Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Ömer Muhtar15.07.2005 - 21:33

    bölüm 2

    Bir hafta boyunca Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed ve Muhammed Esed ne yapılabileceğini konuşurlar. Neticede,
    mücadelenin ana üssü olarak Libya çölünün güney ucundaki Kufra vahasının uygun olduğu üzerinde bir görüş birliği hâsıl olur. Burası hem İtalyanların henüz ulaşamadığı bir noktadır, hem Mısır'ın Bahriyya ve Farafya vahalarına giden yol üzerinde bulunduğundan, yeterli ve sürekli bir biçimde yapılacak erzak ve mühimmat ikmali için çok elverişlidir, hem de Mısır'daki kamplarda yaşayan binlerce Sireneykalı mülteci için bir toplanma ve irtibat yeri olabilecek keyfiyettedir. Böylece Seydi Ömer'in kuzeyde çarpışan kuvvetleri, insan gücü olarak buradan düzenli olarak takviye edilebilecektir. Ayrıca, iyi tahkim edilip modern silâhlarla savunulduğu takdirde Kufra, alçaktan yapılan hava saldırılarını rahatlıkla püskürtebilecek, yüksekten seyreden saldırılarsa, geniş bir alan yayılan yerleşim grupları için ciddi bir tehlike arzetmeyecektir.
    Senusî Şeyhi Seyyid Ahmed, mücadelenin yeniden şekillendirilmesi durumunda, gelecek operasyonları bizzat yönetmek üzere Kufra'ya dönmeyi düşünmektedir. Tehlike büyüktür, çünkü Mussolini Akdeniz'in iki yakasında 'Roma İmparatorluğu'nu ihya etme' niyetini saklamamaktadır; ve bu durum, bölgeye göz dikmiş olan Mısır işgalcisi İngilizleri de rahatsız etmektedir.
    Mücadeleyi Kufra vahasında üslendirme kararının alındığı gün Seyyid Ahmed bir aralık Muhammed Esed'e döner ve, 'Mücahîdin için neler yapılabileceğini yerinde tespit etmek üzere, bizim adımıza Sireneyka'ya gider miydin, Muhammed? Olur ki, olup biteni bizimkilerden daha iyi görebilirsen' diye sorar. Muhammed Esed hiçbir şey söylemeden görevi kabul eder.
    Haftalar alan hazırlıklardan, Seydi Ömer ve Mısır'daki Senusîlerle teati edilen gizli yazışmalardan sonra, 1931 başında Muhammed Esed ve arkadaşı Zeyd Kızıl Deniz'i geçer, Mısır'ın Kusayr limanına çıkar, otobüsle Nil boylarındaki Es-Suyut'a, oradan trenle Beni Suaf şehrine gelirler. Burada rehberleriyle buluşur ve on gün kadar sürecek tehlikeli çöl yolculuğuna başlarlar. Nihayet Cebel Ahdar'da Çöl Aslanı'yla biraraya gelirler.
    Ömer Muhtar'la karşılaşmasını anlatan Muhammed Esed müşahedelerini aktarmaya devam ediyor:
    'Onu karşılamak için yürüdüm ve uzattığı nasırlı eli sıktım. 'Hoşgeldin oğlum' dedi, ve her gün tehlikeyle burun buruna yaşayan bir insanın keskin, araştırıcı bakışlarıyla yüzüme baktı. Adamlarından biri yere şilte serdi. Seydi Ömer usulca oturdu. Ondan izin alıp bir kayanın kuytusunda küçük bir ateş yaktılar. Seydi Ömer, kendisine Seyyid Ahmed'den getirdiğim mektubu ateşin ölgün ışığında okumaya başladı. Onu dikkatle okuyup katladı ve geleneğe uyarak saygısını belirtmek üzere başına koydu. Sonra gülümseyerek bana dönüp:
    'Allah uzun ömürler versin ona, Seyyid Ahmed hakkınızda iyi şeyler yazıyor. Bize yardıma hazırmışsınız. Fakat bilmiyorum ki, bize kerem sahibi o kudretli Allah'tan başka kimsenin yardımı ulaşabilir mi bundan böyle? Gerçekten biz artık bize verilen vâdenin sonuna geldik gibi....'
    'Fakat yine de Seyyid Ahmed'in düşündüğü bu plân mücadele için yeni bir başlangıç olamaz mı? ' diye söze karıştım; 'Yeterli destek sağlanır ve Kufra harekâtın merkezi olarak kullanılırsa İtalyanlar durdurulabilir belki de.'
    Seydi Ömer şimdiye kadar kimsede rastlamadığım acı bir tebessümle 'Kufra...? ' dedi, 'Kufra, iki hafta önce İtalyanların eline geçti...' Donup kalmıştım. Seyyid Ahmed'le üzerinde haftalarca durduğumuz plân, Kufra'nın mücadelenin yeni atılım için emin bir üs olabileceği fikrine dayanıyordu oysa. Kufra da elden çıktıktan sonra mücahidlerin elinde kala kala korunmasız Cebel Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında, her gün adım adım elden çıkıyor, yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember giderek daralıyordu. 'Kufra nasıl düştü? '
    Seydi Ömer yorgun bir hareketle adamlarından birini yanına çağırdı: 'Hikâyeyi o anlatsın size. Kufra katliamından kurtulan birkaç kişiden biridir kendisi. Daha dün geldi yanıma.' Kufra'dan gelen adam, bornozunun eteklerini toplayarak bağdaş kurup oturdu. Ağır ağır konuşuyordu; sesinde en ufak bir heyecan belirtisi yoktu. Zayıf, kavruk yüzü şahit olduğu vahşetin aynısı gibiydi.
    'Üç ayrı yönden, üç ayrı birlikle üzerimize saldırdılar, tanklar ve ağır toplarla... Uçaklar alçaktan uçuyor, evleri, camileri, hurmalıkları bombalıyordu. Eli silâh tutan sadece birkaç yüz kişiydik biz. Geri kalan kadın, çocuk ve yaşlı insanlardı. Şehri ev ev, sokak sokak savunmaya çalıştık; ama sonunda El-Havari köyünde kısılıp kaldık. Tüfeklerimiz tanklarla zırhlı kamyonlara kâr etmiyordu. Onun için bizi ezip geçmeleri fazla vakit almadı, ancak birkaçımız kurtulabildik. Ben kendimi hurmalıklara atıp, İtalyan hatlarını aşmak için fırsat kolladım. Orada yüzü koyun uzanmış yatarken İtalyan askerlerinin kirlettiği kadınların çığlıklarını duymamak için kulaklarımı kapatıyordum. Ertesi sabah yaşlı bir kadın bana ekmek ve su getirdi. Aynı kadın bana, İtalyan generalinin sağ kalan halkı Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin kabri başında topladığını ve onların gözleri önünde Kur'ân-ı Kerîm'i paramparça edip ayaklarının altında çiğneyerek 'Haydi, çağırın da bedevî Peygamberiniz yardımınıza gelsin! ' diye bağırdığını anlattı. Sonra aynı general, vahadaki bütün hurma ağaçlarının kesilmesini, kuyuların yakılmasını emretmiş. Ertesi gün de şehrin ileri gelen âlimlerinden birkaçını bir uçağa bindirmişler ve uçak havalandıktan sonra aşağı atmışlar. İkinci gece, saklandığım yerden yine kadın çığlıkları ve askerlerin kahkahaları arasında tüfek patlamalarını işittim. Gece yarısına kadar sürdü bu; kirlettikleri kadınları katlediyorlardı. Gece karanlığında sürünerek saklandığım yerden çıktım ve çölün yolunu tuttum; bir süre gittikten sonra yolda başıboş bir deve buldum ve ona binip buraya geldim...'
    Kufralı adam sözlerini bitirince Seydi Ömer beni nezaketle kendine çekti ve tekrarladı: 'Sen de görüyorsun ya evlât, gerçekten bize tanınan vâdenin sonuna gelmişiz.' Ve gözlerime bakarak, içimden geçenleri okurmuşçasına ekledi: 'Savaşıyoruz, çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya, ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve hürriyetimiz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır'a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.'
    Karanlık göğün bir yerinden boğuk bir motor sesi işitildi. Biri hemen davranıp ateşin üzerine kum attı. Yukarıda karartı halinde görülen uçak gittikçe alçalan bir uçuşla üzerimizden geçerek doğuya doğru uzaklaştı.
    'Ama henüz imkân varken,' diye atıldım, 'sen ve mücahidler Mısır'a geçseniz daha iyi olmaz mı? Mısır'da Sireneykalı mültecileri bir araya toplayıp daha müessir bir kuvvet oluşturmamız da pekalâ mümkün. Halkın kendini toparlaması için mücadeleye bir süre ara verilebilir ve verilmelidir de... Eminim, Mısır'da İngilizler de İtalyanların böyle koltuklarının dibinde güçlü bir durumda olmalarını istemez ve Allah bilir ya, onları düşman olarak görmediğinize inandırırsanız belki Mısır'da yapacağınız hazırlık çalışmalarına da göz yumabilirler.'
    'Yoo, evlât, yoo, bunun için artık çok geç. İngilizlere gelince, onlar Mısır halkına da ışık tutabilecek bir istiklâl harbinin Libya'da zaferle bitmesine asla göz yummak istemezler. Bizim için parmaklarını oynatmaz İngilizler. İtalyanlar ise artık bu işi bitirmeye ve gelecekteki bütün mukavemet imkânlarını şimdiden yok etmeye kararlılar. Ben ve adamlarım Mısır'a gidecek olsak bir daha buralara dönemeyiz. Öyleyse halkımı nasıl terkederim, Allah'ın düşmanları onların canına okurken nasıl başsız bırakırım onları? ! '...

  • haydi14.07.2005 - 22:34

    'heidi' nin Türkçe okunuşu

  • aşk oyunları14.07.2005 - 22:33

    kusmuk!

  • dünya klasikleri14.07.2005 - 22:33

    çoktur

  • Srebrenitsa katliamı14.07.2005 - 22:33

    1.kısım/Aksiyon/sayı:553

    SREBRENİTSA - 11 Temmuz, tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan biri olan Srebrenitsa’nın onuncu yıldönümü. Birkaç günde katledilen 8 bini aşkın erkek ve gençten geriye, kimliği dahi tespit edilemeyen ve çoğu torbalarda saklanan milyonlarca kemik kaldı. Katiller serbest, öldürülen masum insanların kemikleri torbalarda, yakınlarını kaybetmiş Boşnak kadınlar ise gözyaşlarıyla kayıplarını arıyor.Tuzla kent merkezinde prefabrik bir yapı... Sokağa girildiği anda burun direğini kıran kesif bir koku yükseliyor binalardan.Soğuk hava tertibatına sahip binalar, araçlar; bir uzay üssünde çalışıyormuş gibi özel kıyafetler giymiş, ağızları maskeli insanlar...

    Yoğun bir tempoda çalışıyor insanlar; çünkü raflarda bekleyen 6 bini aşkın ceset torbası var. Burası Srebrenitsa’nın bakiyesi. Çalışanlar adli tıp uzmanları, ceset torbalarında bekleyenler ise Srebrenitsa’daki toplu mezarlardan çıkartılan Boşnaklara ait kemikler. Merkez, görenlerin kanını donduracak cinsten. Poşetlerde milyonlarca kemik incelenmeyi bekliyor. Türkiye’de patates poşetlemekte kullanılan kırmızı filelerde kafatasları, kemikler, cesetlere ait eşyalar var. Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu’nun proje koordinatörü Zlatan Şabanoviç, depolarında kimliği tespit edilmeyi bekleyen 6 bini aşkın insana ait milyonlarca kemik olduğunu, bir cesedin kime ait olduğunu bulabilmek için bazen yıllarca uğraştıklarını, bütün akrabaları öldüğü için DNA testi yapılamayacak, dolayısıyla kimliği hiç belli olmayacak yaklaşık 4 bin kişi olduğunu anlatıyor. Poşetlerde kemikler, sabırla çalışan adli tıp uzmanları, dışarıda ‘bulduk’ haberini bekleyen binlerce Boşnak.

    Visoko, Saraybosna’ya 45 dakika mesafede küçük bir kasaba. Buradaki bir hangarda da yoğun bir çalışma var. Bir yandan üzerinde barkod olan ceset torbaları giriyor, bir yandan da tabutlar. Tuzla ve Saraybosna’daki DNA merkezlerinde kimlikleri tespit edilen 610 Boşnak’a ait kemikler özenle tabutlara yerleştiriliyor. Sonra da yeşil örtüyle kapatılan tabutların üzerine barkod numarası yazılıyor. Görüntü, tsunami benzeri felaket yaşamış bir bölgeye aitmiş gibi. Fakat, yaşanan doğal bir afet değil. Dünyanın gözü önünde katledilen binlerce Boşnak’ın son yolculuğuna hazırlandığı yer burası. Toplu mezardan çıkartılan bir Boşnak’ın DNA merkezinde 4 yıl kadar süren bekleyişi son buluyor.

    Bosna’nın Sırbistan sınırına yakın şehirlerinden Srebrenitsa yakınlarındaki Potaçari köyü girişi... İş makineleri sıra sıra mezarlar kazıyor. Ellerinde harita olan işçiler yerleri belirliyor, diğerleri de kazma kürekle mezarları hazırlıyor. Manzara ürpertici. Sıra sıra kazılmış yüzlerce mezar. İşçiler acele ediyor; çünkü hazırlanması gereken 610 mezar var.

    Srebrenitsa’da, Tuzla’da, Saraybosna’da ve diğer şehirlerde... Binlere evde acılar tazeleniyor. Yüzlerce aile yıllardır beklediği güne hazırlanıyor. Anneler evlatlarını, genç kadınlar eşlerini ve çocuklarını son yolculuğuna uğurluyor. En azından başında dua okuyabilecekleri bir mezar olduğu için şükrediyorlar. Bu manzaralar Srebrenitsa’da yaşanan soykırımının onuncu yıldönümünde gelinen noktanın özeti. Dünyanın gördüğü en büyük katliamlardan birine şahit olan Srebrenitsa’da gündem hâlâ kayıplar, dönülemeyen evler, kimliği belirlenemeyen cesetler ve bir türlü bulunamayan savaş suçluları.

    Geliyorum diyen katliam

    BM koruması altında olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en büyük katliamın yaşandığı Srebrenitsa’da olaylar aslında adım adım gelişiyordu. Şehir aylardır abluka altındaydı. Çok ciddi ilaç, gıda, su ve elektrik sıkıntısı vardı. Üstelik katliamdan bir ay önce Amerikan istihbaratı Sırp General Ratko Mladiç ile Yugoslav genelkurmay başkanı arasında saldırı planlarının yapıldığına dair istihbaratı da iletmişti. 8 Temmuz’da Sırplar Barış Gücü binaları dahil şehri bombardımana tutar. Bir gün sonra da kasabanın güneyindeki mülteci kampları bombalanır. Hollanda askerlerine ait bir ileri karakolu ele geçiren Sırplar, 30 Hollanda askerini esir alır. 10 Temmuz’da Hollandalı Yarbay Ton Karremans hava desteği ister; ama bu talep Saraybosna’daki BM Barış Gücü Komutanı Fransız General Bernard Janvier tarafından reddedilir.

    Yarbay Karremans’ın yoğun talepleri üzerine uçaklar havalandı ve Sırplar geri adım attı. Bu tablo karşısında hava harekâtını erteleyen BM, ertesi gün yaşanacaklara davetiye çıkarıyordu aslında. Hollandalı Yarbay, Sırp Çetniklere, ertesi sabah 6’ya kadar Potaçari’deki ablukayı kaldırmazlarsa hava akınının tekrar başlayacağını bildirdi. Fakat, Sırp güçleri çekilmediği gibi hava akını da düzenlenmedi. Sırplar kendilerini korumakla görevli Hollanda askerlerine sığınmış Boşnakları öldürmeye başlamıştı ki iki uçak tekrar havalandı. Sırplar esir aldıkları 30 askeri öldürmekle tehdit edince hava operasyonları yine durdu. Saat 16.30’a gelindiğinde Sırp komutan Ratko Mladiç, Hollandalı askerlere bir ültimatom vererek Boşnaklara ait silahlarla birlikte teslim olmalarını istedi. 12 Temmuz’da kadın ve çocukları Tuzla’ya götürecek otobüs ve kamyonlar Srebrenitsa’ya geldi. Sırplar 9-70 yaş arasındaki bütün erkekleri sorgulamak üzere alıkoydu. 23 bin kadın ve çocuğun nakli tam 30 saat sürdü.

    13 Temmuz’da Sırplar ellerindeki Hollandalı esirleri serbest bıraktı. BM ve Sırp güçleri arasında yapılan görüşmeler sonunda, Hollanda askerlerinin şehri terk etmesine izin verildi. Srebrenitsa ve çevresinde, çoğunluğu erkek 8 bini aşkın Boşnak etnik temizliğin kurbanı oldu. Sonradan ortaya çıkan video kasetlerinde Hollandalı tabur komutanı Tom Karremans ile Hollandalı General Kees Nicolai’nin kenti teslim ettikten sonra Ratko Mladiç’le bir araya geldikleri, şakalaştıkları hatta kadeh kaldırdıkları görüldü. Bunlar olurken Sırp Çetnikler Potaçari’de Müslümanları kurşuna diziyordu. Sırp milislerin sistematik tecavüzüne uğrayan kadınların Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne taşıdığı davalar halen devam ediyor. Katliamın baş mimarı Sırp lider Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç’in Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslimi içinse bekleyiş sürüyor.

    Sadece üç günde 8 bini aşkın insanın katledildiği Srebrenitsa’da bir isim var ki pozisyonu diğer binlerce Boşnak’tan farklı. Çünkü o iyi derecede bildiği İngilizce sayesinde BM askerlerine tercümanlık yapıyordu ve Sırp askerleriyle BM askerleri arasındaki tartışmaların, pazarlıkların ve işbirliğinin şahidiydi. Hasan Nuhanoviç (35) , 1993’te BM askerlerine tercümanlık yapmak için NATO bünyesinde işe başlamıştı ve memleketi olan Srebrenitsa’da BM askerleriyle birlikte çalışıyordu. NATO için çalıştığı 3 yıl boyunca bütün olaylara birinci elden şahitlik yaptı. Bugünlerde piyasaya çıkacak olan “BM bayrağı altında” başlıklı bir kitapta yaşadıklarını detaylarıyla anlatacak. Hasan Nuhanoviç, Bosna’da katliamın Srebrenitsa ile sınırlı olmadığını; savaşın başladığı 1992’den itibaren kademeli olarak katliamların yapıldığını, fakat toplu ölümler olmadığı için dikkat çekmediğini söylüyor.

  • Srebrenitsa katliamı14.07.2005 - 22:32

    2.kısım

    BM askerlerine güvenmekle hata ettik

    Srebrenitsa’daki Boşnakların kendilerini koruyan BM askerlerine güvenmekle büyük hata ettiğini belirterek, “Sırplar adım adım şehre yakın köyleri alıyor, kenti bombalıyorlardı. Bunlar olurken BM komutanları ‘Korkmayın, siyasi çözüm bulununcaya kadar korumamız altındasınız. Sırplar saldırırsa uçaklarımızla onları bombalarız.’ diyordu. Ama, 6 Temmuz’da dört bir taraftan şehre saldırdılar. BM askerleri tek kurşun bile atmadı. Üstelik kendini savunmak isteyen Boşnaklara engel oldular, az sayıdaki silaha da el koydular.” diyor. Sürekli BM askerlerinin yanında olduğu için hadiselerin içinde yaşayan Hasan Nuhanoviç, Sırpların gelişmiş tank ve toplarına rağmen şehirdeki Boşnakların bir top ve sadece 56 mermileri olduğunu, BM askerlerinin bu topu Sırp askerlerine bildirerek imha etmelerine göz yumduğunu söylüyor.

    En büyük katliamın 11-12 Temmuz 1995’te yaşandığını dile getiren Nuhanoviç, dünyanın üç günde 10 bine yakın insanın katledilmesine inanmak istemediğini; fakat Srebrenitsa’da tarihin gördüğü en büyük katliamın yaşandığını hatırlatıyor: “Şehri ele geçiren Sırp askerleri, bir merkezde topladıkları kadın ve erkekleri önce ayırdı. Sonra erkekleri dışarı çıkardılar. Bir kısmını hemen orada öldürdüler bir kısmını da ormana doğru götürdüler. Kadınların otobüs ve kamyonlara doğru koşmasını istediler. Yaşananlar tam anlamıyla trajediydi.” Nuhanoviç, Hollanda askerlerinin olanları izlediğini; hatta bazılarının yardım ettiğini ileri sürüyor: “Boşnakları korumakla sorumlu Hollanda askerleri Sırp Çetniklerden emir alıyordu. Sırpların bir kısmı BM üniforması giymişti. 13 Temmuz’da içinde kardeşimin de olduğu 5 bine yakın Boşnak’ı toplama merkezinden çıkardılar. Merkezin önünde erkekleri öldürdüler. Aynı gün, aynı yerde hem annemi hem kardeşimi kaybettim. Hollanda askerlerinin Boşnaklara yaptığı en büyük kötülük, olup bitenleri gizlemeleriydi. Dünya, burada ne olduğunu uzun süre öğrenemedi.” Hasan Nuhanoviç’e göre, Potaçari’de katliamlar yaşanırken şehirde BM ve Hollanda bayrakları dalgalanıyordu.

    10 yıldır her gün ağlıyorum

    Pek çok olayı yaşamasına rağmen Savaş Suçları Mahkemesi’ne tanık olarak çağrılmadığını, kendisini dinleyecek makam bulmakta zorlandığını belirten Hasan Nuhanoviç, “Kitabı 2002’de bitirdim, ama bastıracak yayınevi bulamadım. 1998 ve 2000’de Amerikan Kongresi’nde ifade verip yaşananları anlattım. Ama, Batı dünyası görmek istemediği için bütün anlattıklarım havada kaldı.” diyor. Soykırımını ayrıntılarıyla anlattığı için Sırplardan sürekli “Seni o zaman öldürmeliydik.” şeklinde tehdit aldığını belirten Nuhanoviç, Sırpların Boşnakları öldürürken “Türklerden intikamımızı aldık.” diye konuştuğunu, olaylar sonrasında cesetlerin yerlerinin birkaç kez değiştirildiğini anlatıyor: “Srebrenitsa’nın polis şefi Mane Curiç, BM askerlerinin gözü önünde ölüme gönderilecekleri seçen kişiydi. Savaş bitti ama o Srebrenitsa’nın güvenlik şefi olarak kaldı. Ne ABD ne de AB bu konuda bir şey yaptı. Mladiç’in yeri biliniyorken ABD askerleri gidip almadı.”

    “Haberleri izlemek için televizyonu açtığımda on yıldır ardından gözyaşı döktüğüm küçük oğlumu gördüm. Çok zayıflamış, bitkin düşmüştü. Sırp Çetnikleri onları bir arabadan indiriyordu. Önce dördünü kurşuna dizdiler. Sonra oğlumu gördüm. Yanındakini de öldürdükleri zaman geriye döndü. Sanki yardım istiyordu. Oturduğum yerden televizyona doğru koştum ama ikinci adımda bayılmışım. Oğlumu da kurşuna dizmişlerdi.”

    Bu ifadeler Nura Alispahiç’e (61) ait. Çocuklarını kaybeden binlerce Boşnak anne gibi aradan geçen yıllar acısını dindirmemiş. Onu diğerlerinden daha fazla etkileyen olay, iki yıl önce DNA testiyle kemikleri bulunan küçük oğlunun katledilişini televizyondan izlemek zorunda kalması. Tuzla kenti yakınlarındaki mülteci kampında kızı Makbule ile yaşayan Nura Alispahiç, haberleri dinlemek için açtığı televizyonda, küçük oğlu Azmir’in öldürülüşüne şahit oldu. Aslında oğlunun şehit edildiğini biliyordu ama görüntülere kadar kabullenmek istememişti: “Binlerce kişi Hollanda askerlerinin bulunduğu fabrikaya sığınmıştık. Fakat, onlar bizi Sırplara teslim etti. Oğlum kuşatmayı yarmak için ormandan çıkış arıyordu. Ona son kez sarıldığım anı unutamıyorum.”

  • Srebrenitsa katliamı14.07.2005 - 22:32

    3.kısım

    Azmir’in cesedi 1999’da toplu mezarda bulunur, 2003’te de Potaçari’deki şehitliğe defnedilir. Büyük oğlu ise Tuzla bombardımanında şehit olur. Eşi Aliya ise 1993’te şehit olmuştur. Nura Alispahiç, kalp rahatsızlığına iki evladını şehit vermenin verdiği acı eklendiği için ciddi sağlık sorunları yaşıyor, çocuklarının mezarına gidip dua okuyamıyor, mahkemeye tanık olarak çıkamıyor. Hiçbir sosyal güvencesi yok; “Kızım ve torunlarımla birlikte bize 175 Euro veriyorlar. Üç yılda iki kez evimiz değişti. Seneye de bu evden çıkartacaklar. Nereye gideceğimizi bilmiyorum. Bütün dünyanın gözleri önünde katledildik. Yıllardır çile çekiyoruz.”

    Nura Alispahiç’in kızı Makbule o dönemde 26 yaşındaymış. Yaşanan hadiseler için “Sırplar her şeyi planlamış. BM askerleri bizi uyuttu. Biz ölüme giderken onlar şakalaşıyordu. Bizi Tuzla’ya götürecek otobüslerin şoförleri bile Sırp’tı. Yolda Çetnikler otobüsü durdurduğunda şoför, seçip istediğinizi alın, diye kapıları açıyordu.” diyor.

    Katliama göz yuman Batı

    dünyasından umudum yok

    Katliam mağdurları için çalışan örgütlerin başında Srebrenitsalı Anneler Derneği geliyor. Dayton Anlaşması’ndan sonra 1996’da yakınlarını kaybeden Srebrenitsalı annelerin kurduğu derneğin amacı, Sırpların katlettiği 10 bin 701 Boşnak’ın kimliklerini tespit etmek ve mezarlarını yapmak. Şimdiye kadar yaklaşık 4 bin kişinin kimliği belirlenmiş. Derneğin başkan yardımcısı Kada Hotiç, hâlâ açılmayı bekleyen 30 ayrı toplu mezar olduğunu, son Müslümanın kimliğinin belirlenip mezarı yapılıncaya kadar çalışmalarının süreceğini söylüyor. Uluslararası kuruluşlar ve Bosna’da çalışan çokuluslu güçlerle işbirliği yaptıklarını belirterek, “Bir bilgi merkezi oluşturduk. Yaklaşık 12 bin kişi bize yakınlarının bulunması için dilekçe verdi. Kayıpların kaybolma tarihini, nerede nasıl kaybolduğunu, hayatta kalan yakınlarının irtibat bilgilerini toplayıp kayıplar komisyonuna veriyoruz.” diyor.

    Konuşurken zaman zaman gözyaşlarına hakim olamayan Hotiç, kocasını, çocuklarını ve çok sayıda yakın akrabasını 11 Temmuz’da kaybetmiş. Yakın zamanda toplu mezarlarda eşi ve eşinin yakınlarının kemiklerini bulmuş; ama oğlu ve kardeşinden hâlâ haber yok. Savaş Suçları Mahkemesi’nden umutlu olmadığını söylüyor: “Katliama göz yuman Batı dünyası suçluları bulup yargılayacak mı? Hayır. Yaşananlar bütün çıplaklığı ile ortada; ama muhatap bulamıyoruz. Hiçbir Batılı kurum yaşananları katliam olarak kabul etmek istemiyor. 1042 çocuk hâlâ kayıp. 570 kızımız tecavüz edilip öldürüldü. Gözlerimizin önünde erkeklerimizi kurşuna dizdiler. Ortamdan korkup ağlayan küçük bir çocuğu annesinin kucağından alıp öldürdüler. Bunların şahidi binlerce kişi var; ama muhatap alan yok.”

    Hayatta tek başına kalmak!

    Srebrenitsalı Anneler Derneği çalışanlarının tamamının benzer hikayeleri var. Her anne ortalama 10 dan fazla yakınını kaybetmiş, ardından hiçbir iz bulamamış. Munira Sipahiç’in ailesinden 24 kişi, Necibe Salihoviç’in ailesinden 30 kişi kaybolmuş. Salihoviç ailesinden hiç kimseye ulaşılamamış.

    Bugün Sırpların yoğunlukta olduğu bir kent olan Srebrenitsa’ya dönebilen birkaç yüz Boşnak’tan biri Hatice Muhammedoviç. Aynı zamanda Srebrenitsalı Anneler Derneği temsilcisi olan Hatice Hanım, kocası ve çocukları başta olmak üzere kendisinin ve eşinin ailesinden yüzden fazla şehit vermiş. Şimdi hayatta tek başına. Yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarına hakim olamıyor. Eşinin ve oğullarının kuşatmadan çıkmak için ormana dağıldığını ve bunun onları son görüşü olduğunu anlatırken, “On yıldır her gün aynı acıyı yaşıyorum. Onları büyütüp düğünlerini yapmayı hayal ederken şimdi bir mezarları olması için çalışıyorum.” diyor. Hatice Muhammedoviç geçtiğimiz günlerde aldığı bir haberle buruk bir sevinç yaşadı. Çünkü iki oğlunun kemikleri bulunmuştu. DNA testleri sonucu çocuklarına ait olduğu tespit edilebilen kemikler bu yılki törenlerde defnedilecek. Artık başlarında Fatiha okuyabileceği mezarlara sahip olduğu için şükrediyor.

    Kezzap dökülen cesetler var

    Binlerce kayıp yakınının gözü aslında yıllardır Amur Marşoviç’in üzerinde. Zira, Bosna Hersek Kayıplar Komisyonu Başkanı olan Marşoviç, bütün mesaisini kayıp kişileri bulmaya harcıyor. Onun verdiği bilgilere göre, savaş sırasında 27 bin 734 kişi kayboldu. Bunların yüzde 92’si Boşnak, yüzde 6’sı Bosna Sırpı ve yüzde 1,7’si Bosna Hırvatlarından. Kayıplar arasında bir de Şaban Hüseyinov adlı bir Makedon Türkü var. Bu kayıpların yüzde 13’ü bayan. Tüm kayıpların yüzde 90’ı sivil. Amur Marşoviç’e göre, bu veriler yapılanın planlı bir imha çalışması olduğunu ortaya koyuyor: “366 toplu mezar tespit ettik. Hepsi de Sırp bölgesinde. Crni mezarlığından 629 kişi çıkardık. Çançari’den 506 kişi... Bugüne kadar tahminen 20 bin kişinin cesedine ulaştık. Tahminen diyorum çünkü bir kişiye ait ceset 30 kilometre çapında üç farklı mezarda çıktı. Üstelik birkaç kez yer değiştiren cesetlere de rastladık. İş makineleriyle parçalanmış kemikler bulduk. Böyle bir caniliği Naziler bile yapmamıştı.”

    Yaptıkları çalışmalar sayesinde cesedi bulunan 20 bin kişiden 13 bininin kimliğini tespit ettiklerini, halen 6 bin 500 kişinin de cesetlerinin kimlik tespiti için laboratuvarlarda beklediğini; fakat asıl zorluğu DNA örneği alacak hiçbir yakını kalmayan kişilerin kimlik tespitinde yaşadıklarını söylüyor. Amur Marşoviç’e göre, yaklaşık 4 bin kişinin kimliği asla bilinemeyecek: “İki tür kemikten kimlik belirleyemeyeceğiz. Birincisi Zvornik yakınlarında bulduğumuz bir toplu mezardaki kemikler. Bunlar gömüldükten sonra üzerine kezzap dökülüp eritilmişler. İkincisi ise DNA örneği alacak bir tek ferdi bile kalmayan aileler. Yaşayan hiçbir ferdi kalmayan ailelere ait kemiklerden kimlik tespiti yapamayacağız.”

    Bosna’da bulunan büyükelçilere toplu mezarları tek tek gezdirdiğini, çalışmalarını rapor halinde hepsine sunduğunu, yapılanın planlı bir soykırımı olduğunu her platformda anlattığını; fakat Batı dünyasının katliama göz yumduğu gibi gerçeği kabul etmeye de yanaşmadığını söyleyen Marşoviç, “Her gün binlerce insan ‘Acaba oğlum, eşim, babam bulunacak mı? ’ diye güne başlıyor. Yaşananlar delilleriyle ortada. Ama kimse katliam ve Srebrenitsa kelimelerini yan yana getirmeye yanaşmıyor. Bizi en çok bu yaralıyor. Tekrar birlikte yaşayacak isek bunun yolu katliamın kabulünden geçer.” diyor. Marşoviç’e göre, Srebrenitsa konusunda bir başka çelişki ise şöyle: “Ermeni katliamı diye Türkiye’yi köşeye sıkıştırıyorlar. Oysa olayı tarihçiler değil parlamentolar tartışıyor. Tamamen siyasi kararlar alınıyor. Oysa Srebrenitsa katliamı on yıl önceydi ve bütün şahitleri daha burada. Srebrenitsa’yı tarihe gömmek ve örtbas etmek istiyorlar.”