Hayatımızı temize geçtiğimizi zannettiğimiz düzlemin adıydı. Kağıttan gemi yapmayı öğrendiğimizde, hayallerimiz oldu. Kağıttan para yapmayı öğrendik ve sattık o hayelleri. Pul yapmayı öğrendik ve yeni bir değer ölçüsü çıktı ortaya. Pul kadar değeri olmayan hayatlar yaşamaya başladık. Bu hayatların üstüne etiketler yapıştırmaya başladık kağıttan. Yüzümüzü saklamak için. Kimimiz hepsinden vazgeçmeye razı şimdi, kağıttan uçurtmalar yaptığımız günlere dönmek için. Ama işte, kağıt üstünde isteklerimiz...
Hep başka şeyleri kendi gelişine bahane eder ölüm. İki yüzlüdür. Korkaktır. Alçaktır da bu yüzden. Üç kağıtçıdır hatta kimi zaman. Savaşlar, kazalar, hastalıklar... Hep bahane. Kendi başına kalkıp gelsede kolkola girip gitsek ya. Yok. Olmaz. Bahanelerin ardına sığınır. Bizi ala ala, bize baka baka bize mi benzedi, biz mi ona benzedik binyıllar içinde anlamadım. Var bu işte bir iş. Bir gün bahanesi kalmaz da kendini tadar mı, diyeceğim; Aklıma insanlar geliyor. Biz varken, ona yine bir şey olmaz herhalde. Onun bahanesi bitse, biz yenisini bulup buluşturur, yaratırız, yetiştiririz. Onu beceremezsek, birbirimizin bahanesi oluruz. Yaparız biz. Yapıyoruz da... Yoksa biz...!
Sık karşımıza çıkan bir ifade. Bu ifadede ısrar eden birinin, olsa olsa alnında bir faça vardır. Alın yazısı yoktur. İlle de olsun isteyenler, onu geleceğe bakarak kendileri yazar ve kendileri okuyabilirler, geçmişlerine bakarak. Durum budur. Buna rağmen ısrar eden varsa, emin olun suçu başkasına atmanın telaşındadır. O kadar ki, kendi defterine yazılacak olanları, tutup Tanrı'nın defterine yazmaya kalkarlar. Ayakta alkışlayın. Kendi suçuna sahip çıkamamanın kaçış yolu. Kendini ve hayatı sorgulamayı bırakmışların durumdan felsefe çıkarma nidası. Bu kadarı çikletten de çıkıyor.
Özetle, hayatta 'cesaret edebildikleriniz' başarılarınızdır, 'cesaret edemedikleriniz' işte, 'alın yazısı'.
Yenilmeyi ve kaybetmeyi öğrenmenin, yenilmekten ve kaybetmekten öğrenileceklerin önündeki barikat...
Benim yaşıtlarım anımsayacaktır. Özel televizyonların henüz yayın hayatına başlamadığı dönemlerde, hatta biraz daha önceleri tek kanallı televizyon hayatımızın unutulmayacak anları olagelmiştir. Yayına teknik nedenlerle ara vermek durumu hasıl olduğunda ekranda Düden Şelalesi ve ya Necefli Maşrapa çıkardı. Çıkardı ama Düden Şelalesi düdemezdi. Akmazdı yani. Bir fotoğraftı. Şelale öyle donup kalmıştı o fotoğrafta. Maşrapa da öyle. Çocukluk işte, birinin artık elini uzatıp o maşrapayı oradan kaldıracağını düşündüğüm zamanlar olmuştur. Uzatmayayım. Adı geçen dizi kahramanımız, o necefli maşrapanın bizatihi kendisidir. Ve farkettiğiniz gibi o dönemin aslına uygun biçimde hep siyah beyazdır. Henüz renkliye geçememiştir bile. İnsanları Necefli Maşrapa'dan daha uzun süre ekrana kitleme zorunluluğu olduğundan, hareketlidir bazen gereğinden çok. Onun seslendirildiği (kendi sesi olmadığını da biliyoruz artık) diyaloglar yerine Kudsi Erguner'den Ney Taksimi çalınmıyor olmasının nedeni de aynıdır. Sizi erken uyutmamak.
Hayatımızı temize geçtiğimizi zannettiğimiz düzlemin adıydı. Kağıttan gemi yapmayı öğrendiğimizde, hayallerimiz oldu. Kağıttan para yapmayı öğrendik ve sattık o hayelleri. Pul yapmayı öğrendik ve yeni bir değer ölçüsü çıktı ortaya. Pul kadar değeri olmayan hayatlar yaşamaya başladık. Bu hayatların üstüne etiketler yapıştırmaya başladık kağıttan. Yüzümüzü saklamak için. Kimimiz hepsinden vazgeçmeye razı şimdi, kağıttan uçurtmalar yaptığımız günlere dönmek için. Ama işte, kağıt üstünde isteklerimiz...
Hep başka şeyleri kendi gelişine bahane eder ölüm. İki yüzlüdür. Korkaktır. Alçaktır da bu yüzden. Üç kağıtçıdır hatta kimi zaman. Savaşlar, kazalar, hastalıklar... Hep bahane. Kendi başına kalkıp gelsede kolkola girip gitsek ya. Yok. Olmaz. Bahanelerin ardına sığınır. Bizi ala ala, bize baka baka bize mi benzedi, biz mi ona benzedik binyıllar içinde anlamadım. Var bu işte bir iş. Bir gün bahanesi kalmaz da kendini tadar mı, diyeceğim; Aklıma insanlar geliyor. Biz varken, ona yine bir şey olmaz herhalde. Onun bahanesi bitse, biz yenisini bulup buluşturur, yaratırız, yetiştiririz. Onu beceremezsek, birbirimizin bahanesi oluruz. Yaparız biz. Yapıyoruz da... Yoksa biz...!
'Alnımın yazısı...'
Sık karşımıza çıkan bir ifade. Bu ifadede ısrar eden birinin, olsa olsa alnında bir faça vardır. Alın yazısı yoktur. İlle de olsun isteyenler, onu geleceğe bakarak kendileri yazar ve kendileri okuyabilirler, geçmişlerine bakarak. Durum budur. Buna rağmen ısrar eden varsa, emin olun suçu başkasına atmanın telaşındadır. O kadar ki, kendi defterine yazılacak olanları, tutup Tanrı'nın defterine yazmaya kalkarlar. Ayakta alkışlayın. Kendi suçuna sahip çıkamamanın kaçış yolu. Kendini ve hayatı sorgulamayı bırakmışların durumdan felsefe çıkarma nidası. Bu kadarı çikletten de çıkıyor.
Özetle, hayatta 'cesaret edebildikleriniz' başarılarınızdır, 'cesaret edemedikleriniz' işte, 'alın yazısı'.
Yenilmeyi ve kaybetmeyi öğrenmenin, yenilmekten ve kaybetmekten öğrenileceklerin önündeki barikat...
- Ne zamandır delisin?
- Bildiğimden beri...
Benim yaşıtlarım anımsayacaktır. Özel televizyonların henüz yayın hayatına başlamadığı dönemlerde, hatta biraz daha önceleri tek kanallı televizyon hayatımızın unutulmayacak anları olagelmiştir. Yayına teknik nedenlerle ara vermek durumu hasıl olduğunda ekranda Düden Şelalesi ve ya Necefli Maşrapa çıkardı. Çıkardı ama Düden Şelalesi düdemezdi. Akmazdı yani. Bir fotoğraftı. Şelale öyle donup kalmıştı o fotoğrafta. Maşrapa da öyle. Çocukluk işte, birinin artık elini uzatıp o maşrapayı oradan kaldıracağını düşündüğüm zamanlar olmuştur. Uzatmayayım. Adı geçen dizi kahramanımız, o necefli maşrapanın bizatihi kendisidir. Ve farkettiğiniz gibi o dönemin aslına uygun biçimde hep siyah beyazdır. Henüz renkliye geçememiştir bile. İnsanları Necefli Maşrapa'dan daha uzun süre ekrana kitleme zorunluluğu olduğundan, hareketlidir bazen gereğinden çok. Onun seslendirildiği (kendi sesi olmadığını da biliyoruz artık) diyaloglar yerine Kudsi Erguner'den Ney Taksimi çalınmıyor olmasının nedeni de aynıdır. Sizi erken uyutmamak.