… Doğrusu görülmeye değer bir sahneydi. Yaşıtımız görünen genç, bir yandan “anne” diye bağırıyor, diğer yandan tribün katlarını aşağıya doğru üçer-beşer atlayarak kaçıyordu! Kapıldığı öfkeden neredeyse delirmiş Turşucu, epey kovalamış fakat gene de gence erememişti. Galatasaraylılar, o zamanlar sayıca çok azdılar ve süper insan, süper futbolcu Metin’le yeni-yeni çoğalmaya çalışmaktaydılar. Yâni, tribünde, gencin kendisine sâhip ve arka çıkacak birileri yoktu. Kaçtı ve kurtuldu ama, ya çektiği o korku…
Önce bir düzeltme: Ankaragücü sâdece bir futbol takımı olmayıp, değişik branşlarda faaliyet gösteren bir spor kulübüdür. Buna göre de bir takımı değil, branşlar ve kategoriler sayısınca takımları vardır! Bunu böyle bildirip, geçmişin bir Ankaragücü taraftârı olarak konuya da böyle girelim. Diğer yandan… Bu kulüp, 1955 sonrasında yaşanmış Ankara hâtıralarımızın başlıca unsurudur, diyebiliriz. Yine Ankaragücü, bize elli küsur yıl önce seyrettiğimiz “Beyaz Geceler” filmini hatırlatmaktadır! Senaryosu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin aynı isimli romanından alınan iyi işlenmiş bu film; basit, güzel ve sürükleyici konusuyla romanı gibi unutulmazlar arasındaki yerini almıştır. Filmin baş oyuncusu olan delikanlı adam (Fransız Jean Marais) , Rusya’da St.Petersburg'un uzun, kasvetli ve kar-beyaz gecelerinde, kendisi gibi yalnız bir genç kızla (Avusturyalı Maria Schell) karşılaşır. Şehrin cadde, sokak, meydan gibi dış mekânlarında, o kızla dört gece sabahlara kadar dolaşırlar. Birlikte hayâl ve hâtıralarını paylaşırlar, geçici bile olsa acıları unuturlar. Ancak, genç kızın akıl ve gönül derinliğinde, daha önce tanıştığı ve fakat bir süredir haberini alamadığı eski sevgili yatar. Buna rağmen hayat da devâm etmektedir. Delikanlı ve dört günlük arkadaşı genç kız ortak gecelerinde, birbirlerine yaklaşır, yakınlaşırlar. Bu arada geçmişin kötü izlerini silmişlerdir. Ne var ki, dördüncü gece sabaha karşı… İki yeni arkadaş ayak üstü görüşürlerken, karanlığın içinden bir hayâl belirir. Bu, derinliklerde yatan o eski sevgilidir (İtalyan Marcello Mastroianni) . Genç kız, işte o anda, dört günde yakınlaştığı delikanlıdan kopuverir. O kadar ki, herşey sâniyeler içinde olup bitecektir. Delikanlının, üşümesin diye omzuna attığı paltosunu zarif bir şekilde üstünden sıyırıp, her yanı kaplamış karın üstüne bırakır. …ve o dört güzel günü bir anda silerek, kendini eski sevgilinin kollarına bırakır! Liseyi tahsil ettiğimiz Ankara’ya gittiğimizde yıl 1955’ti. Yatılı okuduğumuzdan, anlam olarak kışla benzeri bir mekân içindeydik. Okulda bol zaman bulup, doya-doya oynasak bile; film, tiyatro veyâ maça gitmek için hafta sonlarını iple çekerdik. O yıllar futbol ligleri illerin kendi içinde oynanırdı. Yâni, her ilin kendi çapında bir futbol ligi vardı. Türkiye Futbol Ligleri gâlibâ 1958’de kurulmuştur. İstanbul’da, ilkokulun ilk sınıfında seçip gönül verdiğimiz sportif sevgili Fenerbahçe’ydi. Şu var ki, o artık İstanbul’da kalmıştı. Liglerin devre aralarında özel maçlar için zaman-zaman Ankara’ya misafir gelse de, sonuç olarak gözden uzaktı. Öte yandan, kişilerin, toplum içinde bir şeye taraf olmak, bir gruba âit olmak gibi tutum ve davranışları vardır. Buysa, belki de en çok spor bahsinde görülmektedir. İşte, biz de Ankara’da Ankaragücü’nü böyle tutmuştuk. Ora’da; hatırladığımız Hâcettepe, Gençlerbirliği, Demirspor, Hilâlspor, PTT, Şekerspor, Otoyıldırım’ın yanında, biz O’nu seçmiştik. Ankaragücü Fenerbahçe’yle aynı renklerin kulübüydü. Üstelik, Ankara’nın adını (Bir yerin adını taşıyan kulüpleri hâlâ daha diğerlerine tercih ederiz. Onlara, bu açıdan olsun sempati duyarız. Öyle, adı bir yere bağlı olmayan, nereye çeksen oraya gidecek karavan tipi kulüpler, bu arada belediye kulüpleri bize antipatik düşmüşlerdir!) taşıyordu. En çok taraftar ondaydı. Bir de, doğrusu en iyi oynayanı gene oydu. Bir gün gelmiş, okul bitmişti; bu bizim için Ankara’nın da bittiği anlamına gelmekteydi. Evet, bize artık Ankara’da bitmişti! Şimdi tekrar İstanbul’da olacaktık. Ankaragücü’nü, eski bir sevgili olarak yeri geldikçe anmak üzere gönlümüzün bir yerine gömmüştük. Gömmüştük ama… Meselâ ligde iki şampiyon çıkacak olsa, bu ikincinin onlar olmasını isterdik! İşte böyle. Şimdi… Ankaragücü Birinci Lig’den düşmüş bulunuyor. Buysa, o üstünde dolaşan kara bulutlar ve bilinen gelişmelerden sonra beklenen bir sonuçtur. Dolayısıyla sürpriz olmamıştır. Bugün Ankaragücü düştü; bu akşam Fenerbahçe de yenildi. Öf, öf! ! ! Bizim için iki kere üzüntü!
Yetmişüçe merhaba dediğimiz bu günün son saatinde, derin bir zevkle Rast makâmını dinlerken, sıra “Eski dostlar” şarkısına gelince şunları yazmak istemişizdir… Hayri Mumcu aslen Ankaralı olup teknik ressamdır. Ünü, ölümünden sonra bile aynen devâm eden Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun da kuzenidir. Ancak, hayat serüveni sırasında kendisinin Ankara’dan uzak kaldığı dönemler olmuştur. İşte böyle uzun bir dönemin sonunda döndüğü Ankara’da, derin bir yalnızlık duygusuna kapılacaktır. Eski dostları olarak bildiği kişiler, bıraktığı yerlerde artık yokturlar. Kimi hayattan ayrılmışlar, kimi de başka yerlere göçmüşlerdir. Kısaca, doğduğu yer olan Ankara’da neredeyse yalnız kalmıştır. Hayri Mumcu eli kalem tutan bir yazardır da. Kabûle göre, söz yazarı veyâ şâirdir. …ve almıştır kalemi eline bu duygularını kâğıda dökmüştür: Eski dostlar, eski dostlar… Yazdığına şöyle bir de bakınca, bunun bir bestenin güftesi olmasını istemiştir. İşte, Bestekâr Gültekin Çeki’yle tam bu sıralar yolu kesişmiştir. Gültekin Çeki… Kendisi aslen Antalyalı olup bir beden eğitimi öğretmenidir. Branşına uygun devlet kadro ve makamlarında bulunmuştur. Diğer yandan kendisinin, iyi bir sesi ve müziğe ilgisi vardır. İşte bu ilgi, onu müzik câmiâsı içine de sokarak, orada gösterdiği yetenekle yükselip Türk Sanat Müziğinin en iyi bestecilerinden biri olmasına kadar götürecektir. Sözün kısası… Hayri Mumcu’nun “eski dostlar”ı, Gültekin Çeki’yle bir Rast şarkıya dönüşecektir ki… Bu şarkı, hâlen bütün zamanların kendi türündeki en iyi, en güzel ve en sevilenlerinden biridir. Hayri Mumcu artık aramızda yoktur. Gültekin Çeki’ye ise uzun ve sağlıklı ömürler… Her iki sanatçıya derin saygılarımızla…
Yunanca phainomena… Temel olarak bir felsefe terimidir. Fransızca “phénomène” diye yazılır ki aynı anlamdadır. İnsan şuuruna (bilincine) yansıyan ve görünen şey demektir. Buradan dilimize geçip, bunun gibi bütün dünyâ dillerine de yayılmıştır. Ünlü Alman filozofu Emmanuel Kant, “fenomen”i, “numen”dediği anlaşılamayan gerçeğin karşısına koyar. Buna göre, fenomen nesnel bir gerçek ise bile bunun yanında öznel bir tasarımdır. Yâni, kişilerce düşünülen ve/veyâ hayâl edilebilendir. Felsefî bu terim, günümüzdeyse bir bakıma anlam kaymasına uğramıştır. Buna mecaz da diyebiliriz. Bugün, başarılı, tanınan (sevilen) ve etkin kişilere “fenomen” denmektedir. Söze gene günümüzden bir örnek göstermek gerekirse… Meselâ, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım tam bir “fenomen” dir! Hele de kendi taraftarları gözünde!
Bu gece müzik programımızda Valsler vardır. Vals, ayrıca eskilerden gelen bir kadın-erkek ortak dansının da adı olur. Tabiatıyla aynı müzik eşliğinde ve ayrıca mütemâdiyen dönerek yapılır. Valsin Almanca olan adı gene Almanca dönmek fiilinden gelmektedir. Dünyâda da zâten Alman dansı olarak tanınmıştır. En çok da Viyana’yla birlikte anılır; Ora’yla özdeştir. Burada hatırlanmalıdır ki, Avusturya asl’olarak bir Alman devletidir. Onlar da Almanca yaşar, Almanca düşünür ve Almanca konuşurlar. Bizim, İngiliz ağzına (Austria) bakarak Avusturya dediğimiz ülkenin kendi dilindeki adı Österreich’tır. Yâni Doğu Devleti. Peki, kimin ve neyin doğusu? Elbetteki Almanların ve Almanya’nın! Vals, dünyâ müzik türleri içinde aristokratlara hitâbetmek gibi özel bir yere sâhiptir. Dans edilen yerlerse, gene aristokratların bulunduğu saraylarla, saray gibi geniş diğer mekânlardır. Şu da var ki, uzun yıllar içinde sevilip yayıldıkça burjuva ve proleter sınıfa da inmiştir. Gençlik yıllarımızda; tango, samba, mambo, rumba, bossa-nova, twist, ça-ça-ça, rock and roll gibi dansların yanında vals de vardı. (Arabesk ve onun karşısındaki Batı akımları bunları itelemiş ötelemişlerdir.) Fakat bu dansı yapanlar diğerlerine göre sayıca daha azdılar. Hattâ, bir çift vals yapmaya kalkarsa, herkes oturur onları seyrederdiler. Biraz hayranlık, biraz da hasetle! Evet hasetle! Çünkü Vals bilmek, Vals yapmak öyle her babayiğidin harcı olmayıp, bir üstünlük sayılırdı! Kolay sayılan diğer danslar ise, kimilerince hayli iyi oynanırken, kimilerince de dans niyetine eşlerinin ayakları çiğnenirdi! Dünyânın ünlü bestecilerinden bâzıları vals üzerinde çalışmışlardır. Ne var ki, bir yandan Viyana’yla özdeş olmuş Vals ve Valsler, diğer yandan baba-oğul Strauss’larla özdeştirler. Viyanalı olan bu adamlardan baba Johann Strauss Valsi yüceltirken, adaşı oğul Johannn Strauss II. ise doruklara çıkarmıştır. Onlardan sonra Rus Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç hatırlanmalıdır; o da bir kaç güzel Vals bestelemiştir. Biz de bu geceki repertuvarımızda bu her üçüne yer vermişizdir. Vals için, yukarıda aristokratlara hitâbeder demiştik. Doğrudur ama, eski bir bürokrat olarak bizim de dinlememizde bir sakınca yoktur herhâlde!
Evet, öncelikle “Donatien Alphonse François le Marquis de Sade”… Konumuz, ruh sağlığı bozuk bu uzun isimli Fransız aristokratıyla başlamaktadır. Şöyle… 1740-1814 arasında yaşamış bu sapık herif, hem de çağının bir edip ve filozofu filândır. Ancak, edepsiz bir ediptir ki, çok çirkin yaşamış ve erotizm diyerek çok çirkin şeyler yazmıştır. İnsanlığın mânevî değerleri olan ahlâk gibi, din gibi, yasa gibi kurumları hiçe saymıştır. Esâsen, ömrünün otuziki yılını hapisane ve tımarhânede geçirmiştir. Kendisiyle özdeş olan ünlü eseri “Sodom’un 120 Günü”nü de içeri düştükten sonra yazacaktır. Marquis de Sade (okunuşu Marki de Sad) , insanlara eziyet ve işkence etmeyi mübah görüp neredeyse kurumlaştırmıştır. İşten bu yüzden, o gün ve bugün, insan ve hattâ hayvanlara eziyet etmeye, Sad’cılık anlamında Sadizm denmiştir, denmektedir. Bunu yapanlarsa “Sadist”tirler.
Yetmişiki yaşımızla, Site üyesi en eskimiş kimliklerden biri oluyoruz. Buna göre de, buradaki kimilerine ağbi, amca, ama pek çoğunuza göre biz bir dedeyizdir. İki oğlumuza rağmen, henüz gerçek bir dede olmamışsak bile! Öte yandan, yaş farkımız olsa dahi gençliğin müzik zevkini bilmekteyizdir. Gençlik bu konuda da iki kampa ayrılmıştır: Az sayıdaki istisnâları bir yana koyarsak… Arabeskçiler ve adı her ise, onun tam karşısındaki Batı’nın sözde müzik akımlarına kapılanlar! Bunların birincisi karalar bağlatıp ağlatırken, ikincisi coşturup oynatabilecektir. Fakat sonuçta her ikisi de köksüz ve ruhsuzdurlar. Hem de, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak silinip, yok olmaya mahkûmdurlar. Hattâ, henüz bugünden bile yok hükmündedirler! Bunları niye mi yazıyoruz? Şu anda dinlemekte olduğumuz “Bülbül Kasîdesi” yüzünden! İçinizde bunu dinlemiş ve bilenler olabilirler. Biz ise, bilmeyenler için yazmış olalım. Şu “Kasîde”yi hele bir dinleyin! Bunu, internet ortamında değişik pek çok sesten dinlemek mümkündür. Dinleyin de, o alçak gönüllü koca “Yunus” bakın ne demiş ve nasıl demiş. Bir duyun, görün! İster müzik, ister de felsefe niyetine...
İlkokula başladıktan sonra yaşadığımız bütün yılbaşlarını hatırlayabilmekteyizdir. Hepsi başlı başına birer olay sayılmışlardır. Hele de şu son zamandaki iki bin yılına girişimiz… Milenyum diye-diye neredeyse kıyâmet koparılmıştı! Medya organları “milenyum” sözünü kullanabilmek için, âdetâ bahâneler îcat etmişlerdi! Bunda o kadar ileri gitmişlerdi ki, “milenyum”u bir yıl önceye bile almışlardı!
Milenyum “bin yıl” demek oluyor. Nasıl ki her yüz yıla asır demekteysek, aynen öyle. İşte bu yüzden, yeni milenyum '2001'de başlıyordu. Ama gerek bizde gerekse dışarıdaki medya, “milenyum”u bir yıl öncesinden ilân etmişlerdi bile! O zaman Allah’ın bir kulu çıkarak, durun yâhu “milenyum”a daha bir yıl var, dememiştir! Hayret ki, hayret! ..
Milenyum sözünün kökü, gerilere gidip Latince’ye uzanıyor. Oradan Fransızca’ya geçmiş, oradan da dünyâya yayılmıştır. Söz bin yılı anlattığından, öyle sık-sık kullanılması da gerekmemiştir. Îtiraf edelim ki, milenyumu biz de ancak o zaman (2000’e girerken) duyup öğrenmişizdir.
İnsanoğlu zamanı iyi kullanabilmek için, bu kavramı dilim-dilim bölerek tanımlamaya çalışmıştır. Bölümlemenin bâzıları, ay ve dünyânın dolanımlarına bağlı olup, doğaldırlar. Gün, ay ve yıl bölünmeleri bir bakıma böyledirler. Fakat, aynı gün, ay ve yılı bir de insanlar bölmüşlerdir. Günün saat, dakîka ve sâniyeleri; ayın haftaları ve ayrıca istenilen günlere bağlanması, yılın mevsimleri böyle bölünmelerdir. Hâlen kullandığımız Gregoryen (Mîlât) takvimi, uygar dünyânın en yaygın olarak kullandığı zaman aracı olur. Yeni takvim, Cumhuriyet'imizin de devrimlerinden biridir. Dünyâya entegre olabilmek üzere, 26.12.1925 gün ve 698 sayıyla duyurulan Yasa, 01.01.1926'da hukûken ve fiîlen yürürlüğe girmiştir.
Latin kökenli takvimimizin, ay adlarından bazıları da Latince’dirler: Mart, Mayıs, Ağustos gibi. Ocak, Ekim ve Aralık'ın Türkçe oldukları bellidir. Şubat, Nîsan, Hazîran, Temmuz ve Eylül Süryanî asıllı olmakla birlikte, bize Mûsevî takviminden geçmişlerdir. Kasım ise Arapça’dır. Günlere gelince… Salı ve Cumâ Arapça; Pazar, Çarşamba, Perşembe Farsça’dırlar. Türkler, İslâm’a girmeden önce güneş sistemine dayanan kendi takvimlerini kullanmışlardır. Bu takvim, on iki veyâ bunun beş katı olan altmış yıllık dönemlere bağlanıyordu. Böylece, bir dönem bitince bir yenisi başlamaktaydı. Burada ilgi çekici olan şuydu ki, her yılın hayvanlardan alınmış bir adı vardı. Ay adları sırayla şunlardılar: Sıçan, Sığır (Öküz) , Kaplan, Tavşan, Balık (Ejder) , Kertenkele (Yılan) , At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek ve Domuz. Türkler ayrıca bir günü on iki eşite bölüp, bunun her birine çağ diyorlar ve bugünkü saat gibi kullanıyorlardı. Buna göre de, on iki çağlık bir günleri vardı. Başka bir târifle, şimdiki iki saatimiz onların bir saatleriydi.
Yeryüzünde, dinî ve millî birçok takvimler kullanılmış ve kullanılmaktadırlar. Örnek olarak; Arabî (eski) , Arsatid, Aztek, Bâbil, Buddha, Capitolium, Çin, Diocletianus, Fransız (İhtilâl) , Hicrî (Arap-İslâm) , Hindu, Indictio, İsevî, İskender, İspanyol, Jülyen, Kamboç, Kıptî (Mısır) , Laos, Maya, Mısır, Mûsevî, Philippos, Roma, Roma (II) , Rumî (Osmanlı) , Saka, Samvat, Sâsânî, Selefkî, Yezdegert, Yunan takvimleri sayılabilirler.
Takvimler, târih boyunca üç esas üzerine kurulmuşlardır: Ay esâsı, güneş esâsı ve her ikisi birlikte. Bir önemli nokta da başlangıç, yâni birinci yıldır. Birinci yıl, bütün takvimlerde önemli bir olaya bağlanmıştır. Şu var ki, bugün kullandığımız Gregoryen takviminin başlangıcı biraz farklıdır. Milât sözü Arapça’da doğum demek olur. Ama takvim söz konusu olunca, Milât özel olarak Îsâ'nın doğumunu anlatır. Hâl böyleyken, Îsâ öngörülen târihte doğmamıştır! Yapılan araştırmalar ve yürütülen hesaplar uyarınca, Îsâ'nın doğumu, MÖ 0004 veyâ 0005 yılının 25 Aralık günüdür! Noel de bunu işâret etmektedir ya. Bunun yanında, Îsâ diye birinin hiç yaşamadığı ve hiç var olmadığını dahî öne sürenler bulunmaktadırlar. Hem bunlar, öyle sıradan kişiler de değildirler. Yâni, bilgin ve uzman sınıfından adı büyük kişilerdir. Bunu öne sürerlerken de, kendilerine göre elbette kesin kanıtları bulunmaktadır!
Konumuz başlangıç olunca... Bir takım takvimler, başlangıç olarak dünyânın yaratılışını almışlardır! Burada, kafalar tabiî ki karışacaktır! Dünyânın ne zaman yaratıldığı bilinmekte midir ki? .. İlim, dünyânın yaşını milyarlarla yıla bağlamaktadır ya... Anılan takvimlerin yapıcıları da, Tevrat'ın yazdıklarından hükümler çıkarmış ve bâzı târihler üzerinde durmuşlardır. Dünyâ bu târihte yaratılmıştır, diyerek! .. (Aslında, dünyânın yaratıldığı veyâ oluştuğu an veyâ süreyi bir târihe bağlamak ne kadar mümkündür! Çünkü... Târih dediğimiz kavram ancak bundan sonrası için söz konusu olabilecektir!) Bu kişilerle onların hesaplarına göre, dünyânın yaratılış yılları MÖ'si için olmak üzere şöyledir: J. Africanus için 5500’de, Ponodor için 5493’te, Konstantinopolis (Osmanlı öncesindeki İstanbul) ilâhiyatçılarından bâzıları için 5509’da, J.J. Scalinger için 3950’de, Pezron için 5873’te ve J. Usher için 4004’de! Dünyânın ulaştığı bu günlerin ilim kafası, bunlar için tabiî ki sâdece gülümseyecektir.
İlim adamlarının milyarlarla hesapladıkları dünyâ yaşına veyâ bu ilâhiyatçılara inanmakta tereddüt edilmemelidir. Çünkü... Biri müspet ilimdir; elle tutulup gözle görülebilir. Diğeri dogmadır; kişinin inanç ve kabulüne kalmıştır. Târihler, MÖ ve MS arasındaki “sıfır' yılını göstermemektedirler. Oysa, astronomi bilginleri bu sıfırı kabûl etmişlerdir. Bu anlayış uyarınca, MÖ'ki târihler bir yıl daha kısa sayılmaktadırlar.
Yazımızın sonunda, ayın doğal süresinin dörtte biri olan haftanın, ilk olarak Hammurâbi devrindeki Bâbil'de kullanıldığı bilgisini verelim.
Mâlûmdur ki dünyâ dönmektedir! Bunun gibi, dünyâdaki bir takım değerler de dönmekte ve değişmektedirler. Paralel olarak… Günümüz gençleri, biz eski kuşağa göre değişik görüşler ve aynen değişik zevklere sâhiptirler. Bu, müzikte de böyle olmuştur. Buradaki soruya biz, Doris Day’den “Que Sera Sera” ve Mary Hopkin’den “Those were the days my friend” diyoruz. Favorilerimiz olan ünlü bu melodiler, andığımız sanatçı hanımlarla özdeş olmuşlardır. Biz, yetmişi aşmış olmakla o kaçınılmaz sona yaklaşmaktayız. Hayli eskimiş sayılacak bu melodilerse… Hiç şüphe yoktur ki, diğerleri yanında dünyâ durdukça var olacaklardan iki “klasik”tirler artık.
1952’de mezun olduğumuz ilkokuldayken, yazı konusunda özel bir dersimiz vardı. Bu derste, “divit” denen kalem sapına “uç” diye bir parça takılırdı. Sonra, “hokka” denen mürekkep dolu özel bir şişeye batırılır, dolmakalem kullanırmış gibi yazılırdı. İlkokulda, el yazısını böyle öğrenmişizdir. Dolmakalem kullanmaksa yasaktı. Bu yüzden ilk dolmakalemi orta birinci sınıftayken edinmişizdir. İstanbul-Bâbıâlî yokuşundaki kırtâsiyecilerden aldığımız kalemin fiyatı ikibuçuk liraydı. Fiyat hakkında fikir vermek üzere, o zaman bir simitin beş kuruş olduğunu ekliyelim. Demek ki elli simit değerindeymiş! Bundan sonra her zaman en az bir dolmakalemimiz olmuştur. Arada tükenmez gibileri de kullanmış olsak bile, bir dolmakalem hep cebimizdedir. Bugün, mâvi ve siyah mürekkep kullandığımız, bir kaçı markalı, diğerleri ucuz Çin malı onbeş kadar kalemimiz vardır. Piyasadan kalkmadan önce yeşil mürekkebimiz de olmuştur! İlgi çekicidir ama, iyi dizayn edilmiş ve ergonomik olduklarından Çin kalemlerini kullanmayı tercih etmişizdir. Bir farkla ki, bunlara taktığımız uçlar ünlü Alman markalarıdırlar. Öte yandan, kitap harfleriyle de yazarsak bile tercihimiz daha çok el yazısından yanadır. Geçende bir yerde yalnız oturmuş bekliyorduk. Önümüzde de günün gazeteleri vardı. Hepsine bir göz attık bitti; ama beklediğimiz kişi hâlâ gelmemişti. Kalemimizi çıkarıp gazetenin bulmacasını çözmeye başladık. Bu sırada, yakınımızdaki bir gencin de ısrarla bize baktığını fark etmiştik. Genç, “ağabey” demişti “o kalem de ne öyle! ? ” Bizim kalem ona pek garip görünmüştü! Yanımıza gelip, uzaydan gelmiş bir cisim gibi de incelemişti!
Gene Ankaragücü...
Ankaragücü’nü kendimize göre yazıp buraya yükledikten sonra, aklımıza bir de şu hâtıra gelmiştir…
Yıl 1963 olabilecektir; Adana’da askerdik. Bir bayram münâsebetiyle izinli olarak İstanbul’a dönüyorduk. Fakat, direkt İstanbul bileti almamıştık. Ankara’da bir gün kalıp sonra devâm edecektik. Ocak ayının ayazında, bir gecenin sabâhı Ankara’ya böyle inmiştik. Tesâdüf aynı gün bir de Ankaragücü-Galatasaray maçı vardı. Öteye-beriye gidip döndükten sonra maça da gitmiştik. 19 Mayıs stadındaki yerimiz, güneye bakan, güneşe karşı Maraton denen tribünün ortalarındaydı.
Bilinen Ankaragüçlüler gibi aşkın ve taşkın bir seyirci olmasak bile, elbette Ankaragücü’nü tutmaktaydık. Takım da iyiydi ha! Sağdan, soldan Galatasaray’ı sıkıştırıyor, hattâ bunaltıyordu. O gün Galatasaray kalesinde Turgay değil de daha genç biri vardı. Adı Erdal mıydı acaba? Bu genç hem iyi oynuyordu, hem de çok şanslıydı. Topu ya tutuyor veyâ top ötesine-berisine, direğe çarpıp kaleye girmiyordu. Ankaragücü’nün her an beklenen gölü bu yüzden bir türlü gelmemekteydi. Beklenti içindeki seyirci iyice bir gerilmişti. Ancak, aslında tamâmen mahkûm oynayan Galatasaray bir gol atmaz mı! Bulunduğumuz yerdekiler hemen tamâmen Ankaragüçlüydüler. Tabiatıyla bu gole fenâ hâlde bozulmuşlar, donup kalmışlardı!
Eski Ankaralılar bilirler; Ankaragücü’nün sembol olmuş ünlü bir turşucu taraftârı vardı. Bu kişi, maçlarda elindeki büyük kavanoza doldurduğu hıyar turşularını satardı. Bu çok lezzetli turşulardan birçok kereler biz de yemişizdir. Neyse… Suskunluğa bürünen tribünde meğer Galatasaray’lı bir genç varmış. Bu genç, gol anında değilse bile kısa süre sonra ayağa fılayıp “goooool! ” diye bağırmıştı. Turşucu da tam oralarda bir yerdeydi. Elindeki kavanozu bırakıp gence bir saldırması vardı ki… Doğrusu görülmeye değer bir sahneydi. Yaşıtımız görünen genç, bir yandan “anne” diye bağırıyor, diğer yandan tribün katlarını aşağıya doğru üçer-beşer atlayarak kaçıyordu! Kapıldığı öfkeden neredeyse delirmiş Turşucu, epey kovalamış fakat gene de gence erememişti. Galatasaraylılar, o zamanlar sayıca çok azdılar ve süper insan, süper futbolcu Metin’le yeni-yeni çoğalmaya çalışmaktaydılar. Yâni, tribünde, gencin kendisine sâhip ve arka çıkacak birileri yoktu. Kaçtı ve kurtuldu ama, ya çektiği o korku…
Mete Esin
Ankaragücü diye…
Önce bir düzeltme: Ankaragücü sâdece bir futbol takımı olmayıp, değişik branşlarda faaliyet gösteren bir spor kulübüdür. Buna göre de bir takımı değil, branşlar ve kategoriler sayısınca takımları vardır! Bunu böyle bildirip, geçmişin bir Ankaragücü taraftârı olarak konuya da böyle girelim.
Diğer yandan… Bu kulüp, 1955 sonrasında yaşanmış Ankara hâtıralarımızın başlıca unsurudur, diyebiliriz. Yine Ankaragücü, bize elli küsur yıl önce seyrettiğimiz “Beyaz Geceler” filmini hatırlatmaktadır! Senaryosu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin aynı isimli romanından alınan iyi işlenmiş bu film; basit, güzel ve sürükleyici konusuyla romanı gibi unutulmazlar arasındaki yerini almıştır.
Filmin baş oyuncusu olan delikanlı adam (Fransız Jean Marais) , Rusya’da St.Petersburg'un uzun, kasvetli ve kar-beyaz gecelerinde, kendisi gibi yalnız bir genç kızla (Avusturyalı Maria Schell) karşılaşır. Şehrin cadde, sokak, meydan gibi dış mekânlarında, o kızla dört gece sabahlara kadar dolaşırlar. Birlikte hayâl ve hâtıralarını paylaşırlar, geçici bile olsa acıları unuturlar. Ancak, genç kızın akıl ve gönül derinliğinde, daha önce tanıştığı ve fakat bir süredir haberini alamadığı eski sevgili yatar. Buna rağmen hayat da devâm etmektedir. Delikanlı ve dört günlük arkadaşı genç kız ortak gecelerinde, birbirlerine yaklaşır, yakınlaşırlar. Bu arada geçmişin kötü izlerini silmişlerdir. Ne var ki, dördüncü gece sabaha karşı… İki yeni arkadaş ayak üstü görüşürlerken, karanlığın içinden bir hayâl belirir. Bu, derinliklerde yatan o eski sevgilidir (İtalyan Marcello Mastroianni) . Genç kız, işte o anda, dört günde yakınlaştığı delikanlıdan kopuverir. O kadar ki, herşey sâniyeler içinde olup bitecektir. Delikanlının, üşümesin diye omzuna attığı paltosunu zarif bir şekilde üstünden sıyırıp, her yanı kaplamış karın üstüne bırakır. …ve o dört güzel günü bir anda silerek, kendini eski sevgilinin kollarına bırakır!
Liseyi tahsil ettiğimiz Ankara’ya gittiğimizde yıl 1955’ti. Yatılı okuduğumuzdan, anlam olarak kışla benzeri bir mekân içindeydik. Okulda bol zaman bulup, doya-doya oynasak bile; film, tiyatro veyâ maça gitmek için hafta sonlarını iple çekerdik. O yıllar futbol ligleri illerin kendi içinde oynanırdı. Yâni, her ilin kendi çapında bir futbol ligi vardı. Türkiye Futbol Ligleri gâlibâ 1958’de kurulmuştur.
İstanbul’da, ilkokulun ilk sınıfında seçip gönül verdiğimiz sportif sevgili Fenerbahçe’ydi. Şu var ki, o artık İstanbul’da kalmıştı. Liglerin devre aralarında özel maçlar için zaman-zaman Ankara’ya misafir gelse de, sonuç olarak gözden uzaktı. Öte yandan, kişilerin, toplum içinde bir şeye taraf olmak, bir gruba âit olmak gibi tutum ve davranışları vardır. Buysa, belki de en çok spor bahsinde görülmektedir.
İşte, biz de Ankara’da Ankaragücü’nü böyle tutmuştuk. Ora’da; hatırladığımız Hâcettepe, Gençlerbirliği, Demirspor, Hilâlspor, PTT, Şekerspor, Otoyıldırım’ın yanında, biz O’nu seçmiştik. Ankaragücü Fenerbahçe’yle aynı renklerin kulübüydü. Üstelik, Ankara’nın adını (Bir yerin adını taşıyan kulüpleri hâlâ daha diğerlerine tercih ederiz. Onlara, bu açıdan olsun sempati duyarız. Öyle, adı bir yere bağlı olmayan, nereye çeksen oraya gidecek karavan tipi kulüpler, bu arada belediye kulüpleri bize antipatik düşmüşlerdir!) taşıyordu. En çok taraftar ondaydı. Bir de, doğrusu en iyi oynayanı gene oydu.
Bir gün gelmiş, okul bitmişti; bu bizim için Ankara’nın da bittiği anlamına gelmekteydi. Evet, bize artık Ankara’da bitmişti! Şimdi tekrar İstanbul’da olacaktık. Ankaragücü’nü, eski bir sevgili olarak yeri geldikçe anmak üzere gönlümüzün bir yerine gömmüştük. Gömmüştük ama… Meselâ ligde iki şampiyon çıkacak olsa, bu ikincinin onlar olmasını isterdik! İşte böyle.
Şimdi… Ankaragücü Birinci Lig’den düşmüş bulunuyor. Buysa, o üstünde dolaşan kara bulutlar ve bilinen gelişmelerden sonra beklenen bir sonuçtur. Dolayısıyla sürpriz olmamıştır.
Bugün Ankaragücü düştü; bu akşam Fenerbahçe de yenildi. Öf, öf! ! ! Bizim için iki kere üzüntü!
Mete Esin
Kulakta Rast Şarkılar
Yetmişüçe merhaba dediğimiz bu günün son saatinde, derin bir zevkle Rast makâmını dinlerken, sıra “Eski dostlar” şarkısına gelince şunları yazmak istemişizdir…
Hayri Mumcu aslen Ankaralı olup teknik ressamdır. Ünü, ölümünden sonra bile aynen devâm eden Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun da kuzenidir. Ancak, hayat serüveni sırasında kendisinin Ankara’dan uzak kaldığı dönemler olmuştur. İşte böyle uzun bir dönemin sonunda döndüğü Ankara’da, derin bir yalnızlık duygusuna kapılacaktır. Eski dostları olarak bildiği kişiler, bıraktığı yerlerde artık yokturlar. Kimi hayattan ayrılmışlar, kimi de başka yerlere göçmüşlerdir. Kısaca, doğduğu yer olan Ankara’da neredeyse yalnız kalmıştır.
Hayri Mumcu eli kalem tutan bir yazardır da. Kabûle göre, söz yazarı veyâ şâirdir. …ve almıştır kalemi eline bu duygularını kâğıda dökmüştür: Eski dostlar, eski dostlar… Yazdığına şöyle bir de bakınca, bunun bir bestenin güftesi olmasını istemiştir. İşte, Bestekâr Gültekin Çeki’yle tam bu sıralar yolu kesişmiştir.
Gültekin Çeki… Kendisi aslen Antalyalı olup bir beden eğitimi öğretmenidir. Branşına uygun devlet kadro ve makamlarında bulunmuştur. Diğer yandan kendisinin, iyi bir sesi ve müziğe ilgisi vardır. İşte bu ilgi, onu müzik câmiâsı içine de sokarak, orada gösterdiği yetenekle yükselip Türk Sanat Müziğinin en iyi bestecilerinden biri olmasına kadar götürecektir.
Sözün kısası… Hayri Mumcu’nun “eski dostlar”ı, Gültekin Çeki’yle bir Rast şarkıya dönüşecektir ki… Bu şarkı, hâlen bütün zamanların kendi türündeki en iyi, en güzel ve en sevilenlerinden biridir.
Hayri Mumcu artık aramızda yoktur. Gültekin Çeki’ye ise uzun ve sağlıklı ömürler… Her iki sanatçıya derin saygılarımızla…
Mete Esin
Numen ile Fenomen…
Yunanca phainomena… Temel olarak bir felsefe terimidir. Fransızca “phénomène” diye yazılır ki aynı anlamdadır. İnsan şuuruna (bilincine) yansıyan ve görünen şey demektir. Buradan dilimize geçip, bunun gibi bütün dünyâ dillerine de yayılmıştır.
Ünlü Alman filozofu Emmanuel Kant, “fenomen”i, “numen”dediği anlaşılamayan gerçeğin karşısına koyar. Buna göre, fenomen nesnel bir gerçek ise bile bunun yanında öznel bir tasarımdır. Yâni, kişilerce düşünülen ve/veyâ hayâl edilebilendir.
Felsefî bu terim, günümüzdeyse bir bakıma anlam kaymasına uğramıştır. Buna mecaz da diyebiliriz. Bugün, başarılı, tanınan (sevilen) ve etkin kişilere “fenomen” denmektedir. Söze gene günümüzden bir örnek göstermek gerekirse… Meselâ, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım tam bir “fenomen” dir! Hele de kendi taraftarları gözünde!
Mete Esin
Aristokrat müziği!
Bu gece müzik programımızda Valsler vardır. Vals, ayrıca eskilerden gelen bir kadın-erkek ortak dansının da adı olur. Tabiatıyla aynı müzik eşliğinde ve ayrıca mütemâdiyen dönerek yapılır. Valsin Almanca olan adı gene Almanca dönmek fiilinden gelmektedir. Dünyâda da zâten Alman dansı olarak tanınmıştır. En çok da Viyana’yla birlikte anılır; Ora’yla özdeştir.
Burada hatırlanmalıdır ki, Avusturya asl’olarak bir Alman devletidir. Onlar da Almanca yaşar, Almanca düşünür ve Almanca konuşurlar. Bizim, İngiliz ağzına (Austria) bakarak Avusturya dediğimiz ülkenin kendi dilindeki adı Österreich’tır. Yâni Doğu Devleti. Peki, kimin ve neyin doğusu? Elbetteki Almanların ve Almanya’nın!
Vals, dünyâ müzik türleri içinde aristokratlara hitâbetmek gibi özel bir yere sâhiptir. Dans edilen yerlerse, gene aristokratların bulunduğu saraylarla, saray gibi geniş diğer mekânlardır. Şu da var ki, uzun yıllar içinde sevilip yayıldıkça burjuva ve proleter sınıfa da inmiştir. Gençlik yıllarımızda; tango, samba, mambo, rumba, bossa-nova, twist, ça-ça-ça, rock and roll gibi dansların yanında vals de vardı. (Arabesk ve onun karşısındaki Batı akımları bunları itelemiş ötelemişlerdir.) Fakat bu dansı yapanlar diğerlerine göre sayıca daha azdılar. Hattâ, bir çift vals yapmaya kalkarsa, herkes oturur onları seyrederdiler. Biraz hayranlık, biraz da hasetle! Evet hasetle! Çünkü Vals bilmek, Vals yapmak öyle her babayiğidin harcı olmayıp, bir üstünlük sayılırdı! Kolay sayılan diğer danslar ise, kimilerince hayli iyi oynanırken, kimilerince de dans niyetine eşlerinin ayakları çiğnenirdi!
Dünyânın ünlü bestecilerinden bâzıları vals üzerinde çalışmışlardır. Ne var ki, bir yandan Viyana’yla özdeş olmuş Vals ve Valsler, diğer yandan baba-oğul Strauss’larla özdeştirler. Viyanalı olan bu adamlardan baba Johann Strauss Valsi yüceltirken, adaşı oğul Johannn Strauss II. ise doruklara çıkarmıştır. Onlardan sonra Rus Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç hatırlanmalıdır; o da bir kaç güzel Vals bestelemiştir. Biz de bu geceki repertuvarımızda bu her üçüne yer vermişizdir.
Vals için, yukarıda aristokratlara hitâbeder demiştik. Doğrudur ama, eski bir bürokrat olarak bizim de dinlememizde bir sakınca yoktur herhâlde!
Mete Esin
Marki de Sad’dan beri…
Evet, öncelikle “Donatien Alphonse François le Marquis de Sade”… Konumuz, ruh sağlığı bozuk bu uzun isimli Fransız aristokratıyla başlamaktadır.
Şöyle… 1740-1814 arasında yaşamış bu sapık herif, hem de çağının bir edip ve filozofu filândır. Ancak, edepsiz bir ediptir ki, çok çirkin yaşamış ve erotizm diyerek çok çirkin şeyler yazmıştır. İnsanlığın mânevî değerleri olan ahlâk gibi, din gibi, yasa gibi kurumları hiçe saymıştır. Esâsen, ömrünün otuziki yılını hapisane ve tımarhânede geçirmiştir. Kendisiyle özdeş olan ünlü eseri “Sodom’un 120 Günü”nü de içeri düştükten sonra yazacaktır.
Marquis de Sade (okunuşu Marki de Sad) , insanlara eziyet ve işkence etmeyi mübah görüp neredeyse kurumlaştırmıştır. İşten bu yüzden, o gün ve bugün, insan ve hattâ hayvanlara eziyet etmeye, Sad’cılık anlamında Sadizm denmiştir, denmektedir. Bunu yapanlarsa “Sadist”tirler.
Mete Esin
Ey günümüz gençleri!
Yetmişiki yaşımızla, Site üyesi en eskimiş kimliklerden biri oluyoruz. Buna göre de, buradaki kimilerine ağbi, amca, ama pek çoğunuza göre biz bir dedeyizdir. İki oğlumuza rağmen, henüz gerçek bir dede olmamışsak bile!
Öte yandan, yaş farkımız olsa dahi gençliğin müzik zevkini bilmekteyizdir. Gençlik bu konuda da iki kampa ayrılmıştır: Az sayıdaki istisnâları bir yana koyarsak… Arabeskçiler ve adı her ise, onun tam karşısındaki Batı’nın sözde müzik akımlarına kapılanlar! Bunların birincisi karalar bağlatıp ağlatırken, ikincisi coşturup oynatabilecektir. Fakat sonuçta her ikisi de köksüz ve ruhsuzdurlar. Hem de, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak silinip, yok olmaya mahkûmdurlar. Hattâ, henüz bugünden bile yok hükmündedirler!
Bunları niye mi yazıyoruz? Şu anda dinlemekte olduğumuz “Bülbül Kasîdesi” yüzünden! İçinizde bunu dinlemiş ve bilenler olabilirler. Biz ise, bilmeyenler için yazmış olalım. Şu “Kasîde”yi hele bir dinleyin! Bunu, internet ortamında değişik pek çok sesten dinlemek mümkündür. Dinleyin de, o alçak gönüllü koca “Yunus” bakın ne demiş ve nasıl demiş. Bir duyun, görün! İster müzik, ister de felsefe niyetine...
Mete Esin
Mîlât ve Tüm Takvimler…
İlkokula başladıktan sonra yaşadığımız bütün yılbaşlarını hatırlayabilmekteyizdir. Hepsi başlı başına birer olay sayılmışlardır. Hele de şu son zamandaki iki bin yılına girişimiz… Milenyum diye-diye neredeyse kıyâmet koparılmıştı! Medya organları “milenyum” sözünü kullanabilmek için, âdetâ bahâneler îcat etmişlerdi! Bunda o kadar ileri gitmişlerdi ki, “milenyum”u bir yıl önceye bile almışlardı!
Milenyum “bin yıl” demek oluyor. Nasıl ki her yüz yıla asır demekteysek, aynen öyle. İşte bu yüzden, yeni milenyum '2001'de başlıyordu. Ama gerek bizde gerekse dışarıdaki medya, “milenyum”u bir yıl öncesinden ilân etmişlerdi bile!
O zaman Allah’ın bir kulu çıkarak, durun yâhu “milenyum”a daha bir yıl var, dememiştir! Hayret ki, hayret! ..
Milenyum sözünün kökü, gerilere gidip Latince’ye uzanıyor. Oradan Fransızca’ya geçmiş, oradan da dünyâya yayılmıştır. Söz bin yılı anlattığından, öyle sık-sık kullanılması da gerekmemiştir. Îtiraf edelim ki, milenyumu biz de ancak o zaman (2000’e girerken) duyup öğrenmişizdir.
İnsanoğlu zamanı iyi kullanabilmek için, bu kavramı dilim-dilim bölerek tanımlamaya çalışmıştır. Bölümlemenin bâzıları, ay ve dünyânın dolanımlarına bağlı olup, doğaldırlar. Gün, ay ve yıl bölünmeleri bir bakıma böyledirler. Fakat, aynı gün, ay ve yılı bir de insanlar bölmüşlerdir. Günün saat, dakîka ve sâniyeleri; ayın haftaları ve ayrıca istenilen günlere bağlanması, yılın mevsimleri böyle bölünmelerdir. Hâlen kullandığımız Gregoryen (Mîlât) takvimi, uygar dünyânın en yaygın olarak kullandığı zaman aracı olur. Yeni takvim, Cumhuriyet'imizin de devrimlerinden biridir. Dünyâya entegre olabilmek üzere, 26.12.1925 gün ve 698 sayıyla duyurulan Yasa, 01.01.1926'da hukûken ve fiîlen yürürlüğe girmiştir.
Latin kökenli takvimimizin, ay adlarından bazıları da Latince’dirler: Mart, Mayıs, Ağustos gibi. Ocak, Ekim ve Aralık'ın Türkçe oldukları bellidir. Şubat, Nîsan, Hazîran, Temmuz ve Eylül Süryanî asıllı olmakla birlikte, bize Mûsevî takviminden geçmişlerdir. Kasım ise Arapça’dır. Günlere gelince… Salı ve Cumâ Arapça; Pazar, Çarşamba, Perşembe Farsça’dırlar. Türkler, İslâm’a girmeden önce güneş sistemine dayanan kendi takvimlerini kullanmışlardır. Bu takvim, on iki veyâ bunun beş katı olan altmış yıllık dönemlere bağlanıyordu. Böylece, bir dönem bitince bir yenisi başlamaktaydı. Burada ilgi çekici olan şuydu ki, her yılın hayvanlardan alınmış bir adı vardı. Ay adları sırayla şunlardılar: Sıçan, Sığır (Öküz) , Kaplan, Tavşan, Balık (Ejder) , Kertenkele (Yılan) , At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek ve Domuz. Türkler ayrıca bir günü on iki eşite bölüp, bunun her birine çağ diyorlar ve bugünkü saat gibi kullanıyorlardı. Buna göre de, on iki çağlık bir günleri vardı. Başka bir târifle, şimdiki iki saatimiz onların bir saatleriydi.
Yeryüzünde, dinî ve millî birçok takvimler kullanılmış ve kullanılmaktadırlar. Örnek olarak; Arabî (eski) , Arsatid, Aztek, Bâbil, Buddha, Capitolium, Çin, Diocletianus, Fransız (İhtilâl) , Hicrî (Arap-İslâm) , Hindu, Indictio, İsevî, İskender, İspanyol, Jülyen, Kamboç, Kıptî (Mısır) , Laos, Maya, Mısır, Mûsevî, Philippos, Roma, Roma (II) , Rumî (Osmanlı) , Saka, Samvat, Sâsânî, Selefkî, Yezdegert, Yunan takvimleri sayılabilirler.
Takvimler, târih boyunca üç esas üzerine kurulmuşlardır: Ay esâsı, güneş esâsı ve her ikisi birlikte. Bir önemli nokta da başlangıç, yâni birinci yıldır. Birinci yıl, bütün takvimlerde önemli bir olaya bağlanmıştır. Şu var ki, bugün kullandığımız Gregoryen takviminin başlangıcı biraz farklıdır. Milât sözü Arapça’da doğum demek olur. Ama takvim söz konusu olunca, Milât özel olarak Îsâ'nın doğumunu anlatır. Hâl böyleyken, Îsâ öngörülen târihte doğmamıştır! Yapılan araştırmalar ve yürütülen hesaplar uyarınca, Îsâ'nın doğumu, MÖ 0004 veyâ 0005 yılının 25 Aralık günüdür! Noel de bunu işâret etmektedir ya. Bunun yanında, Îsâ diye birinin hiç yaşamadığı ve hiç var olmadığını dahî öne sürenler bulunmaktadırlar. Hem bunlar, öyle sıradan kişiler de değildirler. Yâni, bilgin ve uzman sınıfından adı büyük kişilerdir. Bunu öne sürerlerken de, kendilerine göre elbette kesin kanıtları bulunmaktadır!
Konumuz başlangıç olunca... Bir takım takvimler, başlangıç olarak dünyânın yaratılışını almışlardır! Burada, kafalar tabiî ki karışacaktır! Dünyânın ne zaman yaratıldığı bilinmekte midir ki? .. İlim, dünyânın yaşını milyarlarla yıla bağlamaktadır ya... Anılan takvimlerin yapıcıları da, Tevrat'ın yazdıklarından hükümler çıkarmış ve bâzı târihler üzerinde durmuşlardır. Dünyâ bu târihte yaratılmıştır, diyerek! .. (Aslında, dünyânın yaratıldığı veyâ oluştuğu an veyâ süreyi bir târihe bağlamak ne kadar mümkündür! Çünkü... Târih dediğimiz kavram ancak bundan sonrası için söz konusu olabilecektir!) Bu kişilerle onların hesaplarına göre, dünyânın yaratılış yılları MÖ'si için olmak üzere şöyledir: J. Africanus için 5500’de, Ponodor için 5493’te, Konstantinopolis (Osmanlı öncesindeki İstanbul) ilâhiyatçılarından bâzıları için 5509’da, J.J. Scalinger için 3950’de, Pezron için 5873’te ve J. Usher için 4004’de!
Dünyânın ulaştığı bu günlerin ilim kafası, bunlar için tabiî ki sâdece gülümseyecektir.
İlim adamlarının milyarlarla hesapladıkları dünyâ yaşına veyâ bu ilâhiyatçılara inanmakta tereddüt edilmemelidir. Çünkü... Biri müspet ilimdir; elle tutulup gözle görülebilir. Diğeri dogmadır; kişinin inanç ve kabulüne kalmıştır. Târihler, MÖ ve MS arasındaki “sıfır' yılını göstermemektedirler. Oysa, astronomi bilginleri bu sıfırı kabûl etmişlerdir. Bu anlayış uyarınca, MÖ'ki târihler bir yıl daha kısa sayılmaktadırlar.
Yazımızın sonunda, ayın doğal süresinin dörtte biri olan haftanın, ilk olarak Hammurâbi devrindeki Bâbil'de kullanıldığı bilgisini verelim.
Mete Esin
Doris ile Mary’den! ..
Mâlûmdur ki dünyâ dönmektedir! Bunun gibi, dünyâdaki bir takım değerler de dönmekte ve değişmektedirler. Paralel olarak… Günümüz gençleri, biz eski kuşağa göre değişik görüşler ve aynen değişik zevklere sâhiptirler. Bu, müzikte de böyle olmuştur. Buradaki soruya biz, Doris Day’den “Que Sera Sera” ve Mary Hopkin’den “Those were the days my friend” diyoruz. Favorilerimiz olan ünlü bu melodiler, andığımız sanatçı hanımlarla özdeş olmuşlardır.
Biz, yetmişi aşmış olmakla o kaçınılmaz sona yaklaşmaktayız. Hayli eskimiş sayılacak bu melodilerse… Hiç şüphe yoktur ki, diğerleri yanında dünyâ durdukça var olacaklardan iki “klasik”tirler artık.
Mete Esin
Dolmakalem sevdâdır!
1952’de mezun olduğumuz ilkokuldayken, yazı konusunda özel bir dersimiz vardı. Bu derste, “divit” denen kalem sapına “uç” diye bir parça takılırdı. Sonra, “hokka” denen mürekkep dolu özel bir şişeye batırılır, dolmakalem kullanırmış gibi yazılırdı. İlkokulda, el yazısını böyle öğrenmişizdir. Dolmakalem kullanmaksa yasaktı.
Bu yüzden ilk dolmakalemi orta birinci sınıftayken edinmişizdir. İstanbul-Bâbıâlî yokuşundaki kırtâsiyecilerden aldığımız kalemin fiyatı ikibuçuk liraydı. Fiyat hakkında fikir vermek üzere, o zaman bir simitin beş kuruş olduğunu ekliyelim. Demek ki elli simit değerindeymiş! Bundan sonra her zaman en az bir dolmakalemimiz olmuştur. Arada tükenmez gibileri de kullanmış olsak bile, bir dolmakalem hep cebimizdedir. Bugün, mâvi ve siyah mürekkep kullandığımız, bir kaçı markalı, diğerleri ucuz Çin malı onbeş kadar kalemimiz vardır. Piyasadan kalkmadan önce yeşil mürekkebimiz de olmuştur!
İlgi çekicidir ama, iyi dizayn edilmiş ve ergonomik olduklarından Çin kalemlerini kullanmayı tercih etmişizdir. Bir farkla ki, bunlara taktığımız uçlar ünlü Alman markalarıdırlar.
Öte yandan, kitap harfleriyle de yazarsak bile tercihimiz daha çok el yazısından yanadır. Geçende bir yerde yalnız oturmuş bekliyorduk. Önümüzde de günün gazeteleri vardı. Hepsine bir göz attık bitti; ama beklediğimiz kişi hâlâ gelmemişti. Kalemimizi çıkarıp gazetenin bulmacasını çözmeye başladık. Bu sırada, yakınımızdaki bir gencin de ısrarla bize baktığını fark etmiştik. Genç, “ağabey” demişti “o kalem de ne öyle! ? ” Bizim kalem ona pek garip görünmüştü! Yanımıza gelip, uzaydan gelmiş bir cisim gibi de incelemişti!
Mete Esin