Demokrasi özgür iradenin vazgeçilmez aracıdır. Bu yönetim mekanizmasında halkın dediği olur. İdare edenler halkın mantık süzgecinden geçer. Bu geçiş belli bir süreliğinedir. Halk yetkilerini sonsuza dek emanet etmez, şayet böyle olsaydı bunun adı saltanattan başka bir şey olmazdı. Onun içindir ki Cumhuriyet tarihinde zaman zaman kesintiye uğrasa da cumhuriyet ve demokrasi idaresi hâkim kılınmıştır. Halk kendi iradesini tabandan tavana taşımıştır. Kendisinin eli, kolu, gözü, kulağı ve iradesi olacak kişileri meclise göndererek demokrasi çarkını işletmiştir. Bu çarktan geçenlerden birisi de halkın sevdiği bir sima olan Bülent Ecevit’tir. O değişik zamanlarda halktan yetki istemiş, halk da ona belli süreler için yetki vermiştir. Fakat bu süre sanıldığı kadar çok uzun olmamıştır. Üstelik kesintili olmuştur.
Bülent Ecevit, 1974–2002 arasında değişik aralıklarla toplam 6 yıl, 2 ay, 23 gün başbakanlık yaparak Türkiye Cumhuriyeti’ni idare etti. Bu belki abartılacak düzeyde çok zaman değildir. Lakin verimli kullanılmış bir zaman dilimidir. Üstelik birkaç dönemde kullanılmış bir süredir. Bu yüzden bu mahdut süre içerisinde büyük izler bırakılmıştır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre onun bu büyük makamdaki vazifesi 1324’ten günümüze kadar gelen bütün sadrazam(başbakanlar) içinde müddet bakımından 33. sıradadır. Yani ondan daha uzun süre bu görevde bulunan onlarca insan vardır. Ama bunların çoğunun adı sanı unutulmuştur. Fakat Ecevit’i bu millet öyle kolay kolay unutmayacaktır. Yaklaşımıyla ve örnek kişiliğiyle yeni nesillere numune olacaktır. Öztuna diğer istatistikleri de şöyle veriyor:
“Ecevit’in hocası ve selefi İsmet İnönü ise başbakanlık müddeti bakımından 1324–2006 arasındaki bütün başbakanlar arasında üçüncüdür. 12 sene cumhurbaşkanlığını eklersek 28 yıl, 6 ay, 8 gün iktidarda kalmış oluyor. Bu kadar uzun bir iktidar, çok politikacımızı büyülemiştir. Ancak devr-i demokraside bu müddetler, tarihe karıştı.
Süleyman Demirel 10 yıl, 5 ay, 11 gün başbakanlıkla, on beşinci sıradadır. 7 sene cumhurbaşkanlığı eklenirse 17 yıl, 5 ay, 11 günle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İnönü’den sonra ikinci sıraya oturuyor. Büyük Atatürk, 16 yıl, 9 ay, 10 günle müddet bakımından üçüncü geliyor. Sonraki müddetler şöyledir:
1 yıl, 2 ay, 24 gün başbakan+10 yıl, 6 gün cumhurbaşkanı toplam 11 yıl, 3 ay Celâl Bayar; 10 yıl, 6 gün Adnan Menderes (başbakanlık müddeti bakımından 17. sıra): 5 yıl, 10 ay, 19 gün başbakan+3 yıl, 5 ay, 8 gün Cumhurbaşkanı=9 yıl, 3 ay, 27 gün Turgut Özal; 9 yıl, 1 ay, 27 gün devlet ve cumhurbaşkanı olarak Kenan Evren; 7 yıllık cumhurbaşkanlıkları ile Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Necdet Sezer sonraki üç sırayı alıyorlar. Bunları 5 yıl, 10 ay, 2 günle Cemal Gürsel izliyor. Bundan sonra sıraya Recep Tayyip Erdoğan girmek üzeredir. Zira yukarıda anılan isimlerden sonraki en uzun başbakanlık müddeti ancak 4 yıl, 1 ay, 5 günle Şükrü Saraçoğlu’nunkidir. Müteakiben 3 yıl, 2 ay, 22 günle Bülent Ulusu geliyor.
Bu istatistikler gösteriyor ki Ecevit bazı başbakan ve cumhurbaşkanlarından daha az görevde kalmışsa da onlardan çok daha fazla vazifeler yapmış ve halkın belleğinde iz bırakmıştır. Bu da gösteriyor ki mühim olan, zamanın uzunluğu değil, içinin nasıl doldurulduğudur. Ecevit altı yılda on yıllık icraatlar yapabilmiş ender simalardan birisidir.
Fakat şahsen Ecevit’in eğitim politikalarını tasvip eden birisi değilim. Onun eğitime bakışını yadırgayan ve sağlıklı bulmayan bir insanım… O, eğitimde iz bırakacak yatırım ve icraatlar yap(a) madı. Örnek gösterilecek plan ve projeleri olmadı. Kabak bile beş altı ayda yetişmesine rağmen onun döneminde üç dört ayda öğretmenler yetişti.
Onun döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapan isimler Mustafa Üstündağ, Metin Bostancıoğlu, Hikmet Uluğbay ve Necdet Tekin’di. Bu isimler eğitim kökenli kişiler değildi. Onun için görevlerinde pasif kaldılar, verimli olamadılar. Fakat çarklar sağlıksız olsa da yine bir şekilde işledi. Lakin eğitim politikalarında yenileşme ve modernleşme gerçekleştirilemedi. Eski düzen doğrultusunda gidildi. İz bırakacak icraatlar gerçekleştirilemedi. Bu da kanaatimce merhum Ecevit’in göremediği veya görmek istemediği handikapların başında gelmektedir.
Türkiye'nin yakın tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Bülent Ecevit'i 5 Kasım 2006 Pazar günü kaybettik. Tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi'nde 5 Kasım Pazar akşamı saat 22.40'ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat eden eski Başbakan Bülent Ecevit, 11 Kasım 2006 Cumartesi günü Ankara'da toprağa verildi.
O, Türkiye'nin sembol isimlerinden biriydi. Türk siyaset hayatının son 40 yılına günah ve sevaplarıyla damgasını vuran Ecevit'i bu ülke hiç unutmayacak. Dünya görüşüne katılmayanlar da onun dürüst, sade, temiz ve ilkeli bir devlet adamı olduğu gerçeğini dile getiriyor. Eğer öyle olmasaydı varlıklı bir insan olurdu; böyle sade bir hayatı tercih etmezdi. Ömrü boyunca vatanı için çalışan Ecevit hiçbir zaman şahsi çıkarlarını ön plana çıkarmamıştır. Daima işçi dostu olmuş ve onları himaye etmiştir. Halkçı bir siyaset çizgisi takip etmiştir. Devlet yönetimine halkçı zihniyeti hâkim kılmıştır.
Halkçı, işçi dostu, demokrat gibi sıfatlarla nitelendirilen Bülent Ecevit'i ötelere uğurlasak da uzun süre adından bahsedilecek gibi görünüyor. Zira onun gibi karizmatik liderler dünyaya pek az geliyor. 'Sıla derdine düşünce anlarsın / Yunanlıyla kardeş olduğunu / Bir Rum şarkısı duyunca gör, / gurbet elde İstanbul çocuğunu…' diyecek kadar insan sevgisiyle dolu bir insandı O…Nam-ı diğer Kıbrıs Fatihi'ydı Ecevit… Fakat her şeyi sevgi penceresinden temaşa ettiği için Yunanlıya bile kardeş gözüyle bakabiliyordu.
Bir zamanlar dağa taşa 'Halkçı Ecevit, Karaoğlan' sloganları yazılıyordu. Geniş kitleler onu bir kurtarıcı olarak görüyordu. Zira milletimiz batmakta ve battıkça kurtarıcı arayıp bulmakta mahirdi. Her şeye rağmen o yakın tarihe damgasını vurmuştu. Çok nazik bir insandı. Hiçbir zaman kibarlığı elden bırakmazdı. Vatansever olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Türk demokrasisinin gelişmesine mühim katkıları olmuştur. Çok büyük siyasi tecrübesi vardı. Hayatı boyunca işçilerin hak ve özgürlükleri için çaba göstermişti. Sendikal hareketlerin uygun zemin bulması için gayret etmişti. Gazeteci ve şair kimliğinin yanında aydın bir insandı O…Çok okuyan ve yenilikleri takip eden bir kişiydi. Türkiye'nin son elli yılının en önemli siyasi liderlerinden biriydi. Çok büyük izler bıraktı geride.
Ecevit, eşler arası sadakatin en güzel örneğini kendi hayatında göstermişti. Rahşan ve Bülent Ecevit'in Robert Kolej'de başlayan aşkları, Dolmabahçe merdiveninde yapılan evlilik teklifiyle bir ömürlük birlikteliğe dönüşmüştü. Bu sevgi Ecevit'in son nefesine kadar devam etti. 52 yıllık siyasi yaşamı boyunca altı kez hükümet kuran ve başbakan olan Ecevit, 3 Kasım seçimlerinden sonra aktif siyaseti bırakmıştı. Yaşamını DSP'nin 'onursal genel başkanı' olarak sürdürmekteydi. Son seçim onun belini bükmüş, umudunu kırmış, moralini sıfırlamıştı.
O ilklerin adamıydı aynı zamanda… Ecevit, Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'nin AB adaylığı, Öcalan'ın yakalanması gibi birçok önemli olayda başbakandı. AB aile fotoğrafına giren ilk Türk başbakanıydı. İsmet İnönü'nün 'CHP ortanın solundadır' açıklamasına en büyük destek verenlerden biri o zamanki Genel Sekreter Bülent Ecevit'ti. Daha sonra İnönü'nün rakibi olarak bayrağı teslim aldı. Bu da o zaman için büyük bir cesaret ve sürprizdi.
Ecevit paraya pula, mala mülke kıymet vermezdi. Onun hiçbir zaman yolsuzluklarla başı derde girmedi. Saklayacağı, kaynağını açıklayamayacağı mal varlığı yoktu. Or-an sitesindeki evini bile taksitle almıştı. Onun için halk onu dürüst buldu, sevdi ve benimsedi. Mütevazı bir hayat sürdü. Adı skandallarla anılmadı. Partisi 1999'da yüzde 22 ile birinci oldu. O zamanki üçlü koalisyonda başbakanlık yaptı. Bu onun son başbakanlığıydı. Zira 3 Kasım 2002 seçimlerinde oy oranı yüzde 1,2 gibi aşağı rakamlara düştü. Hastalığı ve yaşlılığı nedeniyle hareket kabiliyeti yavaşladığı için görevi başkalarına devretti.
İnsanın öldükten sonra iyi vasıflarla anılmasından daha güzel ne olabilir ki! ... Ecevit insanların gözünde masum ve alnı ak bir şahsiyetti. Manevi tarafı eksik olabilir, fakat insani yönü hoşgörü ve sevgiyle bezenmişti. Onu bu millet kolay kolay unutmayacak.
Malum, ölümlü bir dünyada yaşıyoruz… Rabbimizin bildirdiği üzere 'Her nefis ölümü tadacaktır'(Âl-i İmran 185) Hangi ırktan, hangi, renkten, hangi dinden olursanız olun emanet olarak verilen canı sahibine teslim edeceğiz. Malımız, mülkümüz, evlatlarımız, makam ve mevkimiz bize hiçbir fayda sağlamayacaktır. Sadece dünyada kazandığımız sevaplar yoldaşımız olacaktır. Günahlar ve sevaplar öbür âlemdeki yerimizi tayin edecektir.
Yaşlı dünyamız nice renkli, silik, zengin, fakir, uzun, kısa, zayıf, şişman, merhametli, gaddar, imanlı, inkârcı simaları üzerinde taşıdı. Fakat hepsi de vaktini tamamlayınca göçüp gitti. Bazıları lanetle anıldı, bazıları hoş bir seda bıraktı geride. Kimisi ahiretini kör bir kuyuya, kimisi de gül bahçesine çevirdi bu dünyada… Herkes ama herkes cenneti de cehennemi de buradan götürdü aslında… Hiçbir iyilik mükâfatsız, hiçbir kötülük cezasız kalmadı. Ne kadar uğraştıysa da güneşi söndüremedi cılız nefesler…
Son zamanlarda meşhur bir sima daha ebedi âleme göç eyledi. Türkiye'nin yakın tarihine şekil vermiş, tanıklık etmiş bir siyasetçi olan Bülent Ecevit'ten bahsediyorum. Altı aya yakın bir zamandan beri bitkisel hayat yaşayan Ecevit sonunda her fani gibi son nefesini vererek bu dünyayı geride bıraktı. O artık ölüler kervanının bir yolcusudur. Uzun ve meşakkatli bir yola revan olmuştur. Dönülmez akşamın ufkuna belirmiştir silueti… Allah amelince rahmet eylesin demekten başka bir şey düşmüyor bizlere.
Bizim Türk- İslam kültüründe ölünün arkasından kötü söylenmez. En azından kişi defnedilene kadar onun iyilikleri anlatılır. İyilikleri yoksa sükût edilir. Çünkü ölünün yakınları zaten yeterince üzgündür, yıkılmışlardır. Ölü hakkında kötü konuşup onları yaralamak yakışıksız olur. Fakat bunda da ölçüye riayet etmek gerekir. Önceki söz ve tavırlardan yüz seksen derece dönüp kendini inkâr etmemek lâzımdır.
Son zamanlarda Ecevit üzerine söylenenleri duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz olduklarını görerek üzülüyorum.Hayatta iken, Ecevit'e demediklerini bırakmayan ve araları kanlı-bıçaklı olan adamlara bakıyorum da, şimdi Ecevit'i yere göğe sığdıramıyorlar! ..Baykal'ın, Demirel'in, Kenan Evren'in Ecevit'i yüceltici samimiyetten uzak sözlerini duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz ve tutarsız olduğunu düşünüp üzülüyorum. Sanki Ecevit'e sağlığında verip veriştirenler, onu yerin dibine sokanlar, onu mahkeme koridorlarında, hapishanelerde süründürenler onlar değildi. Onun en büyük rakiplerinden biri olan ve yıldızları hiç barışmaya Baykal onun için şunları söylüyor:
'Siyaseti ilkeli götürmeyi esas alan bir liderdi! .. Hepimizin öğretmeniydi! .. Ecevit, bir tarihî dönemin temsilcisiydi! .. Siyasî yaşamını; ülkenin bağımsızlığı, dürüstlüğü ve onuru üzerine kurmuş bir liderdi... Siyaseti, kapalı kapılar ardında yapmayı reddeden bir insandı! '
Oysa sağken neler neler söylemişti siyasetin bu yaşlı kurduna… Ona nice suçlamalarda bulunmuştu. Bunları burada dile getirmenin gereği yok şimdi… Herkes biliyor zaten…Çünkü üzerinden fazla zaman geçmedi.
Ecevit son nefesini verdiğinde Cumhurbaşkanı Sezer onunla ilgili şu açıklamayı yaptı: 'Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in yaşamını yitirmesinden büyük üzüntü duydum. Siyasi tarihimizin simge kişiliklerinden Bülent Ecevit, yaşamı boyunca üstlendiği görevlerde etik değerleri ön planda tutarak, benimsediği istikrarlı çizgisi, demokratik duruşu, nezaketi ve aydın kimliği ile örnek olmuştur. Ecevit, devlet kademelerindeki Başbakanlık ve diğer görevlerinde laik Cumhuriyet'in korunması, Atatürk ilkelerinin özümsenmesi, Türkiye'nin her alanda gelişmesine ve çağdaşlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur.'
Oysa Sezer'in kendisinin Cumhurbaşkanı olmasında Ecevit'in çok büyük katkısı olmasına rağmen onunla yıldızı hiç barışmamıştı. Hatta aralarındaki bir tartışmayı Ecevit Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi krizi olarak nitelendirmiş, bu beyanat ekonominin bozulmasına yol açmıştı. Fakat taziye güzel cümlelerden kurulu…
Demirel ile Ecevit'in rekabetleri de meşhurdu. Demirel bir oy fazla almak için Ecevit'e demediğini bırakmazdı. Onun çirkin sözlerle tavsif ederdi. Fakat O da Ecevit'in ölümünden sonra ağız değiştirerek şunları söylüyor:
'Milletimiz değerli bir evladını kaybetmiştir. Devlet ve siyaset hayatında yarım asrı aşan hizmetlerde bulunmuş değerli devlet adamı Ecevit'e Allah'tan rahmet diliyorum.' Asıl ilginç taziyeyi eski Cumhurbaşkanlarından Kenan Evren yapıyor. O taziyesinde geçmişte yaptıklarından utanarak, adeta günah çıkarıyordu:
'12 Eylül döneminde biliyorsunuz, o zamanın parti başkanlarıdır diye onları göndermiştik. O ayrı bir şey. Ben ona kırgın veya kızgın olduğum için bunu yapmadım. Ayrı gayrı yapamazdım. Onun için onu Eceabat'taki yere birlikte göndermiştik. Sevinerek yapmadım. Silahlı Kuvvetlerin aldığı bir karardı. Ama 12 Eylül'den sonraki dönemde siyasi çalışmalara bir süre ara verilmesini istedik. Öyle karar çıkardık. Ona rağmen 12 Eylül yönetimiyle mücadele etmek istedi. Bir mecmua çıkartmak istedi. Dış ülkelerden basın mensuplarına beyanat verdi. O zaman bunlar suç oluyordu. Sıkıyönetim mahkemesi iki ay mahkûmiyet verdi. Ben buna da çok üzülmüştüm. Ama yapacak bir şeyim yoktu.'
İnsanlar böyledir işte… Küçük menfaatler için büyük ve tutarsız sözler söylerler. Bir sözleri ötekini tutmaz. Musalla başında bile yalan yanlış konuşmaktan sakınıp sıkılmazlar. Siyaset insanları ne kadar değiştiriyor, kendi olmaktan çıkarıyor. Yazık, çok yazık! ...Ecevit'e Allah'tan amelince rahmet ve mağfiret diliyorum. Türkiye'nin başı sağ olsun.
Tarihler 10 Kasım'ı işaret ederken saatlerin ibresi dokuzu beş geçeyi göstermemek için kıvranır durur. Çünkü o saatte zaman donmuştur bir daha geri dönmemelicesine… Fakat zaman bir nehir misali akarak bu hüzün dilimini de gösterir mahcup bir edayla… Zamanların en garibidir dokuzu beş geçeler… Ayların en hüzünlüsüdür Kasımlar… 10, rakamların en talihsizidir belki de… Kasımlar 10'a varınca, saatler dokuzu beş geçince Atatürk'ümüz düşer yâdımıza… Gerçi o yâdımızdan hiç çıkmaz ki! ... Bu dakikalarda iyice kök salar belleğimize. Fakat biz biliriz ki Mustafa Kemal etten kemikten ibaret olsa da sıradan bir fani değildir. Arkada bıraktıklarıyla yaşayan bir efsanedir. Bunu kendisi de böyle ifade etmişti zaten:
'İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu 'ben' kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur! '
Türk'ün Ata'sı 'ben' demeyi sevmezdi hiç… O, benlikten ve övünmekten, kelimenin tam anlamıyla tiksinirdi. Başarılı olmak için ekip ruhuna inanırdı. Kurtuluş Savaşı'nı da bu ruhla ve anlayışla başlatmış, zaferle neticelendirmişti. Kendisi iyi bir liderdi. Takdir etmesini ve yönlendirmesini çok iyi bilirdi. Önde yürümekten ve öne atılmaktan haz duysa da planlı hareket etmeyi, duygularına teslim olmamayı, akılla ve mantıkla yol almayı yeğlerdi. İlmi rehber edinirdi. Çağın gerçeklerine ve yeniliklerine inanır, gönül rahatlığı içerisinde onlara tabi olurdu. Geçen zamanın beraberinde getirdiği değişiklikleri dikkate alır, gereğini yapardı. Akıl ve bilim dışı naslara inanmazdı. Bunu şu sözlerinden çıkarabiliriz:
'Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.'
Mustafa Kemal mala, mülke ve makama itibar etmezdi. Türkiye Cumhuriyetini kendi üstün gayretleriyle ve ileri görüşlülüğüyle kurmuş olmasına rağmen bunu milletin ortak iradesinin ürünü sayar, bu işte kendisini bir nefer olarak görürdü. Mal ve mülkü hayatın idame ettirilmesi için sadece bir vasıta olarak algılardı. Asıl servetin mal, mülk değil, üstün karakter olduğuna inanırdı. Bunun içindir ki Trabzon'u ziyaretinde mallarını milletine bağışladığını kamuoyuna açıklarken şu güzel ifadeleri kullanmıştır: 'Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır! '
Cumhuriyetimizin mimarı olan Mustafa Kemal Paşa dostunu düşmanını çok iyi tanırdı. Kuru hamaset ifadelerine değer vermezdi. 'Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz' sözüne gönülden inanırdı. Dalkavukluğa asla tahammül edemezdi.
Millet olarak seferberlik anlayışı içerisinde topyekûn kalkınma hamlesi başlatmıştı. Bu hamleye katkıda bulunan insanlara kol kanat gererdi. Kuru övgülerle göz boyamaya çalışan insanlara kapısı kapalıydı. Çünkü o ne olduğunu, nerede durduğunu bilirdi. Başkalarının samimi görüşlerinden yararlanırdı. 'Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin! ' sözü onun dünyaya ve hayata bakış açısını özetlemektedir.
Tarih yine 10 Kasım… Bugün Atamızı rahmet ve minnetle anacağız. Herkes doğal olarak övücü sözler söyleyecek. Onun bu övgülere layık olduğunu biliyoruz. Fakat övgü sahiplerinin Atatürk Türkiye'si için bugüne kadar neler yaptıklarını sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Zira bu ülkede samimi Atatürkçülerin yanında, bu büyük ismi paravan olarak kullanıp çıkar elde etmeye çalışanlar da var. Atamızı onların elinden ve dilinden kurtarmalıyız. Zaten Atatürk yaşasaydı bu insanların yüzüne tükürür, ipliklerini pazara çıkarırdı. Onların samimiyetini bugüne kadarki icraatlarını irdeleyerek ölçerdi. Bu ülkede her alanda olduğu gibi Atatürkçülükte de samimi insanlara ihtiyaç vardır.
Gelin bu 10 Kasım'da ağlamayı bir kenara bırakıp bu büyük insanı anlamaya çalışalım… O da kendisine ağlanılmasını değil, düşüncelerinin hakkıyla anlaşılmasını arzuluyordu. Bunu yaparken onun bize miras bıraktığı Nutuk'tan yararlanalım. Her zaman yaşayan ve yaşayacak olan Atatürk, bu millet için yükselen bir değerdir. Onun etrafında toplanan ve Türkiye için düşünen beyinler aydınlık Türkiye'yi inşa edeceklerdir. Bu ülke aydınlıktan sapmayacaktır. Atatürk'ü 68. ölüm yıldönümünde rahmet ve minnetle anıyorum. Sözlerimi Halim Yağcıoğlu'nun anlamlı dizeleriyle bitirmek istiyorum:
'Tükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenir Bu vatan bu topraklar cömert Kutsal bir ateşim ki ben sönmez İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.'
Bütün makam, mevki ve zenginlikleri elde edenler bile zaman zaman aradıkları mutluluğu bulamamışlardır. Çünkü sağlıklarının bozulması onların şevklerini ve zevklerini alt üst etmiştir. Bir anda makamlarını ve varlıklarını unutmuşlardır. Sağlığın nelere kadir olduğunu ancak bu hazineyi kaybettikten sonra kavrayabilmişlerdir. Bu safhadan sonra da ahlanıp vahlanmanın hiçbir müspet getirisi olmamıştır. Siz siz olun yerindeyken sağlığınızın kıymetini bilin ve onun rayına oturması için hiçbir şeyi esirgemeyin.
Osmanlı tahtında 47 yıl gibi çok uzun bir süre kalan cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman bile sağlığın malla, mülkle ve mevkiyle kıyaslanamayacağını bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Yani bazıları güçlü ve iktidarda olmayı en büyük servet olarak görse de, sağlık ve afiyet içerisinde rahat bir nefes almak en büyük nimet ve devlettir, demek istiyor.
Sağlık kısaca her yönden iyi olma hâlidir. Bu fiziki ve ruhi yanlarımızı da içeren geniş bir kavramdır. Zaten beden sağlığıyla ruh sağlığı aynı düzeyde iyi olmasa kişinin huzuru kaçar. Birinin olup, ötekinin olmaması ciddi arızalara neden olur. Günümüz insanı ruh sağlığını beden sağlığı gibi önemsemediği için bunun bedelini ağır ödüyor. Görülen arızalar olmamasına rağmen ruhsal hastalık hali içerisinde yaşam kalitemizi düşürüyoruz.
Günümüzde teknolojiyle beraber yaşam kalitesi artmış gibi görünse de hastalıklar da o oranda çeşitlenip fazlalaştığı için gerçekte olumsuz bir tabloyla yüz yüze kalmışız. Teknolojinin refahını, onun beraberinde getirdiği fiziki ve ruhi arızalarımız sıfırlamıştır. Özellikle kişiyi bir anda ölümle burun buruna getiren hastalıklarda büyük bir artış olmuştur. Bu hastalıklardan birisi de her türlü kanserdir. Bu türlerin içine girenlerden birisi de özellikle çocuklarımızı körpe yaşlarda elimizden alan Lösemi hastalığıdır.
Tıp otoritelerinin belirttiğine göre kanser, sayısı 100’den fazla olan bir hastalık grubunun ortak adıdır. Kanserde iki önemli özellik bulunur. İlk önce bedendeki bazı hücreler anormalleşir. İkinci olarak, bu tür özellikler taşıyan hücreler aşırı bir miktarda çoğalmaya devam eder. Yazımıza konu olan Lösemi de bir kanser türüdür. Lösemi kan hücrelerinin kanseridir. Lösemi ortaya çıktığında beden anormal sayıda anormal kan hücresi üretir. Çoğu lösemi tipinde bu anormal hücreler akyuvarlardır. Lösemi hücreleri normal kan hücrelerinden farklı görünümdedir ve uygun biçimde işlev görmezler. Çocuklarda en sık görülen kanser türü lösemidir. Çocukluk çağındaki kanser vakalarının yüzde 35’ini lösemiler oluşturur.
Lösemi halk arasında ‘kan kanseri’ diye bilinen hastalıktır. Bu hastalıkta çoğunlukla kemik iliğinden kaynaklanan ve bir tek hücrenin kanserleşmesi, daha sonra bu hücrenin bölünerek çoğalıp, önce kemik iliğini, daha sonra tüm organları istila etmesi durumu söz konusudur. Eğer tedavi edilmezse olay kısa sürede hastanın kaybı ile sonuçlanabilir.
Onkologların belirttiğine göre çocuklarda lösemi hastalığının belirtileri; iştahsızlık, kansızlık, zayıflama, bacaklarda kemik ağrıları, cilt altı kanamaları (kırmızı noktalar veya morarmalar) , burun ve dişeti kanamaları, ateş ilk gözlenen bulgulardır. Bu hastalığın kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Tüm hastalıklarda olduğu gibi bu hastalıkta da erken teşhis çok önemlidir.
Bilindiği gibi kanser, tedavisi zor ve masrafları ağır bir hastalıktır. Bu ağır yükün altından kalkmak herkesin harcı değildir. Özellikle Türkiye gibi gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde böyle bir hastalığa yakalanmak ölümün ve çaresizliğin habercisidir. Sosyal devletin bu gibi yaralara merhem olması gerekir. Fakat devlet de merheme muhtaçsa bu iş gönüllü teşkilatlara, sivil toplum kuruluşlarına kalıyor. Çok şükür vicdan sahibi insanlar bu gibi muhtaçlara kol kanat geriyor; onların seslerine ses veriyor.
Bugün ülkemizde lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak amacıyla pek çok vakıf, dernek ve gönüllü kuruluş faaliyet göstermektedir. Bunlar maddi ve manevi anlamda hiçbir tutar dalı kalmayanlara ve hayata tutunamayanlara el ve güç vermektedir. Toplumun duyarlı kesimleri bu kurum ve kuruluşlara maddi ve manevi destek vermektedir. Pek çok hastamız onların şefkat kanatları altında aydınlık, mutlu ve sağlıklı bir geleceğe kavuşmaktadırlar. Bunun için pek çok sanatçımız hiçbir maddi karşılık beklemeden yardım konserleri organize etmektedir.
Karşılık beklemeden vermek hazların en büyüğüdür. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Bu engin gönüllü insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu onurlu davranış topluma saygının, merhametin ve kısaca insan olmanın en belirgin alâmetidir. Bu büyüklüğü gösterenlerin önünde saygıyla eğilmek boynumuzun borcudur. Onların sayısının artması insanlığın yaşadığına, azalması ise insanlığın iflasına işarettir. Lösemili hastalar morallerini diri tutsunlar. Bu hastalığı yenmek tıbbi tedavinin yanında, en çok da moralle mümkündür. Allah hastaların, darda kalanların yâr ve yardımcısı olsun.
Dünyada ölümünden sonra Atatürk kadar çok konuşulan ve üzerinde çalışılan bir devlet adamı yoktur. Sevenleri de, sevmeyenleri de onun hep konuşulmasına ve gündem olmasına zemin hazırlamıştır. Fakat onun sevenleri daima sevmeyenlerine galebe çalmıştır. Vatanını sevenler onun aydınlık yolunda bir ve beraber yürümüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 68. yıldönümünde bugün bütün yurtta, KKTC'de ve Türkiye'nin dış temsilciliklerinde törenlerle anılıyor. Sadece anılmıyor, her geçen gün daha da seviliyor ve tanınıyor.
Onu daha iyi anlamak ve anlatmak için küçük büyük herkes seferber olmuştur. Fakat Atatürk'ü yine en iyi kendisi anlatmıştır. Herkes farklı düşünse de o daima tevazulu davranmış, kendisini hiçbir zaman insanüstü bir deha olarak görmemiştir. Halkla olmaktan ve halkla anılmaktan haz duymuştur. Topluma fildişi kuleden bakmamış, halkının içine karışmıştır. Onun için de zaman onu altın kundağında emzirerek büyütmüştür. Hürriyet ve bağımsızlığı karakterinin olmazsa olmazı olarak kabul etmiştir. İnsanca yaşamanın ancak bağımsızlıkla mümkün olacağına inanmıştır. Bütün mesaisini bu uğurda harcamıştır. Onun şu vecizesi karakterinin ipuçlarını ve kodlarını vermesi açısından önemlidir:
'Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim.'
Bizler Atatürk'e yetişemedik, onu dünya gözüyle göremedik. Fakat onu görenlerin beyanlarıyla bilgilendik. Atatürk'ü anlamak ve sevmek için görmek de gerekmiyordu zaten… Onun bıraktığı ilke ve devrimleri emanet bildik, öylece koruduk. Yeni nesil bu ilke ve inkılâpların aydınlığında yetişti. Onun bu dünyadan bedenen göçmesi sevenlerini üzdüyse de geride bıraktıklarıyla teselli buldular. O bir zamanlar 'Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.' demişti. Kendisinden sonra da matem değil, ilke ve inkılâplarına sadakat bekliyordu. Kendisini göremeyenlere de şu sözleriyle teselli veriyordu: 'Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.' Biz onu göremediysek de ilke ve inkılâplarını idrak ettik.
Atatürk ömrü boyunca hiç durmadı. Öncelikle başarılı ve zor bir tahsil hayatı geçirdi. Küçük yaşta babasını kaybetmesi hayatını iyice zorlaştırdı. Fakat o hiçbir şeyden yılmadı. Her zaman zorluklara göğüs gerdi. İmkânsızlık kavramı yoktu onun lügatinde. Bunu defalarca icraatlarıyla ispatladı. Başarılarını hak ve hakikat çizgisinde gerçekleştirdi; kimseyi ezmedi. Devletin kilit noktalarına ehil insanları yerleştirdi. Dürüstlükten hiçbir zaman ayrılmadı. Hak bildiği yolda gitti. Arkasında güzel bir miras bıraktı. Vazifesinin bitmediğine inandı ve son nefesine kadar canla başla çalıştı. Kendisinden sonrası için de sağlığında kadrolar hazırladı. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz onun azim ve kararlılığını gözler önüne sermektedir:
'Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.'
Atatürk, her şeyiyle Türk'ün özgün ve müstesna bir parçasıdır. O her haliyle bizi yansıtan ve tamamlayan büyük bir değerdir. On Kasımlarda onu sadece anmayalım, biraz da anlayalım. Çıkarları için onun güzel ismini kullananlara ve kirletenlere müsaade etmeyelim. Gerçek Atatürkçülülerle ondan faydalananları birbirine karıştırmayalım. Onun adı yaşadıkça Türkiye de yaşayacaktır. Türkiye yaşadıkça onun adı da ilelebet yaşayacaktır; lafta değil gönüllerde… Ölüm günün bizler için zihinlerin gafletlerden uyanacağı gün olsun. On Kasımlar ağlamak için değil, Türk'ün şanlı Ata'sını anlamak için bir fırsat ve vesiledir.
Geçenlerde(03 Kasım 2006 Cuma günü) Trabzon Lisesi öğrencileriyle Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’nde Turgut Özakman’ın yazmış olduğu Ocak adlı oyunu büyük bir keyifle seyrettik. Salon ağzına kadar Trabzon Lisesi öğrencileriyle doluydu. Suare sadece bu okulun öğrencilerine mahsustu. Boş koltuk yoktu, hatta aralar bile dolmuştu. Öğrencilerin yüreklerinde büyük bir sanat sevgisi taşıdıkları her hallerinden belliydi.
Trabzon’da Devlet Tiyatrolarının olmasının bu şehirde yaşayanlar için büyük bir şans olduğunu her zaman söylerim. Gerçekten de öyle değil midir? Bu şansa sahip şehir sayısı bugün itibariyle sadece 13’tür.(Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Erzurum, Gaziantep) Bunun kıymetini bilmeliyiz. Tiyatrocular boş koltuklara oynamamalıdır. Marifetin iltifata tabi olduğunu unutmamalıyız.
Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler adlı eseriyle geçen yıl adından çok söz ettirdi. Buna rağmen onun asıl ünlü olduğu alan tiyatrodur. Onlarca oyunu Devlet Tiyatrolarının ve özel tiyatroların repertuarındadır. Son seyrettiğimiz ‘Ocak’ adlı oyun da onun değerli tiyatro eserlerinden birsidir. Dilerseniz size öncelikle oyunun konusundan bahsedeyim:
“Oyunda dört çocuk, anne, baba ve büyükanneden oluşan bir emekçi ailesinde yokluğun, yoksulluğun baskısının yol açtığı çatışmalar sergilenmektedir. Bir otomobil tamircisi olan Tarık ve karısı Safiye’nin amacı, tüm sorunlara rağmen aileyi bir arada tutmaktır. Çok çalışmasına karşın ekonomik durumunu bir türlü düzeltemeyen Tarık, sürekli olarak zengin olma hayalleri kurar. Evin geçimini sağlayabilmek için babasına tek yardım eden çocuk, ortanca oğul Fazıl’dır. Babası ne kadar hayalperestse Fazıl o kadar gerçekçidir. Evin içinde bütün yükü omuzlayan Safiye ise gerçekçi bir insan olmasına rağmen, çaresizlikten, zaman zaman kurulan hayallere katılır.
Evlendirilmeyi bekleyen ve topal olan evin tek kızı Sevda, bunamış büyükanne ve okula giden en küçük oğul Özcan bakıma muhtaç insanlardır. Ailenin eve gelen parayla kıt kanaat geçinebilmesine, yarına güvenle bakamamanın ezikliği içinde olmasına rağmen, en büyük oğul Nihat bir işe girip çalışmaz. O sorumsuz, boş verici, hayalci bir insandır. Fazıl ve Safiye dışında tüm aile bireyleri birtakım hayaller kurmakta ve onlarla avunmaktadır. Hayallerle yaşamaktan dolayı yapılan ya da yapılabilecek olan hataları önlemeye çalışan Fazıl, bu yüzden hemen hemen ailenin tüm bireyleriyle çatışma halindedir. Hatta Fazıl, bunak olduğunu bildiği halde büyükannesinin kendisini bir paşa karısı sanmasına ve sürekli olarak etrafındakilere ‘uşaklar’ diye bağırmasına bile sinirlenir.
Safiye ise ocağın dağılmaması, ailenin bir arada kalabilmesi için çatışmaları gidermeye, ilişkileri yumuşatmaya çalışır. Safiye, kızının sevdiği çocukla parasızlık yüzünden evlenemeyeceğini anladığında en zor günler için sakladığı bileziğini satıp parasını kızına vermeyi düşünür ve bu düşüncesini kızıyla paylaşır. Bu arada yine olmayacak bir hayalin peşinde koşan Tarık, bir hurda otomobili alıp tamir etmeyi ve onunla çalışarak zengin olmayı tasarlamaktadır. Kocasının coşkusuna ve çaresizliğine dayanamayan Safiye, Fazıl’ın karşı çıkmasına rağmen, bileziği, kızı yerine kocasına verir. Bunun üzerine evlenebilmek için hiçbir umudu kalmadığını düşünen Sevda, sevdiği çocukla kaçar.
Fazıl, kardeşinin kaçacağını önceden anlamasına rağmen çaresizlikten kız kardeşinin gitmesine izin verir; alınan hurdanın da bir işe yaramaması üzerine bir hayli zor günler yaşar. Bu arada Nihat da babasıyla birlikte çalışmaya başlar ancak yine de ucu ucuna geçinebilmektedirler. Üzüntüsünden hasta olup yatağa düşen Safiye’nin işlerini evin erkeklerinin üstlendiği, ama bir türlü işin içinden çıkamadıkları görülür.
Ev içinde düzen bozulmuştur. Yeni alınan araba sürekli arıza yaptığı için para kazanamamaktadırlar. Sevda’nın yokluğu da derin bir üzüntüye neden olmuştur. Bu umutsuz tablo, perde sonuna doğru Sevda’nın eve geri dönmesiyle değişir. Bu dönüş işlerin iyiye gitmeye başlayacağının bir göstergesidir. Hemen mutfağa giren Sevda, büyük bir beceriyle işleri yapar ve annesinin hastalığının yarattığı boşluğu doldurur. Evin düzeninin yeniden kurulmasını sağlar. Oyun, Tarık’ın çiftlik alma hayalini anlatmasıyla son bulur...”
Rejisörlüğünü Ensar Kılıç’ın, Rejisör Yardımcılığını Fatih Dokgöz’ün, Reji Asistanlığını Fatih Yurdakul’un yaptığı, dekorunu Sertel Çetiner’in oluşturduğu, kostümünü Özge Şenol’un düzenlediği, ışık tasarımını Burhanettin Yazar’ın tasarladığı oyunda Dilek Güven(Safiye) , Ufuk Şener(Nihat) , Fatih Dokgöz(Tarık) , Ozan Karaahmet(Özcan) , Duygu Dokgöz(Babaanne) , Aslı Artuk(Sevda) , Birkan Görgü(Fazlı) rolleriyle sanatseverlerin karşısına çıktılar. Hepsi de rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Şehrimizde böyle kaliteli oyuncuların varlığı bizleri fazlasıyla mutlu ediyor. Oyunda emeği geçen herkese Trabzonlu tiyatro severler adına şükranlarımı sunuyorum.
Gençlerimiz şiddetten uzak dursun, sanatla kucaklaşsın. Şiddet şiddeti doğurur. Sanat ufkumuzu açar. Tiyatro onları bekliyor. Trabzon Lisesi’nin gelecek vaat eden öğrencileri tiyatroyla ve genel anlamda sanatla iç içe yaşadığı için bu okulda şiddetin esamisi okunmuyor. Tarihi bir okula da zaten bu yakışır. Bunun gerçekleşmesinde okuldaki idarecilerin ve öğretmenlerin payı çok büyüktür. Hepsini kutluyorum.
83.YILINDA CUMHURİYETİMİZ VE TEKAYDER’İN ETKİNLİKLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bu yıl da, Atatürk’ün fazilet olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin 83. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. Her kurum üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Halkımız her zaman olduğu gibi Cumhuriyetine sahip çıktı. Törenlere halkımızın çoğunluğu gönüllü olarak iştirak etti. Bu bağlamda Trabzon’da faaliyet gösteren TEKAYDER(Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma, Yardım Derneği) 31 Ekim 2006 Salı akşamı Trabzon’da Zorlu Grand Otel Konferans Salonunda Cumhuriyetle ilgili konferans tertip etti. ‘83. Yılında Cumhuriyetimiz’ konulu konferansı KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hikmet Öksüz kalabalık bir dinleyici topluluğuna verdi.
Konferanstan evvel TEKAYDER Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Öründü kısa bir açış konuşması yaptı. Ardından TEKAYDER’le ilgili bir tanıtım cd’si izlendi. Derneğin bugüne kadar yaptığı faaliyetler tanıtıldı. Konferanstan evvel konuşmacı Hikmet Öksüz’ün biyografisi okundu. Seçkin bir dinleyici kitlesine konuşan hatip Doç. Dr. Hikmet Öksüz, bir saati aşkın sohbet tadındaki konuşmasında şu görüşlere yer verdi:
“Türkiye Cumhuriyeti imparatorluktan milli devlete geçişin meyvesidir. Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi ve 23 bin kilometre karelik bir toprak parçasını içine alıyordu. Dünyadaki her beş insandan biri Osmanlı uyruğuna mensuptu. Bugünkü topraklarımız 814 bin kilometrekareye düşmüştür. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfusumuz vardı.
Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kuruluş sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda üç milyon insanımızı kaybettik. O zamanlar Ermeniler devletlerine isyan ettiler. Rumlar fırsatı kaza etmediler. Onlar da ayaklandılar. Bu zor şartlar altında 1923’te Türkiye adında millî bir devlet oluşturduk. Bu pek çok değişimi de beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın yüzde 87’si müslümandı. Milli devlete geçiş sürecinin sonunda bu oran 1927’te yüzde 99’lara yükseldi. O zamanlar halkın yüzde 86’sının dili Türkçeydi. Tarihin hiçbir döneminde bu millet bu kadar homojen bir yapıya kavuşmamıştı.
Cumhuriyet, İstiklal Harbi gibi çok önemli bir başarının ardından geldi. Türkiye Cumhuriyeti saltanatın devrilmesine karşı bir hareketin neticesi değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığından itibaren hep meşruiyetçi bir tavır ortaya koymuştur. O, milli iradeyi hâkim kılmak için mücadele etmiştir. Bu cumhuriyet rejimiydi. Cumhuriyeti ortaya çıkaran Türk milletinin iradesi ve kararlılığıdır. Devleti idare edenlere yetkiyi millet verir. Cumhuriyetin ruhu budur.
Cumhuriyetle birlikte tebadan vatandaşlığa geçilmiştir. Cumhuriyetle birlikte hukuk birliği gerçekleştirilmiştir. Herkes devletin itibarlı bir üyesi olmuştur. Bu durum vatandaşların devlete bağlılığını güçlendirmiştir. Fakat bugün bu bağlar zayıflatılıyor. Milleti devletten koparma projesi yürütülüyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kazançlarından birisi eğitim birliğidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim birleştirilmiş, yabancı okullar da tek çatı altında toplanmıştır. Türkiye topraklarındaki misyoner okulları kapatılmıştır.
Cumhuriyetle beraber başkentin Ankara’ya taşınması coğrafi bir tercih değil, mücadele ettiğimiz kesime meydan okumadır. O zamanın güçlü ülkeleri Lozan’ı meclislerinde bir yıl boyunca kabul etmemişlerdir. Hatta tepki olarak elçilerini başkent Ankara’ya göndermemişlerdir. Kapitülasyon geleneğinden gelen Avrupa ülkeleri Osmanlı’dan kopardıkları kapitülasyonları Türkiye Cumhuriyeti’nden de beklemişlerdir. Fakat umduklarını bulamamışlardır. Çünkü 1930’da bütün zorluklara rağmen ‘Hayır’ diyebilen bir Türkiye vardı. O zamanki Türkiye’yle ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen zihniyeti bir karşılaştırın. O zamanlar belki bugünkü kadar ileri bir seviyede değildik ama iktidarda milli iradeyi hâkim kılan idareciler vardı. Üstelik Türkiye; Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mecbur edilmişti. Bu borçları ancak 1954 yılında bitirebildik.
Cumhuriyet Türkiye’si 1945’ten sonra ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. O gün bugündür belimizi doğrultup milli iradeyi hâkim kılamıyoruz. Cumhuriyet hiçbir aileye ilelebet devleti idare etme yetkisi vermedi. Herkese eşit haklar ve şartlar tanıdı. Kadına seçme seçilme hakkı Fransa’da 1944’te verilmesine rağmen bizde 1934’te verildi. 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet modeli bu milletin dokusuna uygun olduğu için halk tarafından da kolaylıkla benimsenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Osmanoğulları ailesi katledilmemiş, sadece şartlar gereği sınır dışı edilmiştir. Yani bizdeki değişim bir kısım Avrupa ülkelerindeki gibi kanlı olmamıştır.
Bizler stratejik açıdan zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Karadan sekiz tane komşumuz var. Enerji kaynaklarının kesiştiği noktadayız. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’inin hem eski sahibi, hem komşusuyuz. Finlandiya ve Norveç gibi sadece iki komşumuz yok. Bu ülkeler gibi rahat bir konuma sahip olsaydık bugünkünden çok daha ileri konumda olacaktık Bu konumumuzdan dolayı başımıza hep çorap örülüyor. İlerleyişimiz engelleniyor. Bardağı bir türlü dolduramıyoruz. Altını oyup boşaltıyorlar. Cumhuriyet Türk’ün dokusuna çok uygun bir sistemdir. Onu koruyalım ki geleceğimiz aydınlık olsun.”
Konferanstan derlediğim kırık dökük notlar bunlar… Bilinmelidir ki KTÜ, Trabzon için büyük bir nimettir. Çünkü bu köklü bilim yuvasında çok değerli ilim adamları var. Hikmet Öksüz de onlardan biri… Kendisi Çaykaralı… İçimizden biri… Çok akıcı bir konuşma tarzı var. Engin bir bilgi ve birikim sahibi… Ben onu geleceğin Osman Turan’ı olarak görüyorum. Zaten Osman Turan da Çaykaralıydı. Çaykara tarih bilimi sahasında yeni bir değer yetiştiriyor. Trabzon ondan istifade etmelidir.
TEKAYDER’in “83. Yıl Cumhuriyet Kültür ve Sanat Etkinlikleri” hafta boyunca devam etti. 01 Kasım 2006 Çarşamba günü Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Cumhuriyetimizin 83. Yılı Fotoğraf Sergisi açıldı. “Vatan Sağolsun” adlı kısa bir tiyatro gösterisi sunuldu. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Yöresel yemekler standı açıldı. İstiklal Harbi’ne ait temsili siper oluşturuldu. Abide şahsiyetlerimiz ve abide eserleri standı kuruldu.
Bunun yanında İlimizde kaybolmaya yüz tutmuş meslekler standı ziyaretçilerin dikkatine sunuldu. 02 Kasımda yine aynı mekânda “Kuruluşundan Günümüze Cumhuriyetimiz” konulu sinevizyon gösterisi yapıldı. Aynı günün akşamı saat 19.00’da Akçaabat Belediyesi Korosu Türk Sanat Müziği Konseri verdi. Bu yıl TEKAYDER sayesinde dolu dolu bir Cumhuriyet Bayramı geçirdik. Emeği geçen herkese Trabzonlular adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Umarım bu faaliyetler gelecek yıllarda da artarak devam eder. Çünkü bu tarz programlar rutin törenlere nazaran çok daha faydalı ve ilgi çekici oluyor.
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez değerleridir. Onlar için ne yapmayız ki? .. Her şeyimiz onlara adanmıştır. Gecemizi günümüzü onlara ayırmaktan yorulmayız, hatta onlarla geçirdiğimiz her an büyük mutluluk ve haz duyarız. Canımızdan bir parçadırlar. Onların eğitimi için varımızı, yoğumuzu harcarız. Onların başarılarıyla gururlanırız.
Çocukların kişiliğinin gelişmesinde ailenin, okulun ve çevrenin etkisi çok büyüktür. Çocuk ilk terbiyesini anne babasından alır. Ebeveyn ne yaparsa onlar da aynı şeyleri yapmaya çalışır. Çocukların güzel huylar edinmelerini istiyorsanız onlara iyi örnek olun. Yapmadığınız şeyleri onlardan istemeyin ve beklemeyin. Öncelikle onları bağımsız bir fert olarak kabul edin. Onları anlamaya, dünyalarına girmeye çalışın.
Çocuğun yetişmesinde anne –babadan sonra okulun tesiri büyüktür. Okul daha çok öğretim ağırlıklı olsa da burada eğitim de verilir. Öğretmenler bilginin yanında, terbiye de verir öğrencilerine, vermelidir de… Gün boyu öğretme gayesi güden öğretmen, vazifesini hakkıyla ifa etmiş, başarılı bir öğretmen sayılamaz. Öğretimin yanında edep de asla ihmal edilmelidir. Her fırsatta çocuğun ahlâki gelişimine katkıda bulunulmalıdır.
Çocukların çevreden etkilendiği, karakterinin oluşumunda çevrenin de büyük tesiri olduğu bilinen bir gerçektir. Aile ve okul kadar olmasa da çevre de çocuğun kişiliğini olumlu veya olumsuz şekilde etkiliyor. Bunu bilen ve önemseyen aileler çocuklarının arkadaş çevresini mercek altına almayı ihmal etmezler; çocuklarının arkadaş çevrelerini tanırlar.
Çocukların kişiliklerinin şekillenmesinde okudukları kitapların etkisi de çok büyüktür. Çocuklar okudukları kitapların tesiri altında kalabilir. Okuduklarından yola çıkarak hareket edebilirler. Kitabın içeriği müspetse okunanlar kazanca, menfiyse kayba yol açabilir. Bu hususta aile reisinin titiz ve uyanık olması şarttır. Yoksa dönüşü olmayan yollara sapabiliriz.
Çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak ve kitap sevgisini arttırmak için her yıl Kasım ayının ikinci pazartesi günü ile başlayan hafta, Çocuk Kitapları Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu haftanın kutlanmasını ilk kez, 1917 yılında Amerikan izcilerinin kitaplık yöneticileri önermiş ve 1919 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Ülkemizde ise bu haftanın kutlanmasına 1947 yılında başlanmıştır. O tarihten beri bu hafta içerisinde değişik etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Hafta boyunca kitapla çocuk zihinlere nakşedilmektedir.
Bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük meselelerinden birisidir okumamak… Okumamak nasıl mesele olur demeyin. Bunu ferdi planda değerlendirme hatsına düşmeyin. Okumazlık toplumsal bir hastalıktır. Şayet insanımız yeterince okusaydı cehalet yüzünden başımıza bunca felâket gelmezdi. İnsanlar hak ve sorumluluklarını bilirdi; hainlerin oyununa gelmezdi.
Çocuk okuma alışkanlığını öncelikle ailede ve okulda kazanır. Eğer aile fertleri kitaba değer veriyorsa ve düzenli olarak okuyorsa, çocuklar da belli bir zaman sonra okumaya başlayacaktır. Bu zamanla okuma kültürüne ve davranışa dönüşecektir.
Çocuk, okumayı bir zorunluluk değil, bir zevk olarak görmelidir. Çocuklar kitapları oyuncakları yerine koymalıdır. Onlardan zevk almalıdır. Bu zevki kazandırmak için evde ailece kitap okuma saatleri düzenlenmelidir. Anne babayla birlikte okunan kitaplar, çocuğa kitap ve okuma sevgisi kazandıracaktır. Çocuk okumayı angarya olarak görmekten kurtulacaktır. Okumak onun için bir davranış haline dönüşecektir.
Çocuklar dil zevkini ailelerinden ve öğretmenlerinden kazanırlar. Okudukları kitaplar ise kelime dağarcıklarını zenginleştirir, algılama güçlerini artırır. Dil imkânlarını genişletir, hayal gücünü zenginleştirir. Çok okuyan kişiler kendilerini ifade etmekte güçlük çekmezler.
Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren okuma sevgisi kazandırmalıyız. Fakat bu hususta onları başıboş bırakmamalıyız. Kitap seçimine çok dikkat etmeliyiz. Çocukların abur cubur okumalarına müsaade etmemeliyiz. Onların zevklerine ve seviyelerine uygun kitaplar seçmeliyiz. Aksi takdirde onlara kitap sevgisi kazandıracağız derken onları kitaptan soğutabiliriz. Okunacak kitap ne çok basit, ne de çok ağır olmalıdır. Kitabın basiti de, ağırı da çocuğu sıkar ve okuma sevgisini köstekler.
Türkiye’de çocuk kitapları alanında ciddi boşluklar vardır. Yazarlarımız nedense bu alana fazla ilgi duymuyorlar. Ülkemizde çocuk kitapları piyasasında daha çok çeviri eserler dolaşıyor. Bu eserlerin bir kısmının içeriği kültürel değerlerimize aykırıdır. Bazıları hıristiyan propagandası yapmaktadır. Çevirenlerin basiretsizliği ve dile hâkim olamayışları da çocukların dil zevkini ciddi biçimde baltalıyor.
Anne babalar her fırsatta çocuklarına kitap alıp hediye etmelidir. Her evde bir kütüphane oluşturulmalıdır. Okul ve sınıf kitaplıklarına katkıda bulunulmalıdır. Ders kitabı dışındaki eserlerin okunması teşvik edilmelidir. Yeni çıkan çocuk kitapları takip edilmeli, satın alınmalıdır. Böylelikle bu alanda kalem oynatanlara da destek olunmuş olur. Çünkü marifet iltifata tabidir. Şartlar uygunsa çocuklar yazarların imza günlerine götürülüp onlarla tanıştırılmalıdır. Böylelikle çocukların ilgisi kitaplara çekilmelidir.
ORGAN NAKLİ HAFTASI VE TÜRKİYE'NİN SINIFTA KALMIŞLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Gelişen tıp teknolojisi pek çok alanda organ naklini mümkün kılmaktadır. Görev yapmayacak kadar hasta ve hatta bedene zararlı hale gelen bir organın, bir yenisi ve sağlamı ile değiştirilebilmesi işlemine 'Organ Nakli' denmektedir. Organ naklinin ne kadar önemli olduğunu ancak organ bekleyenler bilir. Bu yüzden ülkemizde her yıl 3-9 Kasım tarihleri arsında Organ Nakli Haftası kutlanmaktadır.
Bilindiği üzere ileri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir hayat sadece organ nakli ile mümkündür. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17-18 bin hasta vardır. Diyaliz bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir ancak kalp ve karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi imkânları yoktur.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilirler. Bu insani bir vazifedir. Kişiye getirdiği fazladan bir yük de yoktur. Çünkü beyin ölümü gerçekleşmeyen hastalardan organ almazlar. Bir kişinin beyin ölümü gerçekleştikten sonra da yaşama ihtimali yoktur. Bu konuma gelen kişinin organlarının başkalarının vücudunda hayat bulmasından daha güzel ne olabilir ki? ... Bugünden tezi yok gelin organlarımızı bağışlayalım. Türkiye'yi bu alanda da sınıfta kalmış olma ezikliğinden kurtarıp sınıf atlatalım.
Organ bağışının da belli başlı kuralları vardır. Beyin ölümü gerçekleşmiş 18 yaşından küçüklerin organlarının kullanılması için ebeveynleri(anne-baba) izin vermelidir. Bundan yukarı yaşlardakilerin sağken organlarını bağışlamış olmaları ve bunu belgelendirmeleri gerekli ve yeterlidir. Aksi halde bu yönde bir beyanı olmayan kişilerin organları hiçbir şekilde alınmaz, başkalarına nakledilmez. Gönüllülük ve rıza bu işte birinci şarttır.
Ülkemizde organ bağışı hiç de yaygın değildir. Bu konuda sınıfta kalmış bulunmaktayız. Fakat bunda asıl suçlu vatandaşlar değil, bu konunun ehemmiyetini, tıbbi ve dini yönünü onlara yeterince anlatamayan görevli kişi ve mercilerdir. Çünkü bu hususta ciddi bilgi eksiklikleri vardır. Kulaktan dolma bazı yanlış bilgiler bu hususta adım atmak isteyenleri caydırmaktadır. Bunlardan birisi kişinin organlarının ölmeden alınacağı endişesidir. Bununla beraber organlarını bağışlayan kişinin hastanelerde tıbbi tedavilerinin yeterince yapılmaması, ölüme ayrılması korkusudur. Böyle organize sahtekârlıklara kurban gideceğini sananlar az değildir. Oysa organ bağışlayan kişinin organlarının alınıp kullanılması ancak o kişiye tıbben yapılacak tüm tedaviler uygulandıktan sonra gündeme gelir.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalarda adından da anlaşılabileceği gibi beyin fonksiyonları tamamen ve geri dönmeyecek biçimde kaybolmuştur. Yani bu kişilerin bilinci yerinde değildir ve ancak solunum makinesi desteği ile yaşamlarının sürmesi mümkündür. Kişilerin ben gerçekten ölmeden organlarımı alırlar korkusu yersizdir, çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekip ayrı doktorlardan oluşur. Organ bağışı yapan kişilerin ilmi delillerle ve etkili telkinlerle bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi şarttır. Bunu yapmadan vatandaşın tereddütlerini ve şüphelerini gideremezsiniz.
Müslüman bir millet olduğumuz için hâl ve hareketlerimizde İslami ölçüleri esas alırız. Bazı mütedeyyin insanlar organ naklinin dinen caiz olmadığını sanırlar. Bir kısım cahil insanlar ise öteki dünyaya gidince bağışladıkları organlarının orada eksik olacağı endişesine kapılırlar. Mesela gözünü bağışlayan kişiler, nakledilen kişinin harama bakmasından dolayı işlenecek günahların kendisine yazılacağını düşünürler. Oysa mühim olan organ değil, iradedir. Böyle bir şeyi düşünmek bile saçmadır. İslam dini organ nakline cevaz vermiştir. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun bu konuda yazılı fetvaları da vardır. Bunları şüpheleri izale etmesinden dolayı dikkatinize sunuyorum.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında 'yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı...' ifade olunmuştur. Kurul aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varmıştır:
'Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi, hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin kanaat getirmesi, organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması, toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması, alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir. Bu fetvada da öngörüldüğü gibi İslamiyet organ nakline izin vermektedir. Bunu ilgili kesimlere hakkıyla anlatmak şarttır.
Ülkemizde insanlar maalesef organ bağışı konusunda yeterince duyarlı değildir. Bunun bir seferberlik anlayışı içerisinde aşılması gerekir. Çünkü toprak olacak bir organı özgür iradenizle bağışlayarak başkalarına hayat veriyorsunuz. Bunun dini yönden sevap olduğu inkâr edilemez. Bu aynı zamanda insani bir görev ve mühim bir sorumluluktur.
ECEVİT VE EĞİTİM
M.NİHAT MALKOÇ
Demokrasi özgür iradenin vazgeçilmez aracıdır. Bu yönetim mekanizmasında halkın dediği olur. İdare edenler halkın mantık süzgecinden geçer. Bu geçiş belli bir süreliğinedir. Halk yetkilerini sonsuza dek emanet etmez, şayet böyle olsaydı bunun adı saltanattan başka bir şey olmazdı. Onun içindir ki Cumhuriyet tarihinde zaman zaman kesintiye uğrasa da cumhuriyet ve demokrasi idaresi hâkim kılınmıştır. Halk kendi iradesini tabandan tavana taşımıştır. Kendisinin eli, kolu, gözü, kulağı ve iradesi olacak kişileri meclise göndererek demokrasi çarkını işletmiştir. Bu çarktan geçenlerden birisi de halkın sevdiği bir sima olan Bülent Ecevit’tir. O değişik zamanlarda halktan yetki istemiş, halk da ona belli süreler için yetki vermiştir. Fakat bu süre sanıldığı kadar çok uzun olmamıştır. Üstelik kesintili olmuştur.
Bülent Ecevit, 1974–2002 arasında değişik aralıklarla toplam 6 yıl, 2 ay, 23 gün başbakanlık yaparak Türkiye Cumhuriyeti’ni idare etti. Bu belki abartılacak düzeyde çok zaman değildir. Lakin verimli kullanılmış bir zaman dilimidir. Üstelik birkaç dönemde kullanılmış bir süredir. Bu yüzden bu mahdut süre içerisinde büyük izler bırakılmıştır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre onun bu büyük makamdaki vazifesi 1324’ten günümüze kadar gelen bütün sadrazam(başbakanlar) içinde müddet bakımından 33. sıradadır. Yani ondan daha uzun süre bu görevde bulunan onlarca insan vardır. Ama bunların çoğunun adı sanı unutulmuştur. Fakat Ecevit’i bu millet öyle kolay kolay unutmayacaktır. Yaklaşımıyla ve örnek kişiliğiyle yeni nesillere numune olacaktır. Öztuna diğer istatistikleri de şöyle veriyor:
“Ecevit’in hocası ve selefi İsmet İnönü ise başbakanlık müddeti bakımından 1324–2006 arasındaki bütün başbakanlar arasında üçüncüdür. 12 sene cumhurbaşkanlığını eklersek 28 yıl, 6 ay, 8 gün iktidarda kalmış oluyor. Bu kadar uzun bir iktidar, çok politikacımızı büyülemiştir. Ancak devr-i demokraside bu müddetler, tarihe karıştı.
Süleyman Demirel 10 yıl, 5 ay, 11 gün başbakanlıkla, on beşinci sıradadır. 7 sene cumhurbaşkanlığı eklenirse 17 yıl, 5 ay, 11 günle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İnönü’den sonra ikinci sıraya oturuyor. Büyük Atatürk, 16 yıl, 9 ay, 10 günle müddet bakımından üçüncü geliyor. Sonraki müddetler şöyledir:
1 yıl, 2 ay, 24 gün başbakan+10 yıl, 6 gün cumhurbaşkanı toplam 11 yıl, 3 ay Celâl Bayar; 10 yıl, 6 gün Adnan Menderes (başbakanlık müddeti bakımından 17. sıra): 5 yıl, 10 ay, 19 gün başbakan+3 yıl, 5 ay, 8 gün Cumhurbaşkanı=9 yıl, 3 ay, 27 gün Turgut Özal; 9 yıl, 1 ay, 27 gün devlet ve cumhurbaşkanı olarak Kenan Evren; 7 yıllık cumhurbaşkanlıkları ile Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Necdet Sezer sonraki üç sırayı alıyorlar. Bunları 5 yıl, 10 ay, 2 günle Cemal Gürsel izliyor. Bundan sonra sıraya Recep Tayyip Erdoğan girmek üzeredir. Zira yukarıda anılan isimlerden sonraki en uzun başbakanlık müddeti ancak 4 yıl, 1 ay, 5 günle Şükrü Saraçoğlu’nunkidir. Müteakiben 3 yıl, 2 ay, 22 günle Bülent Ulusu geliyor.
Bu istatistikler gösteriyor ki Ecevit bazı başbakan ve cumhurbaşkanlarından daha az görevde kalmışsa da onlardan çok daha fazla vazifeler yapmış ve halkın belleğinde iz bırakmıştır. Bu da gösteriyor ki mühim olan, zamanın uzunluğu değil, içinin nasıl doldurulduğudur. Ecevit altı yılda on yıllık icraatlar yapabilmiş ender simalardan birisidir.
Fakat şahsen Ecevit’in eğitim politikalarını tasvip eden birisi değilim. Onun eğitime bakışını yadırgayan ve sağlıklı bulmayan bir insanım… O, eğitimde iz bırakacak yatırım ve icraatlar yap(a) madı. Örnek gösterilecek plan ve projeleri olmadı. Kabak bile beş altı ayda yetişmesine rağmen onun döneminde üç dört ayda öğretmenler yetişti.
Onun döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapan isimler Mustafa Üstündağ, Metin Bostancıoğlu, Hikmet Uluğbay ve Necdet Tekin’di. Bu isimler eğitim kökenli kişiler değildi. Onun için görevlerinde pasif kaldılar, verimli olamadılar. Fakat çarklar sağlıksız olsa da yine bir şekilde işledi. Lakin eğitim politikalarında yenileşme ve modernleşme gerçekleştirilemedi. Eski düzen doğrultusunda gidildi. İz bırakacak icraatlar gerçekleştirilemedi. Bu da kanaatimce merhum Ecevit’in göremediği veya görmek istemediği handikapların başında gelmektedir.
YAKIN TARİH VE KARAOĞLAN
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye'nin yakın tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Bülent Ecevit'i 5 Kasım 2006 Pazar günü kaybettik. Tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi'nde 5 Kasım Pazar akşamı saat 22.40'ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat eden eski Başbakan Bülent Ecevit, 11 Kasım 2006 Cumartesi günü Ankara'da toprağa verildi.
O, Türkiye'nin sembol isimlerinden biriydi. Türk siyaset hayatının son 40 yılına günah ve sevaplarıyla damgasını vuran Ecevit'i bu ülke hiç unutmayacak. Dünya görüşüne katılmayanlar da onun dürüst, sade, temiz ve ilkeli bir devlet adamı olduğu gerçeğini dile getiriyor. Eğer öyle olmasaydı varlıklı bir insan olurdu; böyle sade bir hayatı tercih etmezdi. Ömrü boyunca vatanı için çalışan Ecevit hiçbir zaman şahsi çıkarlarını ön plana çıkarmamıştır. Daima işçi dostu olmuş ve onları himaye etmiştir. Halkçı bir siyaset çizgisi takip etmiştir. Devlet yönetimine halkçı zihniyeti hâkim kılmıştır.
Halkçı, işçi dostu, demokrat gibi sıfatlarla nitelendirilen Bülent Ecevit'i ötelere uğurlasak da uzun süre adından bahsedilecek gibi görünüyor. Zira onun gibi karizmatik liderler dünyaya pek az geliyor. 'Sıla derdine düşünce anlarsın / Yunanlıyla kardeş olduğunu / Bir Rum şarkısı duyunca gör, / gurbet elde İstanbul çocuğunu…' diyecek kadar insan sevgisiyle dolu bir insandı O…Nam-ı diğer Kıbrıs Fatihi'ydı Ecevit… Fakat her şeyi sevgi penceresinden temaşa ettiği için Yunanlıya bile kardeş gözüyle bakabiliyordu.
Bir zamanlar dağa taşa 'Halkçı Ecevit, Karaoğlan' sloganları yazılıyordu. Geniş kitleler onu bir kurtarıcı olarak görüyordu. Zira milletimiz batmakta ve battıkça kurtarıcı arayıp bulmakta mahirdi. Her şeye rağmen o yakın tarihe damgasını vurmuştu. Çok nazik bir insandı. Hiçbir zaman kibarlığı elden bırakmazdı. Vatansever olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Türk demokrasisinin gelişmesine mühim katkıları olmuştur. Çok büyük siyasi tecrübesi vardı. Hayatı boyunca işçilerin hak ve özgürlükleri için çaba göstermişti. Sendikal hareketlerin uygun zemin bulması için gayret etmişti. Gazeteci ve şair kimliğinin yanında aydın bir insandı O…Çok okuyan ve yenilikleri takip eden bir kişiydi. Türkiye'nin son elli yılının en önemli siyasi liderlerinden biriydi. Çok büyük izler bıraktı geride.
Ecevit, eşler arası sadakatin en güzel örneğini kendi hayatında göstermişti. Rahşan ve Bülent Ecevit'in Robert Kolej'de başlayan aşkları, Dolmabahçe merdiveninde yapılan evlilik teklifiyle bir ömürlük birlikteliğe dönüşmüştü. Bu sevgi Ecevit'in son nefesine kadar devam etti. 52 yıllık siyasi yaşamı boyunca altı kez hükümet kuran ve başbakan olan Ecevit, 3 Kasım seçimlerinden sonra aktif siyaseti bırakmıştı. Yaşamını DSP'nin 'onursal genel başkanı' olarak sürdürmekteydi. Son seçim onun belini bükmüş, umudunu kırmış, moralini sıfırlamıştı.
O ilklerin adamıydı aynı zamanda… Ecevit, Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'nin AB adaylığı, Öcalan'ın yakalanması gibi birçok önemli olayda başbakandı. AB aile fotoğrafına giren ilk Türk başbakanıydı. İsmet İnönü'nün 'CHP ortanın solundadır' açıklamasına en büyük destek verenlerden biri o zamanki Genel Sekreter Bülent Ecevit'ti. Daha sonra İnönü'nün rakibi olarak bayrağı teslim aldı. Bu da o zaman için büyük bir cesaret ve sürprizdi.
Ecevit paraya pula, mala mülke kıymet vermezdi. Onun hiçbir zaman yolsuzluklarla başı derde girmedi. Saklayacağı, kaynağını açıklayamayacağı mal varlığı yoktu. Or-an sitesindeki evini bile taksitle almıştı. Onun için halk onu dürüst buldu, sevdi ve benimsedi. Mütevazı bir hayat sürdü. Adı skandallarla anılmadı. Partisi 1999'da yüzde 22 ile birinci oldu. O zamanki üçlü koalisyonda başbakanlık yaptı. Bu onun son başbakanlığıydı. Zira 3 Kasım 2002 seçimlerinde oy oranı yüzde 1,2 gibi aşağı rakamlara düştü. Hastalığı ve yaşlılığı nedeniyle hareket kabiliyeti yavaşladığı için görevi başkalarına devretti.
İnsanın öldükten sonra iyi vasıflarla anılmasından daha güzel ne olabilir ki! ... Ecevit insanların gözünde masum ve alnı ak bir şahsiyetti. Manevi tarafı eksik olabilir, fakat insani yönü hoşgörü ve sevgiyle bezenmişti. Onu bu millet kolay kolay unutmayacak.
MUSALLA BAŞINDA YALAN SÖYLEMEK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Malum, ölümlü bir dünyada yaşıyoruz… Rabbimizin bildirdiği üzere 'Her nefis ölümü tadacaktır'(Âl-i İmran 185) Hangi ırktan, hangi, renkten, hangi dinden olursanız olun emanet olarak verilen canı sahibine teslim edeceğiz. Malımız, mülkümüz, evlatlarımız, makam ve mevkimiz bize hiçbir fayda sağlamayacaktır. Sadece dünyada kazandığımız sevaplar yoldaşımız olacaktır. Günahlar ve sevaplar öbür âlemdeki yerimizi tayin edecektir.
Yaşlı dünyamız nice renkli, silik, zengin, fakir, uzun, kısa, zayıf, şişman, merhametli, gaddar, imanlı, inkârcı simaları üzerinde taşıdı. Fakat hepsi de vaktini tamamlayınca göçüp gitti. Bazıları lanetle anıldı, bazıları hoş bir seda bıraktı geride. Kimisi ahiretini kör bir kuyuya, kimisi de gül bahçesine çevirdi bu dünyada… Herkes ama herkes cenneti de cehennemi de buradan götürdü aslında… Hiçbir iyilik mükâfatsız, hiçbir kötülük cezasız kalmadı. Ne kadar uğraştıysa da güneşi söndüremedi cılız nefesler…
Son zamanlarda meşhur bir sima daha ebedi âleme göç eyledi. Türkiye'nin yakın tarihine şekil vermiş, tanıklık etmiş bir siyasetçi olan Bülent Ecevit'ten bahsediyorum. Altı aya yakın bir zamandan beri bitkisel hayat yaşayan Ecevit sonunda her fani gibi son nefesini vererek bu dünyayı geride bıraktı. O artık ölüler kervanının bir yolcusudur. Uzun ve meşakkatli bir yola revan olmuştur. Dönülmez akşamın ufkuna belirmiştir silueti… Allah amelince rahmet eylesin demekten başka bir şey düşmüyor bizlere.
Bizim Türk- İslam kültüründe ölünün arkasından kötü söylenmez. En azından kişi defnedilene kadar onun iyilikleri anlatılır. İyilikleri yoksa sükût edilir. Çünkü ölünün yakınları zaten yeterince üzgündür, yıkılmışlardır. Ölü hakkında kötü konuşup onları yaralamak yakışıksız olur. Fakat bunda da ölçüye riayet etmek gerekir. Önceki söz ve tavırlardan yüz seksen derece dönüp kendini inkâr etmemek lâzımdır.
Son zamanlarda Ecevit üzerine söylenenleri duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz olduklarını görerek üzülüyorum.Hayatta iken, Ecevit'e demediklerini bırakmayan ve araları kanlı-bıçaklı olan adamlara bakıyorum da, şimdi Ecevit'i yere göğe sığdıramıyorlar! ..Baykal'ın, Demirel'in, Kenan Evren'in Ecevit'i yüceltici samimiyetten uzak sözlerini duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz ve tutarsız olduğunu düşünüp üzülüyorum. Sanki Ecevit'e sağlığında verip veriştirenler, onu yerin dibine sokanlar, onu mahkeme koridorlarında, hapishanelerde süründürenler onlar değildi. Onun en büyük rakiplerinden biri olan ve yıldızları hiç barışmaya Baykal onun için şunları söylüyor:
'Siyaseti ilkeli götürmeyi esas alan bir liderdi! .. Hepimizin öğretmeniydi! .. Ecevit, bir tarihî dönemin temsilcisiydi! .. Siyasî yaşamını; ülkenin bağımsızlığı, dürüstlüğü ve onuru üzerine kurmuş bir liderdi... Siyaseti, kapalı kapılar ardında yapmayı reddeden bir insandı! '
Oysa sağken neler neler söylemişti siyasetin bu yaşlı kurduna… Ona nice suçlamalarda bulunmuştu. Bunları burada dile getirmenin gereği yok şimdi… Herkes biliyor zaten…Çünkü üzerinden fazla zaman geçmedi.
Ecevit son nefesini verdiğinde Cumhurbaşkanı Sezer onunla ilgili şu açıklamayı yaptı:
'Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in yaşamını yitirmesinden büyük üzüntü duydum. Siyasi tarihimizin simge kişiliklerinden Bülent Ecevit, yaşamı boyunca üstlendiği görevlerde etik değerleri ön planda tutarak, benimsediği istikrarlı çizgisi, demokratik duruşu, nezaketi ve aydın kimliği ile örnek olmuştur. Ecevit, devlet kademelerindeki Başbakanlık ve diğer görevlerinde laik Cumhuriyet'in korunması, Atatürk ilkelerinin özümsenmesi, Türkiye'nin her alanda gelişmesine ve çağdaşlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur.'
Oysa Sezer'in kendisinin Cumhurbaşkanı olmasında Ecevit'in çok büyük katkısı olmasına rağmen onunla yıldızı hiç barışmamıştı. Hatta aralarındaki bir tartışmayı Ecevit Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi krizi olarak nitelendirmiş, bu beyanat ekonominin bozulmasına yol açmıştı. Fakat taziye güzel cümlelerden kurulu…
Demirel ile Ecevit'in rekabetleri de meşhurdu. Demirel bir oy fazla almak için Ecevit'e demediğini bırakmazdı. Onun çirkin sözlerle tavsif ederdi. Fakat O da Ecevit'in ölümünden sonra ağız değiştirerek şunları söylüyor:
'Milletimiz değerli bir evladını kaybetmiştir. Devlet ve siyaset hayatında yarım asrı aşan hizmetlerde bulunmuş değerli devlet adamı Ecevit'e Allah'tan rahmet diliyorum.'
Asıl ilginç taziyeyi eski Cumhurbaşkanlarından Kenan Evren yapıyor. O taziyesinde geçmişte yaptıklarından utanarak, adeta günah çıkarıyordu:
'12 Eylül döneminde biliyorsunuz, o zamanın parti başkanlarıdır diye onları göndermiştik. O ayrı bir şey. Ben ona kırgın veya kızgın olduğum için bunu yapmadım. Ayrı gayrı yapamazdım. Onun için onu Eceabat'taki yere birlikte göndermiştik. Sevinerek yapmadım. Silahlı Kuvvetlerin aldığı bir karardı. Ama 12 Eylül'den sonraki dönemde siyasi çalışmalara bir süre ara verilmesini istedik. Öyle karar çıkardık. Ona rağmen 12 Eylül yönetimiyle mücadele etmek istedi. Bir mecmua çıkartmak istedi. Dış ülkelerden basın mensuplarına beyanat verdi. O zaman bunlar suç oluyordu. Sıkıyönetim mahkemesi iki ay mahkûmiyet verdi. Ben buna da çok üzülmüştüm. Ama yapacak bir şeyim yoktu.'
İnsanlar böyledir işte… Küçük menfaatler için büyük ve tutarsız sözler söylerler. Bir sözleri ötekini tutmaz. Musalla başında bile yalan yanlış konuşmaktan sakınıp sıkılmazlar. Siyaset insanları ne kadar değiştiriyor, kendi olmaktan çıkarıyor. Yazık, çok yazık! ...Ecevit'e Allah'tan amelince rahmet ve mağfiret diliyorum. Türkiye'nin başı sağ olsun.
TARİH YİNE 1O KASIM…
M.NİHAT MALKOÇ
Tarihler 10 Kasım'ı işaret ederken saatlerin ibresi dokuzu beş geçeyi göstermemek için kıvranır durur. Çünkü o saatte zaman donmuştur bir daha geri dönmemelicesine… Fakat zaman bir nehir misali akarak bu hüzün dilimini de gösterir mahcup bir edayla… Zamanların en garibidir dokuzu beş geçeler… Ayların en hüzünlüsüdür Kasımlar… 10, rakamların en talihsizidir belki de… Kasımlar 10'a varınca, saatler dokuzu beş geçince Atatürk'ümüz düşer yâdımıza… Gerçi o yâdımızdan hiç çıkmaz ki! ... Bu dakikalarda iyice kök salar belleğimize. Fakat biz biliriz ki Mustafa Kemal etten kemikten ibaret olsa da sıradan bir fani değildir. Arkada bıraktıklarıyla yaşayan bir efsanedir. Bunu kendisi de böyle ifade etmişti zaten:
'İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu 'ben' kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur! '
Türk'ün Ata'sı 'ben' demeyi sevmezdi hiç… O, benlikten ve övünmekten, kelimenin tam anlamıyla tiksinirdi. Başarılı olmak için ekip ruhuna inanırdı. Kurtuluş Savaşı'nı da bu ruhla ve anlayışla başlatmış, zaferle neticelendirmişti. Kendisi iyi bir liderdi. Takdir etmesini ve yönlendirmesini çok iyi bilirdi. Önde yürümekten ve öne atılmaktan haz duysa da planlı hareket etmeyi, duygularına teslim olmamayı, akılla ve mantıkla yol almayı yeğlerdi. İlmi rehber edinirdi. Çağın gerçeklerine ve yeniliklerine inanır, gönül rahatlığı içerisinde onlara tabi olurdu. Geçen zamanın beraberinde getirdiği değişiklikleri dikkate alır, gereğini yapardı. Akıl ve bilim dışı naslara inanmazdı. Bunu şu sözlerinden çıkarabiliriz:
'Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.'
Mustafa Kemal mala, mülke ve makama itibar etmezdi. Türkiye Cumhuriyetini kendi üstün gayretleriyle ve ileri görüşlülüğüyle kurmuş olmasına rağmen bunu milletin ortak iradesinin ürünü sayar, bu işte kendisini bir nefer olarak görürdü. Mal ve mülkü hayatın idame ettirilmesi için sadece bir vasıta olarak algılardı. Asıl servetin mal, mülk değil, üstün karakter olduğuna inanırdı. Bunun içindir ki Trabzon'u ziyaretinde mallarını milletine bağışladığını kamuoyuna açıklarken şu güzel ifadeleri kullanmıştır: 'Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır! '
Cumhuriyetimizin mimarı olan Mustafa Kemal Paşa dostunu düşmanını çok iyi tanırdı. Kuru hamaset ifadelerine değer vermezdi. 'Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz' sözüne gönülden inanırdı. Dalkavukluğa asla tahammül edemezdi.
Millet olarak seferberlik anlayışı içerisinde topyekûn kalkınma hamlesi başlatmıştı. Bu hamleye katkıda bulunan insanlara kol kanat gererdi. Kuru övgülerle göz boyamaya çalışan insanlara kapısı kapalıydı. Çünkü o ne olduğunu, nerede durduğunu bilirdi. Başkalarının samimi görüşlerinden yararlanırdı. 'Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin! ' sözü onun dünyaya ve hayata bakış açısını özetlemektedir.
Tarih yine 10 Kasım… Bugün Atamızı rahmet ve minnetle anacağız. Herkes doğal olarak övücü sözler söyleyecek. Onun bu övgülere layık olduğunu biliyoruz. Fakat övgü sahiplerinin Atatürk Türkiye'si için bugüne kadar neler yaptıklarını sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Zira bu ülkede samimi Atatürkçülerin yanında, bu büyük ismi paravan olarak kullanıp çıkar elde etmeye çalışanlar da var. Atamızı onların elinden ve dilinden kurtarmalıyız. Zaten Atatürk yaşasaydı bu insanların yüzüne tükürür, ipliklerini pazara çıkarırdı. Onların samimiyetini bugüne kadarki icraatlarını irdeleyerek ölçerdi. Bu ülkede her alanda olduğu gibi Atatürkçülükte de samimi insanlara ihtiyaç vardır.
Gelin bu 10 Kasım'da ağlamayı bir kenara bırakıp bu büyük insanı anlamaya çalışalım… O da kendisine ağlanılmasını değil, düşüncelerinin hakkıyla anlaşılmasını arzuluyordu. Bunu yaparken onun bize miras bıraktığı Nutuk'tan yararlanalım. Her zaman yaşayan ve yaşayacak olan Atatürk, bu millet için yükselen bir değerdir. Onun etrafında toplanan ve Türkiye için düşünen beyinler aydınlık Türkiye'yi inşa edeceklerdir. Bu ülke aydınlıktan sapmayacaktır. Atatürk'ü 68. ölüm yıldönümünde rahmet ve minnetle anıyorum. Sözlerimi Halim Yağcıoğlu'nun anlamlı dizeleriyle bitirmek istiyorum:
'Tükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenir
Bu vatan bu topraklar cömert
Kutsal bir ateşim ki ben sönmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.'
BİZİM LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VE ŞEFKAT ELLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bütün makam, mevki ve zenginlikleri elde edenler bile zaman zaman aradıkları mutluluğu bulamamışlardır. Çünkü sağlıklarının bozulması onların şevklerini ve zevklerini alt üst etmiştir. Bir anda makamlarını ve varlıklarını unutmuşlardır. Sağlığın nelere kadir olduğunu ancak bu hazineyi kaybettikten sonra kavrayabilmişlerdir. Bu safhadan sonra da ahlanıp vahlanmanın hiçbir müspet getirisi olmamıştır. Siz siz olun yerindeyken sağlığınızın kıymetini bilin ve onun rayına oturması için hiçbir şeyi esirgemeyin.
Osmanlı tahtında 47 yıl gibi çok uzun bir süre kalan cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman bile sağlığın malla, mülkle ve mevkiyle kıyaslanamayacağını bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Yani bazıları güçlü ve iktidarda olmayı en büyük servet olarak görse de, sağlık ve afiyet içerisinde rahat bir nefes almak en büyük nimet ve devlettir, demek istiyor.
Sağlık kısaca her yönden iyi olma hâlidir. Bu fiziki ve ruhi yanlarımızı da içeren geniş bir kavramdır. Zaten beden sağlığıyla ruh sağlığı aynı düzeyde iyi olmasa kişinin huzuru kaçar. Birinin olup, ötekinin olmaması ciddi arızalara neden olur. Günümüz insanı ruh sağlığını beden sağlığı gibi önemsemediği için bunun bedelini ağır ödüyor. Görülen arızalar olmamasına rağmen ruhsal hastalık hali içerisinde yaşam kalitemizi düşürüyoruz.
Günümüzde teknolojiyle beraber yaşam kalitesi artmış gibi görünse de hastalıklar da o oranda çeşitlenip fazlalaştığı için gerçekte olumsuz bir tabloyla yüz yüze kalmışız. Teknolojinin refahını, onun beraberinde getirdiği fiziki ve ruhi arızalarımız sıfırlamıştır. Özellikle kişiyi bir anda ölümle burun buruna getiren hastalıklarda büyük bir artış olmuştur. Bu hastalıklardan birisi de her türlü kanserdir. Bu türlerin içine girenlerden birisi de özellikle çocuklarımızı körpe yaşlarda elimizden alan Lösemi hastalığıdır.
Tıp otoritelerinin belirttiğine göre kanser, sayısı 100’den fazla olan bir hastalık grubunun ortak adıdır. Kanserde iki önemli özellik bulunur. İlk önce bedendeki bazı hücreler anormalleşir. İkinci olarak, bu tür özellikler taşıyan hücreler aşırı bir miktarda çoğalmaya devam eder. Yazımıza konu olan Lösemi de bir kanser türüdür. Lösemi kan hücrelerinin kanseridir. Lösemi ortaya çıktığında beden anormal sayıda anormal kan hücresi üretir. Çoğu lösemi tipinde bu anormal hücreler akyuvarlardır. Lösemi hücreleri normal kan hücrelerinden farklı görünümdedir ve uygun biçimde işlev görmezler. Çocuklarda en sık görülen kanser türü lösemidir. Çocukluk çağındaki kanser vakalarının yüzde 35’ini lösemiler oluşturur.
Lösemi halk arasında ‘kan kanseri’ diye bilinen hastalıktır. Bu hastalıkta çoğunlukla kemik iliğinden kaynaklanan ve bir tek hücrenin kanserleşmesi, daha sonra bu hücrenin bölünerek çoğalıp, önce kemik iliğini, daha sonra tüm organları istila etmesi durumu söz konusudur. Eğer tedavi edilmezse olay kısa sürede hastanın kaybı ile sonuçlanabilir.
Onkologların belirttiğine göre çocuklarda lösemi hastalığının belirtileri; iştahsızlık, kansızlık, zayıflama, bacaklarda kemik ağrıları, cilt altı kanamaları (kırmızı noktalar veya morarmalar) , burun ve dişeti kanamaları, ateş ilk gözlenen bulgulardır. Bu hastalığın kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Tüm hastalıklarda olduğu gibi bu hastalıkta da erken teşhis çok önemlidir.
Bilindiği gibi kanser, tedavisi zor ve masrafları ağır bir hastalıktır. Bu ağır yükün altından kalkmak herkesin harcı değildir. Özellikle Türkiye gibi gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde böyle bir hastalığa yakalanmak ölümün ve çaresizliğin habercisidir. Sosyal devletin bu gibi yaralara merhem olması gerekir. Fakat devlet de merheme muhtaçsa bu iş gönüllü teşkilatlara, sivil toplum kuruluşlarına kalıyor. Çok şükür vicdan sahibi insanlar bu gibi muhtaçlara kol kanat geriyor; onların seslerine ses veriyor.
Bugün ülkemizde lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak amacıyla pek çok vakıf, dernek ve gönüllü kuruluş faaliyet göstermektedir. Bunlar maddi ve manevi anlamda hiçbir tutar dalı kalmayanlara ve hayata tutunamayanlara el ve güç vermektedir. Toplumun duyarlı kesimleri bu kurum ve kuruluşlara maddi ve manevi destek vermektedir. Pek çok hastamız onların şefkat kanatları altında aydınlık, mutlu ve sağlıklı bir geleceğe kavuşmaktadırlar. Bunun için pek çok sanatçımız hiçbir maddi karşılık beklemeden yardım konserleri organize etmektedir.
Karşılık beklemeden vermek hazların en büyüğüdür. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Bu engin gönüllü insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu onurlu davranış topluma saygının, merhametin ve kısaca insan olmanın en belirgin alâmetidir. Bu büyüklüğü gösterenlerin önünde saygıyla eğilmek boynumuzun borcudur. Onların sayısının artması insanlığın yaşadığına, azalması ise insanlığın iflasına işarettir. Lösemili hastalar morallerini diri tutsunlar. Bu hastalığı yenmek tıbbi tedavinin yanında, en çok da moralle mümkündür. Allah hastaların, darda kalanların yâr ve yardımcısı olsun.
10 KASIMLARDA ATATÜRK'Ü ANLAMAK…
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada ölümünden sonra Atatürk kadar çok konuşulan ve üzerinde çalışılan bir devlet adamı yoktur. Sevenleri de, sevmeyenleri de onun hep konuşulmasına ve gündem olmasına zemin hazırlamıştır. Fakat onun sevenleri daima sevmeyenlerine galebe çalmıştır. Vatanını sevenler onun aydınlık yolunda bir ve beraber yürümüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 68. yıldönümünde bugün bütün yurtta, KKTC'de ve Türkiye'nin dış temsilciliklerinde törenlerle anılıyor. Sadece anılmıyor, her geçen gün daha da seviliyor ve tanınıyor.
Onu daha iyi anlamak ve anlatmak için küçük büyük herkes seferber olmuştur. Fakat Atatürk'ü yine en iyi kendisi anlatmıştır. Herkes farklı düşünse de o daima tevazulu davranmış, kendisini hiçbir zaman insanüstü bir deha olarak görmemiştir. Halkla olmaktan ve halkla anılmaktan haz duymuştur. Topluma fildişi kuleden bakmamış, halkının içine karışmıştır. Onun için de zaman onu altın kundağında emzirerek büyütmüştür. Hürriyet ve bağımsızlığı karakterinin olmazsa olmazı olarak kabul etmiştir. İnsanca yaşamanın ancak bağımsızlıkla mümkün olacağına inanmıştır. Bütün mesaisini bu uğurda harcamıştır. Onun şu vecizesi karakterinin ipuçlarını ve kodlarını vermesi açısından önemlidir:
'Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim.'
Bizler Atatürk'e yetişemedik, onu dünya gözüyle göremedik. Fakat onu görenlerin beyanlarıyla bilgilendik. Atatürk'ü anlamak ve sevmek için görmek de gerekmiyordu zaten… Onun bıraktığı ilke ve devrimleri emanet bildik, öylece koruduk. Yeni nesil bu ilke ve inkılâpların aydınlığında yetişti. Onun bu dünyadan bedenen göçmesi sevenlerini üzdüyse de geride bıraktıklarıyla teselli buldular. O bir zamanlar 'Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.' demişti. Kendisinden sonra da matem değil, ilke ve inkılâplarına sadakat bekliyordu. Kendisini göremeyenlere de şu sözleriyle teselli veriyordu: 'Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.' Biz onu göremediysek de ilke ve inkılâplarını idrak ettik.
Atatürk ömrü boyunca hiç durmadı. Öncelikle başarılı ve zor bir tahsil hayatı geçirdi. Küçük yaşta babasını kaybetmesi hayatını iyice zorlaştırdı. Fakat o hiçbir şeyden yılmadı. Her zaman zorluklara göğüs gerdi. İmkânsızlık kavramı yoktu onun lügatinde. Bunu defalarca icraatlarıyla ispatladı. Başarılarını hak ve hakikat çizgisinde gerçekleştirdi; kimseyi ezmedi. Devletin kilit noktalarına ehil insanları yerleştirdi. Dürüstlükten hiçbir zaman ayrılmadı. Hak bildiği yolda gitti. Arkasında güzel bir miras bıraktı. Vazifesinin bitmediğine inandı ve son nefesine kadar canla başla çalıştı. Kendisinden sonrası için de sağlığında kadrolar hazırladı. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz onun azim ve kararlılığını gözler önüne sermektedir:
'Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.'
Atatürk, her şeyiyle Türk'ün özgün ve müstesna bir parçasıdır. O her haliyle bizi yansıtan ve tamamlayan büyük bir değerdir. On Kasımlarda onu sadece anmayalım, biraz da anlayalım. Çıkarları için onun güzel ismini kullananlara ve kirletenlere müsaade etmeyelim. Gerçek Atatürkçülülerle ondan faydalananları birbirine karıştırmayalım. Onun adı yaşadıkça Türkiye de yaşayacaktır. Türkiye yaşadıkça onun adı da ilelebet yaşayacaktır; lafta değil gönüllerde… Ölüm günün bizler için zihinlerin gafletlerden uyanacağı gün olsun. On Kasımlar ağlamak için değil, Türk'ün şanlı Ata'sını anlamak için bir fırsat ve vesiledir.
ÖĞRENCİLERLE “OCAK” KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde(03 Kasım 2006 Cuma günü) Trabzon Lisesi öğrencileriyle Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’nde Turgut Özakman’ın yazmış olduğu Ocak adlı oyunu büyük bir keyifle seyrettik. Salon ağzına kadar Trabzon Lisesi öğrencileriyle doluydu. Suare sadece bu okulun öğrencilerine mahsustu. Boş koltuk yoktu, hatta aralar bile dolmuştu. Öğrencilerin yüreklerinde büyük bir sanat sevgisi taşıdıkları her hallerinden belliydi.
Trabzon’da Devlet Tiyatrolarının olmasının bu şehirde yaşayanlar için büyük bir şans olduğunu her zaman söylerim. Gerçekten de öyle değil midir? Bu şansa sahip şehir sayısı bugün itibariyle sadece 13’tür.(Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Erzurum, Gaziantep) Bunun kıymetini bilmeliyiz. Tiyatrocular boş koltuklara oynamamalıdır. Marifetin iltifata tabi olduğunu unutmamalıyız.
Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler adlı eseriyle geçen yıl adından çok söz ettirdi. Buna rağmen onun asıl ünlü olduğu alan tiyatrodur. Onlarca oyunu Devlet Tiyatrolarının ve özel tiyatroların repertuarındadır. Son seyrettiğimiz ‘Ocak’ adlı oyun da onun değerli tiyatro eserlerinden birsidir. Dilerseniz size öncelikle oyunun konusundan bahsedeyim:
“Oyunda dört çocuk, anne, baba ve büyükanneden oluşan bir emekçi ailesinde yokluğun, yoksulluğun baskısının yol açtığı çatışmalar sergilenmektedir. Bir otomobil tamircisi olan Tarık ve karısı Safiye’nin amacı, tüm sorunlara rağmen aileyi bir arada tutmaktır. Çok çalışmasına karşın ekonomik durumunu bir türlü düzeltemeyen Tarık, sürekli olarak zengin olma hayalleri kurar. Evin geçimini sağlayabilmek için babasına tek yardım eden çocuk, ortanca oğul Fazıl’dır. Babası ne kadar hayalperestse Fazıl o kadar gerçekçidir. Evin içinde bütün yükü omuzlayan Safiye ise gerçekçi bir insan olmasına rağmen, çaresizlikten, zaman zaman kurulan hayallere katılır.
Evlendirilmeyi bekleyen ve topal olan evin tek kızı Sevda, bunamış büyükanne ve okula giden en küçük oğul Özcan bakıma muhtaç insanlardır. Ailenin eve gelen parayla kıt kanaat geçinebilmesine, yarına güvenle bakamamanın ezikliği içinde olmasına rağmen, en büyük oğul Nihat bir işe girip çalışmaz. O sorumsuz, boş verici, hayalci bir insandır. Fazıl ve Safiye dışında tüm aile bireyleri birtakım hayaller kurmakta ve onlarla avunmaktadır. Hayallerle yaşamaktan dolayı yapılan ya da yapılabilecek olan hataları önlemeye çalışan Fazıl, bu yüzden hemen hemen ailenin tüm bireyleriyle çatışma halindedir. Hatta Fazıl, bunak olduğunu bildiği halde büyükannesinin kendisini bir paşa karısı sanmasına ve sürekli olarak etrafındakilere ‘uşaklar’ diye bağırmasına bile sinirlenir.
Safiye ise ocağın dağılmaması, ailenin bir arada kalabilmesi için çatışmaları gidermeye, ilişkileri yumuşatmaya çalışır. Safiye, kızının sevdiği çocukla parasızlık yüzünden evlenemeyeceğini anladığında en zor günler için sakladığı bileziğini satıp parasını kızına vermeyi düşünür ve bu düşüncesini kızıyla paylaşır. Bu arada yine olmayacak bir hayalin peşinde koşan Tarık, bir hurda otomobili alıp tamir etmeyi ve onunla çalışarak zengin olmayı tasarlamaktadır. Kocasının coşkusuna ve çaresizliğine dayanamayan Safiye, Fazıl’ın karşı çıkmasına rağmen, bileziği, kızı yerine kocasına verir. Bunun üzerine evlenebilmek için hiçbir umudu kalmadığını düşünen Sevda, sevdiği çocukla kaçar.
Fazıl, kardeşinin kaçacağını önceden anlamasına rağmen çaresizlikten kız kardeşinin gitmesine izin verir; alınan hurdanın da bir işe yaramaması üzerine bir hayli zor günler yaşar. Bu arada Nihat da babasıyla birlikte çalışmaya başlar ancak yine de ucu ucuna geçinebilmektedirler. Üzüntüsünden hasta olup yatağa düşen Safiye’nin işlerini evin erkeklerinin üstlendiği, ama bir türlü işin içinden çıkamadıkları görülür.
Ev içinde düzen bozulmuştur. Yeni alınan araba sürekli arıza yaptığı için para kazanamamaktadırlar. Sevda’nın yokluğu da derin bir üzüntüye neden olmuştur. Bu umutsuz tablo, perde sonuna doğru Sevda’nın eve geri dönmesiyle değişir. Bu dönüş işlerin iyiye gitmeye başlayacağının bir göstergesidir. Hemen mutfağa giren Sevda, büyük bir beceriyle işleri yapar ve annesinin hastalığının yarattığı boşluğu doldurur. Evin düzeninin yeniden kurulmasını sağlar. Oyun, Tarık’ın çiftlik alma hayalini anlatmasıyla son bulur...”
Rejisörlüğünü Ensar Kılıç’ın, Rejisör Yardımcılığını Fatih Dokgöz’ün, Reji Asistanlığını Fatih Yurdakul’un yaptığı, dekorunu Sertel Çetiner’in oluşturduğu, kostümünü Özge Şenol’un düzenlediği, ışık tasarımını Burhanettin Yazar’ın tasarladığı oyunda Dilek Güven(Safiye) , Ufuk Şener(Nihat) , Fatih Dokgöz(Tarık) , Ozan Karaahmet(Özcan) , Duygu Dokgöz(Babaanne) , Aslı Artuk(Sevda) , Birkan Görgü(Fazlı) rolleriyle sanatseverlerin karşısına çıktılar. Hepsi de rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Şehrimizde böyle kaliteli oyuncuların varlığı bizleri fazlasıyla mutlu ediyor. Oyunda emeği geçen herkese Trabzonlu tiyatro severler adına şükranlarımı sunuyorum.
Gençlerimiz şiddetten uzak dursun, sanatla kucaklaşsın. Şiddet şiddeti doğurur. Sanat ufkumuzu açar. Tiyatro onları bekliyor. Trabzon Lisesi’nin gelecek vaat eden öğrencileri tiyatroyla ve genel anlamda sanatla iç içe yaşadığı için bu okulda şiddetin esamisi okunmuyor. Tarihi bir okula da zaten bu yakışır. Bunun gerçekleşmesinde okuldaki idarecilerin ve öğretmenlerin payı çok büyüktür. Hepsini kutluyorum.
83.YILINDA CUMHURİYETİMİZ VE TEKAYDER’İN ETKİNLİKLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bu yıl da, Atatürk’ün fazilet olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin 83. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. Her kurum üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Halkımız her zaman olduğu gibi Cumhuriyetine sahip çıktı. Törenlere halkımızın çoğunluğu gönüllü olarak iştirak etti. Bu bağlamda Trabzon’da faaliyet gösteren TEKAYDER(Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma, Yardım Derneği) 31 Ekim 2006 Salı akşamı Trabzon’da Zorlu Grand Otel Konferans Salonunda Cumhuriyetle ilgili konferans tertip etti. ‘83. Yılında Cumhuriyetimiz’ konulu konferansı KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hikmet Öksüz kalabalık bir dinleyici topluluğuna verdi.
Konferanstan evvel TEKAYDER Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Öründü kısa bir açış konuşması yaptı. Ardından TEKAYDER’le ilgili bir tanıtım cd’si izlendi. Derneğin bugüne kadar yaptığı faaliyetler tanıtıldı. Konferanstan evvel konuşmacı Hikmet Öksüz’ün biyografisi okundu. Seçkin bir dinleyici kitlesine konuşan hatip Doç. Dr. Hikmet Öksüz, bir saati aşkın sohbet tadındaki konuşmasında şu görüşlere yer verdi:
“Türkiye Cumhuriyeti imparatorluktan milli devlete geçişin meyvesidir. Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi ve 23 bin kilometre karelik bir toprak parçasını içine alıyordu. Dünyadaki her beş insandan biri Osmanlı uyruğuna mensuptu. Bugünkü topraklarımız 814 bin kilometrekareye düşmüştür. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfusumuz vardı.
Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kuruluş sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda üç milyon insanımızı kaybettik. O zamanlar Ermeniler devletlerine isyan ettiler. Rumlar fırsatı kaza etmediler. Onlar da ayaklandılar. Bu zor şartlar altında 1923’te Türkiye adında millî bir devlet oluşturduk. Bu pek çok değişimi de beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın yüzde 87’si müslümandı. Milli devlete geçiş sürecinin sonunda bu oran 1927’te yüzde 99’lara yükseldi. O zamanlar halkın yüzde 86’sının dili Türkçeydi. Tarihin hiçbir döneminde bu millet bu kadar homojen bir yapıya kavuşmamıştı.
Cumhuriyet, İstiklal Harbi gibi çok önemli bir başarının ardından geldi. Türkiye Cumhuriyeti saltanatın devrilmesine karşı bir hareketin neticesi değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığından itibaren hep meşruiyetçi bir tavır ortaya koymuştur. O, milli iradeyi hâkim kılmak için mücadele etmiştir. Bu cumhuriyet rejimiydi. Cumhuriyeti ortaya çıkaran Türk milletinin iradesi ve kararlılığıdır. Devleti idare edenlere yetkiyi millet verir. Cumhuriyetin ruhu budur.
Cumhuriyetle birlikte tebadan vatandaşlığa geçilmiştir. Cumhuriyetle birlikte hukuk birliği gerçekleştirilmiştir. Herkes devletin itibarlı bir üyesi olmuştur. Bu durum vatandaşların devlete bağlılığını güçlendirmiştir. Fakat bugün bu bağlar zayıflatılıyor. Milleti devletten koparma projesi yürütülüyor.
Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kazançlarından birisi eğitim birliğidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim birleştirilmiş, yabancı okullar da tek çatı altında toplanmıştır. Türkiye topraklarındaki misyoner okulları kapatılmıştır.
Cumhuriyetle beraber başkentin Ankara’ya taşınması coğrafi bir tercih değil, mücadele ettiğimiz kesime meydan okumadır. O zamanın güçlü ülkeleri Lozan’ı meclislerinde bir yıl boyunca kabul etmemişlerdir. Hatta tepki olarak elçilerini başkent Ankara’ya göndermemişlerdir. Kapitülasyon geleneğinden gelen Avrupa ülkeleri Osmanlı’dan kopardıkları kapitülasyonları Türkiye Cumhuriyeti’nden de beklemişlerdir. Fakat umduklarını bulamamışlardır. Çünkü 1930’da bütün zorluklara rağmen ‘Hayır’ diyebilen bir Türkiye vardı. O zamanki Türkiye’yle ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen zihniyeti bir karşılaştırın. O zamanlar belki bugünkü kadar ileri bir seviyede değildik ama iktidarda milli iradeyi hâkim kılan idareciler vardı. Üstelik Türkiye; Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mecbur edilmişti. Bu borçları ancak 1954 yılında bitirebildik.
Cumhuriyet Türkiye’si 1945’ten sonra ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. O gün bugündür belimizi doğrultup milli iradeyi hâkim kılamıyoruz. Cumhuriyet hiçbir aileye ilelebet devleti idare etme yetkisi vermedi. Herkese eşit haklar ve şartlar tanıdı. Kadına seçme seçilme hakkı Fransa’da 1944’te verilmesine rağmen bizde 1934’te verildi. 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet modeli bu milletin dokusuna uygun olduğu için halk tarafından da kolaylıkla benimsenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Osmanoğulları ailesi katledilmemiş, sadece şartlar gereği sınır dışı edilmiştir. Yani bizdeki değişim bir kısım Avrupa ülkelerindeki gibi kanlı olmamıştır.
Bizler stratejik açıdan zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Karadan sekiz tane komşumuz var. Enerji kaynaklarının kesiştiği noktadayız. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’inin hem eski sahibi, hem komşusuyuz. Finlandiya ve Norveç gibi sadece iki komşumuz yok. Bu ülkeler gibi rahat bir konuma sahip olsaydık bugünkünden çok daha ileri konumda olacaktık Bu konumumuzdan dolayı başımıza hep çorap örülüyor. İlerleyişimiz engelleniyor. Bardağı bir türlü dolduramıyoruz. Altını oyup boşaltıyorlar. Cumhuriyet Türk’ün dokusuna çok uygun bir sistemdir. Onu koruyalım ki geleceğimiz aydınlık olsun.”
Konferanstan derlediğim kırık dökük notlar bunlar… Bilinmelidir ki KTÜ, Trabzon için büyük bir nimettir. Çünkü bu köklü bilim yuvasında çok değerli ilim adamları var. Hikmet Öksüz de onlardan biri… Kendisi Çaykaralı… İçimizden biri… Çok akıcı bir konuşma tarzı var. Engin bir bilgi ve birikim sahibi… Ben onu geleceğin Osman Turan’ı olarak görüyorum. Zaten Osman Turan da Çaykaralıydı. Çaykara tarih bilimi sahasında yeni bir değer yetiştiriyor. Trabzon ondan istifade etmelidir.
TEKAYDER’in “83. Yıl Cumhuriyet Kültür ve Sanat Etkinlikleri” hafta boyunca devam etti. 01 Kasım 2006 Çarşamba günü Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Cumhuriyetimizin 83. Yılı Fotoğraf Sergisi açıldı. “Vatan Sağolsun” adlı kısa bir tiyatro gösterisi sunuldu. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Yöresel yemekler standı açıldı. İstiklal Harbi’ne ait temsili siper oluşturuldu. Abide şahsiyetlerimiz ve abide eserleri standı kuruldu.
Bunun yanında İlimizde kaybolmaya yüz tutmuş meslekler standı ziyaretçilerin dikkatine sunuldu. 02 Kasımda yine aynı mekânda “Kuruluşundan Günümüze Cumhuriyetimiz” konulu sinevizyon gösterisi yapıldı. Aynı günün akşamı saat 19.00’da Akçaabat Belediyesi Korosu Türk Sanat Müziği Konseri verdi. Bu yıl TEKAYDER sayesinde dolu dolu bir Cumhuriyet Bayramı geçirdik. Emeği geçen herkese Trabzonlular adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Umarım bu faaliyetler gelecek yıllarda da artarak devam eder. Çünkü bu tarz programlar rutin törenlere nazaran çok daha faydalı ve ilgi çekici oluyor.
ÇOCUK KİTAPLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez değerleridir. Onlar için ne yapmayız ki? .. Her şeyimiz onlara adanmıştır. Gecemizi günümüzü onlara ayırmaktan yorulmayız, hatta onlarla geçirdiğimiz her an büyük mutluluk ve haz duyarız. Canımızdan bir parçadırlar. Onların eğitimi için varımızı, yoğumuzu harcarız. Onların başarılarıyla gururlanırız.
Çocukların kişiliğinin gelişmesinde ailenin, okulun ve çevrenin etkisi çok büyüktür. Çocuk ilk terbiyesini anne babasından alır. Ebeveyn ne yaparsa onlar da aynı şeyleri yapmaya çalışır. Çocukların güzel huylar edinmelerini istiyorsanız onlara iyi örnek olun. Yapmadığınız şeyleri onlardan istemeyin ve beklemeyin. Öncelikle onları bağımsız bir fert olarak kabul edin. Onları anlamaya, dünyalarına girmeye çalışın.
Çocuğun yetişmesinde anne –babadan sonra okulun tesiri büyüktür. Okul daha çok öğretim ağırlıklı olsa da burada eğitim de verilir. Öğretmenler bilginin yanında, terbiye de verir öğrencilerine, vermelidir de… Gün boyu öğretme gayesi güden öğretmen, vazifesini hakkıyla ifa etmiş, başarılı bir öğretmen sayılamaz. Öğretimin yanında edep de asla ihmal edilmelidir. Her fırsatta çocuğun ahlâki gelişimine katkıda bulunulmalıdır.
Çocukların çevreden etkilendiği, karakterinin oluşumunda çevrenin de büyük tesiri olduğu bilinen bir gerçektir. Aile ve okul kadar olmasa da çevre de çocuğun kişiliğini olumlu veya olumsuz şekilde etkiliyor. Bunu bilen ve önemseyen aileler çocuklarının arkadaş çevresini mercek altına almayı ihmal etmezler; çocuklarının arkadaş çevrelerini tanırlar.
Çocukların kişiliklerinin şekillenmesinde okudukları kitapların etkisi de çok büyüktür. Çocuklar okudukları kitapların tesiri altında kalabilir. Okuduklarından yola çıkarak hareket edebilirler. Kitabın içeriği müspetse okunanlar kazanca, menfiyse kayba yol açabilir. Bu hususta aile reisinin titiz ve uyanık olması şarttır. Yoksa dönüşü olmayan yollara sapabiliriz.
Çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak ve kitap sevgisini arttırmak için her yıl Kasım ayının ikinci pazartesi günü ile başlayan hafta, Çocuk Kitapları Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu haftanın kutlanmasını ilk kez, 1917 yılında Amerikan izcilerinin kitaplık yöneticileri önermiş ve 1919 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Ülkemizde ise bu haftanın kutlanmasına 1947 yılında başlanmıştır. O tarihten beri bu hafta içerisinde değişik etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Hafta boyunca kitapla çocuk zihinlere nakşedilmektedir.
Bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük meselelerinden birisidir okumamak… Okumamak nasıl mesele olur demeyin. Bunu ferdi planda değerlendirme hatsına düşmeyin. Okumazlık toplumsal bir hastalıktır. Şayet insanımız yeterince okusaydı cehalet yüzünden başımıza bunca felâket gelmezdi. İnsanlar hak ve sorumluluklarını bilirdi; hainlerin oyununa gelmezdi.
Çocuk okuma alışkanlığını öncelikle ailede ve okulda kazanır. Eğer aile fertleri kitaba değer veriyorsa ve düzenli olarak okuyorsa, çocuklar da belli bir zaman sonra okumaya başlayacaktır. Bu zamanla okuma kültürüne ve davranışa dönüşecektir.
Çocuk, okumayı bir zorunluluk değil, bir zevk olarak görmelidir. Çocuklar kitapları oyuncakları yerine koymalıdır. Onlardan zevk almalıdır. Bu zevki kazandırmak için evde ailece kitap okuma saatleri düzenlenmelidir. Anne babayla birlikte okunan kitaplar, çocuğa kitap ve okuma sevgisi kazandıracaktır. Çocuk okumayı angarya olarak görmekten kurtulacaktır. Okumak onun için bir davranış haline dönüşecektir.
Çocuklar dil zevkini ailelerinden ve öğretmenlerinden kazanırlar. Okudukları kitaplar ise kelime dağarcıklarını zenginleştirir, algılama güçlerini artırır. Dil imkânlarını genişletir, hayal gücünü zenginleştirir. Çok okuyan kişiler kendilerini ifade etmekte güçlük çekmezler.
Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren okuma sevgisi kazandırmalıyız. Fakat bu hususta onları başıboş bırakmamalıyız. Kitap seçimine çok dikkat etmeliyiz. Çocukların abur cubur okumalarına müsaade etmemeliyiz. Onların zevklerine ve seviyelerine uygun kitaplar seçmeliyiz. Aksi takdirde onlara kitap sevgisi kazandıracağız derken onları kitaptan soğutabiliriz. Okunacak kitap ne çok basit, ne de çok ağır olmalıdır. Kitabın basiti de, ağırı da çocuğu sıkar ve okuma sevgisini köstekler.
Türkiye’de çocuk kitapları alanında ciddi boşluklar vardır. Yazarlarımız nedense bu alana fazla ilgi duymuyorlar. Ülkemizde çocuk kitapları piyasasında daha çok çeviri eserler dolaşıyor. Bu eserlerin bir kısmının içeriği kültürel değerlerimize aykırıdır. Bazıları hıristiyan propagandası yapmaktadır. Çevirenlerin basiretsizliği ve dile hâkim olamayışları da çocukların dil zevkini ciddi biçimde baltalıyor.
Anne babalar her fırsatta çocuklarına kitap alıp hediye etmelidir. Her evde bir kütüphane oluşturulmalıdır. Okul ve sınıf kitaplıklarına katkıda bulunulmalıdır. Ders kitabı dışındaki eserlerin okunması teşvik edilmelidir. Yeni çıkan çocuk kitapları takip edilmeli, satın alınmalıdır. Böylelikle bu alanda kalem oynatanlara da destek olunmuş olur. Çünkü marifet iltifata tabidir. Şartlar uygunsa çocuklar yazarların imza günlerine götürülüp onlarla tanıştırılmalıdır. Böylelikle çocukların ilgisi kitaplara çekilmelidir.
ORGAN NAKLİ HAFTASI VE TÜRKİYE'NİN SINIFTA KALMIŞLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Gelişen tıp teknolojisi pek çok alanda organ naklini mümkün kılmaktadır. Görev yapmayacak kadar hasta ve hatta bedene zararlı hale gelen bir organın, bir yenisi ve sağlamı ile değiştirilebilmesi işlemine 'Organ Nakli' denmektedir. Organ naklinin ne kadar önemli olduğunu ancak organ bekleyenler bilir. Bu yüzden ülkemizde her yıl 3-9 Kasım tarihleri arsında Organ Nakli Haftası kutlanmaktadır.
Bilindiği üzere ileri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir hayat sadece organ nakli ile mümkündür. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17-18 bin hasta vardır. Diyaliz bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir ancak kalp ve karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi imkânları yoktur.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilirler. Bu insani bir vazifedir. Kişiye getirdiği fazladan bir yük de yoktur. Çünkü beyin ölümü gerçekleşmeyen hastalardan organ almazlar. Bir kişinin beyin ölümü gerçekleştikten sonra da yaşama ihtimali yoktur. Bu konuma gelen kişinin organlarının başkalarının vücudunda hayat bulmasından daha güzel ne olabilir ki? ... Bugünden tezi yok gelin organlarımızı bağışlayalım. Türkiye'yi bu alanda da sınıfta kalmış olma ezikliğinden kurtarıp sınıf atlatalım.
Organ bağışının da belli başlı kuralları vardır. Beyin ölümü gerçekleşmiş 18 yaşından küçüklerin organlarının kullanılması için ebeveynleri(anne-baba) izin vermelidir. Bundan yukarı yaşlardakilerin sağken organlarını bağışlamış olmaları ve bunu belgelendirmeleri gerekli ve yeterlidir. Aksi halde bu yönde bir beyanı olmayan kişilerin organları hiçbir şekilde alınmaz, başkalarına nakledilmez. Gönüllülük ve rıza bu işte birinci şarttır.
Ülkemizde organ bağışı hiç de yaygın değildir. Bu konuda sınıfta kalmış bulunmaktayız. Fakat bunda asıl suçlu vatandaşlar değil, bu konunun ehemmiyetini, tıbbi ve dini yönünü onlara yeterince anlatamayan görevli kişi ve mercilerdir. Çünkü bu hususta ciddi bilgi eksiklikleri vardır. Kulaktan dolma bazı yanlış bilgiler bu hususta adım atmak isteyenleri caydırmaktadır. Bunlardan birisi kişinin organlarının ölmeden alınacağı endişesidir. Bununla beraber organlarını bağışlayan kişinin hastanelerde tıbbi tedavilerinin yeterince yapılmaması, ölüme ayrılması korkusudur. Böyle organize sahtekârlıklara kurban gideceğini sananlar az değildir. Oysa organ bağışlayan kişinin organlarının alınıp kullanılması ancak o kişiye tıbben yapılacak tüm tedaviler uygulandıktan sonra gündeme gelir.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalarda adından da anlaşılabileceği gibi beyin fonksiyonları tamamen ve geri dönmeyecek biçimde kaybolmuştur. Yani bu kişilerin bilinci yerinde değildir ve ancak solunum makinesi desteği ile yaşamlarının sürmesi mümkündür. Kişilerin ben gerçekten ölmeden organlarımı alırlar korkusu yersizdir, çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekip ayrı doktorlardan oluşur. Organ bağışı yapan kişilerin ilmi delillerle ve etkili telkinlerle bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi şarttır. Bunu yapmadan vatandaşın tereddütlerini ve şüphelerini gideremezsiniz.
Müslüman bir millet olduğumuz için hâl ve hareketlerimizde İslami ölçüleri esas alırız. Bazı mütedeyyin insanlar organ naklinin dinen caiz olmadığını sanırlar. Bir kısım cahil insanlar ise öteki dünyaya gidince bağışladıkları organlarının orada eksik olacağı endişesine kapılırlar. Mesela gözünü bağışlayan kişiler, nakledilen kişinin harama bakmasından dolayı işlenecek günahların kendisine yazılacağını düşünürler. Oysa mühim olan organ değil, iradedir. Böyle bir şeyi düşünmek bile saçmadır. İslam dini organ nakline cevaz vermiştir. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun bu konuda yazılı fetvaları da vardır. Bunları şüpheleri izale etmesinden dolayı dikkatinize sunuyorum.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında 'yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı...' ifade olunmuştur. Kurul aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varmıştır:
'Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi, hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin kanaat getirmesi, organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması, toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması, alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir. Bu fetvada da öngörüldüğü gibi İslamiyet organ nakline izin vermektedir. Bunu ilgili kesimlere hakkıyla anlatmak şarttır.
Ülkemizde insanlar maalesef organ bağışı konusunda yeterince duyarlı değildir. Bunun bir seferberlik anlayışı içerisinde aşılması gerekir. Çünkü toprak olacak bir organı özgür iradenizle bağışlayarak başkalarına hayat veriyorsunuz. Bunun dini yönden sevap olduğu inkâr edilemez. Bu aynı zamanda insani bir görev ve mühim bir sorumluluktur.