irem bana söyle bir bak diyorsun alici gözüyle, tepeden tirnaga yeni dalinmis uyku gibi bak çobanlarin söndürmeyi unuttugu dag atesi kaleden kaleye uçurulan ak güvercin rüzgâra emanet edilen fisilti gibi yazdan kalma bir gün gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun posta kutusuna gece yarisi birakilan bir mektup gibi kizagindan kayip bitmeden denize inen bir tekne gökyüzünün denizyildizlariyla doldugunu gören bir dalgiç gibi bak aksam kirilmaya baslarken içimde dagilan bir ilkokulun zili gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun bir isin demetine sarilir gibi bak unuttugum ve istesem de yüzlerini bir türlü animsayamadigim çocukluk arkadaslarim gibi
kahve fincanina damlayan gözyasi kara düsen kan damlasi gibi diyorsun ki -evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu- kinindan çikarilan bir hançer gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun yasama sevincini sana ben veriyormusum gibi sevgilin olmasam da sevgilinmisim gibi bak kumsalda birakilan ayak izi kanadin üzerine degen bulut gibi kayaliklara sürüklenen bir gemiye yanip sönen deniz feneri gibi bak bana çünkü unutmamanin esigidir ve animsamanin kapisidir bakmak sevgili irem bunun için bile kibrit çakilabilir okyanusun kiyisinda karanlikta bir kedi gözü gibi pençeleriyle dolasirken ask
Gayr-i müslim bir ailenin ferdi olarak 1887 yılında kayseri’nin talas ilçesinde dünyaya gelen yaman dedeye ailesi tarafından verilen diyamandi ismi, okul yıllarında yamandi molla olur, hikayesi beni çok hislendirmiştir, aynen alinti yapiyorum:
“rüşdi ikici sınıftayım, ders yılının ortalarındayız. Farsça hocamız bize Sheyh Sadi ’nin Gülistan’ını okuturdu. arada sırada başka manzumeler de yazdırırdı.
Bir gün siyah tahtaya yazdırdığı bir kaç beyit beni tutuşturmaya kâfi geldi. Dershaneyi ve siyah tahtanın bulunduğu noktayı, daha dün olmuş gibi, hatta şimdi oluyormuş gibi pek güzel hatırlıyorum.
(Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî kaddesallahü sirrahüssamî) başlığı ile, mesnevî’nin baş tarafından bir kaç beyit:
bişnev in ney çün şikâyet mî küned ez cüdâyîhâ hikâyet mi küned
kez neyistan tâ merâ bübrîdeend ez nefîrem merd ü zen nâlideend
Mevlânâ ismi bana pek tatlı geldi. aldığımız beyitler beni pek derinden sarstı. Son beyit sînemi hakikaten şerha şerha etmişti. o andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başladım. Siddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler içinde iç alemimi kaplamıştı. bunu hiç bir kelime ile anlatamayacağım.”
Daha sonra nedenini anlamadığı bir şekilde din derslerine incizap duymuş, gayr-ı müslim arkadaşları derslere rağbet etmezlerken o hepsine katılır, can kulağıyla dinlermiş. Kastamonudaki tahsili bitince yüksek tahsil için istanbula gelmiş, hukuk tahsilini müteakıben bir yandan maişet için çalışırken bir yandan da Galata mevlevihanesi’nde Ahmed Celâleddin ve ahmed remzi dede’lerden mesnevî dersleri almış, uzun yıllar içinde sessiz sessiz yanan ateşi nihayet aşikâr eyleyince eşi ve kızı tarafından reddedilmiş ve hasretlerine mahkum edilmiştir.
ömrünü islamın hizmetine adayan yaman dede, bu yolda talebeler yetiştirmiş ve 1962’de dünyasını değiştirmiştir.
1960 belki 61 tam hatırlayamıyorum. Matbacı Ergun bey (Ergun Göze yâni) nûruosmaniye caddesi'nden geçen birini gösterdi. Pencereden, göründüğü kadarı ile ufak tefek, sırtında ceketi bile iğreti duran, hafifçe kamburumsu kişiyi takip ediyorum.
-kim ki bu?
Ergun bey'in yüzünde acılı-kırık bir tebessüm. + ona Peyami Safa diyorlar.
-niye bir tuhaf yürüyor? ne diye koskoca bir ceketin içinde?
+bu muhteşem yazar, ömrü boyunca yeni elbise alacak para sahibi olamamıştır. Ceketleri, elbiseleri o yüzden hep eski ve iğretidir.
Boğazınızı bir yumruğun tıkadığı hiç olmuş muydu? ben, işte ilk o vakit nefes alamadım ve burnumun direği bir acaip sızladı...
Tom Waits ve Nick Cave ile ayni kategoriye uygun gordugum, tutunamayanlar - kaybedenler - kaybolus felsefeleri ile yogrulanlar icin basucu kitabi niteliginde albumler hazirlayan kisi.
(ilkadımdergisi.com'dan nakille, kaynak, dr. ihsan unaner, yarım ay mecmuası)
'Akif’i gömdüğümüz günün sabahı idi. Tramvayda, önümdeki sırada iki üniversiteli genç kız Cumhuriyet gazetesi’ni okuyorlardı. Biri başını kaldırdı.
- a, bak... dedi, Akif ölmüş... öteki hayretle cevap verdi. - sağ mıydı? .. - bilmem sağmış ki ölmüş.
Düşündüm... bu genç kızlar kaç senedir öğrenmek için uğraşıyorlar. Kaç defa Akif’in şiirlerini belki de mecbur kalarak okumuşlardır. Yine eminim ki, bu genç kızlar kaç defa istiklal mârşı’nın derin manası ve vakur ahengiyle titremişlerdi. Fakat bu ne alakasızlıktı bilmem ki... yedi ay evvel Akif’in yurda hasta olarak döndüğünü bile duymamışlardı. nihayet ölüp ölmediğinin bile farkında değildiler.'
irem
bana söyle bir bak diyorsun
alici gözüyle, tepeden tirnaga
yeni dalinmis uyku gibi bak
çobanlarin söndürmeyi unuttugu dag atesi
kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
rüzgâra emanet edilen fisilti gibi
yazdan kalma bir gün gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun
posta kutusuna gece yarisi birakilan bir mektup gibi
kizagindan kayip bitmeden denize inen bir tekne
gökyüzünün denizyildizlariyla doldugunu gören
bir dalgiç gibi bak
aksam kirilmaya baslarken içimde
dagilan bir ilkokulun zili gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun
bir isin demetine sarilir gibi bak
unuttugum ve istesem de
yüzlerini bir türlü animsayamadigim
çocukluk arkadaslarim gibi
kahve fincanina damlayan gözyasi
kara düsen kan damlasi gibi
diyorsun ki -evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu-
kinindan çikarilan bir hançer gibi bak bana
bana söyle bir bak diyorsun
yasama sevincini sana ben veriyormusum gibi
sevgilin olmasam da sevgilinmisim gibi bak
kumsalda birakilan ayak izi
kanadin üzerine degen bulut gibi
kayaliklara sürüklenen bir gemiye
yanip sönen deniz feneri gibi bak bana
çünkü unutmamanin esigidir
ve animsamanin kapisidir bakmak
sevgili irem
bunun için bile kibrit çakilabilir
okyanusun kiyisinda
karanlikta
bir kedi gözü gibi
pençeleriyle dolasirken ask
Akgun Akova
bir şiirini de nakledeyim;
ağlatma beni
yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma;
ruhumda yanan ateşe, nîrânıma bakma;
hiç sönmeyecak aşkıma, imanıma bakma;
ağlatma da yak, hâl-i perîşanıma bakma.
ağlatma ki âlâmımı tahfife de başlar;
ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;
rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna taşlari
ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma.
yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
ateşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın;
yanmaktır, efendim, biricik çaresi aşkın;
ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma.
Gayr-i müslim bir ailenin ferdi olarak 1887 yılında kayseri’nin talas ilçesinde dünyaya gelen yaman dedeye ailesi tarafından verilen diyamandi ismi, okul yıllarında yamandi molla olur,
hikayesi beni çok hislendirmiştir, aynen alinti yapiyorum:
“rüşdi ikici sınıftayım, ders yılının ortalarındayız. Farsça hocamız bize Sheyh Sadi ’nin Gülistan’ını okuturdu. arada sırada başka manzumeler de yazdırırdı.
Bir gün siyah tahtaya yazdırdığı bir kaç beyit beni tutuşturmaya kâfi geldi. Dershaneyi ve siyah tahtanın bulunduğu noktayı, daha dün olmuş gibi, hatta şimdi oluyormuş gibi pek güzel hatırlıyorum.
(Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî kaddesallahü sirrahüssamî) başlığı ile, mesnevî’nin baş tarafından bir kaç beyit:
bişnev in ney çün şikâyet mî küned
ez cüdâyîhâ hikâyet mi küned
kez neyistan tâ merâ bübrîdeend
ez nefîrem merd ü zen nâlideend
sîne hâhem şerha şerha ez firâk
tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
Mevlânâ ismi bana pek tatlı geldi. aldığımız beyitler beni pek derinden sarstı. Son beyit sînemi hakikaten şerha şerha etmişti. o andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başladım. Siddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler içinde iç alemimi kaplamıştı. bunu hiç bir kelime ile anlatamayacağım.”
Daha sonra nedenini anlamadığı bir şekilde din derslerine incizap duymuş, gayr-ı müslim arkadaşları derslere rağbet etmezlerken o hepsine katılır, can kulağıyla dinlermiş. Kastamonudaki tahsili bitince yüksek tahsil için istanbula gelmiş, hukuk tahsilini müteakıben
bir yandan maişet için çalışırken bir yandan da Galata mevlevihanesi’nde Ahmed Celâleddin ve ahmed remzi dede’lerden mesnevî dersleri almış, uzun yıllar içinde sessiz sessiz yanan ateşi nihayet aşikâr eyleyince eşi ve kızı tarafından reddedilmiş ve hasretlerine mahkum edilmiştir.
ömrünü islamın hizmetine adayan yaman dede, bu yolda talebeler yetiştirmiş ve 1962’de dünyasını değiştirmiştir.
`Yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır; zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.` Peyami Safa
Gürbüz Azak şöyle anlatır:
Burnumun sızladığı an:
1960 belki 61 tam hatırlayamıyorum.
Matbacı Ergun bey (Ergun Göze yâni) nûruosmaniye caddesi'nden geçen birini gösterdi. Pencereden, göründüğü kadarı ile ufak tefek, sırtında ceketi bile iğreti duran, hafifçe kamburumsu kişiyi takip ediyorum.
-kim ki bu?
Ergun bey'in yüzünde acılı-kırık bir tebessüm.
+ ona Peyami Safa diyorlar.
-niye bir tuhaf yürüyor? ne diye koskoca bir ceketin içinde?
+bu muhteşem yazar, ömrü boyunca yeni elbise alacak para sahibi olamamıştır. Ceketleri, elbiseleri o yüzden hep eski ve iğretidir.
Boğazınızı bir yumruğun tıkadığı hiç olmuş muydu?
ben, işte ilk o vakit nefes alamadım ve burnumun direği bir acaip sızladı...
Bizans tarafından istanbul'un fethine karşı kullanılan bir önlemdir. Belki de fethi geciktiren sebepler arasinda sayilabilir.
Istiklal Marsı icin acılan yarısmada finale kalan 6 siirden biri daha:
Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi muharrirlerinden (basın genel müdürlüğü yazarlarından) Kemalettin Kami bey'in ‘‘istiklâl marşı’’:
göz yaşına veda et
ey güzel anadolu!
hakkını korur elbet
türkün bükülmez kolu.
cenk ederiz genç, koca
bugün değil yarın da
yadımız ağladıkça
izmir ezanlarında.
hak yolunda kan olur
dünyalara taşarız
ya şerefle vurulur
ya efendi yaşarız.
her gün yeni bir hile
arkasında satıldık
her gün yeni bir dille
yurdumuzdan atıldık.
yeter ey kâbemizi
elimizden alanlar
alıkoyamaz bizi
yolumuzdan yalanlar.
biz bu yolda sel olur
dünyalara taşarız
ya şerefle vurulur
ya efendi yaşarız.
hangi alçak el alır
el zinciri boynuna?
kim yunan’ı bırakır
türk kızının koynuna.
biz ki türküz, muhakkak
her milletten uluyuz
yeryüzünde bir ancak
yurdumuzun kulluyuz.
yurt yolunda kan olur
dünyalara taşarız
ya şerefle vurulur
ya efendi yaşarız.
Istiklal Marsı icin acılan yarısmada finale kalan bir diger siir:
Ankara'dan a.s.'nin yazdığı 'istiklâl türküsü':
millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın
yurduma göz dikenler al kanlara boyansın
ya ben, ya onlar diyen silahına dayansın
türk oğludur bu millet
türkündür bu memleket
türk oğludur bu millet
türkündür bu memleket.
düşman gözü tutamaz, yanar dağlar başını
bağrımızda saklarız vatanın her taşını
yurdumuza yan bakan döker göz yaşını
türk oğludur bu millet
türkündür bu memleket
türk oğludur bu millet
türkündür bu memleket.
can veririz her zaman hürriyetin yoluna
ya gazi ya şehitlik, ne devlettir kuluna
ata emanet etmiş namusunu oğluna
bize türk oğlu türk derler
hep bizimdir bu yerler.
Tom Waits ve Nick Cave ile ayni kategoriye uygun gordugum, tutunamayanlar - kaybedenler - kaybolus felsefeleri ile yogrulanlar icin basucu kitabi niteliginde albumler hazirlayan kisi.
Mehmet Akif`in vefatı:
(ilkadımdergisi.com'dan nakille, kaynak, dr. ihsan unaner, yarım ay mecmuası)
'Akif’i gömdüğümüz günün sabahı idi. Tramvayda, önümdeki sırada iki üniversiteli genç kız Cumhuriyet gazetesi’ni okuyorlardı. Biri başını kaldırdı.
- a, bak... dedi, Akif ölmüş...
öteki hayretle cevap verdi.
- sağ mıydı? ..
- bilmem sağmış ki ölmüş.
Düşündüm... bu genç kızlar kaç senedir öğrenmek için uğraşıyorlar. Kaç defa Akif’in şiirlerini belki de mecbur kalarak okumuşlardır. Yine eminim ki, bu genç kızlar kaç defa istiklal mârşı’nın derin manası ve vakur ahengiyle titremişlerdi.
Fakat bu ne alakasızlıktı bilmem ki... yedi ay evvel Akif’in yurda hasta olarak döndüğünü bile duymamışlardı. nihayet ölüp ölmediğinin bile farkında değildiler.'