Yer: Başbakanlık Konutu Zaman: Çankaya Köşkü’nde, 22 Aralık 2004 günü yapılan “Kıbrıs Zirvesi”nin bir gün öncesi! .. Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül sohbet etmektedirler. Zirve öncesi, AK Partili iki liderin yaptıkları beyin fırtınasından, çarpıcı birkaç diyalog! Aynen yansıtıyorum: (…) BAŞBAKAN: Yasal çerçeve sağlam olursa bir şey yapamazlar. Hukuksal altyapıyı iyi örmemiz lazım. DIŞİŞLERİ BAKANI: Zaten AB hukuku diyerek bölmeye çalışıyorlar. Bu konuyu çok iyi düşünmezsek hükümetimiz çok uzun vadeli olmayabilir. Bonkör davranamayız. BAŞBAKAN: Türkiye zaten bitmiş ve batmış, biz ne yapalım? TSK uyumasaydı. Memleket soyulurken neredeydiler? Şimdi en az kayıpla ülkeyi kurtarmak lazım. Tıpkı Vahidettin’in durumuna düştüm. Şu Muhsin (Yazıcıoğlu) de benim için Damat Ferid diyormuş. DIŞİŞLERİ BAKANI: Şimdilik Muhsin söylüyor. Ama herkesin dili uzamaya başladı. İktidardan gitme süreci, çığın düşmesi gibidir. Her şey çok küçük bir şeyle başlar. Çok dikkatli olmalıyız. BAŞBAKAN: İktidara bu kadar kolay gelmemizin sebebi demek Türkiye’nin bu hali imiş. Ne kadar şaşırdıydık 363 milletvekiline. Ama sen muhalefetten korkma. Ben herkesi kontrol altına alırım. DIŞİŞLERİ BAKANI: Sayın Başbakan, ben artık herkesin ipin ucunu kaçırdığını düşünüyorum. Biz süreçten koptuk. Çankaya’da iplerin elimizden alınma ihtimali var. BAŞBAKAN: Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı kontrol altında, merak etme. DIŞİŞLERİ BAKANI: Hımm... BAŞBAKAN: Abdullah Bey, bu adamlarla müzakere yapılmaz. Bunların hepsi dansöz. Başla anlaşıyorsun, ayak itiraz ediyor. Bu AB yaratık gibi, muhatap kim ben karıştırmaya başladım. DIŞİŞLERİ BAKANI: Sayın Başbakanım, çok zor durumdayız. Schröder ve Chirac’la görüşmemizdeki söylediğimiz her sözü şimdi hemen alınacak tavizler gibi görüyorlar. Kamuoyu önünde çok zor duruma düşeceğiz. Darbe korkusunu fazla abarttık galiba. AB’yle sıkı fıkı olacağımıza TSK ile sıkı fıkı olsak hiç zarar görmezdik. BAŞBAKAN: Abdullah, TSK’yı kontrol altına aldık. Onlar mangaya döndüler. AB’nin isteklerini yerine getirmek için önümüzde halktan başka engel yok. Halk engelini aşmak için onları aş, iş ve güvenlik derdine düşürmemiz yeterli. Türkiye’de bize kimse dur diyemez. Ama AB’yi anlamak mümkün değil. Gizli ve özel görüşme yapılamıyor. Ertesi gün adamlar çıkıp ne konuştuysak hemen talep haline getiriyorlar. DIŞİŞLERİ BAKANI: Ama bu her istediğimizi yapabileceğimiz anlamına gelmiyor. BAŞBAKAN: Yapabiliriz. Cumhurbaşkanı her şeyden kopmuş durumda. TSK hiçbir sorumluluk almak istemiyor. Muhalefet yok. Her istediğimiz olur. Sorun AB’ye adım atabilmek. DIŞİŞLERİ BAKANI: Fakat kamuoyu ve devleti hafife alamayız. AB, Türkiye’yi yok etmek ve Sevr’i dikte etmek istiyor. (…)
AB’YE “GİZLİ SÖZ”
Zira… Bu dudak uçuklatan itirafların yapıldığı günlerde de Ankara kaynıyordu. 2004 yılının Aralık ayı, Başkent Ankara ve Brüksel için çok hareketliydi. Çünkü önümüzde 17 Aralık tarihi vardı. Türk kamuoyunda, estirilen meltem rüzgarı nedeniyle “AB’ye tam üyelik” için beklentiler maksimum seviyedeydi. Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’yi, AB’ye kesin sokacağına inanan önemli bir kesim vardı. İşte tam bu sırada diplomasi kulisleri, Erdoğan’ın Türkiye adına verdiği sözleri nedeni ile alev alev yanıyordu. Ankara’ya akın akın yabancı diplomat geliyordu. İşte o sıcak günlerden birinde, AB Dönem Başkanı Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot ile Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bir araya geldiler. Aralarında hayli elektrikli bir görüşme geçti. Sebep yine Başbakan Erdoğan’ın, kapalı kapılar ardında verdiği gizli sözlerdi. Elektrikli geçen o görüşmeden de, çarpıcı birkaç diyalog: (…) GÜL: Sayın Bakan, AB’nin 17 Aralık öncesi çıkışları Türk kamuoyunu çok rahatsız etti. Hükümetimiz çok zor durumda kaldı. BOT: Sayın Bakan, hem Hollanda Başbakanı, Hem Chirac, hem Schröder sayın Erdoğan’a 17 Aralık’ta bir müzakere tarihinin verilebilmesi için Türkiye’nin Rum yönetimini Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanıması gerektiği, Kürtlere otonomi verilmesinin yasal güvence altına alınması, Fener Rum Patriği’nin Ekümenik olarak tanınması, Türkiye’nin önce batısının, yani İstanbul’un, Ege’nin ve Akdeniz’in bir kısmının, sonra da Orta Anadolu’nun AB’ye alınmasını, kademeli bir geçişi kabul etmesini, Kürdistan’ın da Türkiye’nin Federal yapısının bir parçası ama AB’nin dışında olmasını, Balat’ın, Kasımpaşa’nın, Beyoğlu ilçesinin ve Şişli ilçesinin bazı bölgelerini içine alan coğrafyada egemen bir Fener Rum Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi gerektiği kendilerine anlatılmış. Sayın Erdoğan da müzakere sürecinde bu konuların realize edileceğini deklare etmiş. Yani sayın Erdoğan’ın kabul ettiği hususları şimdi yüksek sesle konuşuyoruz. GÜL: İyi de sayın Bakan şimdi bunlar Türkiye’den istenirse kamuoyu hükümete cephe alır. BOT: O zaman sayın Erdoğan AB ülkelerinin önde gelenlerine bu sözleri vermeyecekti. Bu şartlarda 17 Aralık’ta Türkiye’ye müzakere tarihi verilemez. 2005’in Aralık ayına kadar beklemeniz gerekir. GÜL: Sayın Bakan gizli görüşmeleri bu şekilde açık taleplere dönüştürürseniz AB sürecine nokta koyma aşamasına geliriz. Sayın Başbakan’ın bu teminatları devlet adına vermesi zaten imkansız. Sayın Başbakan, söylediğiniz garantileri ancak partisinin hedefleri ve kararları olarak verebilir ki, bu bile AK Partinin bölünmesi anlamına gelir. Biz bunları partinin yetkili organlarında tartışmadık bile. BOT: Bu sizin sorununuz. Sayın Erdoğan AB’ye açık çek verdiğini, her şeyi müzakere edebileceklerini, devletin tüm organlarının hükümete yetki verdiğini, Türkiye Cumhuriyeti adına tek yetkili olarak müzakere ettiğini hem Chirac’a hem de Schröder’e ifade etmişler. GÜL: Sayın Bakan, Türk Anayasal Sistemi’nde iktidar, kurumlar arasında dağıtılmıştır. Türkiye’de de aynen Hollanda da olduğu gibi demokrasi vardır. Dolayısı ile sayın Erdoğan tek ve tam yetkili olarak atanamaz. BOT: Biz AB olarak sayın Erdoğan’ın Alman ve Fransız liderlere verdiği sözler üzerinden müzakereyi takip ederiz. GÜL: Ama AB de Kıbrıs’la ilgili hiçbir sözü tutmadı. BOT: Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgaline prim veremeyiz. GÜL: Türkiye bu şartlar altında AB sürecini terk eder. Sayın Erdoğan dahi bu süreci devam ettiremez. BOT: AB için Türkiye vazgeçilmez değil. Karar size ait. AB olarak biz de müzakereleri askıya alabiliriz. GÜL: Türkiye AB’yi vazgeçilmez olarak görmüyor zaten. Biz bu bölgede yeni atmosfer oluştururuz. BOT: O zaman Türkiye’ye iyi çalışmalar dileriz.
TÜRK HALKINI KANDIRMAK
Ki… “17 Aralık” tarihi öncesinde, AB’li bürokratlarla yapılan başka görüşmeler de var. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen ile Başbakan Erdoğan arasında geçen görüşme de böyle bir görüşme. Türkiye’nin, AKP iktidarı süresinde, nasıl yönetildiğine örnek teşkil etmesi açısından, tarihe not düşmek adına, bu kritik diyalogları aynen aktarıyorum: ERDOĞAN: Selamlar... VERHEUGEN: Selamlar, hoşgeldiniz sayın Başbakan. ERDOĞAN Selamlar, teşekkür ederim sayın Verheugen. VERHEUGEN: Kurye ile ilettiğiniz mesajları aldım. İşbirliğinden memnun kaldığınızı tahmin ediyorum. ERDOĞAN: Kesinlikle. Teşekkür ediyorum. Bizi iç kamuoyunda rahatlattınız. Operasyonumuzu kusursuz yaptık. Ayrıca ekonomik anlamda da rahatladık. Zannediyorum siz de sonuçtan memnunsunuz. VERHEUGEN: Ben ve background çok mutluyuz. ERDOĞAN: Mükemmel bir senaryo idi. Arka planı bilinse her iki taraf da vaziyeti toparlayamazdı. VERHEUGEN: AB’nin buradan gönderdiği mesajları ve sizin çıkışınızı nasıl da siyasal taktikteki başarı olarak yansıttılar. Ekibinizi kutluyorum. Herkesi hipnotize ettiniz. ERDOĞAN: Aslında bir ara çok korktuk. Medya kontrolden çıkabilecek kadar uçlara gitmişti. VERHEUGEN: AB taraftarı gibi görünen bir hayli entelektüel var. Son yapay krizde gerçek renkleri belli oldu. Sizin için tehlikeli bir siyasal zemin var. Entelektüelleriniz daha çok ABD yanlısı. Medya da görünürde destek veriyor. AB’ye yönelik çıkışınız kamuoyu, medya, devlet ve uluslararası destek açısından dehşet dengesinde olduğunuzu ortaya koydu demiştim. Bu arka plan 17 Aralık’ta işinizi çok zorlaştıracaktır. ERDOĞAN: AB sürecini tam anlamıyla kontrol altında tuttuğumuzu söylemek mümkün değil. Sanıyorum sizin için de aynı husus geçerli. VERHEUGEN: Hımm... ERDOĞAN: Kamuoyu, özellikle halk AB’den tarih alacağımızdan emin görünüyor. Fakat biz hükümet olarak tersi bir durumun olabileceğini fazla vurgulayamıyoruz. İlerleme raporu olumlu ya da olumluya yakın çıksa elimiz güçlenecek. Benim size gönderdiğim kurye raporun olumsuz çıkacağında ısrarlı. VERHEUGEN: Benim de kontrol edemediğim süreçler ve odaklar söz konusu. Benim pozisyonumu da bilmeniz lazım. Sonuçta ben burada söyleneni yapıyorum. Ancak ne siz ne ben çok açık sözlü olabilme şansına sahibiz. Limitler sınırlı. Ben ‘çok açık evet’ ve ‘çok açık hayır’ anlamına gelmeyecek diplomatik bir dil kullanmakla görevlendirildim. ERDOĞAN: Peki ‘zina krizi’ ile bizim bu süreci yöneten organizasyonlara hazine borçlanması üzerinden aktardığımız kaynaklar ‘evet’ ibaresinin ağırlığını artıracak kadar tatmin edici olmadı mı? VERHEUGEN: Sayın Başbakan, bu tür kaynaklarla sınırlı sayıda odağı kısa süreli susturabilirsiniz. İlerleme raporundan sonra daha derin krizler yaratılabilirse o zaman elde edilecek kaynaklarla çok fazla odağı etkileyebiliriz. Bu durumda Türkiye için daha pozitif bir resim oluşur. ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bu süreçleri kontrol edemezsek kaynak yaratalım derken sayın Yılmaz gibi kendimizi Meclis dışında bulabiliriz. AB’ye alınmanın ne kadar güç olduğunu hatta imkansız olduğunu sık sık vurguladınız. İmkansız bir amaç için yapacağımız zorlamalar sizi etkilemez ama ben de sayın Yılmaz gibi Yüce Divan’a kadar gidebilirim. VERHEUGEN: Bu süreci ülkeniz açısından değil de kendiniz ve siyaset dışı ekibiniz açısından değerlendirmenizi tavsiye ederim. Böyle yaparsanız ülkeniz zarar görebilir ama sizler çok kazançlı çıkarsınız. Muhtemelen ABD son anda AB sürecini askıya alacak perde arkası ajitasyonlar yapabilir. Kaldı ki bunu ABD yapmasa bile AB’nin içinden Türkiye’yi istemeyen unsurlar bir anda süreci iptal edebilirler. ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bizim zamana ihtiyacımız var. Ben bunu Schröder’e söyledim. Yine söyleyeceğim. Almanya ve Fransa bize ‘evet’ deseler bile birliğin içindeki dengeler, demografik ve politik projeksiyonların önümüzdeki en büyük engel olduğunu siz söylemiştiniz. Şimdi halka karşı bir söylem mühendisliği yani yeni bir AB süreci dili oluşturmamız gerekecek. Bize bu konuda yardımcı olur musunuz? VERHEUGEN: Kıbrıs’ta olduğu gibi bir yöntemden bahsediyorsanız bunun için bizimle değil, Ankara’daki gizli danışmanımızla görüşmeniz gerek. Kıbrıs’ta her şeyi 1974 yılındaki başlangıç noktasına döndürdünüz. Ve kamuoyu bunu anlamadı. Kıbrıs’ta hiçbir ilerleme kaydetmediğinizi yarın ifşa edenler çıkabilir. ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bu ifşanın zararlarını çift taraflı çekeriz. Ben ‘zina’ krizinde olduğu gibi karşılıklı işbirliğinin devamını istiyorum. AB süreci çıkmaza girse bile sürecin devam ettiğini uluslararası kamuoyuna inandırabilirsek biz kendimizi kurtarmış oluruz. VERHEUGEN: Sayın Başbakan, bu konuyu sizin gizli danışmanınız (Alon Liel) ve onun perde arkası (A Takımı) ile konuşsak daha iyi olur. Bu sürecin yönetiminde anlaşırsak AB hususunda da başa dönüşü bir kazanım olarak kamuoyunuza ve uluslararası çevrelere deklare edebilirsiniz. Ama dediğim gibi perde arkanızla konuşmak daha rasyonel olacak. ERDOĞAN: O halde şimdi medyanın karşısına krizi aştığımızı TCK’da gerekli düzenlemeleri yapıp kanunu TBMM’den geçirebileceğimizi açıklayabiliriz değil mi? VERHEUGEN: Sizin gizli danışmanınızla mutabık kalalım önce. Siz bir arayıp görüşmeyle ilgili bilgi verirseniz biz basın toplantısını yaparız. ERDOĞAN: Sizinle bu konuda işbirliğimiz devam edecek. Şimdi ben Türkiye’de ayağa kalkan çevreleri yatıştırmak zorundayım. Çünkü onlar zina krizinin yapay olduğunu bilmiyorlar. Siz, gizli danışmanımla özel olarak bir araya gelirsiniz. VERHEUGEN: Onunla değil. Onun organizasyonu (A Takımı) ile. ERDOĞAN: Tamam Sayın Verheugen, bu görüşme gerçekleşecek. Biz basın toplantısı yapıp krizin sona erdiğini açıklayalım. VERHEUGEN: Türkiye’yi anlamak gerçekten zor. Sizlerin diplomasinizi senaryolara yönelik çalıştırmanız enteresan. ERDOĞAN: Anlıyorum. VERHEUGEN: Basın toplantısına geçebiliriz. (…) Ve… Son olarak… Söz verip tutmamayı bir yaşam biçimi haline getiren Başbakan Erdoğan’ı hem içte hem de dışta zor günler bekliyor. Anadolu’da “Ak günler” özleminin yerini “Ak’çeli günler” alalı çok oldu! 2006’nın ilk çeyreğinde Kara Kuvvetleri, büyük bir değişimin altına imza attı! Yeni bröveye, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın siluetini yerleştirdi. Türkiye’de bir dönem kapanıyor! Yeni, yepyeni bir dönem başlıyor. Gazi, Başkent Ankara’ya yeniden çıkartma yapıyor! Erdoğan’ın “Başvekil” olmak için Batılı devlet adamlarına verdiği ölçüsüz sözler ve içine düştüğü Ak’çeli ilişkiler ağı başını iyice belaya sokmuş durumda! “Pazarlamacı siyaset” de, “tüccar politikacılık” anlayışı da Başkent Ankara’da son günlerini yaşıyor! Görünen o ki Kasımpaşalı Tayyip’in “Başbakanlık serüveni” Yüce Divan’da son bulacak!
Kürt Sait'in namı diğer Said-i Nursi’nin 1909 yılında, İstanbul'da Vezir Han’daki İkbal-i Millet matbaasında basılmış bir eseri vardır. Bunun adı “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-i Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürd-î” dir. Kendisinin Saîd-i Kürd-î (Kürt Sait) olduğunu onayladığı ettiği bu eserde, eserin yazarı olarak da kendisini “Bedîüzzaman” (Zamanın harikası) diye sunmaktadır. Eserin yayıncısı da “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” (önsöz) kısmı (44-48. sayfalar) Kürt Sait’in içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir.
İşte Kürt ayrılıkçısı, Kuvayı Milliye düşmanı, Kürdistan talepçisi Said-i Nursi yani Kürt Sait’in gerçek yüzü:
“Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem bence bahis eksik kalır. Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhi hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dal budak salan Allah’ın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emrediyor ki:
Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkiliyle Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumî ahengi muhafaza ediniz. Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek sesle sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum için fen, sanat ve silâh başına, ileri arş emrini veriyor. Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmi mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu ile sulamanın vaktidir. Yoksa kuruyup çürüyecektir. İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan üstat, sillesini kaldırmış, size hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahasında yağma ettireceksiniz yahut medeniyet alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbali karşılayacak ve olgunluğun kâbesine koşacaksınız.
Milliyet denilen mâzi derelerinde, hâl sahralarında ve istikbâl dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî gibi, herkesi başkasını haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki her biriniz umum bir milletin hayatının mâkesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali oldunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür ve millî hamiyetin galeyanıyla ahlâk da yükselir. Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve millî hakimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan hürriyetteki cüz'i iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer'î meşveretin mayasıyla mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve vâsîye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığınızı birleşerek gösteriniz. Millî hamiyet ve şahsî fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmeyecektir.
Mâzide dağınıklığınıza sebebiyet veren birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet saadet hanesinde icat fikrine, şahsî teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâp edecektir. Hattâ diyebilirim ki başkalarının sükûtî medreselerine nispetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmî mebuslar meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatihalar okuduğunuz zamandaki semâvî ve rûhânî vızıltılarınızda, mezhebî ve kavmî mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir îmâ ve nişanı vardır.
‘İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur.’ sözünün öteki ifadesi, şahsî teşebbüstür. Her kemâlin kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve millî namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında millî namusu çiğnetmeyiniz. Millî duyguların mâkesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bulunan diliniz, tûbâ ağacı gibi bir ağacın tecellisine müstatken, böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz sizden millî hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi lisandır. Anadil tabiî olduğundan, kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz, O zihne giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi bâki kalır. Millî dille görünen her şey hoş gelir. Millî hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da Mutkili Halil Hayâlî Efendi'dir. Millî hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası olan elifbe, (alfabe) sarf (gramer) ve nahvini (sözdizimini) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninde böyle bir hamiyet cevherine rast geldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler ışıklandıracaktır.
İşte bu zat bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.”
İbadet adı altında her yıl dünyaya rezil oluyoruz. Şu işe bakın, kala kala bir ibadetimiz kalmış, onu da adam gibi yapamıyoruz. İslam’ın en evrensel ibadeti olan hac, bir tür ‘yıllık katliam’a dönüşmüş bulunuyor.
Ve dünya álem bu katliamı ibret ve dehşetle izliyor. Ekonomiden ticarete, sanayiden ziraate hemen her alanda perişan olan İslam dünyası, hiç değilse Tanrı ile kul arasındaki şu ibadeti insanca yerine getirebilse... Hiç değilse o alanda kendisine bir saygınlık sağlasa...
Nerede?
Despotların dayatması
Teknolojinin en cehennemî silahlarıyla çarpışan orduların haftalar süren savaşlarında otuz-kırk kişi bile ölmezken, Müslüman’ın en kutsal ve en evrensel ibadeti olan hacda her seferinde birkaç bin veya birkaç yüz kişi ölüp gitmekte...
Bahane hep aynı, hep insanlık dışı ve ilkel: Allah’ın takdiri... Allah’ın takdiri, öyle mi?
Yalancının Allah belasını versin! Allah kendine yönelenleri cezalandırıyor mu, be hey sersem? !
Sebep açık ve tek: Hac, haccı emreden Tanrı’nın istediği ve gösterdiği gibi değil, Tanrı adına hükümranlık kuran fıkıh despotlarınnın dayattıkları gibi yapılıyor.
Hac, Kur’an’ın emrettiği bir ibadet değil mi?
Evet!
Peki, Kur’an haccın ne zaman yapılacağını söylüyor?
‘Hac ayları’ denen üç ay içinde. Yani doksan günlük bir sürede... Siz ne yapıyorsunuz?
Haccı üç güne sakıştırıyorsunuz.
Allah’ın dediğini yapmayarak şeytana oyuncak olanlar, daha sonra şeytanı taşlamaya kalkarlarsa bunun sonu ne olur? Sonuç ortada: Allah, kendisiyle ádeta alay edenlerle alay ediyor ve onları şeytana yenik düşürüyor.
Hac emrini getiren Kur’an’ın tanıttığı hacda ‘şeytanı taşlamak’ diye bir şey var mı? Yok!
Peki, binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan bu geleneği ne diye sürdürüyorsunuz? Gelenek öyle istiyor! Geleneği ilahlaştıran despotlar öyle istiyor.
O zaman, máruz kaldıklarınız, dini kotaran Allah’ın değil, geleneği kotaran şeytanın beğendiği sonuçlar... Ne diye bağırıp çağırıyorsunuz? ! ...
Şeytanın adresi başka
Şeytan taşlayacaksınız, şeytan orada değil. Taşlanacak şeytanı Müslüman cámiaya gösteren birçok akılcı-Kur’ancı İslam düşünürü yaşadı, eser yazdı. Ben de yazdım. ‘Kur’an Açısından Şeytancılık’ adıyla yaklaşık üç yüz sayfa yazdım. Taşlanacak şeytanların adresi orada.
Gidin taşlayın da görelim. Bakın bakalım, şeytan taşlamak neymiş! Taşlayın da Müslüman dünyanın kaderi değişiversin!
Taşlayamazsınız! Çünkü size şeytanı değil, şeytanın adresini veren düşünce öncülerini taşlamayı öğrettiler. Şimdi gitmiş Mekke’de şeytan taşlıyorsunuz. O topraklardaki taşlanacak şeytanın yeri o sizin çakıl fırlattığınız yer değil...
Sizin taşladığınız şeytan şu melanetlerin hangisini yapıyor? Fıçılarla viski mi içiyor, üzerine tesettür giysisi geçirilmiş beyaz kadınları haremine takıp keyif mi yapıyor? Oğlancılık yapıp morfin mi çekiyor? Üstüne oturduğu petrodolarlarla kitlelerin beynini fesada vererek dünyayı İslam’dan nefret mi ettiriyor? Haçlılarla işbirliği yapıp Müslümanlar’a orada-burada kazık mı atıyor?
Bunları yapan bir şeytan ekibi var, ama o sizin taşladığınız yerde değil... Eğer Muhammedî ferasetiniz varsa ve yüreğiniz tutuyorsa gidin o esas şeytanları bulun ve onları taşlayın...
Ey Müslüman, kendine gel! Taşlanacak şeytanı tanı! O taşladığın, şeytan değil, senin hayalin. Şeytanın öyle taşlanmayacağını, senin taşlarını boşuna attırdıklarını, seni aldattıklarını artık anla! Şeytana da dünyaya da rezil olduğunu artık
adam gibi adam. allahın türkten ve bu dünyadan umudunu kesmediğine delil ararsanız.o muhteşem insan atatürk ü bize göndermesidir.sanki misyon yüklü,saki kurtarıcı olarak gelmiş gibidir.
time dergisinin düzenlediği,dünyada yüzyılımızdaki enbüyük ıslahatçılar listesindeki ilk isim.. dünya onu tanıyıp anladı da, bizim ahmaklar 300 sene sonra onu anlayıp methiyeler düzecekler... ölme eşşeğim ölme....sen 1300 yıldır bunu yapıyorsun. ne zaman uyanacan islam dünyası..
şeytanın günümüzdeki en büyük kurmaylarından birisi.yani en büyük şeytan evliyasıdır. evliyauşşeytan diyor. bu tiplere kur'an. 'aldatan sakın ama sakın Allah ile aldatmasın' (fatır:14 ayet, hadid ve lokman sürelerine bakınız) ..
cüce ruhların ve küçük beyinlilerin ancak 300 yıl sonra anlayacakları insan
RTE: TÜRKİYE BİTMİŞ
Yer: Başbakanlık Konutu
Zaman: Çankaya Köşkü’nde, 22 Aralık 2004 günü yapılan “Kıbrıs Zirvesi”nin bir gün öncesi! ..
Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül sohbet etmektedirler.
Zirve öncesi, AK Partili iki liderin yaptıkları beyin fırtınasından, çarpıcı birkaç diyalog!
Aynen yansıtıyorum:
(…)
BAŞBAKAN: Yasal çerçeve sağlam olursa bir şey yapamazlar. Hukuksal altyapıyı iyi örmemiz lazım.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Zaten AB hukuku diyerek bölmeye çalışıyorlar. Bu konuyu çok iyi düşünmezsek hükümetimiz çok uzun vadeli olmayabilir. Bonkör davranamayız.
BAŞBAKAN: Türkiye zaten bitmiş ve batmış, biz ne yapalım? TSK uyumasaydı. Memleket soyulurken neredeydiler? Şimdi en az kayıpla ülkeyi kurtarmak lazım. Tıpkı Vahidettin’in durumuna düştüm. Şu Muhsin (Yazıcıoğlu) de benim için Damat Ferid diyormuş.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Şimdilik Muhsin söylüyor. Ama herkesin dili uzamaya başladı. İktidardan gitme süreci, çığın düşmesi gibidir. Her şey çok küçük bir şeyle başlar. Çok dikkatli olmalıyız.
BAŞBAKAN: İktidara bu kadar kolay gelmemizin sebebi demek Türkiye’nin bu hali imiş. Ne kadar şaşırdıydık 363 milletvekiline. Ama sen muhalefetten korkma. Ben herkesi kontrol altına alırım.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Sayın Başbakan, ben artık herkesin ipin ucunu kaçırdığını düşünüyorum. Biz süreçten koptuk. Çankaya’da iplerin elimizden alınma ihtimali var.
BAŞBAKAN: Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı kontrol altında, merak etme.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Hımm...
BAŞBAKAN: Abdullah Bey, bu adamlarla müzakere yapılmaz. Bunların hepsi dansöz. Başla anlaşıyorsun, ayak itiraz ediyor. Bu AB yaratık gibi, muhatap kim ben karıştırmaya başladım.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Sayın Başbakanım, çok zor durumdayız. Schröder ve Chirac’la görüşmemizdeki söylediğimiz her sözü şimdi hemen alınacak tavizler gibi görüyorlar. Kamuoyu önünde çok zor duruma düşeceğiz. Darbe korkusunu fazla abarttık galiba. AB’yle sıkı fıkı olacağımıza TSK ile sıkı fıkı olsak hiç zarar görmezdik.
BAŞBAKAN: Abdullah, TSK’yı kontrol altına aldık. Onlar mangaya döndüler. AB’nin isteklerini yerine getirmek için önümüzde halktan başka engel yok. Halk engelini aşmak için onları aş, iş ve güvenlik derdine düşürmemiz yeterli. Türkiye’de bize kimse dur diyemez. Ama AB’yi anlamak mümkün değil. Gizli ve özel görüşme yapılamıyor. Ertesi gün adamlar çıkıp ne konuştuysak hemen talep haline getiriyorlar.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Ama bu her istediğimizi yapabileceğimiz anlamına gelmiyor.
BAŞBAKAN: Yapabiliriz. Cumhurbaşkanı her şeyden kopmuş durumda. TSK hiçbir sorumluluk almak istemiyor. Muhalefet yok. Her istediğimiz olur. Sorun AB’ye adım atabilmek.
DIŞİŞLERİ BAKANI: Fakat kamuoyu ve devleti hafife alamayız. AB, Türkiye’yi yok etmek ve Sevr’i dikte etmek istiyor.
(…)
AB’YE “GİZLİ SÖZ”
Zira…
Bu dudak uçuklatan itirafların yapıldığı günlerde de Ankara kaynıyordu.
2004 yılının Aralık ayı, Başkent Ankara ve Brüksel için çok hareketliydi.
Çünkü önümüzde 17 Aralık tarihi vardı.
Türk kamuoyunda, estirilen meltem rüzgarı nedeniyle “AB’ye tam üyelik” için beklentiler maksimum seviyedeydi.
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’yi, AB’ye kesin sokacağına inanan önemli bir kesim vardı.
İşte tam bu sırada diplomasi kulisleri, Erdoğan’ın Türkiye adına verdiği sözleri nedeni ile alev alev yanıyordu.
Ankara’ya akın akın yabancı diplomat geliyordu.
İşte o sıcak günlerden birinde, AB Dönem Başkanı Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot ile Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bir araya geldiler.
Aralarında hayli elektrikli bir görüşme geçti.
Sebep yine Başbakan Erdoğan’ın, kapalı kapılar ardında verdiği gizli sözlerdi.
Elektrikli geçen o görüşmeden de, çarpıcı birkaç diyalog:
(…)
GÜL: Sayın Bakan, AB’nin 17 Aralık öncesi çıkışları Türk kamuoyunu çok rahatsız etti. Hükümetimiz çok zor durumda kaldı.
BOT: Sayın Bakan, hem Hollanda Başbakanı, Hem Chirac, hem Schröder sayın Erdoğan’a 17 Aralık’ta bir müzakere tarihinin verilebilmesi için Türkiye’nin Rum yönetimini Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanıması gerektiği, Kürtlere otonomi verilmesinin yasal güvence altına alınması, Fener Rum Patriği’nin Ekümenik olarak tanınması, Türkiye’nin önce batısının, yani İstanbul’un, Ege’nin ve Akdeniz’in bir kısmının, sonra da Orta Anadolu’nun AB’ye alınmasını, kademeli bir geçişi kabul etmesini, Kürdistan’ın da Türkiye’nin Federal yapısının bir parçası ama AB’nin dışında olmasını, Balat’ın, Kasımpaşa’nın, Beyoğlu ilçesinin ve Şişli ilçesinin bazı bölgelerini içine alan coğrafyada egemen bir Fener Rum Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi gerektiği kendilerine anlatılmış. Sayın Erdoğan da müzakere sürecinde bu konuların realize edileceğini deklare etmiş. Yani sayın Erdoğan’ın kabul ettiği hususları şimdi yüksek sesle konuşuyoruz.
GÜL: İyi de sayın Bakan şimdi bunlar Türkiye’den istenirse kamuoyu hükümete cephe alır.
BOT: O zaman sayın Erdoğan AB ülkelerinin önde gelenlerine bu sözleri vermeyecekti. Bu şartlarda 17 Aralık’ta Türkiye’ye müzakere tarihi verilemez. 2005’in Aralık ayına kadar beklemeniz gerekir.
GÜL: Sayın Bakan gizli görüşmeleri bu şekilde açık taleplere dönüştürürseniz AB sürecine nokta koyma aşamasına geliriz. Sayın Başbakan’ın bu teminatları devlet adına vermesi zaten imkansız. Sayın Başbakan, söylediğiniz garantileri ancak partisinin hedefleri ve kararları olarak verebilir ki, bu bile AK Partinin bölünmesi anlamına gelir. Biz bunları partinin yetkili organlarında tartışmadık bile.
BOT: Bu sizin sorununuz. Sayın Erdoğan AB’ye açık çek verdiğini, her şeyi müzakere edebileceklerini, devletin tüm organlarının hükümete yetki verdiğini, Türkiye Cumhuriyeti adına tek yetkili olarak müzakere ettiğini hem Chirac’a hem de Schröder’e ifade etmişler.
GÜL: Sayın Bakan, Türk Anayasal Sistemi’nde iktidar, kurumlar arasında dağıtılmıştır. Türkiye’de de aynen Hollanda da olduğu gibi demokrasi vardır. Dolayısı ile sayın Erdoğan tek ve tam yetkili olarak atanamaz.
BOT: Biz AB olarak sayın Erdoğan’ın Alman ve Fransız liderlere verdiği sözler üzerinden müzakereyi takip ederiz.
GÜL: Ama AB de Kıbrıs’la ilgili hiçbir sözü tutmadı.
BOT: Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgaline prim veremeyiz.
GÜL: Türkiye bu şartlar altında AB sürecini terk eder. Sayın Erdoğan dahi bu süreci devam ettiremez.
BOT: AB için Türkiye vazgeçilmez değil. Karar size ait. AB olarak biz de müzakereleri askıya alabiliriz.
GÜL: Türkiye AB’yi vazgeçilmez olarak görmüyor zaten. Biz bu bölgede yeni atmosfer oluştururuz.
BOT: O zaman Türkiye’ye iyi çalışmalar dileriz.
TÜRK HALKINI KANDIRMAK
Ki…
“17 Aralık” tarihi öncesinde, AB’li bürokratlarla yapılan başka görüşmeler de var.
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen ile Başbakan Erdoğan arasında geçen görüşme de böyle bir görüşme.
Türkiye’nin, AKP iktidarı süresinde, nasıl yönetildiğine örnek teşkil etmesi açısından, tarihe not düşmek adına, bu kritik diyalogları aynen aktarıyorum:
ERDOĞAN: Selamlar...
VERHEUGEN: Selamlar, hoşgeldiniz sayın Başbakan.
ERDOĞAN Selamlar, teşekkür ederim sayın Verheugen.
VERHEUGEN: Kurye ile ilettiğiniz mesajları aldım. İşbirliğinden memnun kaldığınızı tahmin ediyorum.
ERDOĞAN: Kesinlikle. Teşekkür ediyorum. Bizi iç kamuoyunda rahatlattınız. Operasyonumuzu kusursuz yaptık. Ayrıca ekonomik anlamda da rahatladık. Zannediyorum siz de sonuçtan memnunsunuz.
VERHEUGEN: Ben ve background çok mutluyuz.
ERDOĞAN: Mükemmel bir senaryo idi. Arka planı bilinse her iki taraf da vaziyeti toparlayamazdı.
VERHEUGEN: AB’nin buradan gönderdiği mesajları ve sizin çıkışınızı nasıl da siyasal taktikteki başarı olarak yansıttılar. Ekibinizi kutluyorum. Herkesi hipnotize ettiniz.
ERDOĞAN: Aslında bir ara çok korktuk. Medya kontrolden çıkabilecek kadar uçlara gitmişti.
VERHEUGEN: AB taraftarı gibi görünen bir hayli entelektüel var. Son yapay krizde gerçek renkleri belli oldu. Sizin için tehlikeli bir siyasal zemin var. Entelektüelleriniz daha çok ABD yanlısı. Medya da görünürde destek veriyor. AB’ye yönelik çıkışınız kamuoyu, medya, devlet ve uluslararası destek açısından dehşet dengesinde olduğunuzu ortaya koydu demiştim. Bu arka plan 17 Aralık’ta işinizi çok zorlaştıracaktır.
ERDOĞAN: AB sürecini tam anlamıyla kontrol altında tuttuğumuzu söylemek mümkün değil. Sanıyorum sizin için de aynı husus geçerli.
VERHEUGEN: Hımm...
ERDOĞAN: Kamuoyu, özellikle halk AB’den tarih alacağımızdan emin görünüyor. Fakat biz hükümet olarak tersi bir durumun olabileceğini fazla vurgulayamıyoruz. İlerleme raporu olumlu ya da olumluya yakın çıksa elimiz güçlenecek. Benim size gönderdiğim kurye raporun olumsuz çıkacağında ısrarlı.
VERHEUGEN: Benim de kontrol edemediğim süreçler ve odaklar söz konusu. Benim pozisyonumu da bilmeniz lazım. Sonuçta ben burada söyleneni yapıyorum. Ancak ne siz ne ben çok açık sözlü olabilme şansına sahibiz. Limitler sınırlı. Ben ‘çok açık evet’ ve ‘çok açık hayır’ anlamına gelmeyecek diplomatik bir dil kullanmakla görevlendirildim.
ERDOĞAN: Peki ‘zina krizi’ ile bizim bu süreci yöneten organizasyonlara hazine borçlanması üzerinden aktardığımız kaynaklar ‘evet’ ibaresinin ağırlığını artıracak kadar tatmin edici olmadı mı?
VERHEUGEN: Sayın Başbakan, bu tür kaynaklarla sınırlı sayıda odağı kısa süreli susturabilirsiniz. İlerleme raporundan sonra daha derin krizler yaratılabilirse o zaman elde edilecek kaynaklarla çok fazla odağı etkileyebiliriz. Bu durumda Türkiye için daha pozitif bir resim oluşur.
ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bu süreçleri kontrol edemezsek kaynak yaratalım derken sayın Yılmaz gibi kendimizi Meclis dışında bulabiliriz. AB’ye alınmanın ne kadar güç olduğunu hatta imkansız olduğunu sık sık vurguladınız. İmkansız bir amaç için yapacağımız zorlamalar sizi etkilemez ama ben de sayın Yılmaz gibi Yüce Divan’a kadar gidebilirim.
VERHEUGEN: Bu süreci ülkeniz açısından değil de kendiniz ve siyaset dışı ekibiniz açısından değerlendirmenizi tavsiye ederim. Böyle yaparsanız ülkeniz zarar görebilir ama sizler çok kazançlı çıkarsınız. Muhtemelen ABD son anda AB sürecini askıya alacak perde arkası ajitasyonlar yapabilir. Kaldı ki bunu ABD yapmasa bile AB’nin içinden Türkiye’yi istemeyen unsurlar bir anda süreci iptal edebilirler.
ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bizim zamana ihtiyacımız var. Ben bunu Schröder’e söyledim. Yine söyleyeceğim. Almanya ve Fransa bize ‘evet’ deseler bile birliğin içindeki dengeler, demografik ve politik projeksiyonların önümüzdeki en büyük engel olduğunu siz söylemiştiniz. Şimdi halka karşı bir söylem mühendisliği yani yeni bir AB süreci dili oluşturmamız gerekecek. Bize bu konuda yardımcı olur musunuz?
VERHEUGEN: Kıbrıs’ta olduğu gibi bir yöntemden bahsediyorsanız bunun için bizimle değil, Ankara’daki gizli danışmanımızla görüşmeniz gerek. Kıbrıs’ta her şeyi 1974 yılındaki başlangıç noktasına döndürdünüz. Ve kamuoyu bunu anlamadı. Kıbrıs’ta hiçbir ilerleme kaydetmediğinizi yarın ifşa edenler çıkabilir.
ERDOĞAN: Sayın Verheugen, bu ifşanın zararlarını çift taraflı çekeriz. Ben ‘zina’ krizinde olduğu gibi karşılıklı işbirliğinin devamını istiyorum. AB süreci çıkmaza girse bile sürecin devam ettiğini uluslararası kamuoyuna inandırabilirsek biz kendimizi kurtarmış oluruz.
VERHEUGEN: Sayın Başbakan, bu konuyu sizin gizli danışmanınız (Alon Liel) ve onun perde arkası (A Takımı) ile konuşsak daha iyi olur. Bu sürecin yönetiminde anlaşırsak AB hususunda da başa dönüşü bir kazanım olarak kamuoyunuza ve uluslararası çevrelere deklare edebilirsiniz. Ama dediğim gibi perde arkanızla konuşmak daha rasyonel olacak.
ERDOĞAN: O halde şimdi medyanın karşısına krizi aştığımızı TCK’da gerekli düzenlemeleri yapıp kanunu TBMM’den geçirebileceğimizi açıklayabiliriz değil mi?
VERHEUGEN: Sizin gizli danışmanınızla mutabık kalalım önce. Siz bir arayıp görüşmeyle ilgili bilgi verirseniz biz basın toplantısını yaparız.
ERDOĞAN: Sizinle bu konuda işbirliğimiz devam edecek. Şimdi ben Türkiye’de ayağa kalkan çevreleri yatıştırmak zorundayım. Çünkü onlar zina krizinin yapay olduğunu bilmiyorlar. Siz, gizli danışmanımla özel olarak bir araya gelirsiniz.
VERHEUGEN: Onunla değil. Onun organizasyonu (A Takımı) ile.
ERDOĞAN: Tamam Sayın Verheugen, bu görüşme gerçekleşecek. Biz basın toplantısı yapıp krizin sona erdiğini açıklayalım.
VERHEUGEN: Türkiye’yi anlamak gerçekten zor. Sizlerin diplomasinizi senaryolara yönelik çalıştırmanız enteresan.
ERDOĞAN: Anlıyorum.
VERHEUGEN: Basın toplantısına geçebiliriz.
(…)
Ve…
Son olarak…
Söz verip tutmamayı bir yaşam biçimi haline getiren Başbakan Erdoğan’ı hem içte hem de dışta zor günler bekliyor.
Anadolu’da “Ak günler” özleminin yerini “Ak’çeli günler” alalı çok oldu!
2006’nın ilk çeyreğinde Kara Kuvvetleri, büyük bir değişimin altına imza attı!
Yeni bröveye, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın siluetini yerleştirdi.
Türkiye’de bir dönem kapanıyor!
Yeni, yepyeni bir dönem başlıyor.
Gazi, Başkent Ankara’ya yeniden çıkartma yapıyor!
Erdoğan’ın “Başvekil” olmak için Batılı devlet adamlarına verdiği ölçüsüz sözler ve içine düştüğü Ak’çeli ilişkiler ağı başını iyice belaya sokmuş durumda!
“Pazarlamacı siyaset” de, “tüccar politikacılık” anlayışı da Başkent Ankara’da son günlerini yaşıyor!
Görünen o ki Kasımpaşalı Tayyip’in “Başbakanlık serüveni” Yüce Divan’da son bulacak!
Sevgiler
Hayrullah Mahmud
Kürt Sait'in namı diğer Said-i Nursi’nin 1909 yılında, İstanbul'da Vezir Han’daki İkbal-i Millet matbaasında basılmış bir eseri vardır. Bunun adı “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-i Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürd-î” dir. Kendisinin Saîd-i Kürd-î (Kürt Sait) olduğunu onayladığı ettiği bu eserde, eserin yazarı olarak da kendisini “Bedîüzzaman” (Zamanın harikası) diye sunmaktadır. Eserin yayıncısı da “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” (önsöz) kısmı (44-48. sayfalar) Kürt Sait’in içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir.
İşte Kürt ayrılıkçısı, Kuvayı Milliye düşmanı, Kürdistan talepçisi Said-i Nursi yani Kürt Sait’in gerçek yüzü:
“Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem bence bahis eksik kalır. Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhi hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dal budak salan Allah’ın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emrediyor ki:
Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkiliyle Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumî ahengi muhafaza ediniz. Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek sesle sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum için fen, sanat ve silâh başına, ileri arş emrini veriyor. Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmi mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu ile sulamanın vaktidir. Yoksa kuruyup çürüyecektir. İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan üstat, sillesini kaldırmış, size hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahasında yağma ettireceksiniz yahut medeniyet alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbali karşılayacak ve olgunluğun kâbesine koşacaksınız.
Milliyet denilen mâzi derelerinde, hâl sahralarında ve istikbâl dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî gibi, herkesi başkasını haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki her biriniz umum bir milletin hayatının mâkesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali oldunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür ve millî hamiyetin galeyanıyla ahlâk da yükselir. Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve millî hakimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan hürriyetteki cüz'i iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer'î meşveretin mayasıyla mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve vâsîye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığınızı birleşerek gösteriniz. Millî hamiyet ve şahsî fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmeyecektir.
Mâzide dağınıklığınıza sebebiyet veren birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet saadet hanesinde icat fikrine, şahsî teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâp edecektir. Hattâ diyebilirim ki başkalarının sükûtî medreselerine nispetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmî mebuslar meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatihalar okuduğunuz zamandaki semâvî ve rûhânî vızıltılarınızda, mezhebî ve kavmî mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir îmâ ve nişanı vardır.
‘İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur.’ sözünün öteki ifadesi, şahsî teşebbüstür. Her kemâlin kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve millî namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında millî namusu çiğnetmeyiniz. Millî duyguların mâkesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bulunan diliniz, tûbâ ağacı gibi bir ağacın tecellisine müstatken, böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz sizden millî hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi lisandır. Anadil tabiî olduğundan, kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz, O zihne giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi bâki kalır. Millî dille görünen her şey hoş gelir. Millî hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da Mutkili Halil Hayâlî Efendi'dir. Millî hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası olan elifbe, (alfabe) sarf (gramer) ve nahvini (sözdizimini) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninde böyle bir hamiyet cevherine rast geldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler ışıklandıracaktır.
İşte bu zat bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.”
Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî
Hangi şeytanı taşlıyorsunuz?
İbadet adı altında her yıl dünyaya rezil oluyoruz. Şu işe bakın, kala kala bir ibadetimiz kalmış, onu da adam gibi yapamıyoruz. İslam’ın en evrensel ibadeti olan hac, bir tür ‘yıllık katliam’a dönüşmüş bulunuyor.
Ve dünya álem bu katliamı ibret ve dehşetle izliyor. Ekonomiden ticarete, sanayiden ziraate hemen her alanda perişan olan İslam dünyası, hiç değilse Tanrı ile kul arasındaki şu ibadeti insanca yerine getirebilse... Hiç değilse o alanda kendisine bir saygınlık sağlasa...
Nerede?
Despotların dayatması
Teknolojinin en cehennemî silahlarıyla çarpışan orduların haftalar süren savaşlarında otuz-kırk kişi bile ölmezken, Müslüman’ın en kutsal ve en evrensel ibadeti olan hacda her seferinde birkaç bin veya birkaç yüz kişi ölüp gitmekte...
Bahane hep aynı, hep insanlık dışı ve ilkel: Allah’ın takdiri... Allah’ın takdiri, öyle mi?
Yalancının Allah belasını versin! Allah kendine yönelenleri cezalandırıyor mu, be hey sersem? !
Sebep açık ve tek: Hac, haccı emreden Tanrı’nın istediği ve gösterdiği gibi değil, Tanrı adına hükümranlık kuran fıkıh despotlarınnın dayattıkları gibi yapılıyor.
Hac, Kur’an’ın emrettiği bir ibadet değil mi?
Evet!
Peki, Kur’an haccın ne zaman yapılacağını söylüyor?
‘Hac ayları’ denen üç ay içinde. Yani doksan günlük bir sürede... Siz ne yapıyorsunuz?
Haccı üç güne sakıştırıyorsunuz.
Allah’ın dediğini yapmayarak şeytana oyuncak olanlar, daha sonra şeytanı taşlamaya kalkarlarsa bunun sonu ne olur? Sonuç ortada: Allah, kendisiyle ádeta alay edenlerle alay ediyor ve onları şeytana yenik düşürüyor.
Hac emrini getiren Kur’an’ın tanıttığı hacda ‘şeytanı taşlamak’ diye bir şey var mı? Yok!
Peki, binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan bu geleneği ne diye sürdürüyorsunuz? Gelenek öyle istiyor! Geleneği ilahlaştıran despotlar öyle istiyor.
O zaman, máruz kaldıklarınız, dini kotaran Allah’ın değil, geleneği kotaran şeytanın beğendiği sonuçlar... Ne diye bağırıp çağırıyorsunuz? ! ...
Şeytanın adresi başka
Şeytan taşlayacaksınız, şeytan orada değil. Taşlanacak şeytanı Müslüman cámiaya gösteren birçok akılcı-Kur’ancı İslam düşünürü yaşadı, eser yazdı. Ben de yazdım. ‘Kur’an Açısından Şeytancılık’ adıyla yaklaşık üç yüz sayfa yazdım. Taşlanacak şeytanların adresi orada.
Gidin taşlayın da görelim. Bakın bakalım, şeytan taşlamak neymiş! Taşlayın da Müslüman dünyanın kaderi değişiversin!
Taşlayamazsınız! Çünkü size şeytanı değil, şeytanın adresini veren düşünce öncülerini taşlamayı öğrettiler. Şimdi gitmiş Mekke’de şeytan taşlıyorsunuz. O topraklardaki taşlanacak şeytanın yeri o sizin çakıl fırlattığınız yer değil...
Sizin taşladığınız şeytan şu melanetlerin hangisini yapıyor? Fıçılarla viski mi içiyor, üzerine tesettür giysisi geçirilmiş beyaz kadınları haremine takıp keyif mi yapıyor? Oğlancılık yapıp morfin mi çekiyor? Üstüne oturduğu petrodolarlarla kitlelerin beynini fesada vererek dünyayı İslam’dan nefret mi ettiriyor? Haçlılarla işbirliği yapıp Müslümanlar’a orada-burada kazık mı atıyor?
Bunları yapan bir şeytan ekibi var, ama o sizin taşladığınız yerde değil... Eğer Muhammedî ferasetiniz varsa ve yüreğiniz tutuyorsa gidin o esas şeytanları bulun ve onları taşlayın...
Ey Müslüman, kendine gel! Taşlanacak şeytanı tanı! O taşladığın, şeytan değil, senin hayalin. Şeytanın öyle taşlanmayacağını, senin taşlarını boşuna attırdıklarını, seni aldattıklarını artık anla! Şeytana da dünyaya da rezil olduğunu artık
adam gibi adam.
allahın türkten ve bu dünyadan umudunu kesmediğine delil ararsanız.o muhteşem insan atatürk ü bize göndermesidir.sanki misyon yüklü,saki kurtarıcı olarak gelmiş gibidir.
time dergisinin düzenlediği,dünyada yüzyılımızdaki enbüyük ıslahatçılar listesindeki ilk isim..
dünya onu tanıyıp anladı da, bizim ahmaklar 300 sene sonra onu anlayıp methiyeler düzecekler...
ölme eşşeğim ölme....sen 1300 yıldır bunu yapıyorsun.
ne zaman uyanacan islam dünyası..
adam gibi adam.
yüzlerce yıllık, küflü beyinlerdeki paslı çivileri sökebilen, nadir yetişen insan..
esaret tanımamanın sembolu.
seni Türk insanına gönderen yaratıcıya sonsuz minnettarım
şeytanın günümüzdeki en büyük kurmaylarından birisi.yani en büyük şeytan evliyasıdır. evliyauşşeytan diyor. bu tiplere kur'an.
'aldatan sakın ama sakın Allah ile aldatmasın' (fatır:14 ayet, hadid ve lokman sürelerine bakınız) ..
cüce ruhların ve küçük beyinlilerin ancak 300 yıl sonra anlayacakları insan