faşistlerin büyük bir heyecanla seyrettikleri,kendilerinden birşey buldukları film,, çünkü o filmde bazı kişlerin belirttiği gibi polis var, kan var cinayet var,, mafya var,, gıdalarını devlet tapınmacılığından alan,kontgerillanın bahçesinde siyaset oynamaya çalışanlar, o filmde kendinden birşey bulması normal..
kurtlar vadisi ırakta, emperyalist karanlık dünyada, bütün anti komünist güçlerin, ulusal gerici solculardan,, faşistlere kadar,onların güdük sahte amerikan karşıtlığını işleyen ezilen dünyanın,yada 3. dünyanın karanlık kanlı yapılarını meşrulaştıran,,bölgede santranç tahtasında,, bir sanal imajla,,emperyalizmin jandarması, yeni sömürge tcyi ve onun kontra timleriyle emperyalist abd arasındaki it dalaşından sahte politik manevralar çıkaran,onun hayal dünyasındaki gücünü, alt emperyalizmle emperyalizm arasındaki ve uşaklık arasındaki bağlantı noktasını ve sıçrama tahtasını hesaplayan zihinlerde kafa karışıklığı yaratan,, dev bütçeli tipik klasik cia-mit güdümlü propaganda filmi....
başına çuval geçirilenler faşist kontgerilladır.. bunlar türk ve kürt emekçilerini simgelemezler,,işbirlikçi,lerin ne ulusal onuru, nede taşıdıkları herhangi bir erdem vardır...amerikaya karşıt halk kitlelerinde bu yapım, zihinleri bulanıklaştırma belleksizleştirme harekatı,, bu film gerçek anti emperyalist bilinci bulanışlaştırmanın adıdır... toplumdaki tutarlı gerçek anti emperyalistler,amrikan karşıtları sadece ve sadece sosyalistlerdir,faşistler militaristler ve bütün olarak kapitalizm yanlıları ise anti emperyalist devrimci emek hareketini boğmanın siyasal askeri,film sektöründeki ve medyadaki karanlık temsilcileridir..
mafyayı,faşist katilleri alkışlayacakmıyız,,gerçeği yansıttığı söyleniyor, ozaman reelde safımız neresidir peki,, kontgerillamı, çeteleşen sermaye düzenimi,mafyacı terörist-faşist organizasyonlarmı, yoksa demokratik barışçıl özgür bir yasammı,, samimi olanlar kendilrine bu soruyu sorsun,, o film derin veya yüzeydeki devleti kirli ilişkilerini,kiralık faşist katillerini,kanlı istihbarat teşkilatlarını bütün çıplağıyla sergiliyor.. ee ozaman filmin basrolünde ve idolleştirilen kahramanlar kim, çillerin vatan için kurşun atanlarda yiyenlrde şereflidir dediği devrimci-emekçi katilleri olmasın sakın....bozkurtlar ırakta ve anadoluda... ırakta direniş savası anadoluda sosyalizm kazanacak...53. eyalet değil..özgür anadolu
Devletin kontra örgütü JİTEM’in Şemdinli’de suçüstü yakalanması, emperyalizmin suça ve katliama dayalı gizli örgütlenmelerini bir kez daha gündeme getirdi. Kimi ülkede Gladio, kimi ülkede Rüzgar Gülü, kiminde Sessiz Şebeke, Türkiye’de ise Özel Harp Dairesi adıyla bilinen kontra örgütler, bizzat devletlerin varlıklarının içindeki yapılar olarak sömürü mekanizmasını hayata geçiriyorlar. Ortaya çıkan veriler bu örgütlerin, zannedildiği gibi devletlerden ayrı ve yasa dışı olmadığını, bizzat bu devletlerin gerçekliğine tekabül ettiğini ıspatlıyor.
Türk egemen sınıflarının katliam örgütü olan JİTEM’in Şemdinli halkı tarafından suç üstünde yakalanması, bu örgüt için yaratılan mistifikasyonu parçalamakla kalmadı, “JİTEM var mıydı, yok muydu? ” şeklindeki bilmecelere de açıklık getirdi. Bu “suç işlerken yakalanma” olayı, en geri kesimlerin bilincindeki devlet gerçekliğine de açıklık getirdi.
Bu dönemde JİTEM üzerinden yürütülen “devlet” tartışmaları, özellikle ‘derin devlet’ vurgusunu ön plana çıkarttı. Fakat bu vurgu, büyük oranda “derin” ve “derin olmayan” iki ayrı devlet varmış gibi yanılsamalar yaratarak, devleti aklamaya yarıyordu. Halbuki emperyalizmle göbek bağı olan ülkelerde, neyin ne kadar derinde olduğu, görüntü ile ilgili bir sorundur. Devlet, “derin ve kıyıcı” da olabilir, “şefkatli baba devlet” gibi de görünebilir... Kaldı ki egemen sınıfların ‘devlet baba’ rolüyle hep halkın iyiliğini düşünen sahte görüntüsü, ancak Susurluk ve Şemdinli’deki JİTEM gibi olaylarla kendini ele verdi.
Peki bu görevi JİTEM’e veren kimdir? İşin esas sorgulanması gereken yönünü de bu kısım oluşturuyor. Çünkü demokrasi ve uygarlık adına şirin gösterilmeye, kutsanmaya çalışılan burjuva devlet gerçekliği, bize kendini var eden tarihsel geri planı unutturmaya çalışıyor.
EMPERYALİZMDE JİTEM’LER ÇOK...
Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan sınıf mücadelesi, bugün yeni bir evrededir. İşte tarihin bu evresinde emperyalizm, varlığını sürdürmek için dünya halklarına karşı amansız, vahşi bir saldırı içerisindedir. Bu saldırılar sonucu sömürü daha da katmerleştiriliyor, dünyanın her karış toprağında vahşet, kıyım, talan ve oluk oluk akan bir kan deryası bırakılıyor.
Onlara sorarsanız tarihte yaptıkları tüm bu katliamlar, halkarın refahı ve huzuru içindir. İnsanların diri diri fırınlarda yakılması, gaz odalarında öldürülmesi, Hiroşima ve Nagazaki’de bombaların kavurduğu bedenler, Halepçe’de binlerce insanın katledilmesi, Irak’ın işgal edilmesi, tüm bunların hepsi demokrasi ve uygarlık adına yapılıyor. Emperyalistlerin ve tüm dünya gericiliğinin, elbetteki bu kanlı tarihi sahiplenmemek için kavramlara ihtiyacı var; “devlet”i suçtan kurtaracak örgüt ve yapılara, kontrgerillaya yani... İşte bu nedenle, bütün burjuva devletlerinin birer JİTEM’i, kontrgerilla örgütü açığa çıkıyor. Yani kontrgerilla örgütlenmeleri, bütün burjuva devletlerinin ve işbirlikçilerinin bir gerçekliği olarak hayat buluyor. Çünkü bu tür örgütlenmeler olmadan devletler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu yüzden her devletin kontrgerilla örgütleri var ve bu örgütler, yaşanan siyasal sürece göre çeşitli sabotajlar, cinayetler, provokasyonlar, faşist darbeler gibi birçok yasadışı faaliyeti örgütleyip yürütüyorlar.
Fakat dünyada ve ülkemizde kontrgerilla örgütlenmesinin asıl amacı, adından da anlaşılacağı üzere gerek ulusal gerekse de sınıfsal mücadele yürüten komünist-devrimci-yurtseverlere karşı savaşmaktır. Bu örgütlerin yürüttüğü savaşta, alışılmış askeri harekatın dışındaki taktik ve teknikler kullanılıyor ve esas olarak bu devrimci yapıların ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Bu katliam şebekeleri, iç savaşa göre düşünülmüş özel bir örgütlenmedir. Faaliyet ve taktikleri esas olarak gerilla savaşının özelliklerine göre şekillenir. İsimleri farklı farklıdır... Kimi ülkede Gladio, kimi ülkede Rüzgar Gülü, kiminde Sessiz Şebeke, Türkiye’de ise Özel Harp Dairesi gibi...
“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır.? (Rockefeller Vakfı Raporu, Amerikan Harp Doktrini, sf:297)
Bu alıntı, NATO’nun emperyalist stratejisini açığa çıkartıyor ve bu strateji, daha en başından itibaren devrimini yapmış ülkeleri dış düşman, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelesi yürütenleri ise “iç düşman” olarak algılıyor. Bu alıntı, NATO’nun stratejik amaçlarının da birinci ağızdan itirafıdır.
ABD, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan en karlı ve güçlü çıkan devletti. Ve bu fırsatı değerlendirerek dünya emperyalist sisteminin jandarmalığına soyundu. Amacı dünyanın patronu olmaktı. Bu amacın önündeki en büyük engel ise 'komünizm tehlikesi'ydi. Komünizm tehlikesinin önü kesilmeli ve bir karış toprak bile kaptırılmamalıydı. Ayrıca yıkıma uğrayan Avrupa’ya da destek olunmalıydı; çünkü Sovyetler’in etkisi Avrupa’ya doğru yayılma tehlikesi gösteriyordu.
İşte NATO’nun kuruluşunu tetikleyen başlıca gerekçe, bu “Komünizm tehlikesi” oldu. Tehlikeye karşı NATO gerekliydi, fakat yeterli değildi. Bu tehlike ile mücadele etmenin başka yolları da bulunmalıydı. NATO’nun kuruluşundan sonra üye ülkelerde, (hatta üye olmayan bazı Avrupa ülkelerinde de) kontrgerilla örgütleri kurulmaya başlandı. Ardından bu örgütler, “Süper NATO” adı altında bir araya getirilerek merkezileştirildi. Böylece dünya halklarına karşı merkezi saldırıların da startı verilmiş oluyordu. Bu işin organize edilme işini de CIA yapacaktı. Bu katliam şebekeleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci mücadelesini, yani “komünist tehlikeyi” sistematik olarak bastırmak ve ezmek üzere oluşturulmuştu..
faşist kime deniri öğrenmek isteyenler,bu konu üstünde araştırma yapanlar kemal sunalın kibar feyzo isimli filmini seyretmelerini öneririm,o filmden çıkarcakları dersler, kazancakları perspektif olabilir,onun dışında 80öncesindeki anti faşist mücadeleyi ve 12 eylül sonrasındaki cunta karşı karşıtı aktif mücadeleyi bir onur-demokrasi mücadelesi olarak görmek mümkün,kemal sunalın bu filminde 80 öncesinde yükselen anti faşist muhalefetle ilgili ipucu, ve kırsal alandada faşist aganın baskısına karşı adım adım örülen bilinçlenme ve mücadeleyi yakalamak mümkün.
emperyalist ülkeler yıkılırsa ortada ne jitem ne mit kalır,sen yat kalk emperyalist abdye dua et,sonra emperyalist abye dua et, 12 eylül faşist darbesine bile sadece bir ab ülkesi tepki gösterdi,o da sembolik tepki, aynı şimdi oynanan liberal-demokrasicilik oyunu gibi..evet hepsi yıkılsın liberal kapitalizm yıkılcak,ama vahşi kapitalizm yıkılmayacak,ve dünyadaki herşey yıkılsın, gezenin yeni ismide jitem-mitem tc olsun,yada şimdiki gibi emperyalist dünyanın merkezinde Abd olsun onun uydusu Tjitemc..
bilgi ve gerçek evrenseldir, k.burjuva yerel akımlar,önderler toplumlar tarihindeki etkisi,kendi ülkesiyle sınırlıdır,faşizm, karşıtlarının ortaya attığı,çıkardığı bir kvram değil, anti komünist,ırkçı mussolni kendini faşist olarak tanımlar, faşizm bütün kötü ruhun düşüncenin üstüne giyilmiş,bir elbisedir,ama o elbisede sosyoljinin devrimci basıncıyla söküldü,giyilcek bitarafıda kalmadı..mesela sözlük anlamı olarakevrenselleşen bir kavram haline gelen bu lanet sözcük kendinden olmayan herkese, kin ve düşmanlık kusan bin operasyoncuları,kontgerillacıları alkışlayanlar faşist olmadıklarını söylüyorlar, diğer taraftada italyada lazio takımında oynayan bir futbolcu ise ırkçı suçlamalarına karşı,ırkçı olmadığını faist olduğunu söylüyor..faşistlerle komünistler arasındaki fark toplumsal arenada Komünistler sadece faşistlere düşmandır,faşistler ise kendinden olmayan herkese...
Faşizm,düşünce,gösteri,grev,örgütlenme özgürlükleri gibi,temel hakları kapsayan,siyasal-ekonomik-demokratik özgürlükleri yok eden,gerici baskıcı devlet biçimidir.en küçük haklar,özgürlükler ayaklar altına alınır,demokrasi yerle bir edilir,faşizmin kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm çağının ürünüdür.ve ve emperyalizmin çelişkilerinin sosyalist ekim devrimi ile dahada derinleştiği zamanda ortaya çıkmıştır. milyonlarca insan faşist terörün kurbanı oldu. işkenceyle,emperyalist savasta,iç savasta,gaz odalarında,toplama kamplarında,kontgererilla operasyonlarında,faşist darbelerde,zindanlarda,daragaçlarında can verdi.. ama siddetidin miktarini herzaman kitle mucadelesi belirler.geri puskurtuldugu oranda zayiflar, yenilmesi icin orgutlu mucadele olmazsa olmazdir.kendisine direnildigi oranda dahada saldirganlasir, direnilmendigi takdirdede boynuna boyunduruk takip seninin sırtina bıner basıni bile kaldiramazsın.. olum senin icin kurtulus olur burada secim sana duser ya bir olu gibi onursuzca yasarsın, ya direnerek onurunla olecen yada onu yok ederek yasayacaksın..faşizme ölüm tek yol devrim
toplumdaki çatışan güçler ve toplumun ekonomi politiği emek sermaye arasındaki çelişkidir,bunun pratikteki görünümü emperyalist burjuvazi,ve işbirlikçi burjuvzi-oligarşilerle ezilen halklar ve işçi sınıfı arasındaki mücadeledir,toplumu fasizmden kurtaracak emeği ve toplumu ozgurlestirecek fasizme karsi demokrasi savasimini zafere ulastiracak guc toplumdaki en tutarlı ve en bilimsel güç tabiki devrimci sosyalistlerdir,ama bu savasimi komünistlerle fasistler arasında sürdüğünü göstermez,faşizmi toplumun mutluluğunun ilerlemesinin önündeki çıban olarak görürsek bunu ortadan kaldıracak güç tabiki dvrimci sınuıf güçleridir,amasınıf mücadelesi kesintisiz olarak yeni biçimleriyle komünizmin mutlak zaferine kadar kesintisiz sürecek,ama burdaki yanılgıyı giderirsek faşizme karşı süren insanlığın onur savasımı ve demokrasi mücadelesidir... kapitalizmin yerini sosyalizmin alması ve toplumsal ilerleyişin önünün açılması kaçınılmazdır,bütün tersine iddialara karşın sosyalizm insanlığın kurtuluşunun tek yoludur
Bir Aydın Tavrı: Jean Paul Sartre Aydın olmanın kült bir örneğine dönüşen Jean Paul Sartre, 21 Haziran 1905’te Paris’te doğdu. İlk romanı “Bulantı”yı 1938’de yayınladı. Bu ilk eserinde, felsefi düşüncelerini (varoluşçuluk) romanın başkahramanı Roguentin’in aracılığıyla dile getirdi. 1940’ta düşünce, eylem ve ilişkileri nedeniyle Naziler tarafından esir alındı ve bir Nazi toplama kampına götürüldü. Esaretten kurtuluşunun ardından faşizme karşı Fransız direniş hareketine katıldı. Bu süreçte bir yandan direniş cephesi içinde savaşırken diğer yandan da felsefi düşüncelerini anlattığı “Varlık ve Hiçlik”i yazdı.
Sartre için anti-faşist direnişle, sanatsal üretim birbirinin karşısında şeyler değildi. Zira her ikisi de aydın olmanın doğal ve zorunlu sonucudur. Faşizmin hâkim olduğu koşullarda silah ve kalem birbirlerinin tamamlayıcısıdır. Ki düşünce ve davranış bütünselliği aydın olmanın olmazsa olmazları arasındadır.
Aynı yıllarda bir başka varoluşçu düşünür Martin Heidegger ise Hitler’in danışmanlığını yapıyordu. Bugün felsefe tarihine, özel olarak da varoluşçuluğa ilgi duyanlar dışında kimse M. Heidegger ismini bilmez. Doğaldır. Zira Heidegger bir aydın değildir. Doğrudan ya da dolaylı biçimlerde zulmün yanında saf tutanlar aydın olamazlar…
Sartre, II. Paylaşım Savaşı sonrası felsefi ve edebi etkinliklerine devam ederken aynı zamanda vatandaşı olduğu Fransız devletinin Cezayir’deki işgal ve zulmüne cepheden tavır aldı. Çünkü o, zulme karşı mazlumun yanında olmayı aydın sorumluluğunun bir gereği olarak görüyor ve buna uygun davranıyordu. Böyle davranmayanlara ise haklı olarak acımasızdı: “Bu savaşı yargılıyorsunuz ama hala Cezayir savaşçılarıyla dayanışma cesareti gösteremiyorsunuz” diyordu, bu savaşta taraf olmamaya çalışanlara.
Kendi ifadesiyle “cellatlara saygı gösteren kurbanlardan tiksinen” Sartre, mazlumların cellatlara karşı şiddetini de haklı ve meşru görüyordu. Çünkü o, “insanın ‘insan olma’ adına sonuna kadar direndiği bir dünya”dan yanadır.
Ve yine Sartre’a göre “Özgürlük direnmektir” zaten, başkalarının lütfuyla da özgür olunamaz. Bu çerçevede, zulme yönelen devrimci şiddetin “kendini yaratan insandan başka bir şey olmadığını” söyleyerek devrimci şiddeti de olumluyordu Sartre. Bu yanıyla da aydın tutarlılığına sahip olan Sartre ile “her türden şiddete karşı” olmayı ilke edinen “aydın” figürleri arasında uçurum olduğu gerçeği göze çarpar.
Dostu Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına yazdığı önsözde Emperyalist- kapitalist ülkelerin gerçeğine dair şöyle der Sartre: “… iyi biliyorsunuz ki, biz sömürücüleriz. İyi biliyorsunuz ki, biz kıtaların altınını ve diğer madenlerini, sonrada petrolünü aldık ve bunları yaşlı anavatanlarımıza götürdük. (…) Bizde ‘ insan olmak’ demek ‘sömürgeciliğin suç ortakları olmak’ demektir, değil mi ki ‘hepimiz’ bu sömürüden yararlandık.”
Nobel Edebiyat Ödülü, Sartre’ın altını çizdiği bu sömürünün bir sonucuydu. Bu “ödül” 1964 yılında kendisine verildiğinde tereddütsüz reddetti. Sömürünün yarattığı kan ve gözyaşıyla ıslanmış bir ödüle ihtiyacı yoktu onun. “Aydın” misyonuyla ortalıkta dolaşıp, böylesi ödüller almaya teşne olanlarla Sartre arasındaki uçurumun derinliği büyüktür…
ABD’nin Vietnam halkına yönelik saldırı, katliam ve işgalinin karşısında da Sartre vardı. Amerikan saldırganlığının katliam ve vahşetini gözler önüne sermek üzere oluşturulan (1966’da) Russel Mahkemesi’nin başındaki ismin Sartre olması da doğaldı. Ki Sartre’a göre “Gerçekleri vermek her zaman iyidir. Gerçekler devrimcidir. Kitlelerin gerçeği bilmeye hakları vardır.”
Doğrudur, gerçek devrimcidir. Tam da bu nedenle egemenler gerçekliğin bilinmesini istemezler. Her türden araç ve biçimle gerçekleri saklamaya, çarpıtmaya ve kendi yakınlarının yaygınlaşmasını sağlamaya çalışırlar. Bu koşullarda aydının görevi muktedirlerin maskesini indirmek, yalanlarını açık etmek ve gerçekleri açıklamaktır. Sartre’ın hayatı boyunca yaptığı bu olmuştur…
1970’li yılların Avrupa’sında irili-ufaklı anti-emperyalist, anti-kapitalist grubun eylemleri yaşanmaktadır. Alman emperyalizmini tahammülsüzleştiren bu grupların en dikkat çekeni RAF’tır. “Terörist” olmakla yaftalanan RAF üyelerine karşı Alman kontrgerillası yok etme operasyonlarına başlar. Bu operasyonlar sonucu birçok RAF üyesi tutsak düşer ve tecrit hücrelerine atılır. RAF’çıların politik düşünce ya da eylemlerine katılır ya da katılmazsınız ama vicdan sahibi bir insan, sorumluluk sahibi bir aydın olarak tecrit işkencesine karşı ne yaparsınız? Sorunun cevabını yine Sartre’ın pratiğinde buluruz. Sartre ilerleyen yaşına ve RAF’çıların hakkında estirilen “teröristler” yaygarasına aldırmaksızın, tecrit işkencesinin karşısında ve RAF tutsaklarının yanında bulunmayı, aydın sorumluluğunun bir gereği saydı. Bu çerçevede RAF tutsaklarına destek verdi, tecriti bir insanlık suçu olarak mahkûm etti ve hatta RAF tutsaklarını hapishanelerde ziyaret etmeye çalıştı. Sartre’ın bu tavrına bakınca, ülkemizde “aydın” geçinenlerin tecrit karşısındaki suskunluklarından hareketle aydın bilinci, vicdanı ve sorumluluğuna sahip olup olmadıklarını daha iyi görmek mümkün…
Sonuç olarak 100 yaşına basan Sartre bir aydın olarak, hem de aydın olmanın ne olduğunun ölçütü olarak hala yaşıyor. Peki, yaşayan ülkemizin aydınları ne yapıyor?
“…Karadır atları, kapkara Nallarında kapkara demir Pelerinlerinde parıldar Mürekkep ve mum lekeleri Ağlamak nerede, onlara nerede Hepsinin de kurşundan beyni…” (F. Garcia LORCA)
İzolasyona karşı beş yıldır süren direnişin başlangıcından itibaren “ölmeyin, direnişi bırakın” çağrıları yapan “aydın” kişilerin, geçtiğimiz günlerde “koşulsuz silah bırakma” çağrısı yapmaları, kendi içinde “tutarlı” bir anlayışın ürünüdür. Ancak bu tutarlılığın aydın sorumluluğuna tekabül ettiği söylenemez. Zira aydın olmanın, aydın sorumluluğu taşımanın tarihten süzülüp gelen ölçütleri vardır. Örneğin; doğaya, topluma, tarihe ve insana dair gerçeklerin bilgisine ulaşmak ve bu gerçekleri açıklamak… Dolayısıyla ilerici düşüncelere sahip olmak… Haksızlığın karşısında olmak… Dolayısıyla zalimin karşısında ve mazlumun yanında saf tutmak… Zorbalık karşısında ilke ve düşüncelerinden vazgeçmemek… Dolayısıyla bu uğurda bedel ödemeyi göze almak…
Tarihe aydın olarak geçen kişiliklerin tutumlarına bakarak özetlediğimiz bu ölçütlerin gereğini yapanlara aydın denilebilir ancak. Şeyh Bedreddin, Thomas More, Emile Zola, Jean Paul Sartre, Jean Genet, Ruhi Su, Hasan Hüseyin, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney gibi aydınların bu olgunun içini nasıl doldurdukları yaşayan birer örnektir. Bu örneklerin “sol”un tarihine yazılmış olması ise rastlantı değildir. Zira sol duruş ve düşünceler, aydın duruş ölçütleri olarak sıraladığımız özellikleri kapsar ve kendi doğasında barındırır…
Ancak bozulan şeyler aslının aynısı olarak kalmazlar, başka bir şey olurlar. Dolayısıyla “sol”da yaşanan, yaşatılan ve yaşanması dayatılan bozulma, aydın olgusu içinde bir tür çürümeye tekabül etmiştir. Deyim yerindeyse solcu geçinen imamlar bozulunca, aydın geçinen cemaatte çürüme kaçınılmaz olmuştur…
1980’lerden itibaren Sol’un maruz kaldığı iktidarsızlaştırma operasyonunun aydınlara yansıması iğdiş edilme olmuştur. Bir diğer ifadeyle, burjuvazinin fiziki ve ideolojik saldırıları karşısında tutunamayarak düzeniçileşen ÖDP gibi kimi “sol” kesimler, kendilerini artık sadece “aydın” addetmeye başlamıştı. Böylece, zaten sadece “aydın” olanların, burjuvazinin yedeğine düşeceği bir zemini de yaratmışlardır. Bu iki kesim giderek iç içe geçerek “sol” kavramının da, “aydın” olgusunun da içine etmişlerdir.
İşte böylesi bir süreç sonunda imal edilen bu “aydın” gerçeği, iktidar ve halk güçlerinin karşı karşıya geldiği her çatışmada kendisini “üçüncü taraf” olarak ifade eder olmuştur. Bunun sol bir tutum ya da aydın tavrı olmadığı malum. Zira doğru ve yanlış, gerçek ve yalan, haklı ve haksız, zalim ve mazlum arasındaki karşıtlık ve çelişkide bir “üçüncü taraf” yoktur. Var olan ise, kendilerini “aydın” zanneden ya da bizim “aydın” sanmamız istenen bu kişilerin yanlışın, yalanın, haksızın ve zalimin yanında saf tutmasıdır. Ki zulme karşı direnen insanlara “direnmeyin” demenin başka bir anlamı ve açıklaması yoktur. Olamaz…
Zalim ve mazlum arasında kendilerinin icat ettiği bir “Araf” tepesinde durmayı meşruiyet sanan böyleleri aydın sayılamaz. Ki sınıflar mücadelesinin “Araf”ı yoktur. Lenin’in dediği gibi; “Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji… Burada ikisinin arasında bir şey yoktur. Bu nedenle sosyalist ideolojinin her küçümsenişi, ondan her uzaklaşma aynı zamanda burjuva ideolojisinin güçlendirilmesi demektir.”
Kendilerini “üçüncü taraf” da ya da Araf’ta görenlerin bulunduğu yer, aslında zalimlerin safıdır. Ve bunların mazlumlara söyleyebildiği tek şey “size tokat atana diğer yanağınızı uzatın” düsturundan başka bir şey değildir. Eğer ki mazlumlar, bu ulemaları dinlemez ve kendilerine zulmedenlerin ellerini kırmaya kalkarlarsa, bu kişiler hep bir ağızdan bağırmaya başlarlar: “Her türden şiddete karşıyız”.
Eğer 100 yaşına ulaşan Sartre bu kişileri duysaydı, herhalde “hepiniz katilsiniz” demekten geri durmazdı. Çünkü cellatlardan şefaat dilenmeyi vaaz eden bu kişiler, aslında bir tür katildir. Onlar, her şeyden önce aydın kişiliği ve kimliğini katlediyorlar. Ve böylece Beyaz Saray’ların bembeyaz bayraklı ulemalarına dönüşüyorlar. Ama halk, bayrakların beyazını değil, kırmızısını seçer her zaman.
Fransadan Jean Paul Sartre, kendi ulusunun Cezayirde yürüttüğü sömürgeci politikalara karşı çıktığında Fransız sağı kendisini vatan hainliğiyle suçladı. Sartre işkencenin, sömürgeciliğin, Cezayir halkına karşı Fransız egemenlerinin yürüttüğü baskı politikalarının Fransanın onurunu kırdığını söyledi. Cezayir halkının yanında Fransız sömürgeciliğ ine karşı çıkmayı aydın onurunun gereği olarak gördüğünü açıkladı.
ya da karı koca Rosenberg'ler, McCarthy mahkemelerinde Rus casusu olarak suçlandı klarında 'vatan haini' damgasını da yemiş oluyorlardı. Franco için Picasso, Albaylar Cuntası için Teodorakis, rölativite teorisinin atom bombası için kullanılmamasını istediğinde Einstein vatan hainiydi.
örnekler çoğaltılabilir. Ama görünen o ki en yüksek sesle vatan haini diye bağıranlar, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde gördüklerini söylemek istiyorlar hükmü ise tarih veriyor. Fransa'yı Naziler’e peşkeş çeken Vichyciler Fransız direniş hareketine katılanlara vatan haini diyorlardı, bu suçlamadan, Rosenbergler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Teodorakis, Picasso, Allende, Sartre, Einstein vb nasiplerini aldılar. Ama ait oldukları uluslar şimdi onların adlarıyla hatırlanı yor. Peki onları vatan hainliğiyle suçlayanlar.. İsimlerini hatırlayan var mı? şimdi kim yurtsever, insanlığın düşmanlarımı,yoksa yüreği insan halk ve vatan sevgisiyle atanlarmı..Nazım Hikmet ve bütün dünyadaki anti emperyalistler vatan hainliğine devam ediyor hala..
faşistlerin büyük bir heyecanla seyrettikleri,kendilerinden birşey buldukları film,, çünkü o filmde bazı kişlerin belirttiği gibi polis var, kan var cinayet var,, mafya var,, gıdalarını devlet tapınmacılığından alan,kontgerillanın bahçesinde siyaset oynamaya çalışanlar, o filmde kendinden birşey bulması normal..
kurtlar vadisi ırakta, emperyalist karanlık dünyada, bütün anti komünist güçlerin, ulusal gerici solculardan,, faşistlere kadar,onların güdük sahte amerikan karşıtlığını işleyen ezilen dünyanın,yada 3. dünyanın karanlık kanlı yapılarını meşrulaştıran,,bölgede santranç tahtasında,, bir sanal imajla,,emperyalizmin jandarması, yeni sömürge tcyi ve onun kontra timleriyle emperyalist abd arasındaki it dalaşından sahte politik manevralar çıkaran,onun hayal dünyasındaki gücünü, alt emperyalizmle emperyalizm arasındaki ve uşaklık arasındaki bağlantı noktasını ve sıçrama tahtasını hesaplayan zihinlerde kafa karışıklığı yaratan,, dev bütçeli tipik klasik cia-mit güdümlü propaganda filmi....
başına çuval geçirilenler faşist kontgerilladır.. bunlar türk ve kürt emekçilerini simgelemezler,,işbirlikçi,lerin ne ulusal onuru, nede taşıdıkları herhangi bir erdem vardır...amerikaya karşıt halk kitlelerinde bu yapım, zihinleri bulanıklaştırma belleksizleştirme harekatı,, bu film gerçek anti emperyalist bilinci bulanışlaştırmanın adıdır... toplumdaki tutarlı gerçek anti emperyalistler,amrikan karşıtları sadece ve sadece sosyalistlerdir,faşistler militaristler ve bütün olarak kapitalizm yanlıları ise anti emperyalist devrimci emek hareketini boğmanın siyasal askeri,film sektöründeki ve medyadaki karanlık temsilcileridir..
mafyayı,faşist katilleri alkışlayacakmıyız,,gerçeği yansıttığı söyleniyor, ozaman reelde safımız neresidir peki,, kontgerillamı, çeteleşen sermaye düzenimi,mafyacı terörist-faşist organizasyonlarmı, yoksa demokratik barışçıl özgür bir yasammı,, samimi olanlar kendilrine bu soruyu sorsun,, o film derin veya yüzeydeki devleti kirli ilişkilerini,kiralık faşist katillerini,kanlı istihbarat teşkilatlarını bütün çıplağıyla sergiliyor.. ee ozaman filmin basrolünde ve idolleştirilen kahramanlar kim, çillerin vatan için kurşun atanlarda yiyenlrde şereflidir dediği devrimci-emekçi katilleri olmasın sakın....bozkurtlar ırakta ve anadoluda... ırakta direniş savası anadoluda sosyalizm kazanacak...53. eyalet değil..özgür anadolu
DÜNYA GERİCİLİĞİNİN KANLI YÜZÜ: KONTRGERİLLA
Devletin kontra örgütü JİTEM’in Şemdinli’de suçüstü yakalanması, emperyalizmin suça ve katliama dayalı gizli örgütlenmelerini bir kez daha gündeme getirdi. Kimi ülkede Gladio, kimi ülkede Rüzgar Gülü, kiminde Sessiz Şebeke, Türkiye’de ise Özel Harp Dairesi adıyla bilinen kontra örgütler, bizzat devletlerin varlıklarının içindeki yapılar olarak sömürü mekanizmasını hayata geçiriyorlar. Ortaya çıkan veriler bu örgütlerin, zannedildiği gibi devletlerden ayrı ve yasa dışı olmadığını, bizzat bu devletlerin gerçekliğine tekabül ettiğini ıspatlıyor.
Türk egemen sınıflarının katliam örgütü olan JİTEM’in Şemdinli halkı tarafından suç üstünde yakalanması, bu örgüt için yaratılan mistifikasyonu parçalamakla kalmadı, “JİTEM var mıydı, yok muydu? ” şeklindeki bilmecelere de açıklık getirdi. Bu “suç işlerken yakalanma” olayı, en geri kesimlerin bilincindeki devlet gerçekliğine de açıklık getirdi.
Bu dönemde JİTEM üzerinden yürütülen “devlet” tartışmaları, özellikle ‘derin devlet’ vurgusunu ön plana çıkarttı. Fakat bu vurgu, büyük oranda “derin” ve “derin olmayan” iki ayrı devlet varmış gibi yanılsamalar yaratarak, devleti aklamaya yarıyordu. Halbuki emperyalizmle göbek bağı olan ülkelerde, neyin ne kadar derinde olduğu, görüntü ile ilgili bir sorundur. Devlet, “derin ve kıyıcı” da olabilir, “şefkatli baba devlet” gibi de görünebilir... Kaldı ki egemen sınıfların ‘devlet baba’ rolüyle hep halkın iyiliğini düşünen sahte görüntüsü, ancak Susurluk ve Şemdinli’deki JİTEM gibi olaylarla kendini ele verdi.
Peki bu görevi JİTEM’e veren kimdir? İşin esas sorgulanması gereken yönünü de bu kısım oluşturuyor. Çünkü demokrasi ve uygarlık adına şirin gösterilmeye, kutsanmaya çalışılan burjuva devlet gerçekliği, bize kendini var eden tarihsel geri planı unutturmaya çalışıyor.
EMPERYALİZMDE JİTEM’LER ÇOK...
Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan sınıf mücadelesi, bugün yeni bir evrededir. İşte tarihin bu evresinde emperyalizm, varlığını sürdürmek için dünya halklarına karşı amansız, vahşi bir saldırı içerisindedir. Bu saldırılar sonucu sömürü daha da katmerleştiriliyor, dünyanın her karış toprağında vahşet, kıyım, talan ve oluk oluk akan bir kan deryası bırakılıyor.
Onlara sorarsanız tarihte yaptıkları tüm bu katliamlar, halkarın refahı ve huzuru içindir. İnsanların diri diri fırınlarda yakılması, gaz odalarında öldürülmesi, Hiroşima ve Nagazaki’de bombaların kavurduğu bedenler, Halepçe’de binlerce insanın katledilmesi, Irak’ın işgal edilmesi, tüm bunların hepsi demokrasi ve uygarlık adına yapılıyor. Emperyalistlerin ve tüm dünya gericiliğinin, elbetteki bu kanlı tarihi sahiplenmemek için kavramlara ihtiyacı var; “devlet”i suçtan kurtaracak örgüt ve yapılara, kontrgerillaya yani... İşte bu nedenle, bütün burjuva devletlerinin birer JİTEM’i, kontrgerilla örgütü açığa çıkıyor. Yani kontrgerilla örgütlenmeleri, bütün burjuva devletlerinin ve işbirlikçilerinin bir gerçekliği olarak hayat buluyor. Çünkü bu tür örgütlenmeler olmadan devletler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu yüzden her devletin kontrgerilla örgütleri var ve bu örgütler, yaşanan siyasal sürece göre çeşitli sabotajlar, cinayetler, provokasyonlar, faşist darbeler gibi birçok yasadışı faaliyeti örgütleyip yürütüyorlar.
Fakat dünyada ve ülkemizde kontrgerilla örgütlenmesinin asıl amacı, adından da anlaşılacağı üzere gerek ulusal gerekse de sınıfsal mücadele yürüten komünist-devrimci-yurtseverlere karşı savaşmaktır. Bu örgütlerin yürüttüğü savaşta, alışılmış askeri harekatın dışındaki taktik ve teknikler kullanılıyor ve esas olarak bu devrimci yapıların ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Bu katliam şebekeleri, iç savaşa göre düşünülmüş özel bir örgütlenmedir. Faaliyet ve taktikleri esas olarak gerilla savaşının özelliklerine göre şekillenir. İsimleri farklı farklıdır... Kimi ülkede Gladio, kimi ülkede Rüzgar Gülü, kiminde Sessiz Şebeke, Türkiye’de ise Özel Harp Dairesi gibi...
“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır.? (Rockefeller Vakfı Raporu, Amerikan Harp Doktrini, sf:297)
Bu alıntı, NATO’nun emperyalist stratejisini açığa çıkartıyor ve bu strateji, daha en başından itibaren devrimini yapmış ülkeleri dış düşman, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelesi yürütenleri ise “iç düşman” olarak algılıyor. Bu alıntı, NATO’nun stratejik amaçlarının da birinci ağızdan itirafıdır.
ABD, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan en karlı ve güçlü çıkan devletti. Ve bu fırsatı değerlendirerek dünya emperyalist sisteminin jandarmalığına soyundu. Amacı dünyanın patronu olmaktı. Bu amacın önündeki en büyük engel ise 'komünizm tehlikesi'ydi. Komünizm tehlikesinin önü kesilmeli ve bir karış toprak bile kaptırılmamalıydı. Ayrıca yıkıma uğrayan Avrupa’ya da destek olunmalıydı; çünkü Sovyetler’in etkisi Avrupa’ya doğru yayılma tehlikesi gösteriyordu.
İşte NATO’nun kuruluşunu tetikleyen başlıca gerekçe, bu “Komünizm tehlikesi” oldu. Tehlikeye karşı NATO gerekliydi, fakat yeterli değildi. Bu tehlike ile mücadele etmenin başka yolları da bulunmalıydı. NATO’nun kuruluşundan sonra üye ülkelerde, (hatta üye olmayan bazı Avrupa ülkelerinde de) kontrgerilla örgütleri kurulmaya başlandı. Ardından bu örgütler, “Süper NATO” adı altında bir araya getirilerek merkezileştirildi. Böylece dünya halklarına karşı merkezi saldırıların da startı verilmiş oluyordu. Bu işin organize edilme işini de CIA yapacaktı. Bu katliam şebekeleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci mücadelesini, yani “komünist tehlikeyi” sistematik olarak bastırmak ve ezmek üzere oluşturulmuştu..
faşist kime deniri öğrenmek isteyenler,bu konu üstünde araştırma yapanlar kemal sunalın kibar feyzo isimli filmini seyretmelerini öneririm,o filmden çıkarcakları dersler, kazancakları perspektif olabilir,onun dışında 80öncesindeki anti faşist mücadeleyi ve 12 eylül sonrasındaki cunta karşı karşıtı aktif mücadeleyi bir onur-demokrasi mücadelesi olarak görmek mümkün,kemal sunalın bu filminde 80 öncesinde yükselen anti faşist muhalefetle ilgili ipucu, ve kırsal alandada faşist aganın baskısına karşı adım adım örülen bilinçlenme ve mücadeleyi yakalamak mümkün.
emperyalist ülkeler yıkılırsa ortada ne jitem ne mit kalır,sen yat kalk emperyalist abdye dua et,sonra emperyalist abye dua et, 12 eylül faşist darbesine bile sadece bir ab ülkesi tepki gösterdi,o da sembolik tepki, aynı şimdi oynanan liberal-demokrasicilik oyunu gibi..evet hepsi yıkılsın liberal kapitalizm yıkılcak,ama vahşi kapitalizm yıkılmayacak,ve dünyadaki herşey yıkılsın, gezenin yeni ismide jitem-mitem tc olsun,yada şimdiki gibi emperyalist dünyanın merkezinde Abd olsun onun uydusu Tjitemc..
bilgi ve gerçek evrenseldir, k.burjuva yerel akımlar,önderler toplumlar tarihindeki etkisi,kendi ülkesiyle sınırlıdır,faşizm, karşıtlarının ortaya attığı,çıkardığı bir kvram değil, anti komünist,ırkçı mussolni kendini faşist olarak tanımlar, faşizm bütün kötü ruhun düşüncenin üstüne giyilmiş,bir elbisedir,ama o elbisede sosyoljinin devrimci basıncıyla söküldü,giyilcek bitarafıda kalmadı..mesela sözlük anlamı olarakevrenselleşen bir kavram haline gelen bu lanet sözcük kendinden olmayan herkese, kin ve düşmanlık kusan bin operasyoncuları,kontgerillacıları alkışlayanlar faşist olmadıklarını söylüyorlar, diğer taraftada italyada lazio takımında oynayan bir futbolcu ise ırkçı suçlamalarına karşı,ırkçı olmadığını faist olduğunu söylüyor..faşistlerle komünistler arasındaki fark toplumsal arenada Komünistler sadece faşistlere düşmandır,faşistler ise kendinden olmayan herkese...
Faşizm,düşünce,gösteri,grev,örgütlenme özgürlükleri gibi,temel hakları kapsayan,siyasal-ekonomik-demokratik özgürlükleri yok eden,gerici baskıcı devlet biçimidir.en küçük haklar,özgürlükler ayaklar altına alınır,demokrasi yerle bir edilir,faşizmin kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm çağının ürünüdür.ve ve emperyalizmin çelişkilerinin sosyalist ekim devrimi ile dahada derinleştiği zamanda ortaya çıkmıştır. milyonlarca insan faşist terörün kurbanı oldu. işkenceyle,emperyalist savasta,iç savasta,gaz odalarında,toplama kamplarında,kontgererilla operasyonlarında,faşist darbelerde,zindanlarda,daragaçlarında can verdi..
ama siddetidin miktarini herzaman kitle mucadelesi belirler.geri puskurtuldugu oranda zayiflar, yenilmesi icin orgutlu mucadele olmazsa olmazdir.kendisine direnildigi oranda dahada saldirganlasir, direnilmendigi takdirdede boynuna boyunduruk takip seninin sırtina bıner basıni bile kaldiramazsın.. olum senin icin kurtulus olur burada secim sana duser ya bir olu gibi onursuzca yasarsın, ya direnerek onurunla olecen yada onu yok ederek yasayacaksın..faşizme ölüm tek yol devrim
toplumdaki çatışan güçler ve toplumun ekonomi politiği emek sermaye arasındaki çelişkidir,bunun pratikteki görünümü emperyalist burjuvazi,ve işbirlikçi burjuvzi-oligarşilerle ezilen halklar ve işçi sınıfı arasındaki mücadeledir,toplumu fasizmden kurtaracak emeği ve toplumu ozgurlestirecek fasizme karsi demokrasi savasimini zafere ulastiracak guc toplumdaki en tutarlı ve en bilimsel güç tabiki devrimci sosyalistlerdir,ama bu savasimi komünistlerle fasistler arasında sürdüğünü göstermez,faşizmi toplumun mutluluğunun ilerlemesinin önündeki çıban olarak görürsek bunu ortadan kaldıracak güç tabiki dvrimci sınuıf güçleridir,amasınıf mücadelesi kesintisiz olarak yeni biçimleriyle komünizmin mutlak zaferine kadar kesintisiz sürecek,ama burdaki yanılgıyı giderirsek faşizme karşı süren insanlığın onur savasımı ve demokrasi mücadelesidir...
kapitalizmin yerini sosyalizmin alması ve toplumsal ilerleyişin önünün açılması kaçınılmazdır,bütün tersine iddialara karşın sosyalizm insanlığın kurtuluşunun tek yoludur
Bir Aydın Tavrı: Jean Paul Sartre
Aydın olmanın kült bir örneğine dönüşen Jean Paul Sartre, 21 Haziran 1905’te Paris’te doğdu. İlk romanı “Bulantı”yı 1938’de yayınladı. Bu ilk eserinde, felsefi düşüncelerini (varoluşçuluk) romanın başkahramanı Roguentin’in aracılığıyla dile getirdi. 1940’ta düşünce, eylem ve ilişkileri nedeniyle Naziler tarafından esir alındı ve bir Nazi toplama kampına götürüldü. Esaretten kurtuluşunun ardından faşizme karşı Fransız direniş hareketine katıldı. Bu süreçte bir yandan direniş cephesi içinde savaşırken diğer yandan da felsefi düşüncelerini anlattığı “Varlık ve Hiçlik”i yazdı.
Sartre için anti-faşist direnişle, sanatsal üretim birbirinin karşısında şeyler değildi. Zira her ikisi de aydın olmanın doğal ve zorunlu sonucudur. Faşizmin hâkim olduğu koşullarda silah ve kalem birbirlerinin tamamlayıcısıdır. Ki düşünce ve davranış bütünselliği aydın olmanın olmazsa olmazları arasındadır.
Aynı yıllarda bir başka varoluşçu düşünür Martin Heidegger ise Hitler’in danışmanlığını yapıyordu. Bugün felsefe tarihine, özel olarak da varoluşçuluğa ilgi duyanlar dışında kimse M. Heidegger ismini bilmez. Doğaldır. Zira Heidegger bir aydın değildir. Doğrudan ya da dolaylı biçimlerde zulmün yanında saf tutanlar aydın olamazlar…
Sartre, II. Paylaşım Savaşı sonrası felsefi ve edebi etkinliklerine devam ederken aynı zamanda vatandaşı olduğu Fransız devletinin Cezayir’deki işgal ve zulmüne cepheden tavır aldı. Çünkü o, zulme karşı mazlumun yanında olmayı aydın sorumluluğunun bir gereği olarak görüyor ve buna uygun davranıyordu. Böyle davranmayanlara ise haklı olarak acımasızdı: “Bu savaşı yargılıyorsunuz ama hala Cezayir savaşçılarıyla dayanışma cesareti gösteremiyorsunuz” diyordu, bu savaşta taraf olmamaya çalışanlara.
Kendi ifadesiyle “cellatlara saygı gösteren kurbanlardan tiksinen” Sartre, mazlumların cellatlara karşı şiddetini de haklı ve meşru görüyordu. Çünkü o, “insanın ‘insan olma’ adına sonuna kadar direndiği bir dünya”dan yanadır.
Ve yine Sartre’a göre “Özgürlük direnmektir” zaten, başkalarının lütfuyla da özgür olunamaz. Bu çerçevede, zulme yönelen devrimci şiddetin “kendini yaratan insandan başka bir şey olmadığını” söyleyerek devrimci şiddeti de olumluyordu Sartre. Bu yanıyla da aydın tutarlılığına sahip olan Sartre ile “her türden şiddete karşı” olmayı ilke edinen “aydın” figürleri arasında uçurum olduğu gerçeği göze çarpar.
Dostu Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına yazdığı önsözde Emperyalist- kapitalist ülkelerin gerçeğine dair şöyle der Sartre: “… iyi biliyorsunuz ki, biz sömürücüleriz. İyi biliyorsunuz ki, biz kıtaların altınını ve diğer madenlerini, sonrada petrolünü aldık ve bunları yaşlı anavatanlarımıza götürdük. (…) Bizde ‘ insan olmak’ demek ‘sömürgeciliğin suç ortakları olmak’ demektir, değil mi ki ‘hepimiz’ bu sömürüden yararlandık.”
Nobel Edebiyat Ödülü, Sartre’ın altını çizdiği bu sömürünün bir sonucuydu. Bu “ödül” 1964 yılında kendisine verildiğinde tereddütsüz reddetti. Sömürünün yarattığı kan ve gözyaşıyla ıslanmış bir ödüle ihtiyacı yoktu onun. “Aydın” misyonuyla ortalıkta dolaşıp, böylesi ödüller almaya teşne olanlarla Sartre arasındaki uçurumun derinliği büyüktür…
ABD’nin Vietnam halkına yönelik saldırı, katliam ve işgalinin karşısında da Sartre vardı. Amerikan saldırganlığının katliam ve vahşetini gözler önüne sermek üzere oluşturulan (1966’da) Russel Mahkemesi’nin başındaki ismin Sartre olması da doğaldı. Ki Sartre’a göre “Gerçekleri vermek her zaman iyidir. Gerçekler devrimcidir. Kitlelerin gerçeği bilmeye hakları vardır.”
Doğrudur, gerçek devrimcidir. Tam da bu nedenle egemenler gerçekliğin bilinmesini istemezler. Her türden araç ve biçimle gerçekleri saklamaya, çarpıtmaya ve kendi yakınlarının yaygınlaşmasını sağlamaya çalışırlar. Bu koşullarda aydının görevi muktedirlerin maskesini indirmek, yalanlarını açık etmek ve gerçekleri açıklamaktır. Sartre’ın hayatı boyunca yaptığı bu olmuştur…
1970’li yılların Avrupa’sında irili-ufaklı anti-emperyalist, anti-kapitalist grubun eylemleri yaşanmaktadır. Alman emperyalizmini tahammülsüzleştiren bu grupların en dikkat çekeni RAF’tır. “Terörist” olmakla yaftalanan RAF üyelerine karşı Alman kontrgerillası yok etme operasyonlarına başlar. Bu operasyonlar sonucu birçok RAF üyesi tutsak düşer ve tecrit hücrelerine atılır. RAF’çıların politik düşünce ya da eylemlerine katılır ya da katılmazsınız ama vicdan sahibi bir insan, sorumluluk sahibi bir aydın olarak tecrit işkencesine karşı ne yaparsınız? Sorunun cevabını yine Sartre’ın pratiğinde buluruz. Sartre ilerleyen yaşına ve RAF’çıların hakkında estirilen “teröristler” yaygarasına aldırmaksızın, tecrit işkencesinin karşısında ve RAF tutsaklarının yanında bulunmayı, aydın sorumluluğunun bir gereği saydı. Bu çerçevede RAF tutsaklarına destek verdi, tecriti bir insanlık suçu olarak mahkûm etti ve hatta RAF tutsaklarını hapishanelerde ziyaret etmeye çalıştı. Sartre’ın bu tavrına bakınca, ülkemizde “aydın” geçinenlerin tecrit karşısındaki suskunluklarından hareketle aydın bilinci, vicdanı ve sorumluluğuna sahip olup olmadıklarını daha iyi görmek mümkün…
Sonuç olarak 100 yaşına basan Sartre bir aydın olarak, hem de aydın olmanın ne olduğunun ölçütü olarak hala yaşıyor. Peki, yaşayan ülkemizin aydınları ne yapıyor?
“…Karadır atları, kapkara
Nallarında kapkara demir
Pelerinlerinde parıldar
Mürekkep ve mum lekeleri
Ağlamak nerede, onlara nerede
Hepsinin de kurşundan beyni…”
(F. Garcia LORCA)
İzolasyona karşı beş yıldır süren direnişin başlangıcından itibaren “ölmeyin, direnişi bırakın” çağrıları yapan “aydın” kişilerin, geçtiğimiz günlerde “koşulsuz silah bırakma” çağrısı yapmaları, kendi içinde “tutarlı” bir anlayışın ürünüdür. Ancak bu tutarlılığın aydın sorumluluğuna tekabül ettiği söylenemez. Zira aydın olmanın, aydın sorumluluğu taşımanın tarihten süzülüp gelen ölçütleri vardır. Örneğin; doğaya, topluma, tarihe ve insana dair gerçeklerin bilgisine ulaşmak ve bu gerçekleri açıklamak… Dolayısıyla ilerici düşüncelere sahip olmak… Haksızlığın karşısında olmak… Dolayısıyla zalimin karşısında ve mazlumun yanında saf tutmak… Zorbalık karşısında ilke ve düşüncelerinden vazgeçmemek… Dolayısıyla bu uğurda bedel ödemeyi göze almak…
Tarihe aydın olarak geçen kişiliklerin tutumlarına bakarak özetlediğimiz bu ölçütlerin gereğini yapanlara aydın denilebilir ancak. Şeyh Bedreddin, Thomas More, Emile Zola, Jean Paul Sartre, Jean Genet, Ruhi Su, Hasan Hüseyin, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney gibi aydınların bu olgunun içini nasıl doldurdukları yaşayan birer örnektir. Bu örneklerin “sol”un tarihine yazılmış olması ise rastlantı değildir. Zira sol duruş ve düşünceler, aydın duruş ölçütleri olarak sıraladığımız özellikleri kapsar ve kendi doğasında barındırır…
Ancak bozulan şeyler aslının aynısı olarak kalmazlar, başka bir şey olurlar. Dolayısıyla “sol”da yaşanan, yaşatılan ve yaşanması dayatılan bozulma, aydın olgusu içinde bir tür çürümeye tekabül etmiştir. Deyim yerindeyse solcu geçinen imamlar bozulunca, aydın geçinen cemaatte çürüme kaçınılmaz olmuştur…
1980’lerden itibaren Sol’un maruz kaldığı iktidarsızlaştırma operasyonunun aydınlara yansıması iğdiş edilme olmuştur. Bir diğer ifadeyle, burjuvazinin fiziki ve ideolojik saldırıları karşısında tutunamayarak düzeniçileşen ÖDP gibi kimi “sol” kesimler, kendilerini artık sadece “aydın” addetmeye başlamıştı. Böylece, zaten sadece “aydın” olanların, burjuvazinin yedeğine düşeceği bir zemini de yaratmışlardır. Bu iki kesim giderek iç içe geçerek “sol” kavramının da, “aydın” olgusunun da içine etmişlerdir.
İşte böylesi bir süreç sonunda imal edilen bu “aydın” gerçeği, iktidar ve halk güçlerinin karşı karşıya geldiği her çatışmada kendisini “üçüncü taraf” olarak ifade eder olmuştur. Bunun sol bir tutum ya da aydın tavrı olmadığı malum. Zira doğru ve yanlış, gerçek ve yalan, haklı ve haksız, zalim ve mazlum arasındaki karşıtlık ve çelişkide bir “üçüncü taraf” yoktur. Var olan ise, kendilerini “aydın” zanneden ya da bizim “aydın” sanmamız istenen bu kişilerin yanlışın, yalanın, haksızın ve zalimin yanında saf tutmasıdır. Ki zulme karşı direnen insanlara “direnmeyin” demenin başka bir anlamı ve açıklaması yoktur. Olamaz…
Zalim ve mazlum arasında kendilerinin icat ettiği bir “Araf” tepesinde durmayı meşruiyet sanan böyleleri aydın sayılamaz. Ki sınıflar mücadelesinin “Araf”ı yoktur. Lenin’in dediği gibi; “Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji… Burada ikisinin arasında bir şey yoktur. Bu nedenle sosyalist ideolojinin her küçümsenişi, ondan her uzaklaşma aynı zamanda burjuva ideolojisinin güçlendirilmesi demektir.”
Kendilerini “üçüncü taraf” da ya da Araf’ta görenlerin bulunduğu yer, aslında zalimlerin safıdır. Ve bunların mazlumlara söyleyebildiği tek şey “size tokat atana diğer yanağınızı uzatın” düsturundan başka bir şey değildir. Eğer ki mazlumlar, bu ulemaları dinlemez ve kendilerine zulmedenlerin ellerini kırmaya kalkarlarsa, bu kişiler hep bir ağızdan bağırmaya başlarlar: “Her türden şiddete karşıyız”.
Eğer 100 yaşına ulaşan Sartre bu kişileri duysaydı, herhalde “hepiniz katilsiniz” demekten geri durmazdı. Çünkü cellatlardan şefaat dilenmeyi vaaz eden bu kişiler, aslında bir tür katildir. Onlar, her şeyden önce aydın kişiliği ve kimliğini katlediyorlar. Ve böylece Beyaz Saray’ların bembeyaz bayraklı ulemalarına dönüşüyorlar. Ama halk, bayrakların beyazını değil, kırmızısını seçer her zaman.
Fransadan Jean Paul Sartre, kendi ulusunun Cezayirde yürüttüğü sömürgeci politikalara karşı çıktığında Fransız sağı kendisini vatan hainliğiyle suçladı. Sartre işkencenin, sömürgeciliğin, Cezayir halkına karşı Fransız egemenlerinin yürüttüğü baskı politikalarının Fransanın onurunu kırdığını söyledi. Cezayir halkının yanında Fransız sömürgeciliğ ine karşı çıkmayı aydın onurunun gereği olarak gördüğünü açıkladı.
ya da karı koca Rosenberg'ler, McCarthy mahkemelerinde Rus casusu olarak suçlandı klarında 'vatan haini' damgasını da yemiş oluyorlardı. Franco için Picasso, Albaylar Cuntası için Teodorakis, rölativite teorisinin atom bombası için kullanılmamasını istediğinde Einstein vatan hainiydi.
örnekler çoğaltılabilir. Ama görünen o ki en yüksek sesle vatan haini diye bağıranlar, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde gördüklerini söylemek istiyorlar hükmü ise tarih veriyor. Fransa'yı Naziler’e peşkeş çeken Vichyciler Fransız direniş hareketine katılanlara vatan haini diyorlardı, bu suçlamadan, Rosenbergler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Teodorakis, Picasso, Allende, Sartre, Einstein vb nasiplerini aldılar. Ama ait oldukları uluslar şimdi onların adlarıyla hatırlanı yor. Peki onları vatan hainliğiyle suçlayanlar.. İsimlerini hatırlayan var mı? şimdi kim yurtsever, insanlığın düşmanlarımı,yoksa yüreği insan halk ve vatan sevgisiyle atanlarmı..Nazım Hikmet ve bütün dünyadaki anti emperyalistler vatan hainliğine devam ediyor hala..