Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Papa 16. BeneDICK24.11.2006 - 22:48

    PAPA’NIN ÖZÜ, SÖZÜ VE GERÇEK YÜZÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gelecek, gelmeyecek derken Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyareti nihayet planlandığı şekilde başlıyor. Bilindiği gibi kendisi, 12 Eylül’de Regensburg’da yaptığı konuşmada İslamiyet ve bu dinin peygamberi Hz. Muhammed(sav) hakkında ileri sürdüğü çirkin iddialar ve iftiralar yüzünden çok eleştirilmişti. Bu ifadelerinden dolayı İslam dünyası topyekûn cephe almıştı Papa 16. Benediktus’a… Fakat o, baskılar ve protestolar karşısında üzgün olduğunu söylemesine rağmen özür dilemeye yanaşmamıştı.

    Papa 16. Benediktus Hıristiyanların dini lideri olduktan sonra ilk kez bir Müslüman ülkeye ziyaret gerçekleştiriyor. 16’ncı Benedict, 6’ncı Paul ve 2’nci Jean Paul’ün ardından Türkiye’yi ziyaret eden 3’üncü Papa olacak. 16. Benediktus’un; Bizans İmparatoru Manuel II Paleologos’tan yaptığı, “Hz. Muhammed’in gayri insani ve şeytanca olanın dışında yeni bir şey getirmediği”ne dair alıntısı bu ziyaretin gerginliğini artıracak şüphesiz.... Papa her ne kadar hoşgörülü olmaya çalışacaksa da bu sözler onun karşısına bir heyula gibi dikilecek.

    Bilindiği gibi Papa bir dini lider olmasının yanında Vatikan’ın devlet başkanıdır. Vatikan Devleti’nin başkanı aynı zamanda Hıristiyan Katolik dünyasının ruhani lideridir. Türkiye’yi devlet başkanı olarak ziyaret etmektedir. Fakat kim ne derse desin O, Hıristiyanların en büyük dini otoritesi olarak ülkemize gelmektedir. Onun bu kimliği daha baskın olacaktır. Ağzından çıkacak her söz bu kimliğiyle ilişkilendirilecektir.

    Dilerseniz biraz da Papa’nın devlet başkanı olduğu ülkeden, Vatikan’dan bahsedelim. Vatikan Roma’da Tiber Nehri’nin batı kıyısında 44 hektarlık alana kurulmuş bağımsız bir devlettir. Nüfusu 900 kişi ama her gün üç bin kişi çalışmak için Vatikan’a gelip gidiyor. Bayrağı, posta pulu, vatandaşlık verme gücü, üniversiteleri ve diplomasi ağı vardır. Bağımsızlığı İtalya tarafından garanti edilmiştir. 1503 yılında yapımına başlanan ve 296 yılda tamamlanan haç şeklindeki St. Peter Kilisesi Hıristiyanlığın en büyük kilisesidir. Aynı anda 60 bin kişi alır. Böyle bir yapılanmanın başında yer alan Papa, bir milyarlık Katolik dünyasının dini liderliğini yapmaktadır. Onların inançlarını en üst düzeyde temsil etmektedir.

    Başbakan Recep Tayyib Erdoğan, Türkiye’yi ziyaret edecek olan Papa 16’ncı Benedict ile görüşemeyecek… Fakat bu bir tavırdan dolayı değildir. Kendisi o günlerde Nato zirvesi için Letonya’da bulunacak. Bunlar çok önceden planlanmış ziyaretlerdir. Gerçi bazıları bunun altında da bir şeyler arayacaktır. Fakat devlet yönetiminde şahsi tavırların yeri olmadığı bilinmelidir. Kişiler şahsi inisiyatiflerini devlet politikası olarak sunamazlar. Ciddi idareciler bugüne kadar böyle yapmışlardır, bundan sonra da böyle yapacaklardır.

    Peki, Papa’nın ziyaret programında neler var? Papa 16. Benediktus öncelikle Ankara’daki resmi temaslarını gerçekleştirecek. Ardından Efes’e Meryemana’ya gidecek, oradan İstanbul’a geçerek Fener Rum Patrikhanesi’nde ayine katılacak. Ayasofya’yı eski kilise veya cami gibi değil, bir müze olarak ziyaret edecek. Bunun yanında resmi programda olmamasına rağmen Ayasofya’nın hemen yanında bulunan Sultanahmet Camii’ni de ziyaret etmesi bekleniyor. Papa’dan beklenen bu jest belki aradaki buzların erimesine vesile olabilir.

    Müslüman Türkiye, Batı’nın gözünde Osmanlı’nın devamıdır. Batı ve Hıristiyan âlemi Osmanlı’yı hiçbir zaman sevmemiş, benimsememiştir. Papa’nın bakışı da bundan ibarettir. Papa bir Alman dergisine verdiği röportajda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıktığını açıkça belirtmişti. Belli ki bizi Avrupa’da görmek istemiyor.

    Son yıllarda medeniyetler çatışmasına karşı ‘medeniyetler ittifakı’ kavramı geliştirildi. Böyle bir ittifak pek inandırıcı olmasa da yine de bunun gerçekleşmesi için çaba sarfediliyor. Böyle bir gayret ortamında Papa’nın kalkıp Müslümanları rencide etmesi anlaşılır bir tavır değildir. Bu ancak medeniyet ittifakına dinamit koymak için yapılan çirkin bir davranıştır.

    Katolik dünyasının 265’inci Papa’sı, Alman Kardinal Joseph Ratzinger’in görünen yüzünün ötesinde gizli bir kimliği daha vardır. Ülkemizi ziyaret edecek olan Papa 16. Benediktus, İkinci Dünya Savaşı öncesi, Hitler’in gençlik gurubuna, ardından Gestapo’ya katılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sona ererken de, toplama kamplarında, Yahudilere işkence eden bir ırkçı olarak, Amerikan askerlerince esir alınmış, Rusya’ya ve Çin’e girmesi yasaklanmıştır. Böyle bir Papa’yı ülkemizde misafir edeceğiz.

    Papa bizi çok sevdiği için, diyalog kurmak için gelmiyor şüphesiz… Turistik bir ziyaret yapma niyetinde de değil. Planları ve hedefleri var. Papa’nın ziyaretinin asıl amacı, Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasında asırlardan bu yana var olan kavgayı sona erdirmektir. Böylelikle Hıristiyan âlemi olarak İslam karşısında daha güçlü görünmek istiyorlar. İslama karşı bütünleşmiş tek cephe oluşturmayı amaçlıyorlar. İstanbul’daki patriğin sözde ekümenik sıfatını tescil ettirmek, ruhban okulunun açılmasını sağlamak, Ayasofya’nın kiliseye dönüştürülmesini temin etmek gizli hedefleri arsındadır. Ratzinger Türkiye ziyaretinde Hıristiyanlığın gövde gösterisini icra edecektir. Bu niyetlerini örtmek için Ankara’da bir kısım yetkililerle de görüşecek; olaya resmi bir hava katacaktır. Fakat asıl niyeti bu değil elbette. Bunlar onun gerçek niyetinin örtülmesini sağlayan sebeplerden öteye gitmemektedir. Yetkililer bu hakikati kamuoyundan gizlemektedirler.

    Bizler hoşgörülü bir ceddin torunlarıyız. Papa hangi niyetle gelirse gelsin ona karşı yine de misafirperver olmalıyız. Taşkınlıklara ve şiddete fırsat vermemeliyiz. Bütün dünya bu ziyareti yakından takip edecek. Bizim hatalarımızı kollayacaklar. Unutmayınız ki tepkileriniz onların ekmeğine yağ sürecektir. Umarım bu hususta iyi bir imtihan veririz. Çünkü şiddetle hiçbir mesele halledilemez. Papa’nın ülkemize gelmesiyle bir şey de kaybetmeyiz. Bu hususta da sağduyunun galip gelmesini istiyor ve temenni ediyoruz.

  • aids (h.i.v.)23.11.2006 - 11:40

    ASRIN FELÂKETİ: AIDS

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanın en kıymetli varlığının sağlık olduğunu söyler dururuz ama sağlığımız için fazlaca bir şey yapmayız. Hatta onu bozan şeylerden kaçınmayız bile... İçki ve sigara içer, geleceğimizi karartırız. Hatta işi uyuşturucu kullanmaya kadar vardıran aklıevveller de yok değil. Demek ki sağlığın ehemmiyetini hakkıyla kavrayabilmiş değiliz.

    İnsanoğlu hastalıklara çare buldukça adı sanı bilinmeyen yeni hastalıklar türemektedir. Bunlar insanları imtihan etmek için birer vesile kabul edilebilir. Bazen de düzgün yaşamamanın cezası… Sonuçta hastalıklar her geçen gün artıyor, yenileri ekleniyor.

    Bundan yirmi beş yıl evveline giderseniz o zamanlar AIDS diye bir hastalığın olmadığını görürsünüz. Hiç yoktan bir hastalık daha girdi hayatımıza. Öyle bir hastalık ki tedavisi yok. Bu hastalığa yakalananlar her geçen gün biraz daha eriyor ve ölüme yaklaşıyor.

    AIDS, 'Acquired Immuno Deficiency Syndrome' kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve 'Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu' olarak Türkçeye çevrilmiştir. AIDS ilk olarak 1981 yılında ABD'de tespit edilmiştir. Dünyada her gün yaklaşık 16.000 insan bu virüsü kapıyor; sayı her geçen gün katlanıyor.

    Türkiye'de ilk AIDS vakası 1985 yılında görüldü. Aynı yıl bir de taşıyıcı tespit edildi. Sonraki her yıl taşıyıcı ve AIDS vakalarının sayısı giderek arttı. Sağlık Bakanlığı'nın Aralık 2001 verilerine göre ülkemizde 1325 HIV/AIDS vakası vardır. Bunların 404'ü AIDS basamağına ulaşmıştır; 921 kişiyse taşıyıcıdır. Ancak özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda kişilerin sağlık kurumlarına başvurmamaları ve kayıt sisteminin yeterli olmaması, bu sayının gerçekleri yansıtmadığını düşündürüyor. Yani bu sayının istatistiklerin çok daha üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.

    AIDS hastalığı sıradan bir rahatsızlık olmadığı için vücudu allak bullak eder. Hastalığın belirtileri konusunda bu alandaki uzman doktorlar şunları söylüyorlar: Fiziksel ve zihinsel aktiviteleri etkileyen, sebebi açıklanamayan aşırı yorgunluk, zayıflama ya da diyet gibi herhangi bir aktivite söz konusu olmadan iki aydan kısa bir sürede 7-10 kilo kaybı, birkaç haftanın sonunda ateşin açıklanamayacak bir şekilde 39 derecenin üstüne çıkması, uyku sırasında kişinin üstünü sırılsıklam edecek derecede terleme, sebebi bilinmeyen bir şekilde vücuttaki salgı bezlerinin kabarması(Özellikle boğazda, boyunda ve koltuk altında bulunan lenf bezlerinin kabararak en geniş halini alması) , dilin üzerinde ve ağız içinde beyaz noktalar ya da lekelerin oluşması, ısrarla devam eden ishal, herhangi bir solunum enfeksiyonuyla meydana gelen ve çok uzun süren kuru öksürük, özellikle öksürükle birlikte oluşan nefes darlığı, deri üstünde ya da altında oluşan kat kat ya da yükselen bir şekilde leke ve şişliklerin meydana gelmesi… Bu belirtiler sizin AIDS olduğunuz anlamına gelmeyebilir. Bunun gibi belirtileri gördüğünüzde moralinizi bozmayın, fakat doktora başvurmayı da ihmal etmeyin.

    Uzmanlara göre AIDS şu yollarla bulaşabilir: Kanında HIV taşıyan kişiyle cinsel ilişkide (vajinal, anal veya oral) bulunmakla HIV bulaşabilir. HIV / AIDS'li kişinin kan, kan ürünleri, doku veya organlarının nakliyle başkalarına geçebilir. AIDS'li anneden gebeliği süresince veya doğum esnasında bebeğe HIV geçebilmektedir. Daha az oranda olmakla beraber annenin bebeği emzirmesiyle (anne sütüyle) bebeğe HIV bulaşabilir.

    Toplumumuzda bu hastalığa yakalanan kişiler genellikle dışlanmaktadır. Bazıları virüs bulaşır diye bu kişilerin elini bile sıkmamaktadır. Bu yanlış bir kanaattir. El sıkışma, yanaktan yanağa öpüşme, kucaklaşma, başkasının giysisini giyme ile, tükürük, gözyaşı, ter, öksürük, aksırıkla AIDS bulaşmaz. Yiyeceklerle, aynı tabak, çatal, kaşık, bardak, aynı tuvalet ve banyoyu kullanma, telefon ve benzerlerini kullanmakla HIV bulaşmamaktadır. Toplu taşıma araçlarında olduğu gibi, ortak ve kalabalık mekânlarda bulunmakla da HIV / AIDS bulaşmaz. Sivrisinek ve her türlü böceğin sokmasıyla da HIV in bulaşmadığı kanıtlanmıştır.

    İnsanlar helal dairesinde yaşasalar büyük oranda bu hastalığın şerrinden korunurlar. Çünkü bu hastalığın asıl kaynağı cinsel tercihlerdir. Tek eşliliği ve helal dairesini reddedenler böyle bir musibete duçar olmaktadır. Gerçi bir kısım çocuğa kanla bulaşsa da bunlar istisnadır. Umarım sağlıklı insanlar bu hastalığın pençesinde kıvrılan ve ölümü bekleyenlerin ibret dolu hayatından üzerlerine düşen payı alırlar.

    O insanlar da bizim insanlarımız… Onları da kucaklıyoruz. Onların acılarıyla da dertleniyoruz. Fakat yapacak fazla bir şey olmadığı için eylemsiz kalakalıyoruz. Bu hastalığa çare bulunması en büyük temennimizdir. Fakat bunun çaresi bulunduğunda belki de başka bir çaresiz hastalık peyda olacaktır. Çünkü hayat imtihan demektir. Ne mutlu imtihanı hakkıyla verip selamete erenlere! ...

  • kitap19.11.2006 - 15:14

    BEN ŞEHİT MİYİM, HAİN Mİ?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yazarlık bir sevda mesleğidir. Bu işi sevmezseniz, geçim kaynağı ve meslek olarak düşünürseniz, içinize sindiremezseniz, zoraki birkaç yazı yazar bırakırsınız. Yazdıklarınız yerli yerine oturmaz, ifadeler havada kalır. Fakat mesleğin ötesinde bir içtenlikle benimserseniz gittikçe üslubunuzun oturmaya başladığını, güzelleştiğini görürsünüz.

    Ülkemizde okuyan insan sayısı toplam nüfusla kıyaslandığında devede kulak kalıyor. Millet olarak okumuyor, bilsek de bilmesek de konuşuyoruz. Fakat konuşmak için de belli bir kültürel altyapınız olması zaruridir. Bunu dikkate almadığımız için muhabbeti sıradanlaştırıyoruz. Bizde ne söylendiğinden öte, kimin söylediği daha çok önemsendiği için içeriğe fazla bakılmıyor, keskin ifadeler ilgi çekiyor, taraftar buluyor.

    Bazıları Türkiye’yi Ankara ve İstanbul’dan ibaret görse de Anadolu’da da hayat tüm hızıyla devam ediyor. Orada da insanlar yiyor, içiyor, nefes alıyor, en önemlisi de düşünüyor. Kültür ve sanatın başkentinin İstanbul olduğunu kabul etmek, Anadolu şehirlerindeki kültürel etkinlikleri yok saymayı gerektirmiyor. Oralarda da gazeteler, dergiler çıkıyor, kitaplar yayınlanıyor. Anadolu’da hayat dolu dolu yaşanıyor.

    Anadolu şehirlerinin hemen hepsinde en az bir gazete veya bir dergi çıkarılmaktadır. Çünkü bizim insanımız yazmadan ve söylemeden duramaz. Hatta Trabzon gibi mütevazı bir Anadolu şehrinde sekiz tane günlük gazete çıkarılmaktadır. 10’a yakın televizyon ve radyo da aynı şehirde yayın faaliyetlerini büyük bir başarıyla sürdürmektedir. Bunlar sanıldığı gibi büyük gelirler getiren faaliyetler değildir. Tamamen kültürel heveslerle ve fedakârlıklarla yapılmaktadırlar. Bu alkışlanacak bir durumdur. Bu yönümüzle ne kadar gururlansak azdır.

    Trabzon’da faaliyet gösteren gazete, dergi ve televizyonlarda çalışan onlarca yetişkin eleman vardır. Bunlar zor şartlarda, kıt imkânlarla en iyisini yapmanın mücadelesini vermektedirler. Bu kişiler zamanla kendilerini yetiştirip aydın vasfını kazanmışlardır. Bunların çoğu ulusal medyada görev yapacak birikime ve donanıma sahiptirler. Bunlardan birisi de Karadeniz Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin’dir.

    Osman Diyadin uzun yıllardan beri Karadeniz gazetesinin değişik kademelerinde başarılı görevler üstlenerek gazetenin sahibi Mehmet Ali Yılmaz tarafından bugün gazetenin en başına getirilmiştir. Fakat O, bu yere hakkıyla gelmiş bir basın mensubudur. Bunu, yıllardan beri çıkardığı gazetenin devamlılığı ve okunurluğu açıkça göstermektedir.

    Karadeniz Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin iyi bir idareci olduğu kadar iyi bir yazardır da… Bunu yıllardan beri yazdığı köşe yazılarından anlayabiliyoruz. Diyadin’in gündemin nabzını tutan yazılarında olaylara bakışı tutarlı, isabetli ve vukufludur. Meselelere milli pencereden bakmıştır hep… Atatürkçülüğün süzgecinden geçirmiştir fikirlerini... Hiçbir zaman tahrik edici, yıkıcı ve bölücü bir üslup kullanmamıştır. Uzlaşmacı bir tutum takınmıştır milli ve yerel meselelerde… Bağcıyı dövmeyi değil, üzüm yemeyi murat etmiştir. Bunu onun köşe yazılarının satır aralarında rahatça görüp hissedebilirsiniz.

    Diyadin geçen yıl yayınladığı “Ben Şehit Miyim Hain Mi? ” adlı kitabıyla uzun süre adından sıkça söz ettirdi. Öyle ki kitap ulusal medyada da konuşuldu, yazıldı. Türkiye genelinde de on binlerin üstünde bir baskı yaptı. Bu taşra menşeli bir yazar için çok büyük bir başarıdır. Çünkü taşranın sesi ne kadar gür olsa da Ankara ve İstanbul’da yankı bulmuyor.

    Osman Diyadin’in “Ben Şehit Miyim Hain Mi “ adlı kitabını diğer insanlar gibi ben de büyük bir zevkle ve heyecanla okudum. Bu kitap Diyadin’in daha önce gazetede yayınlanan yazılarının bir araya getirilmesinden meydana geldi. Gerçi bu yazıların çoğunu vaktiyle Karadeniz gazetesinden sıcağı sıcağına okumuştum. Çünkü bizler Karadeniz gazetesiyle büyüdük. Güne Karadeniz gazetesiyle başlamadığımızda kendimizi noksan hissettik. Lakin bunları iki kapak arasında, tabir caizse arşivlenmiş olarak görmek bir okuyucu olarak beni fazlasıyla memnun etti. Çünkü gazete yazılarının ömrü genelde kısadır. Bizde gazete okununca ya ekmek sarmada, ya cam silmede kullanılır, ya da atılır. Fakat Diyadin’in yazıları gelecek nesillerin okuması gereken türden yazılardı. Bunlar atılmamalıydı, gazete olarak saklamak da uygun olmazdı, iyi ki kitap haline getirildiler.

    Türkiye gelişmişlik açısından olmasa da siyasi açıdan capcanlı bir ülkedir. Trabzon da Türkiye’yi yansıtan bir prototiptir. Bu şehirde de hayat her zaman capcanlı yaşanır. İnsanlar zor şartlarda yaşasa da vatanına, milletine ve değerlerine candan bağlıdır. Dini ve milli meselelerde taviz vermezler. Diyadin’de bu şehrin bir yazarı olduğu için meselelere bu çerçeveden bakmıştır. Trabzonluların gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı olmuştur. Yaşanan güncel meselelere kösesinde anında cevap vermiştir. Milli duruşunu her fırsatta göstermiştir. Kitabın kapağında Diyadin eseriyle ilgili olarak şunları söylüyor:

    “Bu kitap, Atatürk’ün ‘çağdaşlık’ ilkesiyle Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflere ulaşmada ölümsüz liderin kararlılığı ve inancı ile bağdaşmayan yöntemler izlenmesinin... Emperyalizmin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlarda değiştirdiği metotlara karşı asla ve asla değişmemesi gereken ilkelerimizin yansımasıdır...”

    368 sayfadan oluşan kitapta 108 tane köşe yazısı(fıkra) yer alıyor. Kitabın Önsöz’ü Trabzonspor’un şeref başkanı Mehmet Ali Yılmaz tarafından kaleme alınmış. Gazeteci-Yazar Diyadin, kitabın başına bir de Sunuş yazısı koymuştur. Bu yazıda kitabın içeriği ve gayesiyle ilgili açıklama ve tespitlerde bulunmuştur; köşe yazılarının bir araya getirilme gerekçelerini okurlarıyla paylaşmıştır. Eserin bir Cumhuriyet evladının, Cumhuriyet evlatları adına bir haykırış olduğunu vurgulamıştır. Kendisini milletin ortak sesi olarak görmüştür.

    Bu kitabın dikkatle ve düşünülerek okunması gerekir. Burada yazılanlar Türkiye’nin değişmez kaderinin tahlilidir. Fakat bu tahliller birilerinin emriyle değil, yürekten neşet eden bir inanç ve iradeyle yapılmıştır. Eseri değerli kılan da bu bakış açısıdır. Değerli hemşehrim Osman Diyadin’i bu kıymetli tahlillerinden dolayı kendime yakın buluyor, yaklaşımlarındaki cesaretinden ve kararlılığından dolayı tebrik ediyorum. Diğer yazılarının da iki kapak arasına alınmasını, okuyucunun istifadesine sunulmasını umuyor ve bekliyorum.

  • istismar19.11.2006 - 00:41

    ÇOCUKLARIN İSTİSMARI VE KORUNMASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletlerin gelecekleri, yetiştirdiklerin çocukların ufuklarının genişliği kadardır. Onların anlayış ve yaşayış tarzları bizlere önemli açılımlar sağlayacaktır. Peki, çocuktan kastımız hangi yaş gruplarıdır? Bunun açıklığa kavuşturulması, muhatabımızın tanınması açısından mühimdir. Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre 'Ulusal yasalarca daha genç bir yaşta reşit sayılma hariç, 18 yaşın altındaki her insan çocuk sayılır' Demek ki bedenen yetişkin görünse de 18 yaşını doldurmayan kişinin kanunen çocuk sayılması gerekir.

    Çocuklar ailenin yaşama sebebidir. Hayata onlarla tutunuruz. Onların başarılarıyla gururlanır, başarısızlıklarından dolayı kahroluruz. Onları bilgi, görgü ve inançlarımız dâhilinde yetiştiririz. Bazen çok kollayıcı, bazen vurdumduymaz, bazen de destekleyici tavırlarla onların hayatlarını yönlendiririz. Her tavrımız iyi niyetli olsa da, bazen bilgisizliğimizden dolayı zarar verici davranışlarda da bulunabiliriz. Tavır ve davranışlarımızı düşünce safhasından eylem safhasına dönüştürmeden evvel ince eleyip sık dokumalıyız.

    Çocuğun istismar edilmesi günümüzde sıkça karşımıza çıkan bir meseledir. Çocuğun istismarı kapsamına pek çok başlık girer. Sağlık, beslenme, davranış ve cinsellik ana başlıkları çerçevesinde ele alabileceğimiz istismar; çocukları tehdit eden hastalıklı bir tutum yansımasıdır. Bunun önüne geçilmesi sağlıklı toplumların oluşumu için zarurettir.

    Dedik ya çocuğun ihmali ve istismarı çeşitlidir. Çocuğun dövülmesi, istekleri dışında yönlendirilmesi, küçük yaşlarda bedenen ağır işlerde çalıştırılması, hatta dilendirilmesi, en kötüsü de körpe vücudundan yararlanılmaya kalkışılması istismarın çeşitleridir. Akıl, insaf ve izan sahibi insanlar bu çirkinliklere bulaşmaz, onlardan mümkün olduğunca uzak durur. Fakat gel gör ki hiç istemesek de toplumumuzda bu olumsuzluklar sıkça yaşanıyor.

    Duygusal istismar en az fiziksel istismar kadar ciddiye alınması gereken bir tutumdur. Çocuktan kabiliyetlerinin üzerinde başarılar bekleme, bunların gerçekleşmemesi durumunda saldırganca tutum ve davranışlarda bulunma bunun bir göstergesidir.

    Günümüzde istismarın en korkuncu, cinsel istismar olarak gösteriliyor. Cinsel istismar bir kişinin kendi rızası dışında cinsel bir eyleme hedef olması ya da buna kalkışılmasıdır. Her tür cinsel istismar, kanunlar ve toplum önünde suçtur. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, her cinsiyetten, her meslekten ve her sınıftan insan cinsel istismara uğrama riski altındadır. Bunların hepsi de ahlaksızlığın açık belirtisidir. Fakat çocuklara yönelik cinsel istismar ruhi marazların hat safhaya çıkışının alametidir. Bu yola sapan kişinin ruh sağlığının bozulduğuna rahatlıkla kanaat getirebiliriz. Böyle kişilere tereddüt etmeden 'sapık' yaftasını vurmak mümkündür. Bunun başka bir izahı da zaten yoktur.

    Geçenlerde yazılı ve görsel basında haberlerine şahit olduğumuz 17 aylık bebeğe tecavüz edilmesi hadisesi bu konuda verilebilecek canlı bir örnektir. Böyle bir olayın Müslüman bir ülke olan Türkiye sınırları içerisinde gerçekleşmesi, alnımızda koca bir leke olarak kalacaktır. Demek ki millet olarak ahlaki iflasın eşiğine kadar geldik de haberimiz yok. Lut kavminin başına gelenlerin bizim başımıza gelmemesi için fert olarak yapabileceklerimiz yok mudur? Buna adi bir vaka deyip geçmek, meseleyi hafife almak gelecekte başımıza gelebilecek muhtemel sapıklıklara kapı aralamak değil de nedir?

    Çocuğun cinsel sömürüsüne psikolojik açılardan baktığımızda karşımıza karamsar bir tablo çıkar. Bilindiği gibi cinsel istimara uğrayan çocukların bilinçaltında ciddi izler kalıyor. Bu leke onlarla mezara kadar gidiyor. Bu kişiler büyüdüklerinde bile sağlıklı olarak hayata devam edemiyorlar. Çatışmalar bunalımlara zemin hazırlıyor.

    Son zamanlarda Türkiye'de bu ve buna benzer çocuklara yönelik cinsel istismar olayları sıkça yaşanıyor. Bunun üzerinde ciddiyetle durulması, sebep ve sonuçlarının enine boyuna konuşulması gerekir. Çünkü sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak en sağlıklı ve tutarlı davranıştır. Halkının tamamına yakınının Müslüman sıfatıyla tavsif edildiği bu cennet ülke böyle çirkin saldırıları ve kötü propagandaları hak etmiyor. Anlaşılan o ki bize bir şeyler oldu son zamanlarda… Bunu sorgulamak ve çözüm önerileri bulmak elzemdir. Bu hususta vakit kaybedilmemelidir. Geçen zaman aleyhimizedir.

  • mektup18.11.2006 - 02:16

    BUNLARI DA MI GÖRECEKTİK?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayat değişimden ibarettir. Yaşadıkça değişiyoruz, değiştikçe yaşıyoruz.‘Yaşadıkça neler daha göreceğiz’ derler ya, işte günümüzde tam da bu sözü haklı kılacak değişimler yaşıyoruz. Bu değişimler hayatımızı kolaylaştırdığı gibi, yozlaştırıyor da… Alışılmışlığın sınırlarını zorlayan bu uygulamalara gönüllü katılmasak da belli ki mahkûmuz…

    Teknoloji hayatımızı ne kadar da değiştirdi! ... Birçok kolaylığı beraberinde getirirken hayatımızdan neler kopardı neler! ... Kökten değişime uğradı alışkanlıklarımız… Asırların getirdiği maddi ve manevi değerler bir anda tersyüz edildi. Toplum mühendisleri hayatımıza yepyeni ve bambaşka bir şekil verdi. Kazandıklarımızın yanında kaybettiklerimiz de oldu şüphesiz… Kâr zarar hesabı yapmaya cesaret edemedik hiçbir zaman… Kültür bahçemizi ayrık otları istila etti. Bizler bunları koparacak yerde suladık çoğu zaman…

    ‘En son ne zaman mektup yazdınız? ’ diye bir soru yöneltsem inanıyorum ki pek çoğunuz buna cevap vermekte zorlanır. Gönderdiği son mektubun tarihini hatırlayamaz. Çünkü uzun sayılabilecek yıllar geçmiştir aradan. Cep telefonları ve internet ağı, mektubu nostalji unsuru haline getirmiştir. Mektubun pabucu çoktan dama atılmıştır.

    Artık sevgililer birbirine mektup göndermiyor, kısa mesaj atıyor. Pek çok telefon şirketi sınırsız konuşmayı mümkün kılan paketler sunuyor müşterilerine. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyoruz uzaktakilerimizle… Bazen de mesaj atıyoruz bu soğuk, ruhsuz aletlerden… Adı üzerinde kısa mesaj… Kestirme yoldan duygu ve düşüncelerimizi aktarıyoruz sevdiklerimize… Otomatiğe bağlamışız hayatı sizin anlayacağınız…

    Uzakları yakın eden mektupların ucu yakılmıyor hayli zamandır. Posta katarları sevgileri taşımıyor uzaklara. Postalar resmi evrak taşıyor günümüzde. Sadece kredi kartı borç dökümlerinin, faturaların, icra bildirilerinin mektuplarını getirip bırakıyorlar posta kutumuza. Artık posta kutularını şevk ve iştiyakla değil, korkuyla açıyoruz. Acaba kart limitimi aştım mı, fatura kabardı mı, icralık oldum mu? ... Eskiden postacıyı görünce sevincimizden havalara uçardık; oysa şimdi postacıyı görünce kaçacak delik arıyoruz kendimize. Bu korkuları yaşamayan insan o kadar az ki! ... Bu değişim ruhlarımızı da karattı besbelli! ...

    ‘Dost ve sevdiklerinizden en son ne zaman mektup aldınız? ’desem kim hatırlayabilir ki! ...En son yazdığı mektubu hatırlayamayanın en son aldığı mektubu hatırlamaya ne yüzü olur, ne de imkânı! ...Mahrem duygularımızı paylaşan ve sevdiklerimize ulaştıran zarflar tarih oldu neredeyse…Görünen o ki mürekkeple kağıdın vuslatı bir başka bahara kaldı. Köşeleri kınalı ellerle işlenmiş mektupları ne çok özledik. Onlar ki bizi düşünerek yazılırdı.

    Teknolojiyi reddetmiyorum şüphesiz… Düşman da değilim ona… Fakat mektubun sıcaklığını ilelebet hissetmek istiyorum. Onu da hayatın bir köşesinde saklamak, devam ettirmek bize ne kaybettirir ki! ... Beni, matbaanın ülkemize iki asır geç gelmesine yol açan zihniyetin bugünkü temsilcisi olarak görenler olabilir. Şayet böyle düşünenler varsa onlar beni hakkıyla anlamayan idrak fukarası zavallı insanlardır. Maksadım bu insanlarla söz dalaşı yapmak değil asla… Ben teknolojinin yanında mektubun sıcaklığının da sürmesini istiyorum. Bu masum bir arzu değil mi? Bunda ne kötülük olabilir ki! ...

    Eskiden mübarek gün ve gecelerde, özellikle dini bayramlarda tebrik kartı atardık birbirimize. Gönderilen kişiyle olan dostluğumuza ve irtibatımıza göre kartların içeriği değişirdi. Oysa şimdi bir mesaj yazıp onu bir kalıp olarak yüzlerce kişiye gönderiyoruz. Hatta bazı hazır mesajları alıp kullanıyoruz. Duygular bile satılıyor zamanımızda… Her şey ısmarlama usullerle dönüyor piyasada… Özelimiz kalmadı duyguda da, düşüncede de! ... Başkaları bizim yerimize düşünüyor, hissediyor nasıl olsa! ...

    Bundan yıllar evvel aldığım mektupları saklarım hâlâ… İyi ki de saklarım, çünkü bu mektupların sahiplerinin bir kısmı artık aramızda değil. Onlar artık yadigâr olmuştur benim için! ... Paha biçilmez değerleri vardır. Ya sizin kısa mesajlarınız, e-mailleriniz, neredeler? ... Elektronik çöp kutularında değil mi? Yazık, çok yazık! ...

    Bu arada Msn ile sesli ve yazılı görüşmeler moda oldu günümüzde… Kimsenin kimseye gittiği yok… Her şey uzaktan kumandalı... Bayramlar turistik geziler için vesile kabul ediliyor. Msn’de hallediliyor her şey! ... Msn’nin dili de kendi gibi yozlaştı son zamanlarda… Ne idüğü belirsiz kısaltmalar moda oldu. Güya zamandan tasarruf etmek için kelimeleri makaslamaya başladılar pervasızca… Ünlü harfleri kovduk kelimelerden… Ünsüzlerle durumu idare ediyor yeni nesil… “nbr (ne haber) , kib (kendine iyi bak) , gtcm (gideceğim) , mrb (merhaba) , tmm(tamam) , slm (selam) , ii(iyi) gibi ifadelerle laubalilikte sınır tanımadığımızı, dile saygı duymadığımızı gösteriyoruz. Bu sıradanlıklara tevessül edenler Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana…’

    Milletçe bunları da mı görecektik? Biz kime ne ettik de bu çirkefliklere muhatap olduk? Bu nesil nasıl oldu da bu kadar çabuk koptu kültüründen, sanatından, edebiyatından ve geçmişinden? Sorular zihnimi kemirdikçe cevapları da beliriyor belleğimde… Fakat buna rağmen hatalar olanca hızıyla devam ediyor. Bazen karamsarlık duygusu sarıyor içimi çepeçevre… Duymak istemesem de ‘Bu kafayla biz adam olmayız’ diyor içimdeki bir ses… Bu sesi kulaklarıma yasaklıyorum ama beyhude, hâlâ duyuyorum.

  • rize16.11.2006 - 22:38

    RİZE KALESİ’NDE ÇAY KEYFİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanı dinlendiren ve zihin yorgunluğunu bertaraf eden eylemlerin başında gezmek gelir. Fiziki mekânınızı değiştirmedikten sonra ne kadar boş boş oturursanız oturun dinlenemezsiniz. Bazılarının anladığı gibi dinlenmek eylemsizlik değildir.

    Gezmek zamanı diri kılmaktır. Dolaşan insanlar zinde kalır. Bu düşüncelerle geçenlerde(11 Kasım 2006 Cumartesi) günü Trabzon’dan Rize istikametine hareket ettik. Doğu Karadeniz sahili boyunca gözlemlerde bulunduk. Sahil yolunda hummalı bir çalışma var. Yol nerdeyse bitmek üzere… Karadeniz Karadeniz olalı böyle bir çalışma görmedi. Gerçi bölge insanının denizle bağlantısı kesildi ama bütün olumsuz yönlerine rağmen ortaya güzel bir eser çıktı. Karadenizli artık yollarda daha rahat seyir edecek.

    Rize güzel ülkemizin güzel illerinden birisi… Çayıyla adını dünyaya duyuran bu şehir doğal güzellikleriyle de gezenleri cezbediyor. Rize yeşille mavinin buluştuğu şirin bir yerleşim yerimizdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemlerdeki başbakanlarından ikisi(Mesut Yılmaz, Tayip Erdoğan) Rizelidir. Yani bu şehir devlet yönetiminde ve bürokraside etkin bir konumdadır. Bunun nimetlerinden de nasipleniyor.

    Rize’nin köklü bir mazisi vardır. Rize’nin bugünkü adının nereden geldiği yönünde farklı rivayetler mevcuttur. Bir görüşe göre bu şehrin adı Yunancada da pirinç anlamına gelen “Rhizos”’tan gelmiştir. Rumcada dağ eteği anlamına gelen ‘Rhiza’ sözcüğünün değişimine uğrayarak Rize’ye dönüştüğünü söyleyenler de vardır. Rize’nin bir kısmı 1461’de, diğer bir kısmı da 1509’da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Rize, cumhuriyetin
    ilanından sonra, 1924 yılında il yapılmıştır.

    Aralarında yıllara dayanan tatlı bir rekabet olsa da Trabzon’la Rize iki kardeş şehirdir. Fiziki mesafeleri de çok kısadır. Günün her saatinde bu iki il arasında dolmuşlar gidip gelmektedir. Biz de geçenlerde bir arkadaş grubuyla Rize’deydik. Rize’yi baştanbaşa gezdik, çok da beğendik. Şahika Eğitim Kurumları Özel Kopuzlar Lisesi’ne uğradık. Orada akşam yemeğini yedik. Maklube’nin lezzeti doyumsuzdu. Çok iyi ağırlandık. Bu okul Rize’nin adeta gözbebeği… Çok da başarılı bir okul… Türkiye genelinde dereceye giren öğrencileri var. Bu başarı her yıl tekrarlanıyor. Gazete ve dergi de çıkarıyorlar. Böyle okulların sayısının artırılması tek temennimizdir.

    Trabzon’un nasıl ki Boztepe’si varsa Rize’nin de şehre hâkim noktada bir kalesi vardır. Rize kalesi şehre hâkim bir tepede denize sokulmuş bu şirin şehri temaşa ediyor. Rize’yi gezenler bu kaleye çıkmadan şehirden ayrılmıyorlar. Finali kalede yapıyorlar.

    Rize Kalesi şehir merkezinin güneybatısında yer alır. İç Kale ve Aşağı Kale’den meydana gelmektedir. Yoğun yerleşme sebebiyle Aşağı Kale tamamen yok olmuş, batı tarafındaki bazı sur parçaları ve kuleler günümüze kadar gelebilmiştir. Yakın zamanlara kadar çok harap durumda olan İç Kale surları Kültür Bakanlığı’nca onarılmıştır.

    Akşama doğru çıktığımız Rize Kalesi’nden şehri temaşa ettik. Zira kale Rize’yi görüş alanı içerisine almaktadır. Kale içerisinde oturma alanları, kamelyalar vardır. Rize’ye gelip de buraya çıkmadan geri dönen Rize’yi gezdim demesin. Burada arkadaşlarla doğal Rize çayını büyük bir keyifle yudumladık. Rize üzerine sohbetimizi koyulaştırdık. Son yıllarda Rize’nin gelişme açısından çok büyük mesafe kat ettiği kanaatinde birleştik. Son dönemlerde başbakan olan kişilerin Rize kökenli olması bu gelişmişlikte çok etkin bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Zira Rize, daha düne kadar Trabzon’un gölgesinde kalmış sıradan bir şehirdi.

    Rize’nin büyümesi, gelişmesi Trabzon için de son derece faydalıdır. Rize Üniversitesi’nin kurulmuş olması Doğu Karadeniz için büyük önem arzediyor. Trabzon’la Rize’nin kültür ve mesafe olarak yakınlığı birbirleriyle iç içe olmasını zorunlu kılmıştır. Rize’yi seviyor ve önemsiyoruz. Bazıları bu iki şehir arasında kin tohumları ekmek istese de, bu iki şehrin duyarlı halkı bu oyuna gelmeyecektir. Rize’yi kardeş şehir olarak görüyoruz.

  • öğretmen16.11.2006 - 22:35

    ÖĞRETMENİ ANLAMAK YAHUT ÖĞRETMENE AĞLAMAK! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yıllardan beri öğretmenliğin kutsallığı üzerinde nefes tükettik, gene de yaranamadık bir türlü… ‘Arkadaş sizin mesleğiniz Peygamber mesleği, bu onur size yeter’ dedik. Daha da ileri gittik, tanrı mesleği dedik, olmadı, övgüler kesmedi bu bilgi neferlerini! …

    Yine bir 24 Kasım’ı yaşıyoruz milletçe… Gün boyu öğretmenler nutuk dinleyecek devletlûlardan… Yıllar evvel söylenen nutuklar cilalanacak, tozu alınacak, süslenip vitrine sürülecek. Övgü yarışında zirveyi kaptırmamak için yarışacak insanlar…

    Oysa bu günler, içi boş ve samimiyetten uzak sözlerin havada uçuştuğu bir gün olmamalıdır. Sözün tesiri samimiyetinden ileri gelir. Öğretmenler havanda su dövenlerden usandı, yakalarına kene gibi yapışanları, sırtına binenleri atmaya çalıştıysa da ne yazık ki bugüne kadar bunu başaramadı. Öğretmen laf ebelerini dinlemiyor artık…

    Öğretmenliğin önemi ve yüceliği gün gibi aşikârdır. Birilerinin aynı lafları ağzında sakız gibi evirip çevirip yinelemesi bıkkınlıktan başka bir işe yaramaz. Gelin bu güzel günde öğretmenleri övmeyi bırakalım, onları anlamaya çalışalım, yaralarına merhem olalım.

    Öğretmenin malzemesi insandır. Genç beyinleri şekillendirir öğretmen… Bu malzeme öyle kolay işlenecek cinsten değil. Büyük ustalık, emek ve maharet gerektirir. Öğretmenin üstün bir donanımda olması zaruridir. Öğretmen bilgi ve görgüsüyle hükmeden insandır.

    Günümüzde okullarda bir sürü davranış bozuklukları görülüyor. Öğrenciler eskisi gibi itaatkâr değil. Televizyon, internet ve cep telefonları çocukların yaratılışının sınırlarını zorluyor. Şiddet sıradan bir davranış olarak algılanmaya başlandı. Okullarda kavgasız, gürültüsüz ve küfürsüz gün geçmiyor. Türkiye’nin en büyük ve köklü eğitim kurumları bile içten içe çatırdıyor. Terbiyesizlikler öğrenciler tarafından kayda alınıyor. Öğretmenlere yapılan saygısızlıklar internet ortamında elden ele dolaşıyor.

    Bir zamanlar öğretmenler hâkimken bugün mahkûm konumuna düş(ürül) müş… Elleri kolları bağlanmış sanki… Öğretim, eğitimin önüne geçmiş…(Bari onu da becerebilsek) Kimsenin ahlak ve incelik aradığı yok. Bilgi bütün değerlerin fevkinde görülüyor. Varsa yoksa test… Test manyağına döndürdük geleceğimizin teminatı olan gençleri… Buna ailelerin yanlış yönlendirmelerini de ekleyebiliriz. Öğrenciler aileleri tarafından şımartılarak büyütülüyor. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü bilmiyor.

    Öğretmenler sükûneti sağlamakta güçlük çekiyorlar. Genel liseler iflasın eşiğine gelmiş… Mesleki eğitim istenilen düzeyde değil. Okullardaki kalabalık sınıflar kargaşayı daha da körüklüyor. Öğrenmek isteyenler de zaman zaman arkadaşları tarafından engelleniyor. Öğretmen, işini yapabileceği sakin ve hazır bir ortam bulmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Eğitimimizin altyapısında ciddi eksiklikler var. Bunlar kısa zamanda giderilmedikçe sorunlara köklü çözümler bulmak mümkün olmayacaktır.

    Öğretmenleri en iyi anlayan devlet adamı hiç şüphesiz ki Atatürk’tü. Ondan sonra gelen liderler Atatürk’ün eğitim çizgisini ve öğretmene müspet bakış açısını devam ettiremedi. Atatürk, hayatı boyunca öğretmenleri her zaman muhatap olarak kabul etmiş ve onlarla yakından ilgilenmişti. Fakat günümüzde öğretmenler Çankaya’dan randevu almak bir yana, yanından bile geçemiyorlar. Atatürk’ün öğretmenlere ilişkin şu sözleri onun eğitime ve eğitim neferlerine yaklaşımını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor:

    “Dünyanın her yerinde öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer üyeleridir(1923) ”… “Hükümetin en verimli ve en önemli görevi milli eğitim işleridir(1922) ”… “Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim... Benim asıl kişiliğim (niteliğim) öğretmenliğimdir. Ben milletimin öğretmeniyim(1936) ”… “Eğitimdir ki ulusu özgür; şanlı ve yüksek bir toplum olarak yaşatır(1924) ”… “Gerçek zaferi siz (öğretmenler) kazanıp sürdüreceksiniz(1922) ”… “Eğitim bakanı olarak milli irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. Bilim ordusunun değeri siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir(1923) ”… “Öğretmenler sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır(1924) ”… “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır(1924) ”…”Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister(1924) ”… “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir(1925) ”

    Gelin bu yılki öğretmenler gününde kuru övgüleri bir kenara bırakıp öğretmenin kimliğini, görevini ve sosyal statüsünü sorgulayalım. Onların sosyal, siyasal ve iktisadi meselelerine çözümler arayalım. Bilelim ki öğretmenin kafası ne kadar rahatsa öğrencisine o denli faydalı olabilir. Problemler sarmalında debelenen öğretmenden verim beklemek beyhudedir. Ya öğretmenlerin meselelerini masaya yatırıp konuşalım, sorgulayıp çözüm önerileri getirelim veya ‘bu iş bizi aşar’ deyip öğretmenin mevcut hâline ağlayalım. Çünkü gerçekten de öğretmenin ağlanacak hâli vardır. Bazıları bunu görmek istemese de durum bundan ibarettir. Eğitim neferlerinin günlerini kutluyor, onlara, kendilerini anlayacak idareciler ve aydınlık bir gelecek diliyorum.

  • öğretmen10.11.2006 - 00:50

    İRFAN ORDUSU YAHUT ÖĞRETMENLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eğitimin ve bilginin geçer akçe olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu altın çağda bilgili ve donanımlı olanlar önde yürüyecek, cehalet bataklığına saplananlar geride kalacaktır. Bunun böyle bilinmesi, tercihlerin ve gayretlerin bu doğrultuda olması gerekir.

    Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bir zaman dilimindeyiz. Teknolojik gelişmeler bilgiye ulaşmayı her zamankinden daha çok kolaylaştırdı ve muhataplarına yaklaştırdı. Bilgisayar teknolojisi ve internet, eğitimin çağdaş ve ileri düzeye erişmesi için atılan atımların en dikkat çekenlerindendir. Fakat bütün bu teknolojik yeniliklere rağmen öğretmenin yerini tutacak bir robot bugüne kadar yapılamadı. Bu amaçla çalışıldıysa da yapılan ruhsuz, duygusuz ve mekanik aletler öğretmenin yerini tutamadı. Çünkü öğretmen sadece bilgi aktaran bir vasıta değil, sevgi, hoşgörü ve şefkat duygularını veren gönül dostudur.

    İrfan ordusunun neferleri olan öğretmenler; içinden çıktıkları toplumun kültürünü, tarihini ve tüm değer yargılarını yeni kuşaklara aktarırlar. Karşılarındaki kitleleri ruh ve şuur sahibi fertler olarak görüp onların yüreklerini milli ve manevi değerlerimizle bezerler. Atalarımızı kök, kendilerini gövde, yeni nesilleri dal, yaprak ve çiçek olarak görüp çınarın gelişip serpilmesi için onu düzenli olarak sularlar. Onlar Douglas Malloch’ın şu güzel ve veciz ifadelerini kendilerine şiar edinip elleri altındaki yüreklere nakış nakış işlerler:

    “Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın.”

    Öğretmenler öncelikle en iyi olmanın zorlu mücadelesini iç dünyalarında verirler. Daha sonra ellerindeki öğrencileri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek onlara da aynı idealleri yaşatırlar. Karşılarına hangi engel çıkarsa çıksın doğruluk, iyilik ve güzellikten ayrılmazlar. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmezler. Kovanları fütursuzca sırtlayıp götüren ayı değil, bin bir çiçekten bal alan arı olurlar.

    Öğretmenler karanlığı aydınlığa, acıları lezzete, açlıkları doygunluğa, basiretsizliği uyanıklığa, karamsarlığı umuda, cehaleti bilgi ve görgüye tebdil ederler. Onlar kapkaranlık gecemizi ışıtan, yüreklerimizi ısıtan el fenerleridir. Varlıklarının ehemmiyetini ancak gecenin zifiri karanlığında hakkıyla bilir ve anlarız. Onlar yerle gök arasına sinen kara bulutları bahar esintileriyle dağıtırlar. Toprakta kök, kökte ağaç, gövdede dal, dalda çiçek, çiçekte arı, petekte bal olurlar. Şefkat rüzgârlarıyla ufkumuza çöreklenen kapkaranlık bulutları bertaraf ederler.

    Hayat onlarla anlamını bulur, aksi halde bir tarafı eksik kalır yaşamın… Yürekleri katıksız şiir doludur onların… Kitapları zihinlerine saksı yapmışlardır. Umutları, sevinçleri ve doyumsuz düşleri ruhlarının gıdası bellemişlerdir. Onlardan almışlardır yaşama, yaşatma ve direnme güçlerini… Gemileri nefret koylarından kaçırıp sevgi limanlarında eğlemişlerdir. Kandil olmuşlardır karanlık gecelerin zifiri suretlerine… Şairin mısralarında söz, yavuklusuna varmayı bekleyenlerin yüreklerinde sevgi ve hülya olmuşlardır.

    Öğretmenler balçıktan yaratılmış et yığınından ibaret kulken, zamanın gergefinde işlenip öpülesi el, Ferhat’ın dağları delerken içindeki cesaret ve metanet, Mecnun’un gönlündeki umut, Eyüp’ün parıldayan sabrı olmuşlardır. Nefeslerinde kılıç keskinliğini, kalplerinde hallaç pamuğu yumuşaklığını, zihinlerinde yağmur bereketini taşımışlardır.

    Onlar bazen Sinan’ın elinde sihirli bir balyoz, Dede Efendi’nin notalarında tatlı bir nağme, İbn-i Sina’da hayat veren bir neşter olmuşlardır. Kendilerini insanlığın hizmetine ve saadetine adamışlardır. Hal ve hareketleriyle hayata hayat katmışlardır. Bir mum misali erirken etraflarını aydınlatmışlardır. Ne mutlu onların rahle-i tedrisatından geçip hakikat bahçelerinden hakkıyla ve layıkıyla nasiplenenlere! ....24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun güzel insanlar! ...Sizlere olan vefa ve gönül borcunu ödeyebilecek miyiz acaba?

  • saddam hüseyin09.11.2006 - 23:24

    SADDAM İPE BUSH DİBE! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    İplerin Bush’ların elinde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyadan ve hayattan huzur ve saadet ummak beyhudedir. Çünkü Bush’ların ne zaman ne yapacağı belli değildir. Bush’lara güvenmek basiretsizlikten öte ahmaklıktır. Bunu yakın tarih içerisinde Irak’ta yaşanan hadiseler açıkça gösteriyor.

    Bilindiği gibi Saddam Hüseyin 1982’de Duceyl’de 148 Şii’nin öldürülmesiyle ilgili olarak yargılandığı davada, idam cezasına çarptırıldı. Saddam’ın iyi bir insan olduğunu iddia edecek değilim. Çünkü o bir diktatördür. Saddam’ın sütten çıkmış ak kaşık olmadığını herkes biliyor. Güçlü olduğu zamanlarda halkına zulmetmiştir. Gücünü şahsi menfaatlerini artırmak ve siyasi otoritesini sağlamlaştırmak için kullanmıştır. Korkuya dayalı bir otorite oluşturmuştur. Kendisine muhalif olanları kılıçtan geçirmiştir. Fakat öte yandan Bush Amerika’sının yaptığı da hiç mi hiç adil ve haklı bir davranış değildir.

    Kimyasal silah bahanesiyle bir ülkeyi işgal et, söz konusu iddian havada kalsın, işgal ettiğin topraklardaki insanları çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden öldür, sonra da sözde bir mahkeme kurarak işgal ettiğin ülkenin devrik başkanını idama mahkûm et… Bu olacak iş midir? Buna kargalar da güler. Zaten Saddam da idam kararı açıklanırken gülmüş, onun bu gülüşü aslında çok büyük anlamlar taşımaktadır. Bu güzel bir tepkidir anlayan için… Bizce asıl idam edilmesi gereken Bush’tur. Çünkü o işgalcidir, savaş suçlusudur. Onun yüzünden insanlar ölmüş, yaralanmış, yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıştır.

    Aslında ABD’nin zoru Duceyl’de öldürülen Şiilerin haklarını savunmak filan değil. Onların hesabı Saddam’ın sönmüş otoritesini ve bölük pörçük yandaşlarını iyice bitirmek veya hizaya getirmektir. Yoksa ABD isteseydi zamanında Saddam’a o cürümleri işleme fırsatı vermezdi. Zira bir zamanlar Saddam da ABD’nin sadık adamlarından biriydi. Onu İran’a koz olarak kullanıyorlardı. Görevini tamamlayınca o da hedef haline geldi.

    ABD yönetimi Saddam’ı bugün de piyon olarak kullanıyor. Onun üzerinden ince siyasetini yürütüyor. Irak’taki mahkeme kararının ABD’deki kritik ara seçimlerden yalnızca iki gün evvel açıklanması düşündürücüdür. ABD’de Cumhuriyetçiler Saddam üzerinden siyaset yapıyorlar. Tüm bunlara rağmen ABD Temsilciler Meclisi ve Kongre seçimlerinde Bush gene büyük bir hezimet yaşadı. Saddam Hüseyin’in idam kararı bile George Bush yönetimini ve Cumhuriyetçileri kurtaramadı. Demokratlar karşısında 11 puan geride kalan Cumhuriyetçiler, idam kararıyla aradaki farkı ancak dört puana düşürebilmişlerdi. Temsilciler Meclisi’nin 435 sandalyesinden 226’sını Demokratlar kazandı. Cumhuriyetçiler 185’te kaldı. Bush oğlu Bush yine hedef tutturamadı. Asrın zalimi olan Bush bundan sonra da hep kaybedecek. Çünkü o insan canı ve kanı üzerinden siyaset yapıyor. Petrolü kandan ve candan kıymetli tutuyor. Her gün savaş suçu işliyor, fakat yargılanamıyor.

    ABD’de Cumhuriyetçiler gelecekte önlerini açmak için Irak’ı koz olarak kullanıyorlar. Fakat art niyetli oldukları için planları hep ters tepiyor. Fayda umdukları olaylardan zarar görüyorlar. Çünkü malumdur ki zulm ile abad olanın ahiri berbat olur. Onların yaşadıkları da bu güzel sözün tecellisidir. Geçenlerde bağımsız bir kuruluş, savaşın başından bugüne kadar hayatını kaybeden Iraklı sayısını 655 bin olarak açıkladı. Bunun yanında aynı savaşta üç binin üzerinde ABD askeri hayatını kaybetti. Irak’ta her iki taraftan da yaralanan ve sakat kalanların sayısı milyonları buluyor. Böyle bir vebalin altında kalan Bush, ülkesinde her geçen gün eriyor. Yakında sokak sokak gezip eşşek gibi anırırsa şaşmayın! ...
    Kim ne derse desin ABD’nin Irak hesapları tutmadı, tutmayacak. Irak’ta işler her iki taraf açısından da yolunda gitmiyor. Her geçen gün ABD ve Irak kaybediyor. Ortada kazananın olmadığı amansız ve anlamsız bir savaş var. İnsafın devre dışı kaldığı bu savaşta mantık savuşturulmuş, kalpler köreltilmiş…

    ABD, Vietnam’da olduğu gibi Irak’ta da kaybetti, kaybedecek… Çünkü masum insanların kanları ve canları üzerine zalimce bir politika yürüttüler. Bundan sonra Bush’un Irak’ta yapacağı hiçbir şey yoktur. Azıcık aklı varsa tasını tarağını alıp evine döner. Bir daha da böyle densizliklere tevessül etmez. Görülen o ki Saddam’ın idamı bile Bush’u dibe vurmaktan kurtaramayacak... Allah’ım sen zalimlerin hakkından gel, mazlumlara kol kanat ger, yâr ve yardımcıları ol! ...(Amin)

  • Bülent Ecevit09.11.2006 - 21:05

    BAŞBAKAN ECEVİT'İ DEĞİL, ŞAİR ECEVİT'İ SEVDİM

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiir, güzel söz söyleme sanatının zirvesidir. Hemen herkes belli bir yaşta şiir yazmaya merak salar. Bir şeyler karalar, eğer kabiliyeti varsa her geçen gün kendini geliştirir. Fakat şairliği sırf yetenek olarak görüp emeği göz ardı etmemek gerekir. Şiir zor bir duygu işçiliğidir. Sabır ve tahammül ister. Bir çırpıda karaladıklarımız, zamanın gölgesinde solmaya mahkûmdur. Onlar çağın sesi olmaktan da uzaktırlar.

    Eskiden Osmanlı padişahlarının çoğu şiir yazardı. Divan edebiyatımızda nice şair padişah mevcuttur. Yazdıkları da seçme şairlerinkilere taş çıkartacak cinstendir. Padişahların sanat ve edebiyatla iç içe olması o zamanlar adeta bir geleneğe dönüşmüştü. Osmanlı'dan sonra bu geleneğin izi sürülemedi. Bazı istisnalar dışında, devletin üst kademelerindeki idareciler politikanın açmazına saplanıp kaldılar. Devletin en üst makamında bulunmuş kişilerden birisi olan merhum Bülent Ecevit, Cumhuriyet döneminin istisnai duygu işçilerinden biriydi. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz bu şair başbakanın şiirlerini ve ilham kaynaklarını irdelemek istiyorum.

    Bülent Ecevit yoğun siyasi hayatın içerisinde şiire de zaman ayırabilmiş müstesna bir insandı. O sadece şiir yazmamış, aynı zamanda şiir çevirileri de yapmıştır. Fakat O, şairliği ciddi bir uğraş olarak değil, boş zamanlarını dolduran bir merak olarak görmüş ve vakit buldukça bu alanda kalem oynatmıştır. Lakin şiir sahasında şahsi bir üslup edinebilmiş değildir. Yani bir Yahya Kemal, bir Necip Fazıl gibi üslubu oturmuş bir şiir emekçisi değildir.

    Bazı şairlerin şiirlerini görünce şairin ismini tahmin edebilirsiniz. Ecevit şiir konusunda bu derece derinleşebilmiş bir şair değildir. Elinden geldiğince güzel dizeler yakalamaya çalışmıştır. Ecevit şairliği ve şiirleri konusunda şöyle diyor: 'Benim için şiir yazmak, özellikle siyasete girdiğimden beri bir iletişim aracı, bir düşünce açıklama yolu değil, bir düşünme yöntemidir. Yapabildiğim kadar toplumsal görevimi siyasal eylem yoluyla yapıyorum, siyasal açıklamalarımla yapıyorum. Şiir benim özel eylemim...'

    Şiiri özel eylem olarak gören ve vakit buldukça bu sahada eser vermeye çalışan bir insan olan Ecevit'i şair saymayanlar az değildir. Bu öznel bir bakış açısıdır. Bence Ecevit şair diye geçinen pek çok kişiden daha iyi bir şairdir. En azından şiir alanında haddini bilen bir insandır. Bazı kişiler sıradan karalamaları şiir diye adlandırıp üstüne üstlük bir de kırık dökük duygu parçacıklarının hararetle savunmasını yapıyorlar. Yani kendi konumlarını kendileri tayin ediyorlar. Okuyucunun kanaatlerine saygı duymuyorlar.

    Ecevit'in şairliğini sorgulayan ve 'Ecevit neden şair değildir? ' adlı yazısıyla bunu kamuoyuyla paylaşan Mustafa Şerif Onaran, Ecevit'in şairliğini siyasi nedenlerle reddediyor. Ona göre Ecevit'in şair olmayışının gerekçesi şunlarmış: 'Sivas'taki Madımak Oteli yangınına duyarsız kaldığı, devlet otoritesi adına hapishanelere düzenlenen operasyonları savunduğu, şairlerin ilgili olmadığı koltukla çok ilgili olduğu, iktidar olduğu zamanlarda TRT'ye bile söz geçiremediği için muktedir olamadığı ve 'çekinser' kelimesinin uydurma olduğunu söyleyenlerden özür dilemeyip sorunlardan kaçtığı ve yalnızca muhaliflerinin aczi sayesinde hayatta kaldığı için… Bu çok yanlı ve şiirin ruhundan uzak bir değerlendirmedir.

    Siyaseti ve siyasetçileri samimi bulmadığım için politikacı Ecevit'e hep mesafeli durdum, fakat şiire ve sanata gönül verdiğim için şair Ecevit'i sevdim. Sevgi, hoşgörü ve vefa duygularını yazdıklarında işleyen Ecevit'i benimsedim, kendime yakın buldum. Bilindiği gibi Türk siyasi hayatının son 50 yılına damgasını vuran eski başbakan Bülent Ecevit, 172 gündür sürdürdüğü yaşam mücadelesini 5 Kasım 2006 günü saat 22.40'ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu kaybetti. Ondan geriye siyasi bir geçmişle beraber şiirleri kaldı. Sözlerimi Ecevit'in kendini anlattığı 'Özgeçmiş' adlı şiirindeki şu dizelerle sonlandırmak istiyorum:

    'bir boşluktan boşluğa / bir cam bardağa dolmuşum
    cam bardakta su olmuş / sudan içmiş can olmuşum
    görünmezden cana / bir kumaş örülmüş
    kumaşa bürünmüş / beden olmuşum
    bir varmış bir yokmuş / iki boşluk arası
    bir rüyalık alemde / sen ben olmuşum'