şimdiler de suç aleti olarak lanse edilen keyif maddesi. yüzeysel bir yaklaşımla: bizim sigara içerken çıkardığımız halkalar, burundan üfürmeler, halının altına kül sallama özgürlüklerimiz ne olacak?
yine, yeni, yeniden nakaratlarıyla buluştuğum kent.
bu kadar hasret çekip, özlediğim, uğruna (uyduruk) yazılar döktürdüğüm, mistik bir aşkla bağlandığım kentin, ergen çocuklar gibi beni tersleyip, soğuk davranması canımı sıkıyor. dinle beni:
öncelikle, o eski hatırladığın insan değilim (daha önce de yazmıştım, insanın kendisini anlatması meşakkatlı bir iş, diye. deneyelim) kendimi temize çektim, mis amber kokular süründüm, büyüdüm, çoğaldım evet çoğaldım: müjdemi vereyim, sana bir oğlan getirdim. seversin sen külhan, ateş gibi çocukları. benimkisi de öyle... neyse, fazla duygusallaşmadan, uzatmadan kısa keseyim. biliyorum yazı biraz yavan, eksik oldu, ayrıntıları daha sonra yazarım, hadi naz yapmadan kucağına al beni, soluğunu hissedeyim.
bütün iş yoğunluğum arasında güzelleme yaptırmak için burnumun direğini sızlatan şehir.
klişeleşmiş bir cümleyle: senden ayrıldığım için bana kızgınsın, biliyorum. ama mecbur olduğumu da sen biliyorsun. yoksa, senin çipuralarını, fındıkpınarı’nı, yamuk-yumuktepeni, salaş meyhanelerini,”ileri aslanlarım”ın yankılandığı stadını, turunculara bürünmüş portakal bahçelerini, berber nickole’ü, duygularımın ayyuka çıktığı sokaklarını, karpit patlattığım yalaklarını, rusoupularını(geniş anlamıyla) , sevdiklerimi, hayal kırıklıklarına gark ettiklerimi, dostçuklarımı, şeytan yeğenlerimi bırakır mıydım? ..içimi dökmek istiyorum sana, varsın “mersin pıtırcığı” desinler, umurum da değil;
sabah, (aslan gibi) heyecanla uyanıyorum, lodosun getirdiği kesif bir iyot kokusu içimi kaplasın diye! ama nafile. poyrazın, bayrak direklerinin başlıklarını birbirine sürterekten çıkarttığı insanı çıldırtan klik-klik’ li mekanik ses ve kömür kokusuyla kalkıyorum. o an her şeye boş vermek geliyor içimden. leman’ daki ne işim var adamı oluveriyorum. sinirlerim laçkalaşıyor; kes biletini git kentine, insan kentiyle vardır, alma 3 kuruş fazla, olmasın koltuğun, diye kendime kızıyorum. sabah sabah limonlu votka… gevşeyerek, bu ayrılığı mantıksal düzlem de (eşek gibi) tekrar yoğuruyorum: mec-bur-sun…kendimi (maymun gibi) motive etmeye başlıyorum; hadi lan yüreğim, ha gayret, az kaldı, bu son ayrılığın olacak, ışıl ışıl günler seni bekliyor, bir daha uzaklaşmayacaksın kentinden, bak, zor da olsa geçiyor günler...
öğlen, (votkanın etkisiyle, kedi gibi) kıvırıyorum: belki de uzaktan sevmek en güzeli!
ikindi (inek gibi) tükürdüğümü yalıyorum: o şehirde kendini tekrar etmeye başlamıştın, biraz nefeslen.
akşam, (akrep gibi) kaçacak yer yok, kandaki promil sayısı da düştü; mantığının **(mersine has sunturlu bir küfür) mersin’i istiyorum lan, üüühü-ühü.
not: spontane yazılmış, bir yazıdır. imla ve mantık hataları affola.
…garip teyzem, henüz 13 yaşındayken zorla abdo köre (kör abdullah) veriliyor (evlendiriliyor) …gel zaman, git zaman teyzemin çocuğunun olmadığı anlaşılıyor. abdo kör zülümkar, abdo kör cani; her gece al kızıl kana boyanan kadar dövüyor teyzemi. zavallı, şeyhlere, yatırlara, dağlara, ağaçlara adaklar sunuyor, geceler boyunca allaha yalvarıyor, olmuyor da olmuyor. dayanamıyor, eruh’un çevre köylerinde kendisine rakip olmayacak ama çocuk doğurabilecek bir kadın arıyor. sonun da ermeni dönmesi iki gözü görmeyen güley i buluyor. güley iki oğlan doğuruyor. teyzem, oğlanları, oğlu biliyor, bağrına basıyor, emek veriyor, büyütüyor…abdo kör, uçan kuşu ispiyonluyor, abdo kör ajan. rüzgar abdo körden yana, abdo kör hain, abdo kör olur olmaz sebeplerle teyzemin yüzünü kraterlerle çeviriyor, bin bir işkence, sopa, dayak... gün yüzü görmüyor kadın…
çocukluğum geliyor aklıma: kara kış gecelerinde bizleri etrafına toplar, tostopalaklı, yımbıryuvalak, kıllıkaplaklı ayı hakketlerini (hikayeleri) anlatırdı. teyzem dengebej, teyzem hüzzam makamında bir parça, teyzem gaz lambasının ışığında anlattığı perilere benziyor, kollarına alıyor bizi, miski amber teyzem…ossey, diyor, bele(evet) vallah, diyor, male vişşş, diyor, diyor da diyor…
…yoğun bakım da pelteye dönmüş teyzem, 20 kilo ya var, ya yok, ölüyor teyzem, kısır teyzem, bahtı kara teyzem, ay yüzlü teyzem…öldü teyzem, teyzem öldü…)
boyacı emrullah ustanın kızı, gökşen’ le, kesilmiş portakal ağacının yalağında (çukurunda) sürekli tekrarladığımız oyundu (o zamanlar internet, facebook, cep telefonu, e2 yoktu) ben genel cerrah alanında uzman doktor, gökşen’de sürekli hemeroid tedavisine muhtaç bir hastaydı. aramızda ki ilişki hipokrat yeminine sadık kalmayan türdendi…devamı formatı zorlayacağından isteyene özelden devam edebilirim.
tanım: yaratıcı bir çocuk oyunudur, yetişkin zamanlarda dahi çağrışım yapar, o kadar yani…
yargılanan en kolay duygudur! (veciz bir gizirgahtan sonra topla, toplayabilirsen)
kendi yaşamımızda yada çevremizdeki yaşanmışlıklarda korkunun, öfkenin, sevincin,hüznün,acının binbir türlü akla büründürülmesi, maruz gösterilmesi, tahlil edilmesi, saptamalarda bulunulmasına tanık olmuş yada bizathi yapmışızdır. sıra, yaşamın en ateşli dinamiği aşka geldiğinde ahlaki, toplumsal, bireysel yasakları, yanlışları, anlaşmazlıkları, sorgulamaları anında devreye sokup, en yüce duyguyu kıstırmaya kalkmışızdır.(1.çoğul ağızla yazıyoruz, topla, toplayabilirsen. ağzımıza s.çayım)
yapmayın güzellerim, canlarım (sokak ağzına evrildik, çıkarıyorum) , aşk denilen duygulanım da kaybetmekte olasılıklar dahilindedir: aşk, kaybetmeyi göze alabilmektir aynı zamanda (buranın en güzel yanı, mod baskısından, format korkusundan uzak, rahatlıkla muhataplarına cevap yazabilmekte, devam) ama işte insanız, duygularımız var, beklentilerimiz, badiş-ler-imiz var, hal böyle olunca, anlamadan, dinlemeden, duygulanımlar karşısında hakim rollerine bürünecek insanların önce savunma avukatlıklarını yapması gerekir. (tanım 1.asliyeye döndü vıınnnnn)
tanım: mader: “aşk bir kaçıştır, insanın sığındığı bir sığınak; yüreği yaralı olanların, çaresizlerin kurduğu bir hayaldir aşk' (m. uzun; aşk gibi aydınlık ölüm gibi karanlık)
yıllardır, devleti alinin bürokratik yapılanmasının levazımatçılığını yapmış ocaktır. şimdilerde akp' nin kendi kadrolarını devşirmesiyle kontrapide durumlarıyla ters köşeye yatmışlardır.
öğrettiğiniz o mekanik, soğuk, akılcı çözümlemelerinizi içselleştiremedik, özür dilemiyoruz. duygularımızla, aklımızı aynı pota da eritmeyi bir türlü beceremedik, salak sizsiniz!
biliyoruz, adımızın baş harfinin “o” olduğunu bildiğimiz gibi biliyoruz; biz yine koşulsuz, hesapsız sevdaların peşinde koşacağız. bunun bedelini yüreğimiz de açılan onulmaz yaralarla ödeyeceğimizi de biliyoruz.. mazoşist falan değiliz; ruhumuza yakışanı giyiyoruz, yüreğimizin tınısına ayak uyduruyoruz…
sevdaya, hayata ilişkin umutlarımız dipdiri duruyor ve gülüyoruz, en büyük servetimizi harcadığımızı bile bile ağız dolusu gülüyoruz.
yok oluşların, hasretlerin, sevginin, nefretin, korkunun…kısaca yaşama ilişkin her şeyin ama her şeyin taşlara işlendiği şehir. yaşar kemal’ in ifadesiyle, peynir gibi kesilmiş taşlar! ve o taşlara hayat veren, taş ustalarının sabrı ve duyguları yansıtmada ki becerileri: takdire şayan!
taş olan kısım merkez ve burası gündüz seyranlık, gece gerdanlık olarak anılıyor. ama asıl unutulan, bunların ortasındaki pırıl pırıl çerezci dükkanları! elini atıyorsun fıstık, gözünü süzüyorsun badem! öyle ki 3-4 gün kalsa da tazeliklerinden bir şey kaybetmiyor. neyse, yazıyı kişiselleştirmeden şehrin kültürel, sosyolojik, mimari özelliklerinden bahsetmeye devam edelim;
şehrin aşağı tarafta, sonsuzluğa uzanan, cetvelle kesilmiş gibi kendi içinde düzenli, ahenkli (geldiğim de yeşildi, şimdi sarıya çalıyor) uçsuz, bucaksız mezopotamya ovası; her an renk değiştirip, delirmişcesine üzerimize kara yağmur bulutlarını savuran, bazen de dinginliğiyle masmavi bir denizi çağrıştıran, güzelim ova. bu arada mardin kızları, kot pantolon üzerine etek, kumaş pantolonlarının üzerine uzun gömlekler giyerek, garip bir görüntü sergiliyorlar! ya erkeklerin hayal dünyasını, yaratıcılıklarını geliştirmek yada kalça göstermeme eylemi yapıyorlar! anlamadım gitti. neyse hem formun, hem alter egomun sınırlarını zorlamayayım. neyse konun özüne dönelim;
yukarısı ise mazı ağaçları, zülme karşı direnişin sembolü turuncu renkli ters laleler, mor menekşelerin yetiştiği, beyaz suyun aklaştırdığı, gizemli haliyle insanı kendine çeken, yemyeşil sıra dağlar… ve bu sıra dağlardan yankılanan farklı kültürlerin, dinlerin-mezheplerin, dillerin oluşturduğu kardeşlik türküleri…
şimdiler de suç aleti olarak lanse edilen keyif maddesi. yüzeysel bir yaklaşımla: bizim sigara içerken çıkardığımız halkalar, burundan üfürmeler, halının altına kül sallama özgürlüklerimiz ne olacak?
yine, yeni, yeniden nakaratlarıyla buluştuğum kent.
bu kadar hasret çekip, özlediğim, uğruna (uyduruk) yazılar döktürdüğüm, mistik bir aşkla bağlandığım kentin, ergen çocuklar gibi beni tersleyip, soğuk davranması canımı sıkıyor. dinle beni:
öncelikle, o eski hatırladığın insan değilim (daha önce de yazmıştım, insanın kendisini anlatması meşakkatlı bir iş, diye. deneyelim) kendimi temize çektim, mis amber kokular süründüm, büyüdüm, çoğaldım evet çoğaldım: müjdemi vereyim, sana bir oğlan getirdim. seversin sen külhan, ateş gibi çocukları. benimkisi de öyle... neyse, fazla duygusallaşmadan, uzatmadan kısa keseyim. biliyorum yazı biraz yavan, eksik oldu, ayrıntıları daha sonra yazarım, hadi naz yapmadan kucağına al beni, soluğunu hissedeyim.
bütün iş yoğunluğum arasında güzelleme yaptırmak için burnumun direğini sızlatan şehir.
klişeleşmiş bir cümleyle: senden ayrıldığım için bana kızgınsın, biliyorum. ama mecbur olduğumu da sen biliyorsun. yoksa, senin çipuralarını, fındıkpınarı’nı, yamuk-yumuktepeni, salaş meyhanelerini,”ileri aslanlarım”ın yankılandığı stadını, turunculara bürünmüş portakal bahçelerini, berber nickole’ü, duygularımın ayyuka çıktığı sokaklarını, karpit patlattığım yalaklarını, rusoupularını(geniş anlamıyla) , sevdiklerimi, hayal kırıklıklarına gark ettiklerimi, dostçuklarımı, şeytan yeğenlerimi bırakır mıydım? ..içimi dökmek istiyorum sana, varsın “mersin pıtırcığı” desinler, umurum da değil;
sabah, (aslan gibi) heyecanla uyanıyorum, lodosun getirdiği kesif bir iyot kokusu içimi kaplasın diye! ama nafile. poyrazın, bayrak direklerinin başlıklarını birbirine sürterekten çıkarttığı insanı çıldırtan klik-klik’ li mekanik ses ve kömür kokusuyla kalkıyorum. o an her şeye boş vermek geliyor içimden. leman’ daki ne işim var adamı oluveriyorum. sinirlerim laçkalaşıyor; kes biletini git kentine, insan kentiyle vardır, alma 3 kuruş fazla, olmasın koltuğun, diye kendime kızıyorum. sabah sabah limonlu votka… gevşeyerek, bu ayrılığı mantıksal düzlem de (eşek gibi) tekrar yoğuruyorum: mec-bur-sun…kendimi (maymun gibi) motive etmeye başlıyorum; hadi lan yüreğim, ha gayret, az kaldı, bu son ayrılığın olacak, ışıl ışıl günler seni bekliyor, bir daha uzaklaşmayacaksın kentinden, bak, zor da olsa geçiyor günler...
öğlen, (votkanın etkisiyle, kedi gibi) kıvırıyorum: belki de uzaktan sevmek en güzeli!
ikindi (inek gibi) tükürdüğümü yalıyorum: o şehirde kendini tekrar etmeye başlamıştın, biraz nefeslen.
akşam, (akrep gibi) kaçacak yer yok, kandaki promil sayısı da düştü; mantığının **(mersine has sunturlu bir küfür) mersin’i istiyorum lan, üüühü-ühü.
not: spontane yazılmış, bir yazıdır. imla ve mantık hataları affola.
ay yüzlü, bahtı kara, anne tamı;
(o yüz söndü!
…garip teyzem, henüz 13 yaşındayken zorla abdo köre (kör abdullah) veriliyor (evlendiriliyor) …gel zaman, git zaman teyzemin çocuğunun olmadığı anlaşılıyor. abdo kör zülümkar, abdo kör cani; her gece al kızıl kana boyanan kadar dövüyor teyzemi. zavallı, şeyhlere, yatırlara, dağlara, ağaçlara adaklar sunuyor, geceler boyunca allaha yalvarıyor, olmuyor da olmuyor. dayanamıyor, eruh’un çevre köylerinde kendisine rakip olmayacak ama çocuk doğurabilecek bir kadın arıyor. sonun da ermeni dönmesi iki gözü görmeyen güley i buluyor. güley iki oğlan doğuruyor. teyzem, oğlanları, oğlu biliyor, bağrına basıyor, emek veriyor, büyütüyor…abdo kör, uçan kuşu ispiyonluyor, abdo kör ajan. rüzgar abdo körden yana, abdo kör hain, abdo kör olur olmaz sebeplerle teyzemin yüzünü kraterlerle çeviriyor, bin bir işkence, sopa, dayak... gün yüzü görmüyor kadın…
çocukluğum geliyor aklıma: kara kış gecelerinde bizleri etrafına toplar, tostopalaklı, yımbıryuvalak, kıllıkaplaklı ayı hakketlerini (hikayeleri) anlatırdı. teyzem dengebej, teyzem hüzzam makamında bir parça, teyzem gaz lambasının ışığında anlattığı perilere benziyor, kollarına alıyor bizi, miski amber teyzem…ossey, diyor, bele(evet) vallah, diyor, male vişşş, diyor, diyor da diyor…
…yoğun bakım da pelteye dönmüş teyzem, 20 kilo ya var, ya yok, ölüyor teyzem, kısır teyzem, bahtı kara teyzem, ay yüzlü teyzem…öldü teyzem, teyzem öldü…)
boyacı emrullah ustanın kızı, gökşen’ le, kesilmiş portakal ağacının yalağında (çukurunda) sürekli tekrarladığımız oyundu (o zamanlar internet, facebook, cep telefonu, e2 yoktu) ben genel cerrah alanında uzman doktor, gökşen’de sürekli hemeroid tedavisine muhtaç bir hastaydı. aramızda ki ilişki hipokrat yeminine sadık kalmayan türdendi…devamı formatı zorlayacağından isteyene özelden devam edebilirim.
tanım: yaratıcı bir çocuk oyunudur, yetişkin zamanlarda dahi çağrışım yapar, o kadar yani…
yargılanan en kolay duygudur! (veciz bir gizirgahtan sonra topla, toplayabilirsen)
kendi yaşamımızda yada çevremizdeki yaşanmışlıklarda korkunun, öfkenin, sevincin,hüznün,acının binbir türlü akla büründürülmesi, maruz gösterilmesi, tahlil edilmesi, saptamalarda bulunulmasına tanık olmuş yada bizathi yapmışızdır. sıra, yaşamın en ateşli dinamiği aşka geldiğinde ahlaki, toplumsal, bireysel yasakları, yanlışları, anlaşmazlıkları, sorgulamaları anında devreye sokup, en yüce duyguyu kıstırmaya kalkmışızdır.(1.çoğul ağızla yazıyoruz, topla, toplayabilirsen. ağzımıza s.çayım)
yapmayın güzellerim, canlarım (sokak ağzına evrildik, çıkarıyorum) , aşk denilen duygulanım da kaybetmekte olasılıklar dahilindedir: aşk, kaybetmeyi göze alabilmektir aynı zamanda (buranın en güzel yanı, mod baskısından, format korkusundan uzak, rahatlıkla muhataplarına cevap yazabilmekte, devam) ama işte insanız, duygularımız var, beklentilerimiz, badiş-ler-imiz var, hal böyle olunca, anlamadan, dinlemeden, duygulanımlar karşısında hakim rollerine bürünecek insanların önce savunma avukatlıklarını yapması gerekir. (tanım 1.asliyeye döndü vıınnnnn)
tanım: mader: “aşk bir kaçıştır, insanın sığındığı bir sığınak; yüreği yaralı olanların, çaresizlerin kurduğu bir hayaldir aşk' (m. uzun; aşk gibi aydınlık ölüm gibi karanlık)
yıllardır, devleti alinin bürokratik yapılanmasının levazımatçılığını yapmış ocaktır. şimdilerde akp' nin kendi kadrolarını devşirmesiyle kontrapide durumlarıyla ters köşeye yatmışlardır.
not: aman bananey ya!
ince ince, ilmek ilmek, badiş badiş örülen,; önkoşulsuz, ezbersiz: canı gönülden (bu kelimeye nasıl hastayım, anlatmam) amok koşucusu sprinterliği kıvamında delice bir duyguymuş!
1001. kez refere etmek pahasına -gocunmadan- hakikaten emekmiş!
not: gizem, kovalanmak, ufuklara dalmak sizin,
insan sıcaklığı, sohbet, cancişlik sevenlerin olsun…
içli insanlarız;
öğrettiğiniz o mekanik, soğuk, akılcı çözümlemelerinizi içselleştiremedik, özür dilemiyoruz. duygularımızla, aklımızı aynı pota da eritmeyi bir türlü beceremedik, salak sizsiniz!
biliyoruz, adımızın baş harfinin “o” olduğunu bildiğimiz gibi biliyoruz; biz yine koşulsuz, hesapsız sevdaların peşinde koşacağız. bunun bedelini yüreğimiz de açılan onulmaz yaralarla ödeyeceğimizi de biliyoruz.. mazoşist falan değiliz; ruhumuza yakışanı giyiyoruz, yüreğimizin tınısına ayak uyduruyoruz…
sevdaya, hayata ilişkin umutlarımız dipdiri duruyor ve gülüyoruz, en büyük servetimizi harcadığımızı bile bile ağız dolusu gülüyoruz.
yok oluşların, hasretlerin, sevginin, nefretin, korkunun…kısaca yaşama ilişkin her şeyin ama her şeyin taşlara işlendiği şehir. yaşar kemal’ in ifadesiyle, peynir gibi kesilmiş taşlar! ve o taşlara hayat veren, taş ustalarının sabrı ve duyguları yansıtmada ki becerileri: takdire şayan!
taş olan kısım merkez ve burası gündüz seyranlık, gece gerdanlık olarak anılıyor. ama asıl unutulan, bunların ortasındaki pırıl pırıl çerezci dükkanları! elini atıyorsun fıstık, gözünü süzüyorsun badem! öyle ki 3-4 gün kalsa da tazeliklerinden bir şey kaybetmiyor. neyse, yazıyı kişiselleştirmeden şehrin kültürel, sosyolojik, mimari özelliklerinden bahsetmeye devam edelim;
şehrin aşağı tarafta, sonsuzluğa uzanan, cetvelle kesilmiş gibi kendi içinde düzenli, ahenkli (geldiğim de yeşildi, şimdi sarıya çalıyor) uçsuz, bucaksız mezopotamya ovası; her an renk değiştirip, delirmişcesine üzerimize kara yağmur bulutlarını savuran, bazen de dinginliğiyle masmavi bir denizi çağrıştıran, güzelim ova. bu arada mardin kızları, kot pantolon üzerine etek, kumaş pantolonlarının üzerine uzun gömlekler giyerek, garip bir görüntü sergiliyorlar! ya erkeklerin hayal dünyasını, yaratıcılıklarını geliştirmek yada kalça göstermeme eylemi yapıyorlar! anlamadım gitti. neyse hem formun, hem alter egomun sınırlarını zorlamayayım. neyse konun özüne dönelim;
yukarısı ise mazı ağaçları, zülme karşı direnişin sembolü turuncu renkli ters laleler, mor menekşelerin yetiştiği, beyaz suyun aklaştırdığı, gizemli haliyle insanı kendine çeken, yemyeşil sıra dağlar… ve bu sıra dağlardan yankılanan farklı kültürlerin, dinlerin-mezheplerin, dillerin oluşturduğu kardeşlik türküleri…
bir mardin türküsü yazalım da tam olsun:
turnam gidersen mardin'e
turnam yare selam söyle
karlı dağların ardından
turnam yare selam söyle
turnam gidersen akdaş'a
karlı dağlar aşa aşa
hem kavime hem kardaşa
turnam yare selam söyle