Bâlibilence (Türk mutasavvıf Muhyi Gülşeni'nin geliştirdiği dünyanın bilinen ilk yapma dili-Muhyi Lisanı ile) yazdığım bir şiiri sizlerle de paylaşmak istedim. Bakalım anlayabilecek misiniz? Şiir sayfamı takip ederseniz, yeni ürünler de vereceğim Bâlibilen dilinde nasip olursa..
Bâlibilen Dilinde Şiir
Yağar revâyâ lebersed Kelebres vâhâya edmeh Kevnebe-ye Yusuf mersed Ferun ki hacin-e izmeh
Böyle diyordu gönül insanı Erdem Bayazıd, sonsuzluğa yürümeden önce. Ölmeden önce ölünüz emrine harfi harfine uymuş diri yüreklilerden biriydi o. O bir Güneşçağ savaşçısıydı adı üstünde. O da gitti ve giderken o da sonsuzluktan haber veren bir muştu gibiydi. Çünkü mısra mısra müjdelerinde yokluğu mağlup etmişti hep ve sonsuzluğa davet etmişti herkesi. Çağcıl insanın çoğu zaman düşünmediği, hatta anti aging felsefeleriyle hafife bile aldığı; ama aslında hakkındaki soru işaretlerinin mutlaka cevaplanması gerektiği ölüm gerçeği hakkında bakın neler diyordu şâir:
Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.
Biz çoğunlukla ölüm şairi olarak Cahit Sıtkı’yı biliriz. Elbette onun şiirlerinde ölüm teması ağırlıklı olarak işlenmiştir. Ama her şâir aslında diğer insanlardan mutlaka daha fazla ama kendi değer ölçülerinin mütevazi sınırları içerisinde muhakkak ölümden bahsetmiştir. Çünkü bengi bir yaşam isteyen şâirin ruhunu, şu kısa ömür doyuramamaktadır. Zira duyguların hendesesinde hesaplar sonsuzluk ölçekli yapılır. Hele şâirler için boyutlar arasında her hangi bir sınır yoktur. Geçmişle gelecek, başka başka ruh dünyalarıyla ölüm ötesi hayat, onların yürek gezegenlerinde sarmaş dolaştır.. Şairlerin hislerine herhangi bir sınır konulamaz. Aslında şiirin en birinci malzemelerinden olan söz sanatları ve bunların içinde epey bir yekün tutan mübalağa sanatı, ruhun dizginlenemeyen sonsuzluk arayışlarının kelime düzleminde hafif bir yansımasıdır. En yenici şiirlerde bile şairlerin bu şuuraltı arayışları kendini belli eder.
Üstelik şiir, eski tarihlerden beri, hatta düz yazıdan da daha önceleri ebediliğin bir aracı olarak kullanılmamış mıdır? Binlerce yıl öncesinden bugüne kulaktan kulağa yayılmış olan halk hikâyelerimiz, türkülerimiz ya da destanlarımız, hep şiir formlarında söylenmiş sözlü ürünler değiller midir? Hatta çocukluğumuzdan beri okul sıralarında, duvarlarda görmeye alışık olduğumuz bütün o yazılar, manzum değiller midir? Demek ki her insanın ruhunda var olan sonsuzluk isteği, bir şekilde kalıcı eserler oluşturma emrini veriyor biyolojik yapımıza. Beynin nöronları, ruh cevheri, kalbimiz ve bütün latifelerimiz el ele verirlerse eğer, ölümsüz eserler ortaya koyabiliyorlar. Eski çağlardan beri insanlık, ölümsüzlüğü şiirlerle yakalamaya çalışmış. Aslında bu durum, basit bir biyolojik yapıya sahip olduğunu düşündüğümüz karıncaların ölüme karşı direnişiyle paralel bir refleksin ürünü. Bu biyolojik yanımızın titrek bir dürtüsü kimilerine göre… Ama bir de çoğu zaman es geçtiğimiz, bizi o karıncadan tefrik eden sonsuzlukla ilintili bir yanımız vardır ki, aslında bu veçhemiz, sonsuzluktan muştularla yüklü mısraların cevelan ettiği debisi yüksek bir ilham nehrinin yatağıdır.. Her yürekte az çok sesi duyulur bu latifenin. Ama şâirler, bu yürek seslerini, karınlarından konuşmasını beceren insanlar gibi yüreklerinden konuşarak satırlarına dökmeyi başarmışlardır. İşte bu şâirlerin en önemlilerinden birisi de Erdem Bayazıt’tır. O açıkça yürekten, çoğu zaman ruhtan konuşmasını bilmiştir. Şu aşağıdaki mısralar ruhun tatlı dilinden değil de nereden süzülmüştür?
Dirilmek yeniden
Yerin uyanması gibi kımıldaması gibi toprağın
Bulutları yarması gibi gün ışığının
Yağmurun ansızın boşanması
Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması
Erimesi gibi karların ve buzulların
Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların
Her şâir ölümün farkındadır farkında olmasına ama ölümden sonrasının karanlığını her şâir aydınlatamaz. Bunun için iman güneşi gerekir öncelikle. Amentüdeki imanın şartlarına inanan herkes, eğitimi ne olursa olsun ölüm gerçeğiyle bir şekilde başa çıkabilmektedir ruh dünyasında. Ama ahirete inanmayan bir insan için ecel, tamamen yok oluşun adıdır. Ölüm onun için bütün sevdiklerinden sonsuza kadar ayrılışın, karanlıklara yuvarlanışın adıdır. Ona göre, hayat aynacığında yansıyan bütün ışıklar, o aynanın bizatihi kendi malıdır. Aynadaki yansımalar yok olduğunda, ayna da yok olmuştur olacaktır. Ya da ayna yok olduğunda o ışıklar da yok olacaktır. İşte bu önermelerde var olan paradokslara Erdem Bayazıt hiçbir zaman düşmemiştir. O bir “Güneşçağ savaşçısıdır” çünkü
Aynadaki yansımalar, güneşin ışınlarının tecellisinden başka bir şey değildir ona göre.. Ve bizler de o ebedi güneşin maddi evren aynasında tezahür eden ışınlarının farklı tonlardaki yansımalarından ibaretiz. Aynanın kırılması ya da bir şekilde yansımaların kesilmesi, aslımızın yok olması anlamına asla gelmemektedir. Zaten aslımız, manamız ve değerimiz olan bütün renkler, ışıklar o güneşin zatında sabittirler. Asla kaybolmamışlardır, kaybolmayacaklardır da. O Sonsuz Güneşin “en güzel isim” ışınlarının yansımalarından ibaret olan düşüncelerimiz, duygularımız, yaşantılarımız kısacası her şeyimiz, bâki kalacaktır, asla hiçbir özelliğimiz yok olmayacaktır. Yok olan aynalardır, asıllar ise her zaman sabittir. Ve bir “Güneşçağ savaşçısı” asla yok olmayacağını çok iyi bilir. İşte asrın Güneşçağ Savaşçılarından olan Erdem Bayazıd da aslına, Güneşler Güneşinin sonsuzluğuna döneceğini çok iyi biliyordu. Ve her Güneşçağ Savaşçısı gibi o da sonsuzluk ülkesinin saraylarına doğru yelken açmıştı ardında şu bengi mısraları bırakarak,
Şu bizim atımızdır deniz hipodrom
Nehrin yatağını öp sen ey savaşçı
Birikinti gölleri geç apartmanları geç kaldırımları
Bir bir ayıkla mezarları.
Güneşçağ öncüleri yolları tuttu dua erleri tuttu
Yüzleri Mekke ülkesi gözleri Medine çeşmesi
Elleri altınçağ mimarı
Erdem Bayazıd, şiirleriyle, mefkuresiyle yaşamaya devam edecek etmesine ama bizler de onun şiirlerini, ideallerini yeni kuşaklara aktarmayı bir görev bilmeliyiz. Gençliğimizi geç olmadan Erdem Bayazıd gibi şâirlerimizin sevgi kokulu mısralarıyla tanıştırmamız gerekiyor. Çünkü sevgisizliğin, ahlaksızlığın ve şiddetin yegane reçetesi, aşağıdaki kırık dökük dizelerimde de ifade etmeye çalıştığım gibi Erdem Bayazıd misali şâirlerimizin sevgi kokulu mısralarında saklı değil; aksine ayan beyan ortadadır..
Her yarının güneşi
Bugünden ekilir unutma
Ve her günü aydınlatan
Bir başka şâirin ruhudur
Güneşler ekilmeden toprağa
Filizlenmeyecek altınçağ
Ve gülemeyecek,
Kölemen kaderli bebeler
Güneşçağ savaşçılarının
Sevgi kokulu mısralarıyla tanışana dek…
Oğuz Düzgün (www.edebigazete.com, www.habersaati.com)
Türkiye'nin İlk Sanal Edebiyat Gazetesidir. Simgesi güneştir. Edebiyatımıza, sanatımıza hizmet etmeyi amaçlayan bir kısım insan tarafından desteklenmektedir. Sanal Edebi Gazete www.edebigazete.com adresinde faaliyetine devam etmektedir.
BABA/SIZIM-Ve şimdi gittin/ Gülücüklerini de bırakıp/ Ağlayışlarını da/ Ve şimdi gittin/ Nasihatlerini de gömüp yüreğime/ Ve şimdi/ Babasızım/ Herkesin derdi başka/ Benim de BABA sızım /Oğuz DÜZGÜN/ Baba kaybetmek ne demek biz de biliriz. Onlar için en güzel hediye yazdığımız şiirlerdir. Hayatındayken ona bir şiir yazmak bana nasip oldu. Siz de www.edebigazete.com ana sayfada yayınlanmak için bir Baba şiir yollayın [email protected] adresine...
Osman SINAV’ın Show TV’de yayınlanacak olan yeni dizi filmi PUSAT’ı duymuşsunuzdur hepiniz. Rocky filmleriyle büyüyen bizlere biraz alışılmadık geliyor; bir Türk Boksör kahramanın maceralarla dolu dizi filminin çekilmekte olduğu gerçeği..Bu tarz filmlerin senaryosu iki farklı bakış açısıyla yazılabilirdi:
1-Vaktiyle Yeşilçam’da çevrilen Kovboy filmleri gibi, Rocky filmlerinin ya da benzeri kahramanlık filmlerinin, kahramanların isimlerinden yaşadıkları mekanlara varana kadar tamamen taklit bir versiyon oluşturabilirdi. Bu durumda ortaya çıkan film Türkiye’de çekilmiş bir Batı Filmi olurdu.
2-Tamamen özgün bir senaryo oluşturularak, kahramanlarından olayların geçtiği mekana kadar bizim olan bir film senaryosu yazılabilirdi.Motif unsurlar olarak elbette batıdan ithal unsurlar da kullanılabilirdi ama özü itibariyle bu film tam bir Türk filmi olurdu..
Osman SINAV bu iki seçenekten ikincisini seçmiş gibi gözüküyor. Bu yönüyle de PUSAT bizce takdire şayan bir dizidir.Başkahramanın soyadı onun vesilesiyle Filmin adı olan PUSAT Türklerin eskiden beri darb-ı mesel olarak söylediği “At, avrat, pusat(zırh) ” deyimine de bir gönderme yapıyor.Film daha seyredilmeden ismiyle bile tarihi bir derinliği olduğunu söylüyor bize.
Kahramanların isimleri de bize bu yönde mesajlar vermeye yetiyor. PUSAT soyadlı kahramanın ön adı Ali’dir.Bildiğimiz gibi “Ali” İslam dininde kahramanlığıyla ün salmış büyük bir halifenin de ismidir.Türklerin İslam’ı kabul etmesiyle birlikte Hz.Ali’nin kahramanlıklarını konu alan “Destan”lar gerek sözlü gerekse de yazılı bir şekilde tüm Türk İslam topluluklarında motive edici bir vazife icra etmişti.
Anadolu topraklarından doğan ve yetişen gençler Battal Gazi’nin, Hz.Hamza’nın ve de Hz.Ali’nin destanlarını okuyarak, dinleyerek vatanları, dinleri, namusları için seve seve canlarını feda edebiliyor, türlü türlü kahramanlıklar gösterebiliyorlardı.Bütün Anadolu’nun ardından, İstanbul’un ve diğer toprakların büyük kahramanlıklarla birlikte fethedilmesinin altındaki en büyük sırlardan birisi de bu kahramanlık Destanlarının Müslüman Türk gençlerine aşıladığı manevi motivasyon gerçeğidir.
Elimizdeki en eski örneklere göre 10. belki de 9. yüzyıllardan başlayarak yazılmaya başlanan Fütüvvetnamelerin (Yiğitlik Kitaplarının) temelinde Hz.Ali’nin en büyük “Feta” yani “Yiğit” oluşunu vurgulayan “La Feta illa Ali” –Ali’den başka gerçek Yiğit yoktur- cümlesi vardır. Başlangıçta Müslüman Araplar ardından da uzun yüz yıllar boyu Türkler bu Fütüvvet –Yiğitlik- geleneğini sürdürerek Hayali değil ama Gerçek Kahramanlıklara imza atmışlardır.
İşte bu filmde kullanılan masum bir Ali isminin arkasında bütün bu manalar saklı olabilir.Bunu düşünmemizi haklı kılan “PUSAT” soyadı sanki zırhlarıyla düşmana karşı savaşan karhaman Selçuklu ve Osmanlı askerlerini de anımsatır.Diğer bir kahraman olan Hediye SELÇUK’ un soyadı da hangimize Selçuklu Devletini hatırlatmaz? Hatta Hediye’nin babası Boks antrenörü Selahaddin, Mehmet Akif ERSOY’un söyleyişiyle “Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i” hatırlatmaz mı bizlere?
Hatta kahramanın Selçuklu döneminin en müreffeh şehirlerinden birisi olan Sivas’tan hayat yolculuğuna başlaması sanki bize yarım kalan şerefli bir mazinin intikamının PUSAT yoluyla başka bir sahada alınacağını anımsatmaz mı? Hatta kahramanın dünyaya geldiği şehir olan Suşehri bile değişik çağrışımlarla aynı kompozisyonu destekler.Bildiğimiz gibi Suşehri “Asker Şehri” anlamına gelir.Buradaki su muhtemelen “Subaşı” kelimesinde olduğu gibi “Asker” anlamına gelmektedir.Zaten tarihi alt yapı da bunu açıkça ortaya koyar.Selçuklu döneminde bu şehir “Şarkışla” –Şark Kışla- örneğinde olduğu gibi askerler için bir kışla olarak kullanılmıştır.
Bir başka tarihi gerçeği daha hatırlayalım. Anadolu Selçukluları ile Moğollar Suşehri Ovasında, 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı yapmışlardır. Bu savaşta Selçuklular yenilmişlerdir. Belki de bu filmle bu yenilişin de bir finali alınmak isteniyor olabilir.Zaten KUBAT filmini de yenilmişlikle başlar.Yani o şampiyonluk maçı öncesi yaşadığı talihsiz olaylar nedeniyle hapse girer.Tam şampiyon olacakken altı yılını hapiste geçirmek zorunda kalır.Bu durum da bize savaş konusunda tecrübesiz olan Gıyaseddin Keyhüsrev’in çok güçlü bir orduya sahip olmasına rağmen talihsiz gelişmeler sonucu Moğolların Anadolu topraklarını ele geçirmesini hatırlatır.Yine Ali ismi bize Anadolu’yu yoğun gayretleriyle vergi verme karşılığında Moğol İstilasından kurtaran Vezir Mühezzibüddin Ali’yi hatırlatır.Yani yenilginin de başarının kökleri kahramanda gizlidir.
PUSAT filminin senaryo yazarı Aybars Bora KAHYAOĞLU senaryosunu yazarken bizim bu düşündüklerimizi düşündü mü bilmiyorum ama isim ve mekan seçimlerinde var olan uyum bilinçsiz de yapılmış olsa, bizde uyanan çağrışımlar bunlardır. Şunu da unutmamak gerekir ki, ortaya konan sanat eserleri oluşturucusundan çok muhataplarının malıdır artık. Yani “verici” olan sanat eseriyle etkileşime giren “alıcılar” kendi dünyalarında geliştirdikleri “dilin” imkânlarınca anlatılanların derinliklerine nüfuz edebilirler.Bazen bir şâirin kendi şiirini oluştururken bile göremediği ve kast etmediği anlam tabakasını, derinliği bir sade okur anında yakalayabilir.Bu durum da insan denen meçhulün ürettiği sanat eserlerine bulaştırdığı şuuraltı yansımaları gösterir.O bu yansımaların şuurunda değildir ama bilinçaltı bu gerçekleri oluşturulan eserin ötesine berisine kıyısına köşesine yerleştirir.
Elbette sadece yorumlarını okuyarak anlamaya çalıştığımız ve henüz izleme imkânı bulamadığımız bir yapıt için ancak bunları söyleyebiliyoruz. Belki de film yayımlandığında daha farklı düşünceler ve derinlikler dile gelecektir. Ya da tam tersi olacaktır. Yani altyapıda etkin olabileceğini öne sürdüğümüz bütün bu anlamlar bizim zihnimizin salt bir yanılsamasından ibaret kalacaktır.
Sonuç ne olursa olsun, televizyonlarımızda özgün bir Türk Kahramanı konu alan yeni bir filmin yayınlanacak olması Kurgu mimarları için de ayrı bir ilham kaynağı olacaktır. Varlığını batının edebiyat dilini ve kültürünü devam ettirmekte bulanlar için bu yerli oluşumlar yeni fantastik kapılar aralayabilecektir. Bizi ilgilendiren de meselenin bu yönü, yani kendi özgün Fantastik Dünyamızı oluşturmayı tetikleyecek hayal patlamalarını doğurma yönüdür..
Joanne Kathleen ROWLING İngiltere Chipping Sodburry’de dünyaya gözlerini açtı. İlerleyen zamanlarda ailesiyle birlikte Bristol'e, daha sonra da Chepstow'a taşındı. (http://tr.wikipedia.org/wiki/J.K._Rowling) Çocukluğundan itibaren İngiliz kültürüyle yetişti doğal olarak.Etrafında gördüğü tarihi binaların tasvirlerinden tutun da Hıristiyan ve Avrupalı bir kültürün etkisiyle belleğinde yerleşen Latince sevgisini yansıttı Harry Potter adlı romanına.
Dünya gençliğini, yeni bir fantastik dünya inşasıyla evrenselleştirmeyi başardığı Anglo-Sakson ve Latin kültüründe eritme hamlesiydi aslında onun yaptığı.Rowling belki de bu ulvi gayesinin farkında değildi şuuraltının istila ruhundan habersizcesine.Aslında herkesin hakkıdır kendi kültürünü başka ruh dünyalarında yeşertmeye çalışmak.İşte JK Rowling de belki bilinçsizce girişti bu işe.Ancak onun yetişme ortamını; yetişme tarzını da içinde barındıran fantastik çikolatalarla süslenmiş edebi sesi, tüm dünya gençlerinin ve çocuklarının aklını çelmeyi başardı.
Evli ve iyi bir anne olan yazarın hayat serüveninin birkaç adımı İngiliz mimarisinin en güzel tarihi örneklerinden de geçmişti.Liseyi okuduğu Wyedean Comprehensive’den tutun da Exeter Üniversitesinin mimari yapısına kadar şuuraltı tam bir Anglo-Sakson kültürüyle depolandı.Exeter Üniversitesinde öğrenim gördüğü yıllarda Fransa’da da öğrenim görme imkanı elde eden yazar, hem Fransız diline hem de Fransız kültürüne bir aşinalık kazandı.Aslında o, bu eğitim hayatı boyunca Harry Potter romını oluşturacak unsurları da beyninde, kalbinde ve ruhunda biriktiriyordu.
Çocukluk yıllarını geçirdiği Chepstow’da muhtemelen pek çok kez ziyaret ettiği ve hayran kaldığı Chepstow Kalesi’nin mimari yapısının etkisi yok mudur eserlerindeki mekan tasvirlerinde? İskoç krallığının kale ve saraylarının izlerini gömez miyiz onun fantastik dünyasında.Ya da günümüz kiliselerinde de yaşamaya devam eden ve İngiltere’nin hatta Orta Çağ Avrupa’sının mimari görüntülerini yakalayamaz mıyız onun mekan tasvirlerindeki ayrıntılarda? Yazarın romanından uyarlanılarak gösterime giren Harry Potter fimlerinde gördüğümüz Hogwarts Büyücülük Okulu, ambleminden tutun da mimari yapısına, öğrencilerin sıralarda oturuş biçimlerine kadar bir İngilizvâri ya da Avrupai bir hava üflemez mi beyinlerimize?
Yazarın öğrenim gördüğü Edinburgh Üniversitesindeki Teviot Row House binası ya da Fransa’ya gittiğinde muhtemelen ziyaret ettiği Carcassonne Kalesi ile Hogwarts Büyücülük Okulunun binası arasındaki inanılmaz benzerlik ortada olduğuna göre, Harry Potter roman ve film serilerinin hayranı olan çocuklarımızın, gençlerimizin önlerine fantastik süslemelerle sunulan İngiliz Kültürünü özümsemediklerini iddia etmek yanlış olmaz mı? Onlara göre hayal dünyasının mimarisi artık İngiliz tarzı bir mimari olacaktır.Muhtemelen bu gençlerimiz biraz daha büyüdüklerinde hayal dünyalarını süsleyen bu mimari tarzının Yeni Gotik bina üslubunun bir benzeri olduğunu fark edeceklerdir.
Hatta bu mimari tarzının etkisi o küçük yürekleri kiliselerin mimari dünyasına iliştirecek, hayal dünyalarına kazınmış bu mimari dünyanın benzerlerinin ancak Kiliselerde var olduğunu şuuraltlarına kazıyacaktır.Bu durum elbette İngiliz Edebiyatı adına özelde de JK Rowling hesabına büyük bir başarıdır.İngiltere ve Avrupa, kendi öz kültürünü, felsefesini ancak bu kadar hızlı ve köklü yayabilirdi dünyaya.
Büyü ve sihir gibi kavramların zararlı etkileri herkesin malumu olduğuna göre bu hususu fazla deşmeyeceğim.Yani Harry Potter romanlarının bu açıdan da dünya çocuklarını ve gençlerini olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.Beyni büyü ve sihir tasvirleriyle, anlatımlarıyla dolu olan bir çocuk, elbette büyü yapmanın ya da büyücü olmanın yollarını arayacaktır.Ve yine elbette bu uçuk yolları arayanlar çok azınlıkta kalacaktır.Bütün kutsal dinlerin büyüyü yasakladığı dikkate alınırsa, bu romanları okuyan bir çocuk gelecekte tam bir anti Christ (İsa Karşıtı) ya da tam bir dindar Hıristiyan olacaktır.Kendi paralel evrenimize uyarlarsak ya bir münkir ya da iyi bir Müslüman olacaktır.
Yani ya Harry Potter’daki Büyü Felsefesini dolayısıyla Dinlerin alternatifi olan yeni bir dünyayı kabul edecek, böylelikle günümüz Avrupa’sının sunduğu, inanç dışı ama inançlaşmış teorilerle fantastikleşen sekülarizm dünyasına adım atacak ya da inançlarını reddetmek yerine bu hayali dünyayı reddedecektir.Bu da onu inancında daha da sabit kılacaktır.Bu iki durumda da kazanan yine Avrupa olacaktır.Zira Çağdaş Avrupa, sekülarizmi poh pohlarken kiliseyle savaşın başarısından bahseder.Peki savaşılacak bir kilise kalmazsa yeryüzünde, günümüz Avrupa’sı varlığını sürdürebilir mi? Gücünü zıtlıkların çarpışmasından alan her fikir, zıddının var olmasını da arzu eder.Onu tamamen yok etmek, kendi varlığını da dinamitlemek olacaktır çünkü.Avrupa’nın içten içe Vatikan’ı koruması bu sırdandır belki de.
Ya da Avrupa kendi kültür kaynaklarından birisi olarak görmektedir Kiliseyi. Mimariden sanata, ahlaktan dile kadar pek çok alanda yaşamakta olan Kilise Avrupa’sı, Avrupalıları uyuşturucu bağımlısı gibi kendine çekmektedir.Hücrelere kadar, genlerin en derin karanlıklarına değin bulaşmış olan Hıristiyan kültür, Avrupalıların Kiliseyi antik bir müze olarak, tamamen nostaljik mülahazalarla korumasının sebeplerinden birisidir.Bu durum tahkiki değil ama bir alışkanlığı ifade eden ve adeta refleksleşmiş taklidi bir durumdur.
Harry Potter romanlarında rastladığımız aslında Kilisenin kutsal dili olan Latince kullanımlara da değinmeden geçemeyeceğiz.Bugün yediden yetmişe pek çok gencimizin dilinde dolaşan bu terimler yeni roman ve filmlerle hücuma devam ederlerse, dilimizi de başkalaştırabileceklerdir.Örneğin Ruh Emicileri kovmak için kullanılan “Expecto Patronum” kelime grubu zorda kalan çocukların sıkıntı dile getirmek için kullandıkları bir deyime dönüşebilir.Bugünün çocukları da bu gibi dillerine yerleşen deyim ve terimleri gelecek kuşaklara aktarabilirler.
JK Rowling başarılı bir şekilde Fantastik dünyayı kullanarak tüm dünya çocuklarını hatta insanlarını kuşatacak yeni bir ortak dil oluşturma yolunda ilerliyor.Bu ortak dil Avrupa için ne kadar meşruysa bizim için o kadar imkansız bir dildir.Çünkü bu oluşturulan fantastik dil Yunan Mitolojisinin ve Kilise Latincesinin kökleri üzerinde yükseliyor.Bu iki temel de bize yani Türklere göre merduttur yani kabul edilmesi imkansızdır.İsterseniz bazı örnekler vererek bu imkansızlığı ve kan uyuşmazlığını açıkça gösterelim.
“Expecto Patronum” Latince “Umuyoruz Baba” yani daha derin yapıda “Bizi Kurtar Baba” anlamına geliyor.Bu durumda Hıristiyanlık inancında var olan “Baba-Tanrı” inanışının bir yansımasını açıkça görüyoruz.Bu romanda geçen kahramanlardan birisi olan Argus, Yunan mitolojisinde geçen Zeus’un karısı Hera’nın yardımcılarından birisinin adıdır. Hermione, Yunan mitolojisinde Troyalı Helen ve Menelaus'un kızlarının adı olarak geçiyor. Hippogrif, Hippo yunanca 'ippos' dan gelir, ve 'at' demektir, 'grif' ise 'griffin' denilen kuş adıdır.(http://www.dizifilm.com/forum/showthread.php? t=1374&page=77)
Hogwarts’ın ambleminde yazılı olan “Draco Dormiens Nuquam Titilandus” tamamen Latince bir cümledir ve 'Uyuyan bir Ejderhayı Sakın Gıdıklama' anlamına gelmektedir.Bu gibi Latince ve Yunanca kelime gruplarının, mitolojik unsurların, gençlerimizin; çocuklarımızın dilleri, kültürleri üzerinde ne gibi tesiri olabileceğini sanırım fazlaca açıklamaya gerek yok. (http://en.wikipedia.org/wiki/Hogwarts)
Bu yazımız kuru bir yakınma yazısı değildir.JK Rowling’in ve Çağdaş Fantastik İngiliz Edebiyatı’nın bu başarısını küçümsemek de haddimiz olamaz.Ya da bir edebiyatçı olarak Harry POTTER roman ve filmlerini yasaklayalım da asla diyemeyiz.Bunu diyenlere de karşı çıkarız.Hatta okurlarımızın bu romanları okumalarını ve Harry potter filmlerini seyretmelerini tavsiye ederiz.Bize düşen kendi düşünce dünyamıza zıt bir anafora bizi sürüklese de bu başarısından ötürü JK Rowling’i tebrik etmek olacaktır.Bunun aksi ise hangi isimle anılırsa anılsın soğuk bir kıskançlıktan başka bir şey değildir.Bizim önerimiz daha gerçekçi bir öneri olacaktır.Aslında bu öneri acımasız bir öz eleştiriyi de içinde barındıran yapıcı bir öneri olacaktır.
JK ROWLİNG kendi Avrupai ve Kiliseye dayalı kültüründen Fantastik bir dil ve dünya oluştururken biz ne yapıyorduk? Bizim mazimiz hayal yönünden çok mu kısırdı da batı fantastik dünyasını taklide çalışıyorduk her fırsatta? Kahramanlarımız, mekanlarımız her şey batıdan ithaldi.Özgün kahraman ve mekanlarımızınsa hiçbir kültürel ve tarihi derinliği yoktu.Uyduruk bir dünyaydı oluşturulan bu felsefesiz öz geçmişsiz dünya.JK Rowling’in Harry’sinin gücü nereden geliyordu bunu anlayamadık? Onu ve onun gibi batılı yazarları taklitten başka bir şey de yapmadık.JK Rowling’in kendi Kültür dünyasını evrenselleştirme çabasının binde birini kendi rengarenk kültür dünyamız için göstermedik.
Geçmişimizin, Batının kurak hayal alemlerini de sulayan hayali zenginliklerini romanlarımıza yeniden taşımayı bir başarabilseydik, tüm dünya çocuklarının bizim Hayali Kahramanlarımızla coştuğunu görecektik.Bizim çocuklarımızın bugün Latince ve Yunanca kelimeleri, terimleri ya da mitolojik öyküleri ezberlemeleri gibi dünya insanlarının da Türkçe (Osmanlı Türkçesi de olabilir) kökenli terim ve kelimeleri özümsediklerini, bizim kültürümüzün aydınlık limanlarına yanaştıklarını müşahede edecektik.
Peki kendi fantastik dünyamızı inşa faaliyeti için geç kalmış sayılır mıyız? Bu soruya samimiyetle “Hayır” cevabını verebiliriz.Hayal gücünün projeksiyonları ve kurgu boyutları sonsuz açılımlara sahiptir.Sonsuz ya da sonsuzu yutacak büyüklükte olan hayal midesi, elbette sınırlı sayıda birkaç hayal mahsulüyle doyurulamaz.Bu da demektir ki hayal midesini doyuracak sonsuz sayıda fantastik dünyalar, kurgu hayatlar, bu dünyanın aşçıları sayılabilecek olan yazarlar tarafından avlanmayı, pişirilip ruh midelerine servis edilmeyi beklemektedir.Bu bakış açısıyla bakıldığında Harry Potter’in fantastik dünyası ne sondur ne de yeni bir başlangıçtır.
Dünyaya Binbir Gece Masallarını, Kelile Dimne’nin Fabllarını ve pek çok fantastik hikayeyi, kahramanı armağan eden edebiyatımızın mimarları Harry Potter’in olmazsa olmaz temellerinden olan Phoenix yani Zümrüd-ü Anka’yı o sonsuz hayal güçleriyle inşa etmeyi başarabilmişlerdir.Tom ve Jerry’nin temellerinde Kelile ve Dimne’nin fabllarının olmadığını kimse söyleyemez.Ya da Ev Cini Dobby’nin şahsında tezahür eden İtaatkâr ve iyiliksever Cin anlayışı Alaattin’in sihirli Lambasından çıkmamış mıdır ilk olarak? Veyahut da Harry Potter romanlarında sıklıkla rastladığımız Devler, bizim binlerce yıllık geçmişe sahip Tepegözlerimizin ve devlerimizin soyundan değil midir?
Gerçekte batının fantastik dünyasını teşkil eden bütün o mumyalar, şeytani güçler, periler, iyi kahramanlar zaten bizim imal ettiğimiz bir fantastik dünyanın Batıca devamından ibarettir.Bilhassa Haçlı Seferleriyle birlikte bizim topraklarımızı sömüren batı, fantastik dünyamızın öğelerini de akıl heybelerinde saklayarak kaçırmışlardır.Günümüzde Batılı yazarlar Doğunun münbit ve velud hayal dünyasından daha çok istifade ediyorlar.Hatta dünya klasiklerinin bazılarında doğu edebiyatının derin tesirleri, ilhamları açıkça görünüyor.Bu durumda kendimizi küçük görmeye ve başkalarının başarılarını da nazarımızda küçültmeye hiç gerek yok.Vaktiyle geliştirdiğimiz Menkibe Kurgu Roman başlıklı yazımızda kendi fantastik dünyamızı nasıl inşa edebileceğimizin bazı arayışlarını ortaya koymuştuk. (http://www.gokselihtilal.com/menkıbe.htm) Bu nedenle bu konu üzerinde daha fazla durmayacağım.
Harry Potter benzeri Fantastik içerikli romanların başarılarını görüp hayıflanmak ve keşke bataklıklarına sürüklenmek yerine, tüm ihtişamıyla geçmişimizin ufuklarında beliren hatta batının yazın dünyasını bile aydınlıklara boğan kendi hayal dünyamızın zenginliklerinden istifade etmeliyiz.Kendi Hayali Edebiyatımızı eldeki malzemeleri daha bir işleyerek, parlatarak ve onararak yeniden inşa etmeliyiz.Böylelikle dünya insanlarının tümüne hitap edecek evrensellikte eşsiz yapıtlar oluşturabiliriz.
Bizim eserlerimizin mekanları İngiltere’nin şehirleri değil ama İstanbul, Erzurum ya da Semerkant olacaktır.Mimari tasvirlerimiz Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin muhteşem uyumunu yansıtacaktır.Bizim romanlarımızda büyüler, sihirler değil de kerametler, mucizeler söz sahibi olacaktır.Romanlarımızla geliştireceğimiz Fantastik dünyamızın Ortak Dilinin yelpazesi, Orta Asya Türkçesinden Selçuklu ve de Osmanlı Türkçelerine hatta Arapça ve Farsça bazı terimlere kadar uzanacaktır.Belki de bir İngiliz Çocuğu “Mevlana” adlı kahramanın birbirinden fantastik olaylarıyla mutlu olabilecektir.(www.gokselihtilal.com) Olaylarımız Çifte Minareli medresede veya Tac Mahal’de veyahut da Süleymaniye Camiinde geçecektir.Fantastik Dünyamızı bütün bütün yerlileştireceğiz.Hayal dünyasının merkezi olan doğuya yöneleceğiz.
Bütün bu amaçlarımıza ulaşmak için hiç kimsenin ve hiçbir kültürün başarısını kıskanmamıza, bu başarıları adaletsizce eleştirmemize gerek yoktur. Yapacağımız iş basittir. Öncelikle biz kendi tembelliğimizi eleştireceğiz.Ardından zaferlerle dolu bir geleceğin kahraman mimarları olarak ellerimize kalemlerimizi, kâğıtlarımızı alacağız; kendi Fantastik dünyamızı inşa edeceğiz.Bizim samimi olduğumuzu, eserlerimizin tam da kaynağından, Fantastik dünyanın doğduğu topraklardan fışkırdığını gören dünya insanları, sunduğumuz ab-ı hayattan kana kana içmek için eserlerimizin etrafında pervane olacaklardır.Biz ise başarılarımızla asla şımarmayacak, insanlığı karanlıklardan kendi aydınlığımıza ulaştırma arzusuyla yanıp tutuşarak, oluşturduğumuz fantastik dünyanın kıyısına köşesine yapışıp sonsuzlaşacağız.
Gündelik hayatta çok kullandığımız bir ikileme “abur cubur”. Bize iki kelimenin de anlamı olmadığı öğretilir her defasında.Dilbilgisi kitaplarında bu ikileme “anlamsız kelimelerin birleşmesiyle oluşan ikilemeler” grubunda anlatılır.Ancak biraz araştırdığımızda bunun böyle olmadığı açıkça anlaşılıyor.
Bildiğimiz gibi bilim sorgulamayı gerektirir.İman ya da din ise şüpheyle, sorgulamayla asla bir arada bulunamaz.Ateşle barutun bir arada bulunamayacağı gibi.Fakat şüphe, sorgulama, bilim için olmazsa olmazdır.Belki de geri kalmışlığımızın ardındaki sırlardan birisi de aslında bilimsel gerçek sınırlarına giren öğrenilerimizi sorgulamaktan adeta korkmamız.Halbuki dini ve inancı sorgulamadıktan sonra, onlara şüpheyle bakmadıktan sonra, bilimsel ve nesnel konulardaki sorgunun hiçbir zararı yoktur ve bu eylem oldukça da faydalıdır.Bu ilerlemenin eskimez deyimiyle inkişaf ve terakkinin olmazsa olmazıdır.Din, inanç ve olumlu gelenekler dışında hiçbir konuda mutaassıp olmamak gerekiyor.İlerlemenin başka da yolu yok.
İşte bu sorgulamanın küçük bir numunesini göreceğiz şimdi.Nedir bu “Abur” kelimesinin anlamı? Yıllardır bize öğretildiği gibi gerçekten de anlamsız bir kelime midir bu kelime?
Öncelikle bu “abur cubur” kullanımının Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre birinci derecede hangi anlamı ifade ettiğini görelim:
abur cubur isim Yararı gözetilmeksizin rast gele yenilen şeyler: 'Çocuklara abur cubur yedirmekten sakınılmalıdır.'- Kelime grubunun daha sonra aldığı diğer mecaz anlamlar da vardır elbette ama kökende bu kelime öbeğinin “rast gele yenilen şeyler” anlamına geldiğini bir ortaya koyalım.O halde bu kelimelerin anlamları, yemekle, içmekle ilgili olmalıdır. Basit bir araştırmayla bu “Abur” kelimesinin Ermeni dilinde “Çorba” anlamında yaşadığı anlaşılacaktır.O halde muhtemelen bu kelimenin anlamı “sulu yemek” olacaktır.Bunu böyle ortaya koyduktan sonra Ermenice’ye de muhtemelen başka bir dilden geçmiş olan bu kelimenin kökenlerine inmemiz gerekiyor.
Bildiğimiz gibi Ermenice içinde çokça Türkçe ve Farsça kelime bulunan bir dildir.Bunu çağdaş Ermeni dilbilimcileri de açıkça ortaya koymaktadır.O halde bu kelimenin kökeni de muhtemelen ya Türkçe ya da Farsça’da var olan bir kelime olmalıdır.Bu arada Türkçe’de yaşamaya devam eden ve “Çok yiyen, içen” anlamına gelen “Obur” kelimesini de bir yere not alalım ileride kullanmak üzere.
Şimdi Farsça’da “Ab” kelimesinin “su” anlamına geldiğini biliyoruz.Muhtemelen bu “Ab-ur” kelimesi Farsça “Ab” kelimesinden türetilmiş bir kelimedir.Farsça’da sulu yemekler için bu tür kullanımlar olduğunu biliyoruz.Örneğin Nar Suyu “Ab-e nar”..
Ermenice’de Türkçe ve Farsça etkisinin varlığını sorgulayanlar için de iki can alıcı örnek vereceğim izninizle.. Bir dilde kullanılan ve o dilin değişmezliğinin sembollerinden olan bazı fiiller, bazı kelimeler vardır.İşte Ermenice’de bu kelimeler bile başka dillerden gelmedir.Mesela “gel- “ Ermenice’de “gal-“ şeklindedir ki bu kelimenin kökeni herkesin anlayabileceği gibi Türkçe’dir..Aslında bu tür etkileşimler bütün diller de var.Mesela Türkçe’deki “çorba” kelimesi Arapça aynı anlama gelen “Şurba” kelimesinden bozmadır.Biz Ermenice için bu örnekleri verirken Türkçe diğer dillerden etkilenmemiş demek istemiyoruz doğal olarak.Ancak önümüzde yoğunlaştığımız örneği inceliyoruz değişik açılımlarla.
Evet bu “Abur” kelimesi ile Farsça “Ab” kelimesi arasındaki ilişki ortada..Peki bu kelimenin sonundaki “ur” kelimesinin kökeni nedir? Muhtemelen bu kelime “yemek, içmek” anlamında bir kelimedir diye düşünüyoruz.yani “Sulu Yemek” anlamını yakalamaya çalışıyoruz.Hemen Farsça’ya bakıyoruz yine.Görüyoruz ki bu sondaki “ur” kelimesinin kökeni “hur” ya da “hor” kelimesi olmaktadır.Yine bildiğimiz gibi bu kelime “yemek, içmek” anlamlarına gelmektedir.Yani “Abur” kelimesinin aslı “Ab-hur/hor” kelimesidir.
Ab-hor ] Ab-hur ]Ab-ur
Dönüşümü ile bu kelimenin kökenini açıklayabiliriz.Az önce not aldığımız “Obur” kelimesini de inceleyelim yeri gelmişken..Bu kelimenin değişimi daha değişik olmuş.Muhtemelen bu “Obur” kelimesi “Abur” kelimesinden daha önce Türkçe’mize girdi ve baştaki “a” sesi de “o” sesine dönüştü.Abur kelimesi ise daha gereken süreci tamamlayamadığı için “Abur” şeklinde kaldı.Zaten onun ikileme şeklinde deyimleşmesi de değişimini engelleyen derin dondurucu görevini yapmıştır.”Obur” kelimesi ise gündelik hayatta ve de bir anlamı ifade edecek şekilde sıkça kullanıldığından değişimine mutad şekilde devam etmiştir.Çünkü “b” gibi dudaksı sesler genellikle önlerindeki düz geniş –a, e- gibi sesleri -o, ö- ye dönüştürürler.
A-b-ur ] O-b-ur “b” dudaksı sesi “a” sesini “o” sesine dönüştürmüştür..Muhtemelen bundan sonraki aşamada kelimenin değişimi O-vur şeklinde olacaktı.Çünkü “b” sesi de “v” sesine dönüşme eğilimi göstermektedir Türkçe’mizde. Örnek: –bar ] var- Obur kelimesi de TDK sözlüğünde:
“Gereğinden çok yemek yiyen, doymak bilmeyen (kimse) ”
şeklinde tanımlanmış.Görüldüğü gibi bu kelime de “çok yiyen, ne bulursa yiyen” anlamlarına geliyor.Bu da bizim bulgularımızla örtüşüyor.
Hadi diyelim bu ikilemenin ilk parçası olan “Abur” kelimesinin anlamını ortaya koyduk.İkinci kelimeye anlamsız mı diyeceğiz? Yoksa onun da mı anlamını sorgulayacağız? Herhalde biz ikinci şıkkı tercih edeceğiz.Bizi tanıyanlar da bu ikinci şıkkı tercih edeceğimizi çok iyi bilirler.Gördüğümüz gibi birinci kelime Farsça kökenli bir kelime olarak karşımızda duruyor.
İkilemenin ikinci bölümü olan “Cubur” kelimesinin kökenlerine inelim şimdi de.Bugün Türkçe’mizde kullanılan “Çöp” kelimesi ile aynı kökenden bu “Cub” kelimesi..Aslında Türkçe’deki “Çöp” kelimesi de köken itibariyle Farsça’daki “Çub, Cub” kelimesinden gelmekte.TDK’nın sözlüğünde de bu açıkça ortaya konuyor.O halde bu kelimenin gelişimi de şöyle:
Cub-hur ]Cub-ur ya da Çub-hur ] Cub ] hur ] Cub-ur
Şimdi bu “Çöp” –Cub, Çub- kelimesinin TDK sözlüğündeki anlamına bakalım.
1-Saman inceliğinde herhangi bir sap, dal veya tahta parçası 2-Yararsız, pis veya zararlı olduğu için atılan ufak tefek şeylerin hepsi.
Bu “Cubur” kelimesinin de anlamı ortaya çıkıyor şimdi.Bu kelime “ en yenilmeyecek, saman, sap, tahta gibi insan için faydası olmayan zararlı, iğrenç yiyecekleri” anlatıyor.
Birinci kelime –abur- bütün rast gele içilenleri, ikinci bölüm -cubur- bütün rast gele yenilenleri anlatıyor dediğimizde sorun halloluyor..İki kelime de zamanla bir kelime öbeği oluşturduğu için ikisi de ortak bir anlamı ifade ediyor:
“Yararı gözetilmeksizin rast gele yenilen, içilen şeyler” Abur Cubur olmuş oluyor..
Artık daha dikkatli olalım da hem gıdada hem fikirde hem de eylemde “abur cuburdan” kaçınalım.
Yeni sorgulamalarda, paylaşımlarda buluşmak dileklerimle…
Bâlibilence (Türk mutasavvıf Muhyi Gülşeni'nin geliştirdiği dünyanın bilinen ilk yapma dili-Muhyi Lisanı ile) yazdığım bir şiiri sizlerle de paylaşmak istedim. Bakalım anlayabilecek misiniz? Şiir sayfamı takip ederseniz, yeni ürünler de vereceğim Bâlibilen dilinde nasip olursa..
Bâlibilen Dilinde Şiir
Yağar revâyâ lebersed
Kelebres vâhâya edmeh
Kevnebe-ye Yusuf mersed
Ferun ki hacin-e izmeh
Oğuz Düzgün
Yürekleri Dağlarcasına
Yürüdün gittin sonsuzluğuna
Gülden güle
Bir yıldız gibi kayarcasına
Bülbüller gibi
Şakıyıp gittin..
On beş ekiminde
İki bin sekizin
Şiirden kanatlarınla
Dağlarca engin
“Allah ne kadar büyüktür” ki
Fazl-ı hüsn-ü Rahmana
Süzülüp gittin..
Oğuz Düzgün
GÜNEŞÇAĞ SAVAŞÇISI
“Onlar gittiler
Giderken bir muştu gibiydiler”
Böyle diyordu gönül insanı Erdem Bayazıd, sonsuzluğa yürümeden önce. Ölmeden önce ölünüz emrine harfi harfine uymuş diri yüreklilerden biriydi o. O bir Güneşçağ savaşçısıydı adı üstünde. O da gitti ve giderken o da sonsuzluktan haber veren bir muştu gibiydi. Çünkü mısra mısra müjdelerinde yokluğu mağlup etmişti hep ve sonsuzluğa davet etmişti herkesi. Çağcıl insanın çoğu zaman düşünmediği, hatta anti aging felsefeleriyle hafife bile aldığı; ama aslında hakkındaki soru işaretlerinin mutlaka cevaplanması gerektiği ölüm gerçeği hakkında bakın neler diyordu şâir:
Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.
Biz çoğunlukla ölüm şairi olarak Cahit Sıtkı’yı biliriz. Elbette onun şiirlerinde ölüm teması ağırlıklı olarak işlenmiştir. Ama her şâir aslında diğer insanlardan mutlaka daha fazla ama kendi değer ölçülerinin mütevazi sınırları içerisinde muhakkak ölümden bahsetmiştir. Çünkü bengi bir yaşam isteyen şâirin ruhunu, şu kısa ömür doyuramamaktadır. Zira duyguların hendesesinde hesaplar sonsuzluk ölçekli yapılır. Hele şâirler için boyutlar arasında her hangi bir sınır yoktur. Geçmişle gelecek, başka başka ruh dünyalarıyla ölüm ötesi hayat, onların yürek gezegenlerinde sarmaş dolaştır.. Şairlerin hislerine herhangi bir sınır konulamaz. Aslında şiirin en birinci malzemelerinden olan söz sanatları ve bunların içinde epey bir yekün tutan mübalağa sanatı, ruhun dizginlenemeyen sonsuzluk arayışlarının kelime düzleminde hafif bir yansımasıdır. En yenici şiirlerde bile şairlerin bu şuuraltı arayışları kendini belli eder.
Üstelik şiir, eski tarihlerden beri, hatta düz yazıdan da daha önceleri ebediliğin bir aracı olarak kullanılmamış mıdır? Binlerce yıl öncesinden bugüne kulaktan kulağa yayılmış olan halk hikâyelerimiz, türkülerimiz ya da destanlarımız, hep şiir formlarında söylenmiş sözlü ürünler değiller midir? Hatta çocukluğumuzdan beri okul sıralarında, duvarlarda görmeye alışık olduğumuz bütün o yazılar, manzum değiller midir? Demek ki her insanın ruhunda var olan sonsuzluk isteği, bir şekilde kalıcı eserler oluşturma emrini veriyor biyolojik yapımıza. Beynin nöronları, ruh cevheri, kalbimiz ve bütün latifelerimiz el ele verirlerse eğer, ölümsüz eserler ortaya koyabiliyorlar. Eski çağlardan beri insanlık, ölümsüzlüğü şiirlerle yakalamaya çalışmış. Aslında bu durum, basit bir biyolojik yapıya sahip olduğunu düşündüğümüz karıncaların ölüme karşı direnişiyle paralel bir refleksin ürünü. Bu biyolojik yanımızın titrek bir dürtüsü kimilerine göre… Ama bir de çoğu zaman es geçtiğimiz, bizi o karıncadan tefrik eden sonsuzlukla ilintili bir yanımız vardır ki, aslında bu veçhemiz, sonsuzluktan muştularla yüklü mısraların cevelan ettiği debisi yüksek bir ilham nehrinin yatağıdır.. Her yürekte az çok sesi duyulur bu latifenin. Ama şâirler, bu yürek seslerini, karınlarından konuşmasını beceren insanlar gibi yüreklerinden konuşarak satırlarına dökmeyi başarmışlardır. İşte bu şâirlerin en önemlilerinden birisi de Erdem Bayazıt’tır. O açıkça yürekten, çoğu zaman ruhtan konuşmasını bilmiştir. Şu aşağıdaki mısralar ruhun tatlı dilinden değil de nereden süzülmüştür?
Dirilmek yeniden
Yerin uyanması gibi kımıldaması gibi toprağın
Bulutları yarması gibi gün ışığının
Yağmurun ansızın boşanması
Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması
Erimesi gibi karların ve buzulların
Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların
Her şâir ölümün farkındadır farkında olmasına ama ölümden sonrasının karanlığını her şâir aydınlatamaz. Bunun için iman güneşi gerekir öncelikle. Amentüdeki imanın şartlarına inanan herkes, eğitimi ne olursa olsun ölüm gerçeğiyle bir şekilde başa çıkabilmektedir ruh dünyasında. Ama ahirete inanmayan bir insan için ecel, tamamen yok oluşun adıdır. Ölüm onun için bütün sevdiklerinden sonsuza kadar ayrılışın, karanlıklara yuvarlanışın adıdır. Ona göre, hayat aynacığında yansıyan bütün ışıklar, o aynanın bizatihi kendi malıdır. Aynadaki yansımalar yok olduğunda, ayna da yok olmuştur olacaktır. Ya da ayna yok olduğunda o ışıklar da yok olacaktır. İşte bu önermelerde var olan paradokslara Erdem Bayazıt hiçbir zaman düşmemiştir. O bir “Güneşçağ savaşçısıdır” çünkü
Aynadaki yansımalar, güneşin ışınlarının tecellisinden başka bir şey değildir ona göre.. Ve bizler de o ebedi güneşin maddi evren aynasında tezahür eden ışınlarının farklı tonlardaki yansımalarından ibaretiz. Aynanın kırılması ya da bir şekilde yansımaların kesilmesi, aslımızın yok olması anlamına asla gelmemektedir. Zaten aslımız, manamız ve değerimiz olan bütün renkler, ışıklar o güneşin zatında sabittirler. Asla kaybolmamışlardır, kaybolmayacaklardır da. O Sonsuz Güneşin “en güzel isim” ışınlarının yansımalarından ibaret olan düşüncelerimiz, duygularımız, yaşantılarımız kısacası her şeyimiz, bâki kalacaktır, asla hiçbir özelliğimiz yok olmayacaktır. Yok olan aynalardır, asıllar ise her zaman sabittir. Ve bir “Güneşçağ savaşçısı” asla yok olmayacağını çok iyi bilir. İşte asrın Güneşçağ Savaşçılarından olan Erdem Bayazıd da aslına, Güneşler Güneşinin sonsuzluğuna döneceğini çok iyi biliyordu. Ve her Güneşçağ Savaşçısı gibi o da sonsuzluk ülkesinin saraylarına doğru yelken açmıştı ardında şu bengi mısraları bırakarak,
Şu bizim atımızdır deniz hipodrom
Nehrin yatağını öp sen ey savaşçı
Birikinti gölleri geç apartmanları geç kaldırımları
Bir bir ayıkla mezarları.
Güneşçağ öncüleri yolları tuttu dua erleri tuttu
Yüzleri Mekke ülkesi gözleri Medine çeşmesi
Elleri altınçağ mimarı
Erdem Bayazıd, şiirleriyle, mefkuresiyle yaşamaya devam edecek etmesine ama bizler de onun şiirlerini, ideallerini yeni kuşaklara aktarmayı bir görev bilmeliyiz. Gençliğimizi geç olmadan Erdem Bayazıd gibi şâirlerimizin sevgi kokulu mısralarıyla tanıştırmamız gerekiyor. Çünkü sevgisizliğin, ahlaksızlığın ve şiddetin yegane reçetesi, aşağıdaki kırık dökük dizelerimde de ifade etmeye çalıştığım gibi Erdem Bayazıd misali şâirlerimizin sevgi kokulu mısralarında saklı değil; aksine ayan beyan ortadadır..
Her yarının güneşi
Bugünden ekilir unutma
Ve her günü aydınlatan
Bir başka şâirin ruhudur
Güneşler ekilmeden toprağa
Filizlenmeyecek altınçağ
Ve gülemeyecek,
Kölemen kaderli bebeler
Güneşçağ savaşçılarının
Sevgi kokulu mısralarıyla tanışana dek…
Oğuz Düzgün (www.edebigazete.com, www.habersaati.com)
Türkiye'nin İlk Sanal Edebiyat Gazetesidir. Simgesi güneştir. Edebiyatımıza, sanatımıza hizmet etmeyi amaçlayan bir kısım insan tarafından desteklenmektedir. Sanal Edebi Gazete www.edebigazete.com adresinde faaliyetine devam etmektedir.
BABA/SIZIM-Ve şimdi gittin/ Gülücüklerini de bırakıp/ Ağlayışlarını da/ Ve şimdi gittin/ Nasihatlerini de gömüp yüreğime/ Ve şimdi/ Babasızım/ Herkesin derdi başka/ Benim de BABA sızım /Oğuz DÜZGÜN/
Baba kaybetmek ne demek biz de biliriz. Onlar için en güzel hediye yazdığımız şiirlerdir. Hayatındayken ona bir şiir yazmak bana nasip oldu. Siz de www.edebigazete.com ana sayfada yayınlanmak için bir Baba şiir yollayın [email protected] adresine...
666
Sayıların da vardır hayalleri
Gülmek ister onlar da
Ve korkulmadan, çocuk yüreklerden
Öpücükler ister elleri
Medeniyet minnettar olmalı
Anneliğine sayıların
Ve durdurmalı idam kararını
Hurafe hamalının
Altın oran “pi”ye
Üçgenin iç açılarına
46 kromozoma
Ve tüm sayılara
Selam olsun
www.edebigazete.com
“PUSAT” YENİ BİR BAŞLANGIÇ MI?
Osman SINAV’ın Show TV’de yayınlanacak olan yeni dizi filmi PUSAT’ı duymuşsunuzdur hepiniz. Rocky filmleriyle büyüyen bizlere biraz alışılmadık geliyor; bir Türk Boksör kahramanın maceralarla dolu dizi filminin çekilmekte olduğu gerçeği..Bu tarz filmlerin senaryosu iki farklı bakış açısıyla yazılabilirdi:
1-Vaktiyle Yeşilçam’da çevrilen Kovboy filmleri gibi, Rocky filmlerinin ya da benzeri kahramanlık filmlerinin, kahramanların isimlerinden yaşadıkları mekanlara varana kadar tamamen taklit bir versiyon oluşturabilirdi. Bu durumda ortaya çıkan film Türkiye’de çekilmiş bir Batı Filmi olurdu.
2-Tamamen özgün bir senaryo oluşturularak, kahramanlarından olayların geçtiği mekana kadar bizim olan bir film senaryosu yazılabilirdi.Motif unsurlar olarak elbette batıdan ithal unsurlar da kullanılabilirdi ama özü itibariyle bu film tam bir Türk filmi olurdu..
Osman SINAV bu iki seçenekten ikincisini seçmiş gibi gözüküyor. Bu yönüyle de PUSAT bizce takdire şayan bir dizidir.Başkahramanın soyadı onun vesilesiyle Filmin adı olan PUSAT Türklerin eskiden beri darb-ı mesel olarak söylediği “At, avrat, pusat(zırh) ” deyimine de bir gönderme yapıyor.Film daha seyredilmeden ismiyle bile tarihi bir derinliği olduğunu söylüyor bize.
Kahramanların isimleri de bize bu yönde mesajlar vermeye yetiyor. PUSAT soyadlı kahramanın ön adı Ali’dir.Bildiğimiz gibi “Ali” İslam dininde kahramanlığıyla ün salmış büyük bir halifenin de ismidir.Türklerin İslam’ı kabul etmesiyle birlikte Hz.Ali’nin kahramanlıklarını konu alan “Destan”lar gerek sözlü gerekse de yazılı bir şekilde tüm Türk İslam topluluklarında motive edici bir vazife icra etmişti.
Anadolu topraklarından doğan ve yetişen gençler Battal Gazi’nin, Hz.Hamza’nın ve de Hz.Ali’nin destanlarını okuyarak, dinleyerek vatanları, dinleri, namusları için seve seve canlarını feda edebiliyor, türlü türlü kahramanlıklar gösterebiliyorlardı.Bütün Anadolu’nun ardından, İstanbul’un ve diğer toprakların büyük kahramanlıklarla birlikte fethedilmesinin altındaki en büyük sırlardan birisi de bu kahramanlık Destanlarının Müslüman Türk gençlerine aşıladığı manevi motivasyon gerçeğidir.
Elimizdeki en eski örneklere göre 10. belki de 9. yüzyıllardan başlayarak yazılmaya başlanan Fütüvvetnamelerin (Yiğitlik Kitaplarının) temelinde Hz.Ali’nin en büyük “Feta” yani “Yiğit” oluşunu vurgulayan “La Feta illa Ali” –Ali’den başka gerçek Yiğit yoktur- cümlesi vardır. Başlangıçta Müslüman Araplar ardından da uzun yüz yıllar boyu Türkler bu Fütüvvet –Yiğitlik- geleneğini sürdürerek Hayali değil ama Gerçek Kahramanlıklara imza atmışlardır.
İşte bu filmde kullanılan masum bir Ali isminin arkasında bütün bu manalar saklı olabilir.Bunu düşünmemizi haklı kılan “PUSAT” soyadı sanki zırhlarıyla düşmana karşı savaşan karhaman Selçuklu ve Osmanlı askerlerini de anımsatır.Diğer bir kahraman olan Hediye SELÇUK’ un soyadı da hangimize Selçuklu Devletini hatırlatmaz? Hatta Hediye’nin babası Boks antrenörü Selahaddin, Mehmet Akif ERSOY’un söyleyişiyle “Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i” hatırlatmaz mı bizlere?
Hatta kahramanın Selçuklu döneminin en müreffeh şehirlerinden birisi olan Sivas’tan hayat yolculuğuna başlaması sanki bize yarım kalan şerefli bir mazinin intikamının PUSAT yoluyla başka bir sahada alınacağını anımsatmaz mı? Hatta kahramanın dünyaya geldiği şehir olan Suşehri bile değişik çağrışımlarla aynı kompozisyonu destekler.Bildiğimiz gibi Suşehri “Asker Şehri” anlamına gelir.Buradaki su muhtemelen “Subaşı” kelimesinde olduğu gibi “Asker” anlamına gelmektedir.Zaten tarihi alt yapı da bunu açıkça ortaya koyar.Selçuklu döneminde bu şehir “Şarkışla” –Şark Kışla- örneğinde olduğu gibi askerler için bir kışla olarak kullanılmıştır.
Bir başka tarihi gerçeği daha hatırlayalım. Anadolu Selçukluları ile Moğollar Suşehri Ovasında, 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı yapmışlardır. Bu savaşta Selçuklular yenilmişlerdir. Belki de bu filmle bu yenilişin de bir finali alınmak isteniyor olabilir.Zaten KUBAT filmini de yenilmişlikle başlar.Yani o şampiyonluk maçı öncesi yaşadığı talihsiz olaylar nedeniyle hapse girer.Tam şampiyon olacakken altı yılını hapiste geçirmek zorunda kalır.Bu durum da bize savaş konusunda tecrübesiz olan Gıyaseddin Keyhüsrev’in çok güçlü bir orduya sahip olmasına rağmen talihsiz gelişmeler sonucu Moğolların Anadolu topraklarını ele geçirmesini hatırlatır.Yine Ali ismi bize Anadolu’yu yoğun gayretleriyle vergi verme karşılığında Moğol İstilasından kurtaran Vezir Mühezzibüddin Ali’yi hatırlatır.Yani yenilginin de başarının kökleri kahramanda gizlidir.
PUSAT filminin senaryo yazarı Aybars Bora KAHYAOĞLU senaryosunu yazarken bizim bu düşündüklerimizi düşündü mü bilmiyorum ama isim ve mekan seçimlerinde var olan uyum bilinçsiz de yapılmış olsa, bizde uyanan çağrışımlar bunlardır. Şunu da unutmamak gerekir ki, ortaya konan sanat eserleri oluşturucusundan çok muhataplarının malıdır artık. Yani “verici” olan sanat eseriyle etkileşime giren “alıcılar” kendi dünyalarında geliştirdikleri “dilin” imkânlarınca anlatılanların derinliklerine nüfuz edebilirler.Bazen bir şâirin kendi şiirini oluştururken bile göremediği ve kast etmediği anlam tabakasını, derinliği bir sade okur anında yakalayabilir.Bu durum da insan denen meçhulün ürettiği sanat eserlerine bulaştırdığı şuuraltı yansımaları gösterir.O bu yansımaların şuurunda değildir ama bilinçaltı bu gerçekleri oluşturulan eserin ötesine berisine kıyısına köşesine yerleştirir.
Elbette sadece yorumlarını okuyarak anlamaya çalıştığımız ve henüz izleme imkânı bulamadığımız bir yapıt için ancak bunları söyleyebiliyoruz. Belki de film yayımlandığında daha farklı düşünceler ve derinlikler dile gelecektir. Ya da tam tersi olacaktır. Yani altyapıda etkin olabileceğini öne sürdüğümüz bütün bu anlamlar bizim zihnimizin salt bir yanılsamasından ibaret kalacaktır.
Sonuç ne olursa olsun, televizyonlarımızda özgün bir Türk Kahramanı konu alan yeni bir filmin yayınlanacak olması Kurgu mimarları için de ayrı bir ilham kaynağı olacaktır. Varlığını batının edebiyat dilini ve kültürünü devam ettirmekte bulanlar için bu yerli oluşumlar yeni fantastik kapılar aralayabilecektir. Bizi ilgilendiren de meselenin bu yönü, yani kendi özgün Fantastik Dünyamızı oluşturmayı tetikleyecek hayal patlamalarını doğurma yönüdür..
http://www.dallog.com/savaslar/kosedag.htm
http://pusat-dizisi-izle.blogspot.com/
Joanne Kathleen ROWLING İngiltere Chipping Sodburry’de dünyaya gözlerini açtı. İlerleyen zamanlarda ailesiyle birlikte Bristol'e, daha sonra da Chepstow'a taşındı.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/J.K._Rowling) Çocukluğundan itibaren İngiliz kültürüyle yetişti doğal olarak.Etrafında gördüğü tarihi binaların tasvirlerinden tutun da Hıristiyan ve Avrupalı bir kültürün etkisiyle belleğinde yerleşen Latince sevgisini yansıttı Harry Potter adlı romanına.
Dünya gençliğini, yeni bir fantastik dünya inşasıyla evrenselleştirmeyi başardığı Anglo-Sakson ve Latin kültüründe eritme hamlesiydi aslında onun yaptığı.Rowling belki de bu ulvi gayesinin farkında değildi şuuraltının istila ruhundan habersizcesine.Aslında herkesin hakkıdır kendi kültürünü başka ruh dünyalarında yeşertmeye çalışmak.İşte JK Rowling de belki bilinçsizce girişti bu işe.Ancak onun yetişme ortamını; yetişme tarzını da içinde barındıran fantastik çikolatalarla süslenmiş edebi sesi, tüm dünya gençlerinin ve çocuklarının aklını çelmeyi başardı.
Evli ve iyi bir anne olan yazarın hayat serüveninin birkaç adımı İngiliz mimarisinin en güzel tarihi örneklerinden de geçmişti.Liseyi okuduğu Wyedean Comprehensive’den tutun da Exeter Üniversitesinin mimari yapısına kadar şuuraltı tam bir Anglo-Sakson kültürüyle depolandı.Exeter Üniversitesinde öğrenim gördüğü yıllarda Fransa’da da öğrenim görme imkanı elde eden yazar, hem Fransız diline hem de Fransız kültürüne bir aşinalık kazandı.Aslında o, bu eğitim hayatı boyunca Harry Potter romını oluşturacak unsurları da beyninde, kalbinde ve ruhunda biriktiriyordu.
Çocukluk yıllarını geçirdiği Chepstow’da muhtemelen pek çok kez ziyaret ettiği ve hayran kaldığı Chepstow Kalesi’nin mimari yapısının etkisi yok mudur eserlerindeki mekan tasvirlerinde? İskoç krallığının kale ve saraylarının izlerini gömez miyiz onun fantastik dünyasında.Ya da günümüz kiliselerinde de yaşamaya devam eden ve İngiltere’nin hatta Orta Çağ Avrupa’sının mimari görüntülerini yakalayamaz mıyız onun mekan tasvirlerindeki ayrıntılarda? Yazarın romanından uyarlanılarak gösterime giren Harry Potter fimlerinde gördüğümüz Hogwarts Büyücülük Okulu, ambleminden tutun da mimari yapısına, öğrencilerin sıralarda oturuş biçimlerine kadar bir İngilizvâri ya da Avrupai bir hava üflemez mi beyinlerimize?
Yazarın öğrenim gördüğü Edinburgh Üniversitesindeki Teviot Row House binası ya da Fransa’ya gittiğinde muhtemelen ziyaret ettiği Carcassonne Kalesi ile Hogwarts Büyücülük Okulunun binası arasındaki inanılmaz benzerlik ortada olduğuna göre, Harry Potter roman ve film serilerinin hayranı olan çocuklarımızın, gençlerimizin önlerine fantastik süslemelerle sunulan İngiliz Kültürünü özümsemediklerini iddia etmek yanlış olmaz mı? Onlara göre hayal dünyasının mimarisi artık İngiliz tarzı bir mimari olacaktır.Muhtemelen bu gençlerimiz biraz daha büyüdüklerinde hayal dünyalarını süsleyen bu mimari tarzının Yeni Gotik bina üslubunun bir benzeri olduğunu fark edeceklerdir.
Hatta bu mimari tarzının etkisi o küçük yürekleri kiliselerin mimari dünyasına iliştirecek, hayal dünyalarına kazınmış bu mimari dünyanın benzerlerinin ancak Kiliselerde var olduğunu şuuraltlarına kazıyacaktır.Bu durum elbette İngiliz Edebiyatı adına özelde de JK Rowling hesabına büyük bir başarıdır.İngiltere ve Avrupa, kendi öz kültürünü, felsefesini ancak bu kadar hızlı ve köklü yayabilirdi dünyaya.
Büyü ve sihir gibi kavramların zararlı etkileri herkesin malumu olduğuna göre bu hususu fazla deşmeyeceğim.Yani Harry Potter romanlarının bu açıdan da dünya çocuklarını ve gençlerini olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.Beyni büyü ve sihir tasvirleriyle, anlatımlarıyla dolu olan bir çocuk, elbette büyü yapmanın ya da büyücü olmanın yollarını arayacaktır.Ve yine elbette bu uçuk yolları arayanlar çok azınlıkta kalacaktır.Bütün kutsal dinlerin büyüyü yasakladığı dikkate alınırsa, bu romanları okuyan bir çocuk gelecekte tam bir anti Christ (İsa Karşıtı) ya da tam bir dindar Hıristiyan olacaktır.Kendi paralel evrenimize uyarlarsak ya bir münkir ya da iyi bir Müslüman olacaktır.
Yani ya Harry Potter’daki Büyü Felsefesini dolayısıyla Dinlerin alternatifi olan yeni bir dünyayı kabul edecek, böylelikle günümüz Avrupa’sının sunduğu, inanç dışı ama inançlaşmış teorilerle fantastikleşen sekülarizm dünyasına adım atacak ya da inançlarını reddetmek yerine bu hayali dünyayı reddedecektir.Bu da onu inancında daha da sabit kılacaktır.Bu iki durumda da kazanan yine Avrupa olacaktır.Zira Çağdaş Avrupa, sekülarizmi poh pohlarken kiliseyle savaşın başarısından bahseder.Peki savaşılacak bir kilise kalmazsa yeryüzünde, günümüz Avrupa’sı varlığını sürdürebilir mi? Gücünü zıtlıkların çarpışmasından alan her fikir, zıddının var olmasını da arzu eder.Onu tamamen yok etmek, kendi varlığını da dinamitlemek olacaktır çünkü.Avrupa’nın içten içe Vatikan’ı koruması bu sırdandır belki de.
Ya da Avrupa kendi kültür kaynaklarından birisi olarak görmektedir Kiliseyi. Mimariden sanata, ahlaktan dile kadar pek çok alanda yaşamakta olan Kilise Avrupa’sı, Avrupalıları uyuşturucu bağımlısı gibi kendine çekmektedir.Hücrelere kadar, genlerin en derin karanlıklarına değin bulaşmış olan Hıristiyan kültür, Avrupalıların Kiliseyi antik bir müze olarak, tamamen nostaljik mülahazalarla korumasının sebeplerinden birisidir.Bu durum tahkiki değil ama bir alışkanlığı ifade eden ve adeta refleksleşmiş taklidi bir durumdur.
Harry Potter romanlarında rastladığımız aslında Kilisenin kutsal dili olan Latince kullanımlara da değinmeden geçemeyeceğiz.Bugün yediden yetmişe pek çok gencimizin dilinde dolaşan bu terimler yeni roman ve filmlerle hücuma devam ederlerse, dilimizi de başkalaştırabileceklerdir.Örneğin Ruh Emicileri kovmak için kullanılan “Expecto Patronum” kelime grubu zorda kalan çocukların sıkıntı dile getirmek için kullandıkları bir deyime dönüşebilir.Bugünün çocukları da bu gibi dillerine yerleşen deyim ve terimleri gelecek kuşaklara aktarabilirler.
JK Rowling başarılı bir şekilde Fantastik dünyayı kullanarak tüm dünya çocuklarını hatta insanlarını kuşatacak yeni bir ortak dil oluşturma yolunda ilerliyor.Bu ortak dil Avrupa için ne kadar meşruysa bizim için o kadar imkansız bir dildir.Çünkü bu oluşturulan fantastik dil Yunan Mitolojisinin ve Kilise Latincesinin kökleri üzerinde yükseliyor.Bu iki temel de bize yani Türklere göre merduttur yani kabul edilmesi imkansızdır.İsterseniz bazı örnekler vererek bu imkansızlığı ve kan uyuşmazlığını açıkça gösterelim.
“Expecto Patronum” Latince “Umuyoruz Baba” yani daha derin yapıda “Bizi Kurtar Baba” anlamına geliyor.Bu durumda Hıristiyanlık inancında var olan “Baba-Tanrı” inanışının bir yansımasını açıkça görüyoruz.Bu romanda geçen kahramanlardan birisi olan Argus, Yunan mitolojisinde geçen Zeus’un karısı Hera’nın yardımcılarından birisinin adıdır. Hermione, Yunan mitolojisinde Troyalı Helen ve Menelaus'un kızlarının adı olarak geçiyor. Hippogrif, Hippo yunanca 'ippos' dan gelir, ve 'at' demektir, 'grif' ise 'griffin' denilen kuş adıdır.(http://www.dizifilm.com/forum/showthread.php? t=1374&page=77)
Hogwarts’ın ambleminde yazılı olan “Draco Dormiens Nuquam Titilandus” tamamen Latince bir cümledir ve 'Uyuyan bir Ejderhayı Sakın Gıdıklama' anlamına gelmektedir.Bu gibi Latince ve Yunanca kelime gruplarının, mitolojik unsurların, gençlerimizin; çocuklarımızın dilleri, kültürleri üzerinde ne gibi tesiri olabileceğini sanırım fazlaca açıklamaya gerek yok. (http://en.wikipedia.org/wiki/Hogwarts)
Bu yazımız kuru bir yakınma yazısı değildir.JK Rowling’in ve Çağdaş Fantastik İngiliz Edebiyatı’nın bu başarısını küçümsemek de haddimiz olamaz.Ya da bir edebiyatçı olarak Harry POTTER roman ve filmlerini yasaklayalım da asla diyemeyiz.Bunu diyenlere de karşı çıkarız.Hatta okurlarımızın bu romanları okumalarını ve Harry potter filmlerini seyretmelerini tavsiye ederiz.Bize düşen kendi düşünce dünyamıza zıt bir anafora bizi sürüklese de bu başarısından ötürü JK Rowling’i tebrik etmek olacaktır.Bunun aksi ise hangi isimle anılırsa anılsın soğuk bir kıskançlıktan başka bir şey değildir.Bizim önerimiz daha gerçekçi bir öneri olacaktır.Aslında bu öneri acımasız bir öz eleştiriyi de içinde barındıran yapıcı bir öneri olacaktır.
JK ROWLİNG kendi Avrupai ve Kiliseye dayalı kültüründen Fantastik bir dil ve dünya oluştururken biz ne yapıyorduk? Bizim mazimiz hayal yönünden çok mu kısırdı da batı fantastik dünyasını taklide çalışıyorduk her fırsatta? Kahramanlarımız, mekanlarımız her şey batıdan ithaldi.Özgün kahraman ve mekanlarımızınsa hiçbir kültürel ve tarihi derinliği yoktu.Uyduruk bir dünyaydı oluşturulan bu felsefesiz öz geçmişsiz dünya.JK Rowling’in Harry’sinin gücü nereden geliyordu bunu anlayamadık? Onu ve onun gibi batılı yazarları taklitten başka bir şey de yapmadık.JK Rowling’in kendi Kültür dünyasını evrenselleştirme çabasının binde birini kendi rengarenk kültür dünyamız için göstermedik.
Geçmişimizin, Batının kurak hayal alemlerini de sulayan hayali zenginliklerini romanlarımıza yeniden taşımayı bir başarabilseydik, tüm dünya çocuklarının bizim Hayali Kahramanlarımızla coştuğunu görecektik.Bizim çocuklarımızın bugün Latince ve Yunanca kelimeleri, terimleri ya da mitolojik öyküleri ezberlemeleri gibi dünya insanlarının da Türkçe (Osmanlı Türkçesi de olabilir) kökenli terim ve kelimeleri özümsediklerini, bizim kültürümüzün aydınlık limanlarına yanaştıklarını müşahede edecektik.
Peki kendi fantastik dünyamızı inşa faaliyeti için geç kalmış sayılır mıyız? Bu soruya samimiyetle “Hayır” cevabını verebiliriz.Hayal gücünün projeksiyonları ve kurgu boyutları sonsuz açılımlara sahiptir.Sonsuz ya da sonsuzu yutacak büyüklükte olan hayal midesi, elbette sınırlı sayıda birkaç hayal mahsulüyle doyurulamaz.Bu da demektir ki hayal midesini doyuracak sonsuz sayıda fantastik dünyalar, kurgu hayatlar, bu dünyanın aşçıları sayılabilecek olan yazarlar tarafından avlanmayı, pişirilip ruh midelerine servis edilmeyi beklemektedir.Bu bakış açısıyla bakıldığında Harry Potter’in fantastik dünyası ne sondur ne de yeni bir başlangıçtır.
Dünyaya Binbir Gece Masallarını, Kelile Dimne’nin Fabllarını ve pek çok fantastik hikayeyi, kahramanı armağan eden edebiyatımızın mimarları Harry Potter’in olmazsa olmaz temellerinden olan Phoenix yani Zümrüd-ü Anka’yı o sonsuz hayal güçleriyle inşa etmeyi başarabilmişlerdir.Tom ve Jerry’nin temellerinde Kelile ve Dimne’nin fabllarının olmadığını kimse söyleyemez.Ya da Ev Cini Dobby’nin şahsında tezahür eden İtaatkâr ve iyiliksever Cin anlayışı Alaattin’in sihirli Lambasından çıkmamış mıdır ilk olarak? Veyahut da Harry Potter romanlarında sıklıkla rastladığımız Devler, bizim binlerce yıllık geçmişe sahip Tepegözlerimizin ve devlerimizin soyundan değil midir?
Gerçekte batının fantastik dünyasını teşkil eden bütün o mumyalar, şeytani güçler, periler, iyi kahramanlar zaten bizim imal ettiğimiz bir fantastik dünyanın Batıca devamından ibarettir.Bilhassa Haçlı Seferleriyle birlikte bizim topraklarımızı sömüren batı, fantastik dünyamızın öğelerini de akıl heybelerinde saklayarak kaçırmışlardır.Günümüzde Batılı yazarlar Doğunun münbit ve velud hayal dünyasından daha çok istifade ediyorlar.Hatta dünya klasiklerinin bazılarında doğu edebiyatının derin tesirleri, ilhamları açıkça görünüyor.Bu durumda kendimizi küçük görmeye ve başkalarının başarılarını da nazarımızda küçültmeye hiç gerek yok.Vaktiyle geliştirdiğimiz Menkibe Kurgu Roman başlıklı yazımızda kendi fantastik dünyamızı nasıl inşa edebileceğimizin bazı arayışlarını ortaya koymuştuk. (http://www.gokselihtilal.com/menkıbe.htm) Bu nedenle bu konu üzerinde daha fazla durmayacağım.
Harry Potter benzeri Fantastik içerikli romanların başarılarını görüp hayıflanmak ve keşke bataklıklarına sürüklenmek yerine, tüm ihtişamıyla geçmişimizin ufuklarında beliren hatta batının yazın dünyasını bile aydınlıklara boğan kendi hayal dünyamızın zenginliklerinden istifade etmeliyiz.Kendi Hayali Edebiyatımızı eldeki malzemeleri daha bir işleyerek, parlatarak ve onararak yeniden inşa etmeliyiz.Böylelikle dünya insanlarının tümüne hitap edecek evrensellikte eşsiz yapıtlar oluşturabiliriz.
Bizim eserlerimizin mekanları İngiltere’nin şehirleri değil ama İstanbul, Erzurum ya da Semerkant olacaktır.Mimari tasvirlerimiz Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin muhteşem uyumunu yansıtacaktır.Bizim romanlarımızda büyüler, sihirler değil de kerametler, mucizeler söz sahibi olacaktır.Romanlarımızla geliştireceğimiz Fantastik dünyamızın Ortak Dilinin yelpazesi, Orta Asya Türkçesinden Selçuklu ve de Osmanlı Türkçelerine hatta Arapça ve Farsça bazı terimlere kadar uzanacaktır.Belki de bir İngiliz Çocuğu “Mevlana” adlı kahramanın birbirinden fantastik olaylarıyla mutlu olabilecektir.(www.gokselihtilal.com) Olaylarımız Çifte Minareli medresede veya Tac Mahal’de veyahut da Süleymaniye Camiinde geçecektir.Fantastik Dünyamızı bütün bütün yerlileştireceğiz.Hayal dünyasının merkezi olan doğuya yöneleceğiz.
Bütün bu amaçlarımıza ulaşmak için hiç kimsenin ve hiçbir kültürün başarısını kıskanmamıza, bu başarıları adaletsizce eleştirmemize gerek yoktur. Yapacağımız iş basittir. Öncelikle biz kendi tembelliğimizi eleştireceğiz.Ardından zaferlerle dolu bir geleceğin kahraman mimarları olarak ellerimize kalemlerimizi, kâğıtlarımızı alacağız; kendi Fantastik dünyamızı inşa edeceğiz.Bizim samimi olduğumuzu, eserlerimizin tam da kaynağından, Fantastik dünyanın doğduğu topraklardan fışkırdığını gören dünya insanları, sunduğumuz ab-ı hayattan kana kana içmek için eserlerimizin etrafında pervane olacaklardır.Biz ise başarılarımızla asla şımarmayacak, insanlığı karanlıklardan kendi aydınlığımıza ulaştırma arzusuyla yanıp tutuşarak, oluşturduğumuz fantastik dünyanın kıyısına köşesine yapışıp sonsuzlaşacağız.
Oğuz Düzgün
www.edebigazete.com
Gündelik hayatta çok kullandığımız bir ikileme “abur cubur”. Bize iki kelimenin de anlamı olmadığı öğretilir her defasında.Dilbilgisi kitaplarında bu ikileme “anlamsız kelimelerin birleşmesiyle oluşan ikilemeler” grubunda anlatılır.Ancak biraz araştırdığımızda bunun böyle olmadığı açıkça anlaşılıyor.
Bildiğimiz gibi bilim sorgulamayı gerektirir.İman ya da din ise şüpheyle, sorgulamayla asla bir arada bulunamaz.Ateşle barutun bir arada bulunamayacağı gibi.Fakat şüphe, sorgulama, bilim için olmazsa olmazdır.Belki de geri kalmışlığımızın ardındaki sırlardan birisi de aslında bilimsel gerçek sınırlarına giren öğrenilerimizi sorgulamaktan adeta korkmamız.Halbuki dini ve inancı sorgulamadıktan sonra, onlara şüpheyle bakmadıktan sonra, bilimsel ve nesnel konulardaki sorgunun hiçbir zararı yoktur ve bu eylem oldukça da faydalıdır.Bu ilerlemenin eskimez deyimiyle inkişaf ve terakkinin olmazsa olmazıdır.Din, inanç ve olumlu gelenekler dışında hiçbir konuda mutaassıp olmamak gerekiyor.İlerlemenin başka da yolu yok.
İşte bu sorgulamanın küçük bir numunesini göreceğiz şimdi.Nedir bu “Abur” kelimesinin anlamı? Yıllardır bize öğretildiği gibi gerçekten de anlamsız bir kelime midir bu kelime?
Öncelikle bu “abur cubur” kullanımının Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre birinci derecede hangi anlamı ifade ettiğini görelim:
abur cubur
isim
Yararı gözetilmeksizin rast gele yenilen şeyler:
'Çocuklara abur cubur yedirmekten sakınılmalıdır.'-
Kelime grubunun daha sonra aldığı diğer mecaz anlamlar da vardır elbette ama kökende bu kelime öbeğinin “rast gele yenilen şeyler” anlamına geldiğini bir ortaya koyalım.O halde bu kelimelerin anlamları, yemekle, içmekle ilgili olmalıdır.
Basit bir araştırmayla bu “Abur” kelimesinin Ermeni dilinde “Çorba” anlamında yaşadığı anlaşılacaktır.O halde muhtemelen bu kelimenin anlamı “sulu yemek” olacaktır.Bunu böyle ortaya koyduktan sonra Ermenice’ye de muhtemelen başka bir dilden geçmiş olan bu kelimenin kökenlerine inmemiz gerekiyor.
Bildiğimiz gibi Ermenice içinde çokça Türkçe ve Farsça kelime bulunan bir dildir.Bunu çağdaş Ermeni dilbilimcileri de açıkça ortaya koymaktadır.O halde bu kelimenin kökeni de muhtemelen ya Türkçe ya da Farsça’da var olan bir kelime olmalıdır.Bu arada Türkçe’de yaşamaya devam eden ve “Çok yiyen, içen” anlamına gelen “Obur” kelimesini de bir yere not alalım ileride kullanmak üzere.
Şimdi Farsça’da “Ab” kelimesinin “su” anlamına geldiğini biliyoruz.Muhtemelen bu “Ab-ur” kelimesi Farsça “Ab” kelimesinden türetilmiş bir kelimedir.Farsça’da sulu yemekler için bu tür kullanımlar olduğunu biliyoruz.Örneğin Nar Suyu “Ab-e nar”..
Ermenice’de Türkçe ve Farsça etkisinin varlığını sorgulayanlar için de iki can alıcı örnek vereceğim izninizle.. Bir dilde kullanılan ve o dilin değişmezliğinin sembollerinden olan bazı fiiller, bazı kelimeler vardır.İşte Ermenice’de bu kelimeler bile başka dillerden gelmedir.Mesela “gel- “ Ermenice’de “gal-“ şeklindedir ki bu kelimenin kökeni herkesin anlayabileceği gibi Türkçe’dir..Aslında bu tür etkileşimler bütün diller de var.Mesela Türkçe’deki “çorba” kelimesi Arapça aynı anlama gelen “Şurba” kelimesinden bozmadır.Biz Ermenice için bu örnekleri verirken Türkçe diğer dillerden etkilenmemiş demek istemiyoruz doğal olarak.Ancak önümüzde yoğunlaştığımız örneği inceliyoruz değişik açılımlarla.
Evet bu “Abur” kelimesi ile Farsça “Ab” kelimesi arasındaki ilişki ortada..Peki bu kelimenin sonundaki “ur” kelimesinin kökeni nedir? Muhtemelen bu kelime “yemek, içmek” anlamında bir kelimedir diye düşünüyoruz.yani “Sulu Yemek” anlamını yakalamaya çalışıyoruz.Hemen Farsça’ya bakıyoruz yine.Görüyoruz ki bu sondaki “ur” kelimesinin kökeni “hur” ya da “hor” kelimesi olmaktadır.Yine bildiğimiz gibi bu kelime “yemek, içmek” anlamlarına gelmektedir.Yani “Abur” kelimesinin aslı “Ab-hur/hor” kelimesidir.
Ab-hor ] Ab-hur ]Ab-ur
Dönüşümü ile bu kelimenin kökenini açıklayabiliriz.Az önce not aldığımız “Obur” kelimesini de inceleyelim yeri gelmişken..Bu kelimenin değişimi daha değişik olmuş.Muhtemelen bu “Obur” kelimesi “Abur” kelimesinden daha önce Türkçe’mize girdi ve baştaki “a” sesi de “o” sesine dönüştü.Abur kelimesi ise daha gereken süreci tamamlayamadığı için “Abur” şeklinde kaldı.Zaten onun ikileme şeklinde deyimleşmesi de değişimini engelleyen derin dondurucu görevini yapmıştır.”Obur” kelimesi ise gündelik hayatta ve de bir anlamı ifade edecek şekilde sıkça kullanıldığından değişimine mutad şekilde devam etmiştir.Çünkü “b” gibi dudaksı sesler genellikle önlerindeki düz geniş –a, e- gibi sesleri -o, ö- ye dönüştürürler.
A-b-ur ] O-b-ur “b” dudaksı sesi “a” sesini “o” sesine dönüştürmüştür..Muhtemelen bundan sonraki aşamada kelimenin değişimi O-vur şeklinde olacaktı.Çünkü “b” sesi de “v” sesine dönüşme eğilimi göstermektedir Türkçe’mizde. Örnek: –bar ] var- Obur kelimesi de TDK sözlüğünde:
“Gereğinden çok yemek yiyen, doymak bilmeyen (kimse) ”
şeklinde tanımlanmış.Görüldüğü gibi bu kelime de “çok yiyen, ne bulursa yiyen” anlamlarına geliyor.Bu da bizim bulgularımızla örtüşüyor.
Hadi diyelim bu ikilemenin ilk parçası olan “Abur” kelimesinin anlamını ortaya koyduk.İkinci kelimeye anlamsız mı diyeceğiz? Yoksa onun da mı anlamını sorgulayacağız? Herhalde biz ikinci şıkkı tercih edeceğiz.Bizi tanıyanlar da bu ikinci şıkkı tercih edeceğimizi çok iyi bilirler.Gördüğümüz gibi birinci kelime Farsça kökenli bir kelime olarak karşımızda duruyor.
İkilemenin ikinci bölümü olan “Cubur” kelimesinin kökenlerine inelim şimdi de.Bugün Türkçe’mizde kullanılan “Çöp” kelimesi ile aynı kökenden bu “Cub” kelimesi..Aslında Türkçe’deki “Çöp” kelimesi de köken itibariyle Farsça’daki “Çub, Cub” kelimesinden gelmekte.TDK’nın sözlüğünde de bu açıkça ortaya konuyor.O halde bu kelimenin gelişimi de şöyle:
Cub-hur ]Cub-ur ya da Çub-hur ] Cub ] hur ] Cub-ur
Şimdi bu “Çöp” –Cub, Çub- kelimesinin TDK sözlüğündeki anlamına bakalım.
1-Saman inceliğinde herhangi bir sap, dal veya tahta parçası
2-Yararsız, pis veya zararlı olduğu için atılan ufak tefek şeylerin hepsi.
Bu “Cubur” kelimesinin de anlamı ortaya çıkıyor şimdi.Bu kelime “ en yenilmeyecek, saman, sap, tahta gibi insan için faydası olmayan zararlı, iğrenç yiyecekleri” anlatıyor.
Birinci kelime –abur- bütün rast gele içilenleri, ikinci bölüm -cubur- bütün rast gele yenilenleri anlatıyor dediğimizde sorun halloluyor..İki kelime de zamanla bir kelime öbeği oluşturduğu için ikisi de ortak bir anlamı ifade ediyor:
“Yararı gözetilmeksizin rast gele yenilen, içilen şeyler” Abur Cubur olmuş oluyor..
Artık daha dikkatli olalım da hem gıdada hem fikirde hem de eylemde “abur cuburdan” kaçınalım.
Yeni sorgulamalarda, paylaşımlarda buluşmak dileklerimle…
Kaynak:
TDK Sözlüğü