Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • namaz18.12.2006 - 21:26

    NAMAZLA DİRİLİŞ SEFERBERLİĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen Pazar günü(17 Aralık 2006) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde mahşeri bir kalabalık vardı. Salon ağzına kadar doluydu. Bu kalabalığın sebebi Türkiye’yi çepeçevre kuşatan Namazla Diriliş Seferberliği’ydi. ‘O da ne? ’ demeyin. Son zamanlarda Türkiye’yi sarıp sarmalayan bir kampanya var: ‘Namazla Diriliş Seferberliği’… Namaz Gönüllüleri Platformu diye bir grup oluşturan Müslüman aydınlar, Anadolu’yu şehir şehir dolaşarak namazsızlık hastalığımıza ve kangrene dönüşmüş bu yaramıza neşter vuruyorlar. Platformda birbirinden değerli aydınlar var. Bunlardan Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş Trabzon’a gelerek, hayatımızın dışına ittiğimiz namazı bize hatırlattılar. Nefislerine köle olan biz Müslümanları namaza çağırdılar.

    Trabzon Trabzon olalı böyle kalabalık bir panel görmedi. Kadınlı, erkekli, çocuklu büyük bir kalabalık salonu tıklım tıklım doldurmuştu. Salondakilerin yarısı kadar bir kalabalık da ayakta dikilip paneli takip etti. Bu kişiler fire vermeden iki buçuk saatlik paneli büyük bir coşku ve heyecanla ayakta dinlediler. Bu durum iki gerçeği gözler önüne serdi. Birincisi bu millet namaza susamış, fakat bir kıvılcım bekliyor. Bu kıvılcım nerden gelirse gelsin imanlı gönüllerin tutuşması için yeterli olacak. İkincisi konunun özüyle alakalı değil, fakat çok mühim… Trabzon’a büyük bir konferans salonu inşa edilmesi acil bir zaruret halini almıştır. Yetkililer kısa zamanda bu tarihi kültür ve sanat şehrine layık büyük bir salon yapmalıdırlar. Aslında salonu da içine alan bir kültür sarayı kurulmalıdır. Namazla Diriliş Seferberliği panelindeki izdiham bunun acil bir ihtiyaç halini aldığını bir kere daha gözler önüne serdi.

    ‘Namazla Diriliş’ konulu panel, Araştırma ve Kültür Vakfı tarafından düzenlendi. Panele herkesin televizyonlardan yakinen tanıdığı Dr. Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş konuşmacı olarak katıldı. Sohbet havasında geçen paneli Dr. Senai Demirci yönetti. Bu, Namaz Gönüllüleri Platformu’nun dört ay içinde yaptığı 61. panel oluyor. Yani Türkiye’yi adım adım dolaşıyorlar. Cemiyetin namazsızlık hastalığına derman arıyorlar. Bizlere namazın önemini hatırlatıyorlar. Bizi yitiğimizi bulmaya davet ediyorlar.

    ‘Namazla Diriliş’ gecesi ‘Umran Okulu’ adlı sinevizyon gösterisiyle başladı. Sinevizyonda namaz konusu işleniyordu. Daha sonra sözü Platform üyelerinden Umran Dergisi sahibi Abdullah Yıldız aldı. Namaz Gönüllüleri Platformu’nun kuruluş öyküsünü anlattı. Daha sonra namaza ve gönüllü teşkilatlarına dair şu mühim görüşlere yer verdi:

    “Rabbimizin Kur’an’da 70 kez emrederek en çok önem verdiği ibadet olan namaz, dinimizin “olmazsa olmazı”dır! İslâm’ın ilk farzı iman, ikincisi namazdır. Peygamberimiz (s.a.v.) ’in haber verdiği üzere, ahirette kendisinden hesaba çekileceğimiz ilk amelimiz namazdır. Yine namaz, O’nun ifadesiyle; ‘Dinin direği’, ‘Müminin miracı’, ‘Cennetin anahtarı’ ve ‘Gözüm(üz) ün nurudur.

    Ne var ki, yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde, bir ankete göre, beş vakit namaz kılanların oranı sadece yüzde 25’tir. Kılanların da ara sıra kazaya bırakmak, aceleye getirmek, gereken önemi vermemek ve kıldığı namazın farkında olmamak gibi problemleri vardır. Zaten millet ve İslâm âlemi olarak çektiğimiz sıkıntıların en büyük sebebi, namazı terk etmektir. Çünkü savaşta bile terkine izin verilmeyen, mutlaka kılınması emredilen namaz, Allah’ın rahmet ve inayetine vesiledir.”

    Onun ardından Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden Dr. Vehbi Karakaş söz aldı. Müslümanların yitik hazinesi olan namaza dair şunları söyledi: “Namaz kılmayan, en büyük kötülüğü önce kendine yapıyor. Çünkü Allah’ın hakkını vermiyor.
    Allah’ın hakkını vermeyen, başka haklara dikkat edemez. Etse de makbule geçmez. Çünkü namaz kılmadığı için Allah ondan razı olmaz. Namaz kılan insanın meşru her işi ibadet olur, ona sevap kazandırır. Allah’ı aldattığını ve atlattığını sanan ve namazlarını kılmayan nefis, aslında kendisini aldatmaktadır ama haberi yok.”

    Bize namaz gerçeğini hatırlatan ve bu konuda bizleri uyaran bu kıymetli Allah dostlarına şükranlarımızı sunuyoruz. Onların nasihat ve telkinleriyle bir kişi bile yolunu bulup namaza başlasa bu durum, programın amacına ulaştığının açık delili sayılabilir. Umarım ahirette ilk sual olarak karşımıza çıkacak ve ihya etmişsek bizi kurtaracak olan namaza bundan sonra daha çok zaman ayırırız. Çünkü kurtuluş sadece namazdadır.




  • eğitim17.12.2006 - 02:23

    EĞİTİM VE DEMOKRASİ PANELİ–2

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen hafta sonu(16 Aralık 2006 Cumartesi) Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen, Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Eğitim ve Demokrasi Paneli’nde tuttuğumun notların ilk bölümünü daha evvel yayınlamıştım. Şimdi ikinci ve son bölümü yayınlıyoruz. İlk bölümün sonunda ABD Nevada Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Yunus Çengel’in görüşlerini aktarıyorduk. Değerli akademisyenimizin sözlerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Prof. Dr. Yunus Çengel eğitim konusunda ABD ile Türkiye’yi kıyaslamaya devam ediyor; iki ülkenin eğitim anlayışlarını sorguluyor. Bu iki ülke arasındaki anlayış farklarını bakın nasıl dile getiriyor:

    “Bizim eğitimimizde saltanatın izleri var. Emirler her zaman Ankara’dan geliyor. Ankara’nın talimatı olmadan hiçbir şey yapılamıyor. Bu da işleri yavaşlatıyor. Eğitimde yerelliğe önem verilmiyor… ABD’de öğretmeni müfettişler değil; öğrenci, veli ve müdürler değerlendiriyor, notunu onlar veriyor. Orada üniversite giriş sınavlarında bizdeki gibi sadece test soruları sorulmaz. Öğrencilere çok değişik alanlarda sorular sorulur, kompozisyon bile yazdırılır. Oysa bizde liseyi bitiren bir öğrenci doğru dürüst bir dilekçe bile yazamaz.

    ABD’de eğitimde önyargılar yoktur; akıl ve ilim işbaşındadır. Orada bir iş yapılırken ‘Biz bu işi niçin yapıyoruz? ’ sorusu sorulur. Dersin gayesi dersten evvel verilir. Türkiye’de ise eğitimde belli bir misyon yoktur. Bizde liseyi bitiren ancak iyi test çözer. Oysa hiçbir işte iyi test sorusu çözme şartı aranmaz. YÖK, ÖSS ile lise eğitimini felç etmiştir. Türkiye’de 8-10 milyar dolar dershanelere gidiyor. Bu parayla Koç ve Sabancı Üniversiteleri ayarında 17 tane üniversite açılır. Bizdeki ÖSS’nin bir kısmında da beceri soruları sorulmalıdır.

    Türkiye demokrasi konusunda 167 ülke arsında 88. sırada yer alıyor. Bu bizim için büyük bir utançtır. Demokrasiden korkmamak lazım. Demokrasi aslında bir nimettir. Demokrasi olan yerlerde bölünme olmaz. Bölünme ve dağılmanın olduğu yerler demokrasinin olmadığı yerlerdir. Durum bu iken bizim devletimiz sanki düşünenlerden ve demokrasiden korkuyor. Nerde yasakçılık varsa orda geri kalmışlık, nerde serbestlik varsa orda gelişmişlik vardır. Bunu dünyanın modern devletlerinde açıkça görebiliyoruz.

    Fikir hürriyeti içerisinde iyi fikirler daima yükselir. ABD’de tehlikeli fikir yoktur. Çünkü bir fikrin tehlikeli olup olmadığını görmeden bilemezsiniz, kimseyi potansiyel suçlu sayamazsınız. ABD’de devlet fikirlere aynı yakınlıkta durur, bu hususta önyargıları yoktur kimsenin… Orada eğitim ve bilim alanında faaliyet gösterenlerin yarısı yabancıdır. Fakat orada insanlara hangi dinden, hangi milliyetten, hangi inançtan olduğu gözüyle bakılmaz; ne yaptıklarına, işlerinin üstesinden gelip gelmediklerine bakılır. İşini doğru yapanları daima yükseltirler, ödüllendirirler, baş tacı ederler. Onların yollarını açarlar.

    ABD’de değişim hayatın özünde var. Orada merkezi eğitim yok, yerel eğitim var. Eyaletler kendi eğitim sistemlerini kendileri belirler. Eyaletler arasında adeta bir eğitim yarışı vardır. Onlar her görüş ve anlayıştan yararlanmanın yollarını ararlar. Oysa biz çok vehimli bir milletiz. Bizde kimse kimseye güvenmez. Fertlere güçlülerin doğruları empoze edilir. ABD ile Türkiye arasındaki temel ayrılık şudur: Türkiye’de düşünce âlemi mayınlanıyor. Bu da yürüyüşümüzü yavaşlatarak hareket kabiliyetimizi zorlaştırıyor. Oysa ABD’de düşünce yolundaki mayınlar temizleniyor. Hareket alanı genişletiliyor.

    ABD’de tevhid-i tedrisat yoktur. Bu anlayışı doğru bulmazlar. Orada ‘evde eğitim modeli’ diye bir sistem de vardır. Bazı kesimler eğitimi eve taşırlar. İstedikleri ortamda eğitim görürler. Orada isteyen herkes okul açabilir. Eğitime yatırım yapanlara her türlü kolaylık sağlanır. Eğitime yatırım yapanlar açtıkları okullarda diledikleri müfredatı uygulayabilirler. Onlara kimse şüpheyle, vehimle ve yan gözle bakmaz. İsteyen dini eğitim veren okullar açabilir. Bunun önünde hiçbir kanuni engel yoktur. Bu ülkenin eğitimden sorumlu idarecileri okul açan kişilere bir öğrenciyi yetiştirmeleri karşılığında 4500 dolar para veriyorlar. Bu hususta yerli yabancı ayrımı yapmıyorlar. Okulları ihaleye açıyorlar. Son zamanlarda Türkler burada da eğitime yatırım yapıyorlar. Çok da başarılı oluyorlar. ABD her milliyetten insanın fikirlerinden yararlanıyor, onların tutarlı ve mantıklı düşüncelerini ülke menfaatleri doğrultusunda kullanıyorlar. ABD faydacılığında birleşiyorlar.”

    Yıllarını ABD’de eğitime vermiş bir akademisyen olan Yunus Çengel’in bu zengin içerikli konuşmasından sonra Hacettepe Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Erdoğan eğitime dair düşüncelerini dile getirdi. Erdoğan özetle şöyle dedi:

    “Bizde nedense bir özgürlük korkusu var. Bir otoriteye teslim olma temayülündeyiz. Özgürlük risk almayı gerektirdiği için bazen onu bile kendimizden uzak tutuyoruz. Yıllardan beri Türkiye’nin hürriyetçi bir anlayışa sahip olmaması, verilen ideolojik eğitimle ilgilidir. Bizde belli bir görüşü esas alan eğitim veriliyor. Oysa bizler sadece doğruları göstermeliyiz.

    Aslında bundan 200 sene evvel devlet okulu yoktu. Okullar devletin olunca eğitim ideolojik bir araç olarak kullanılıyor. Bu da bazı düşüncelerin devre dışı kalmasına neden oluyor. Bizdeki eğitim, dağılan SSCB’dekine çok benziyor. Verilen eğitim zihni melekelerimizi dumura uğratıyor. Öğretmenlerimiz de şartlandırılıyor… Özgürlüklerden korkmamak lazımdır. Eğitimde ideolojilerden arınmış, standart doğruların olmadığı bir sistem getirilmelidir. Böylelikle değişik anlayışlar devre dışı kalmaz, onlardan da istifade edilir.”

    Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen ve saygın akademisyenler tarafından onurlandırılan “Eğitim ve Demokrasi” panelinde sadece bunlar söylenmedi. Daha çok şey dile getirildi. Bunlar benim aldığım kırık dökük notlardı. Bu panel bizi pek çok konuda aydınlattı, ufkumuzun genişlemesine vesile oldu. Panelin düzenlenmesine vesile olan Eğitim Bir-Sen Trabzon şubesine Trabzonlu aydınlar olarak şükranlarımızı sunuyoruz.




  • eğitim17.12.2006 - 02:21

    EĞİTİM VE DEMOKRASI PANELİ–1

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen hafta sonu (16 Aralık 2006 Cumartesi) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Eğitim Bir-Sen Trabzon merkez şubesi tarafından “Eğitim ve Demokrasi” konulu bir panel düzenlendi. Panele konuşmacı olarak Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Osman Çakmak ve Amerika Nevada Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yunus Çengel katıldı. Panelin yöneticiliğini KTÜ İİBF öğretim üyelerinden Yahya Deryal yaptı. Kalabalık bir dinleyici topluluğunun katıldığı panel çok büyük bir ilgiyle takip edildi. Konuşmacılar ilk bakışta soğuk ve resmi görünen bir konuyu ilginç hale getirmesini bildiler. Konuşmacılar sırayla söz alıp konuyla ilgili düşüncelerini dile getirdiler. Panelistler en sonda da dinleyicilerden gelen sorulara cevap verdiler.

    Konuşmacılardan biri olan Prof. Dr. Osman Çakmak eğitimde zihinsel özgürlük konusuna değinerek mevzuya enteresan açılımlar getirdi. Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Kimya profesörü olan Osman Çakmak bu konuda özetle şu görüşlere yer verdi:

    “ Farklı düşünmek insan fıtratının gereğidir. Herkes aynı düşünmek zorunda değildir. Eğitim yapımızın temelinde bilgili insan yetiştirmek ve öğrencileri sınavlara hazırlamak amacı yatıyor. Eğitimde reflekslere dayanan şartlı öğrenme sistemini uyguluyoruz. Sorgulamadan, sebep sonuç ilişkisi kurmadan öğrenme şartlı öğrenmedir. Şartlı öğrenmede eleştirel bakış yok olmaktadır… Ezbercilik beynin fonksiyonlarını köreltiyor. ‘Kitabın yazdığı ve öğretmenin dediği doğrudur’ anlayışı eğitim sistemimizin bir parçası haline gelmiş. Bizde sormayan, sorgulamayan çocuk makbul görülüyor... Eğitim insana saygıyla başlar. Öğrenmek özgün bir faaliyettir. Hemen herkes farklı bir yaklaşımla öğrenir. Öğrenemeyen insan yoktur. Öğrenci merkezli bir eğitimde etkili bir öğrenme ortamı oluşturmak esastır.

    Gelişmenin temelinde bilim, bilimin temelinde merak vardır. Bizim eğitim sistemimiz şartlandırıcı esaslara dayandığı için merak hissi vermemektedir. ÖSS ve OKS şartlandırmanın en bariz örneğidir. İlkokulda sınav gözetmenliği öğrencilere ‘güvenilmez insanlar’ damgası vurduruyor. O yaşlarda sınav gözetmensiz yapılmalıdır. Hâl lisanımız konuşmaktan daha etkilidir. Bizde derslerde anlatılanlar sınavlarda aynen geri isteniyor. Bu hocaya bağımlılığı beraberinde getiriyor. Bizde şeylerin kendi değil, adı öğretiliyor. Bizim eğitimimiz sorgulamadan uzak, malumat düzeyindedir. Oysa önemli olan bilginin kendisinin öğretilmesi değil, nasıl kullanılacağının öğretilmesidir. Bilgiyi ilişkilendirerek öğretiyoruz... Merak ilmin hocasıdır. Öncelikle öğrencilerde merak hissini uyandırmalıyız ki öğrenme hızlı, etkili ve kalıcı olsun. Türkiye’de mesleki eğitimi geliştirmeli ve yaygınlaştırmalıyız. Dünya mesleki eğitime yöneliyor. Bugünkü kafada test çözmekle hiçbir yere varamayız.”

    Osman Çakmak’ın konuşmasının ardından ABD’de Nevada Üniversitesi’nde uzun yıllardan beri öğretim üyeliği yapan, dünya üzerinde termodinamik ve ısı geçişi konularını en iyi bilen Türk olarak tanınan Prof. Dr. Yunus Çengel konuşmasını ve sunumunu yaptı. Avrupa Birliği sürecinde eğitim konusuna değindi. Konuşmasında ağırlıklı olarak Amerika’da uygulanan eğitim sistemiyle Türkiye’deki eğitim sistemini karşılaştırdı. Çok ilginç anekdotlara yer vererek dinleyiciden alkış aldı. Özetle şunları söyledi:

    “Bir yerde eğitimin iyi olması için orada demokrasinin iyi olması gerekir. İyi eğitime giden yol demokrasiden geçer. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözü bütün okullarımızın duvarlarında asılıdır. Fakat bu zihinlere kazınamamıştır. Duvarlarda asılı kalmıştır. Hayata tatbik edilmemiştir. ABD’de okul duvarlarında böyle bir söz yoktur. Fakat onlar yaptıkları her işte bu sözü rehber edinmişlerdir. Eğitim bir istişaredir. Eğitim bilgi yüklemek değil, bilinenleri hayata geçirmektir. ABD’de mühim olan bilginin hayata geçirilmesidir. Oysa Türkiye’de eğitimin gayesi sınavlara hazırlanmaktır. Bence eğitim hammaddeye katma değer ilavesidir. Kimde bilgi varsa asıl zengin odur. Güney Korelilerle Kuzey Koreliler benzer coğrafyalarda yaşamalarına rağmen onları birbirinden ayıran ve birini ötekine fersah fersah üstün kılan bilgidir, bilginin hayata tatbikidir.

    ABD her şeyi sorguluyor. Onların da bazı konularda eksiklikleri var şüphesiz... Onlar çocuklarına maneviyatı ve insaniyeti veremiyorlar. Akıl ve bilim menfaatin hizmetine sunulmuş orada. Böyle olunca faziletle menfaat çatışıyor. Türkiye’de gerçek hayatta işe yarayacak bilgiler verilmiyor. Sınav merkezli eğitim uygulanıyor. ABD’de normal liselerde bile asgari düzeyde meslek bilgileri veriliyor. OECD Raporuna göre şayet Türkiye mevcut eğitim sistemini değiştirmezse gelecekte AB’nin düşük kaliteli işlerini yapacak.

  • recep yazıcıoğlu16.12.2006 - 00:17

    MERHUM VALİ RECEP YAZICIOĞLU VE “KÖPRÜ” DİZİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yıllardan beri hep söyleriz: Türkiye’de un var, şeker var, yağ var; fakat helva yapacak maharetli eller yoktur. Bu belki öznel bir yargıdır, ama yaşanan hakikatler bunun nesnel yanlarının da görmezlikten gelinmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.

    Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz dünya devletlerinin iştahını kabartıyor. Büyük bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz, lakin nedense ‘Derya içredir deryayı bilmezler’ berceste mısraının tecellisini hayatımızın her yanında ve anında görüyoruz. Bizi bu halden kurtaracak, bize geçmişin ihtişamını yaşatacak, maddi ve manevi değerlerimizi hayatımızın mühim bir parçası haline getirecek yüce şahsiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.

    Ülkemizde zaman zaman sıra dışı insanlar ortaya çıkıp güzel şeyler yapıyor. Fakat bu insanlar değişik merciler tarafından bir şekilde susturuluyor. Buna en güzel örnekler yakın zamanda aramızdan ayrılan Turgut Özal, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu’dur. Zamanlarını aşan ve bütün engellemelere rağmen çok büyük işler yapan bu üç kişinin de ölümü şaibelidir. Bu üç kişiden Turgut Özal aniden rahatsızlanarak vefat etmiş, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu şüpheli trafik kazalarına kurban gitmiştir. Turgut Özal’ın zehirlendiğine dair bilgi ve belgeler değişik kurum ve kişiler tarafından dile getirilmiştir. Özellikle eşi Semra Özal bunu defalarca vurgulamıştır.

    Trabzon’un yetiştirmiş olduğu iki büyük bürokrat olan Maliye eski bakanı Adnan Kahveci ve Denizli eski Valisi Recep Yazıcıoğlu izahı mümkün olmayan şekillerde kaza geçirerek hayatlarını, genç denilebilecek yaşlarda kaybetmişlerdir. Bunlar kamuoyuna sıradan kazalar olarak duyurulmuş, fakat zihinlerdeki şüphe ve tereddütler silinememiştir.

    Türkiye’nin süper valisi olarak nitelendirilen Recep Yazıcıoğlu Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya gelmiş kıymetli bir şahsiyetti. 1968 yılında, Aydın Maiyet Memuru olarak göreve başlayan Yazıcıoğlu, 1971-1984 yılları arasında sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulunmuştu. 1984 yılında Tokat Valiliği’ne atanan Recep Yazıcıoğlu daha sonra, 14 Ağustos 1989’da Aydın Valisi olarak göreve başlamıştı. 19 Ağustos 1991 tarihinde Erzincan Valiliği’ne atanmış, bu görevinden sonra, 26 Eylül 1999’da da zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından Merkez Valiliği’ne düşürülmüştü. Bu şekilde bir anlamda cezalandırılarak geri hizmete alınmıştı. Peki, suçu neydi? Sadece zamanı aşan düşünceleri ve demeçleri…

    O sıra dışı bir valiydi. Evli, üç çocuk ve bir torun sahibi olan Recep Yazıcıoğlu, zaman zaman yaptığı sistem eleştirileriyle ve aykırı görüşleriyle dikkat çekti. Son olarak Denizli Valiliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Belediyesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Ankara İbni Sina Hastanesi’ne yatırılan Yazıcıoğlu, kazadan iki gün sonra bitkisel hayata girdi. 8 Eylül 2003’te Ankara İbni Sina Hastanesi’nde vefat etti. Cenazesi bir gün sonra, Söke ilçesinde defnedildi. O yaşarken de, öldükten sonra da çok konuşuldu, tartışıldı.

    13 yıllık kaymakamlığında kimsenin tanımadığı Recep Yazıcıoğlu, Tokat’ta rakıya yasak koydurunca Türkiye gündemine oturuverdi. Onun akıl dolu uygulamalarını art niyetli kişiler saptırarak aleyhine delil olarak kullanmaya çalıştı. Onu hiç kimse hak bildiği yoldan döndüremedi. Karadeniz inadı ve kararlılığı genlerine sinmişti. O, bürokrasi hazretlerine meydan savaşı açtı. Resmi dairelerde resmiyeti rafa kaldırdı, onun yerine samimiyeti yerleştirdi. Kapısını halka ardına kadar açtı. Her gittiği yerde halkın içine yarıştı. Zaman zaman tebdil-i kıyafetle denetimler yaptı. Sporu bizzat yaparak halka sevdirdi. Değişik çevreler onun uygulamalarını çok tartıştı. Hak veren de, yeren de oldu.

    Son zamanlarda özel televizyon kanallarından birinde merhum vali Recep Yazıcıoğlu’nun hayatını ve icraatlarını anlatan ‘Köprü’ isimli bir dizi yayınlanıyor. Dizi Ayşe Kulin’in aynı adlı romanından film haline getirilmiş. ‘Köprü’ romanın kurgusu idealist bir valinin merkeziyetçi bürokratik yapının doğal sonucu olarak soğuttuğu, birbirinden uzaklaştırdığı, hatta kimi zaman kopardığı devlet-halk ilişkisindeki kısır döngüyü kırma çabası üzerine şekillendirilmiştir. Roman gerçekçi bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır.

    ‘Köprü’ romanında anlatılan konu Erzincan’da bürokratik engellerle yapılamayan bir köprünün acıklı başlayan, mutlu sonla neticelenen hikâyesidir. Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başpınar Köyü’nde bir köprü bulunmaması sebebiyle insanların hayatlarında çektikleri sıkıntılar anlatılıyor bu eserde. Uzun yıllar boyunca yapılamayan bir köprünün Vali Yazıcıoğlu’nun seferberliğiyle inşa edilmesi dile getiriliyor.

    Yazar Ayşe Kulin’in aynı isimli romanından Ahmet Yurdakul’un senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Sadullah Şentürk’ün yaptığı Köprü’nün başrollerinde Erdal Beşikçioğlu, Ayşegül Ünsal, Selim Bayraktar, Ali Hakan Beşen, Haldun Boysan, Yurdaer Okur ve Melis Birkan oynuyor. Dizi Eskişehir’de çekiliyor. Bence Erzincan’ı ve oranın efsaneleşmiş bir valisini anlatan dizinin Erzincan’da çekilmesi daha gerçekçi ve uygun olurdu. Diziyi hangi akılla burada çektiklerini anlayamıyorum. Bunun dışında diziyi başarılı buluyorum. Zira diziden alacağımız pek çok ders vardır. Bu dizi merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na gösterilen vefanın güzel bir örneğidir. Demek ki vefa can çekişse de henüz ölmemiş… Ben söz konusu romanı okudum, diziyi de takip ediyorum. Herkese, özellikle Trabzonlulara bu diziyi izlemelerini, Ayşe Kulin’in ‘Köprü’ adlı romanını okumalarını tavsiye ediyorum.

  • tekayder (trabzon eğitim araştırma derneği)13.12.2006 - 22:41

    TEKAYDER’DEN ALTERNATİF BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Öğretmenler yılın bir gününe sığmayacak kadar büyük ve fedakâr şahsiyetlerdir. Onları her yıl 24 Kasımlarda anmak yetmez tabiî ki… Resmi anma törenlerinde onlara yapılan övgüler fazla bir şey ifade etmiyor gerçekte. “Öğretmenin hayat şartlarının iyileştirilmesi için neler yapılabilir? ” sorusunun cevabı aranmalıdır bu günlerde… Fakat bu konuya değinmek için öğretmenin derdiyle dertlenmek lâzım. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor. Öğretmenler, öğretmen olmayanların insafına terk edilince hayırlı netice hâsıl olmuyor. Meseleleri gelecek yıllara aktarıp duruyorlar; çözümü bir başka bahara ertelenmek zorunda kalıyorlar. Öğretmenler artık alıştı bu laflara, beklentileri de kalmadı yetkililerden…

    Trabzon’da öğretmenlerle ilgili resmi kutlama programı 24 Kasım günü Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda yapılmıştı. Aradan bir hafta geçti. Bu kutlamalara ilave olarak Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma ve Yardımlaşma Derneği(TEKAYDER) 2 Aralık 2006 Cumartesi günü 19 Mayıs Kapalı Spor Salonu’nda geniş kapsamlı bir Öğretmenler Günü Kutlama Programı gerçekleştirdi. Adı geçen derneği daha önceki etkinliklerinden de yakinen tanıyoruz. Resmi programların sıkıcı havasından uzak, alternatif kutlama ve anma programları düzenliyorlar. Belirli gün ve haftalarda konferanslar ve belirli günlerin içeriğine uygun faaliyetler tertip ediyorlar. Bundan bir ay evvel 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’yla alakalı hoş bir anma programı gerçekleştirmişlerdi. Bu etkinlik bir hayli ilgi görmüştü.

    Trabzon halkı Tekayder’i anlamlı etkinlikleriyle tanıdı ve benimsedi. Artık her önemli günde onlardan alternatif etkinlikler bekliyorlar. Derneğin her faaliyeti yasalar çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Milli Eğitim ve diğer devlet kurumlarından izin ve destek alıyorlar. Devlet kurumlarıyla uyum içinde çalışıyor Tekayder… Gençlere ve öğrencilere yönelik ders destekleme ve bilgisayar kursları da düzenliyorlar. Bunlar Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu ile işbirliği yaparak gerekleştiriyorlar. Çok geniş ve güzel bir hizmet binaları var. Her kesimden insanı, özellikle maddi durumu elvermeyen zeki çocukları kucaklıyorlar.

    Geçen hafta sonu Tekayder tarafından yapılan Öğretmenler Gecesi saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı. Dernek Başkanı Fuat Öründü öğretmenlikle ilgili olarak kısa bir açış konuşması yaptı. Daha sonra öğretmenlerle ilgili olarak tiyatro şeklinde gerçek hayattan bir kesit sundular. Bitlis’in bir köyünde hain teröristler tarafından bayrak direğine asılarak öldürülen bir öğretmenin hayatını canlandırdılar. Öğretmen ve öğrencilerin rol aldığı kısa oyun güzeldi ve duygu yüklü mesajlarla doluydu.

    Bu güzel tiyatro gösterisinin ardından Gülbahar Hatun Koleji öğrenci korosu tarafından canlı müzik eşliğinde şarkı ve türküler söylendi, öğretmen temalı şiirler okundu. Daha sonra geçmişten günümüze nostaljik(özlemli) öğrenci kıyafetleri defilesi yapıldı. Programda öğretmenlik görevini sürdüren en genç ve en yaşlı öğretmenleri temsilen birer öğretmene söz verildi. Göreve henüz iki buçuk ay evvel başlayan bir bayan öğretmenle 32 yıldır öğretmenlik vazifesini büyük bir aşkla ve şevkle yerine getiren bir öğretmen, mesleğiyle ilgili anılarını ve duygularını anlattı. Söz konusu öğretmenlere plaket(onurluk) takdim edildi.

    Tekayder’in düzenlediği öğretmenler gecesinin sonunda sahneye kıymetli bir sanatçı çıkarak izleyenleri coşturdu. TRT İzmir Radyosu Türk Halk Müziği Sanatçısı Reşit Muhtar salondaki öğretmenlere şahane bir konser verdi. Konser büyük beğeniyle izlendi. Reşit Muhtar’ı ilk kez canlı bir programda dinledim. Bir insan ancak bu kadar dolu ve geniş vizyonlu olabilir. Reşit Muhtar söylediği birbirinden güzel türkülerle ve türküler arasında yaptığı anlamlı konuşmalarla dinleyenleri mest etti. Türk-İslam kültürüyle bezenmiş ve iman nuruyla süslenmiş bu gönül adamını dinlemek büyük bir zevkti. Türkülerin hakkını fazlasıyla verdi, geceye apayrı bir renk kattı. Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Tekayder’in programlarına alıştık, hatta müptelası olduk. Bundan sonra da onlardan yeni etkinlikler bekliyoruz. Bu anlamlı geceden dolayı kendilerine öğretmenler adına teşekkür ediyoruz.

  • tekayder (trabzon eğitim araştırma derneği)13.12.2006 - 22:40

    83.YILINDA CUMHURİYETİMİZ VE TEKAYDER’İN ETKİNLİKLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bu yıl da, Atatürk’ün fazilet olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin 83. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. Her kurum üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Halkımız her zaman olduğu gibi Cumhuriyetine sahip çıktı. Törenlere halkımızın çoğunluğu gönüllü olarak iştirak etti. Bu bağlamda Trabzon’da faaliyet gösteren TEKAYDER(Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma, Yardım Derneği) 31 Ekim 2006 Salı akşamı Trabzon’da Zorlu Grand Otel Konferans Salonunda Cumhuriyetle ilgili konferans tertip etti. ‘83. Yılında Cumhuriyetimiz’ konulu konferansı KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hikmet Öksüz kalabalık bir dinleyici topluluğuna verdi.

    Konferanstan evvel TEKAYDER Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Öründü kısa bir açış konuşması yaptı. Ardından TEKAYDER’le ilgili bir tanıtım cd’si izlendi. Derneğin bugüne kadar yaptığı faaliyetler tanıtıldı. Konferanstan evvel konuşmacı Hikmet Öksüz’ün biyografisi okundu. Seçkin bir dinleyici kitlesine konuşan hatip Doç. Dr. Hikmet Öksüz, bir saati aşkın sohbet tadındaki konuşmasında şu görüşlere yer verdi:

    “Türkiye Cumhuriyeti imparatorluktan milli devlete geçişin meyvesidir. Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi ve 23 bin kilometre karelik bir toprak parçasını içine alıyordu. Dünyadaki her beş insandan biri Osmanlı uyruğuna mensuptu. Bugünkü topraklarımız 814 bin kilometrekareye düşmüştür. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfusumuz vardı.

    Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kuruluş sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda üç milyon insanımızı kaybettik. O zamanlar Ermeniler devletlerine isyan ettiler. Rumlar fırsatı kaza etmediler. Onlar da ayaklandılar. Bu zor şartlar altında 1923’te Türkiye adında millî bir devlet oluşturduk. Bu pek çok değişimi de beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın yüzde 87’si müslümandı. Milli devlete geçiş sürecinin sonunda bu oran 1927’te yüzde 99’lara yükseldi. O zamanlar halkın yüzde 86’sının dili Türkçeydi. Tarihin hiçbir döneminde bu millet bu kadar homojen bir yapıya kavuşmamıştı.

    Cumhuriyet, İstiklal Harbi gibi çok önemli bir başarının ardından geldi. Türkiye Cumhuriyeti saltanatın devrilmesine karşı bir hareketin neticesi değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığından itibaren hep meşruiyetçi bir tavır ortaya koymuştur. O, milli iradeyi hâkim kılmak için mücadele etmiştir. Bu cumhuriyet rejimiydi. Cumhuriyeti ortaya çıkaran Türk milletinin iradesi ve kararlılığıdır. Devleti idare edenlere yetkiyi millet verir. Cumhuriyetin ruhu budur.

    Cumhuriyetle birlikte tebadan vatandaşlığa geçilmiştir. Cumhuriyetle birlikte hukuk birliği gerçekleştirilmiştir. Herkes devletin itibarlı bir üyesi olmuştur. Bu durum vatandaşların devlete bağlılığını güçlendirmiştir. Fakat bugün bu bağlar zayıflatılıyor. Milleti devletten koparma projesi yürütülüyor.
    Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kazançlarından birisi eğitim birliğidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim birleştirilmiş, yabancı okullar da tek çatı altında toplanmıştır. Türkiye topraklarındaki misyoner okulları kapatılmıştır.

    Cumhuriyetle beraber başkentin Ankara’ya taşınması coğrafi bir tercih değil, mücadele ettiğimiz kesime meydan okumadır. O zamanın güçlü ülkeleri Lozan’ı meclislerinde bir yıl boyunca kabul etmemişlerdir. Hatta tepki olarak elçilerini başkent Ankara’ya göndermemişlerdir. Kapitülasyon geleneğinden gelen Avrupa ülkeleri Osmanlı’dan kopardıkları kapitülasyonları Türkiye Cumhuriyeti’nden de beklemişlerdir. Fakat umduklarını bulamamışlardır. Çünkü 1930’da bütün zorluklara rağmen ‘Hayır’ diyebilen bir Türkiye vardı. O zamanki Türkiye’yle ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen zihniyeti bir karşılaştırın. O zamanlar belki bugünkü kadar ileri bir seviyede değildik ama iktidarda milli iradeyi hâkim kılan idareciler vardı. Üstelik Türkiye; Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mecbur edilmişti. Bu borçları ancak 1954 yılında bitirebildik.

    Cumhuriyet Türkiye’si 1945’ten sonra ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. O gün bugündür belimizi doğrultup milli iradeyi hâkim kılamıyoruz. Cumhuriyet hiçbir aileye ilelebet devleti idare etme yetkisi vermedi. Herkese eşit haklar ve şartlar tanıdı. Kadına seçme seçilme hakkı Fransa’da 1944’te verilmesine rağmen bizde 1934’te verildi. 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet modeli bu milletin dokusuna uygun olduğu için halk tarafından da kolaylıkla benimsenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Osmanoğulları ailesi katledilmemiş, sadece şartlar gereği sınır dışı edilmiştir. Yani bizdeki değişim bir kısım Avrupa ülkelerindeki gibi kanlı olmamıştır.

    Bizler stratejik açıdan zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Karadan sekiz tane komşumuz var. Enerji kaynaklarının kesiştiği noktadayız. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’inin hem eski sahibi, hem komşusuyuz. Finlandiya ve Norveç gibi sadece iki komşumuz yok. Bu ülkeler gibi rahat bir konuma sahip olsaydık bugünkünden çok daha ileri konumda olacaktık Bu konumumuzdan dolayı başımıza hep çorap örülüyor. İlerleyişimiz engelleniyor. Bardağı bir türlü dolduramıyoruz. Altını oyup boşaltıyorlar. Cumhuriyet Türk’ün dokusuna çok uygun bir sistemdir. Onu koruyalım ki geleceğimiz aydınlık olsun.”

    Konferanstan derlediğim kırık dökük notlar bunlar… Bilinmelidir ki KTÜ, Trabzon için büyük bir nimettir. Çünkü bu köklü bilim yuvasında çok değerli ilim adamları var. Hikmet Öksüz de onlardan biri… Kendisi Çaykaralı… İçimizden biri… Çok akıcı bir konuşma tarzı var. Engin bir bilgi ve birikim sahibi… Ben onu geleceğin Osman Turan’ı olarak görüyorum. Zaten Osman Turan da Çaykaralıydı. Çaykara tarih bilimi sahasında yeni bir değer yetiştiriyor. Trabzon ondan istifade etmelidir.

    TEKAYDER’in “83. Yıl Cumhuriyet Kültür ve Sanat Etkinlikleri” hafta boyunca devam etti. 01 Kasım 2006 Çarşamba günü Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Cumhuriyetimizin 83. Yılı Fotoğraf Sergisi açıldı. “Vatan Sağolsun” adlı kısa bir tiyatro gösterisi sunuldu. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Yöresel yemekler standı açıldı. İstiklal Harbi’ne ait temsili siper oluşturuldu. Abide şahsiyetlerimiz ve abide eserleri standı kuruldu.

    Bunun yanında İlimizde kaybolmaya yüz tutmuş meslekler standı ziyaretçilerin dikkatine sunuldu. 02 Kasımda yine aynı mekânda “Kuruluşundan Günümüze Cumhuriyetimiz” konulu sinevizyon gösterisi yapıldı. Aynı günün akşamı saat 19.00’da Akçaabat Belediyesi Korosu Türk Sanat Müziği Konseri verdi. Bu yıl TEKAYDER sayesinde dolu dolu bir Cumhuriyet Bayramı geçirdik. Emeği geçen herkese Trabzonlular adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Umarım bu faaliyetler gelecek yıllarda da artarak devam eder. Çünkü bu tarz programlar rutin törenlere nazaran çok daha faydalı ve ilgi çekici oluyor.

  • trabzon13.12.2006 - 22:37

    BİRİNCİ KARADENİZ SPOR OYUNLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon güzel ülkemizin şirin şehirlerinin başında gelmektedir. Binlerce yıllık bir yerleşim yeri olan Trabzon, nice medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Şehri gezenler bunun kalıcı izlerini her adım başında göreceklerdir. Bu kalıntılar vefalı ellerle geleceğe taşınacaktır.

    Trabzon’da kültür, sanat, edebiyat ve spor çok mühim bir yer teşkil etmektedir. Bu şehirde spor bir yaşam tarzı oluvermiştir. Sporun da özellikle futbol dalına aşırı bir ilgi ve rağbet vardır. Bunun en büyük nedeni Trabzonspor’un yakın tarih içindeki başarılarıdır.

    Geçenlerde Trabzon’umuz çok önemli bir uluslararası organizasyonu düzenleme hakkı kazandı. 2011 yılındaki Avrupa Gençlik Olimpiyatları Trabzon’da düzenlenecek. Çok değil, dört yıl sonra 48 ülkeden 5 bin kişinin katılacağı olimpiyatlarda dünyanın gözü, kulağı Trabzon’da olacak. Bu, Türkiye’nin ve Trabzon’un tanıtımına büyük fayda sağlayacak. Trabzon bu vesileyle yeni tesislere kavuşacak. Organizasyonun Trabzon’a alınmasında emeği geçenleri kutluyoruz.

    Bunun yanında futbolla yatıp kalkan Trabzon’da bu yıl uluslararası bir spor organizasyonu gerçekleştirilecektir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden gelecek sporcularla değişik dallarda yarışmalar düzenlenecektir. “Karadeniz Spor Oyunları” adı altında ilk kez düzenlenecek olan bu uluslararası organizasyonun ilki Türkiye’de, Trabzon, Giresun ve Rize şehirlerinde gerçekleştirilecektir. Fakat oyunların merkezi Trabzon olacaktır. Organizasyon 2-8 Temmuz 2007 tarihleri arasında düzenlenecektir.

    Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin çeşitli alanlarda var olan birlikteliklerinin yanı sıra, spor alanında da bir işbirliğine giriş sürecinin Karadeniz Oyunları ile pekiştirilmesi hedefleniyor. Bu oyunlar vasıtasıyla Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin özellikle bölgesel bütünleşme, sosyal ve kültürel alanlardaki ilişkilerin gelişimi, Akdeniz, Amerikan, Asya spor oyunları gibi bölgesel bir aktivite ile ülkeler arası dostluğun geliştirilmesi amaçlanıyor.

    Trabzon’un merkez olacağı oyunlar çerçevesinde sporcu, idareci, çalıştırıcı ve teknik ekip olmak üzere üç bin kişinin Trabzon’a gelmesi bekleniyor. Bu şehrimiz için çok mühim bir tanıtım fırsatı olacaktır. Organizasyona katılacak ülkelerin vatandaşları Trabzon şehrinin adını sık sık duyacaklardır. Hatta oyunlarla ilgili bilgiler ve neticeler bütün dünyaya haber olarak geçecektir. Bu son derece büyük bir tanıtım fırsatıdır; çok iyi değerlendirilmesi gerekir.

    1. Karadeniz Spor Oyunları’nın daha popüler bir hale gelebilmesi ve daha çok sporcunun katılımının sağlanması amacıyla oyunlara Karadeniz Ekonomik İşbirliğine üye ülkelerin tümünün katılımı planlanmıştır. Bu çerçevede oyunlara Türkiye’nin yanı sıra Sırbistan, Moldova, Rusya, Romanya, Ermenistan, Yunanistan, Gürcistan, Arnavutluk, Ukrayna ve Azerbaycan katılacaktır. 3 Temmuz 2007 Salı günü açılış töreni, 8 Temmuz 2007 Pazar günü de kapanış törenleri yapılacaktır. Anlaşılan o ki bu yıl Trabzon temmuz sıcağında güzel bir heyecan yaşayacaktır.

    Karadeniz Oyunları’nda merkez Trabzon olmak üzere Giresun ve Rize
    illerindeki tesisler organizasyon için kullanılacak. Trabzon’da Yorma, Sürmene, Araklı, Vakfıkebir, Of ve Akçaabat ilçelerindeki spor tesisleri organizasyon için şimdiden hazırlanıyor. Atletizm yarışmaları için Moloz’da yapılması düşünülen tesise Trabzon Belediyesi yer tahsisinde bulunurken, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü 1 milyon 500 bin YTL’yi bu tesisin yapımı için ayırdı bile. Tesis 2007 yılında hazır olacaktır. Karadeniz Teknik Üniversitesi de spor tesislerinin yanı sıra kampüste oyunlar köyünün hazırlıklarına başladı. Organizasyon boyunca KTÜ Oyunlar Köyü olarak kullanılacak. Yurtlar, yemekhaneler ve tesisler tamamen bu organizasyon için hazır olacak. Üniversite tüm imkânlarını bu organizasyona seferber edecek.

    Şüphesiz ki Trabzon, Doğu Karadeniz bölgesinin en gelişmiş şehridir. Kara, deniz ve hava olmak üzere her türlü ulaşım imkânı mevcuttur. Şehrimizde biri beş yıldızlı olmak üzere pek çok yıldızlı otel vardır. Yani konaklama konusunda bir sıkıntı yaşanacağını sanmıyorum. Trabzon’un misafirperver halkı gelenlerden sevgi ve hoşgörüsünü esirgemeyecektir. Trabzon bu uluslararası organizasyondan alnının akıyla çıkacaktır. Şehirde bu kültürel altyapı mevcuttur.

    Bu organizasyon 2011 yılında Trabzon’da yapılacak olan Dünya Gençlik Olimpiyatlarının bir çeşit provası olacaktır. Trabzon bunu başaracaktır. Yeter ki Trabzon sevgisinde, asgari müştereklerde birleşelim, kenetlenelim. Bu imtihanı başarıyla geçersek Trabzon’un vitrini daha da renklenecek, zenginleşecektir. Şehrimize yepyeni ufuklar açılacaktır. Trabzonluların bu gibi uluslararası faaliyetlere ilgi göstermesi gerekir. Büyük bir aksilik olmazsa herkesi 3 Temmuz Salı günü 1. Karadeniz Oyunları açılışına bekliyoruz. Spor futboldan ibaret değildir. Trabzonlular’ın futbol kadar diğer spor dallarına da ilgi göstereceğini umuyorum.

  • aşık reyhani11.12.2006 - 00:31

    ÂŞIKLIK GELENEĞİ VE ÂŞIK REYHANÎ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinin en zengin kaynaklarından birisidir âşıklık geleneği… Bu mübarek çeşmeden nice kaynak beslenmiştir. Bilindiği üzere âşıklık geleneğinin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Saf şiirin kaynağıdır bu aydınlık ve bereketli şiir oluğu… Köklü bir deneyim süreci neticesinde birbirinden güzel, özgün şiirler ve şairler çıkmıştır bu gelenekten.

    Âşıklık geleneği pek çok kaidelerden oluşmuştur. Yani pek çok hususta kurallar ve sınırlandırmalar vardır. Bu durum şiir söylemeyi zorlaştırsa da ortaya çıkan mahsulün kalitesini ve edebi değerini artırmaktadır. Âşıklık bir yaşama biçiminin yansımasıdır. Âşık edebiyatı, ozan-baksı geleneğinin Anadolu’da yaşama biçiminin değişimiyle ortadan kalkması üzerine oluşmuştur. Âşıklık geleneğinden sazlı (telden) , sazsız (dilden) , doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya birkaç özelliği birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere ‘âşık’, bu söyleme biçimine ‘âşıklık-âşıklama’, âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de ‘âşıklık geleneği’ adı verilir. Çok sağlam bir altyapısı vardır.

    Türk şiirinin en büyük zenginliklerinden birisi Divan şiiriyse, ötekisi Halk şiiridir. Fakat günümüzde nedense bu iki şiir geleneği de serbest şiirin gölgesinde kalmıştır. Kuralsızlık ve aşırılık şiire de yansımış, ucube şiirler mantar gibi sağda solda biter olmuştur. Maalesef bunlar bir hayli de taraftar bulmuştur. Anlayacağınız o ki şiirimiz modaya kurban edilmiştir. Halk şairleri ilgisizlikten unutulmuş, bu gelenek her geçen gün kan kaybetmiştir.

    Günümüzde halk şiiri birkaç ustanın üstün gayretleriyle hayatını devam ettirmektedir. Onlar sayesinde âşıklıklık geleneği sürmektedir. Fakat o eski ihtişamından eser kalmamıştır. Onun içindir ki her halk şairinin, her âşığın aramızdan ayrılması bu şiir geleneğinin biraz daha eriyip yok olması anlamına geliyor. Çünkü bu şiire gönül vermiş ustaların yeri kolay kolay dolmuyor. Üstelik halk şiirine artık kimse rağbet etmiyor. Bu durum halk şiiri kaynaklarının yakın gelecekte kuruyacağı endişesini beraberinde getiriyor. Ben bunları düşünürken halk şiirinin efsane isimlerinden biri olan Âşık Reyhanî’nin ölüm haberi geldi kulağıma....

    Türk halk şiirinin günümüzdeki en büyük temsilcilerinden biri olan Erzurumlu Âşık Reyhanî’yi de kaybettik. 10 Aralık 2006 Pazar günü Reyhanî göç eyledi bu fani âlemden… Geçtiğimiz sene de halk şiirimizin en büyük ustalarından biri olan Murat Çobanoğlu’yu yitirmiştik. Bu iki ustanın birer yıl arayla aramızdan ayrılması halk şiiri adına büyük kayıplardır. Şu üzücü bir gerçek ki bunların yeri bir daha doldurulamayacaktır. Fakat dünyaya gelişimiz ne kadar gerçekse göçüşümüz de o kadar gerçektir. Onun için Âşık Reyhanî’nin ebediyete intikalini de bu açıdan değerlendirmemiz gerekir.

    Asıl adı Yaşar Yılmaz olan Âşık Reyhanî, 1932 yılında Hasankale’nin Alvar köyünde doğmuştu. Yani O, 74 yaşında aramızdan ayrıldı. Konya Âşıklar Bayramına aralıksız katılan yedi âşıktan biriydi. Eski âşıkların dışında, yetiştiği Huzuri Baba, Nihani, Cevlani, Efkari, Murat Çobanoğlu’nun babası Gülistan Çobanoğlu gibi âşıklardan gelenek ve usul öğrenmişti. İran’dan Avrupa’ya birçok ülkede türkü söyleyen Âşık Reyhanî, katıldığı yarışmalarda da birçoğu birincilik olmak üzere çeşitli ödüller almıştı. 1980’li yılların başında Erzurum’da bulunan Doğu Ozanları Derneği’nin başkanlığına getirilmişti. Âşık Reyhanî birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrılmıştı. Halk şiirimizi sınırlarımızın dışına taşımış ve oralarda tanıtmıştı. Ayrıca ABD’nin Michigan Üniversitesi’nde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı verilmişti.

    O sessiz yaşasa da ismi Edirne’den Kars’a kadar yayıldı. Şiirlerinin çoğu bestelenerek dilden dile dolaştı. Türkülerde sesi ve sazı yankılandı. Ülkemin yürek sızılarını dilden dile, telden tele taşıdı. Sevdalı yüreklerin tercümanı oldu. Fakat kendisi çok vefalı olmasına rağmen vefa görmedi. Uzun zamandan beri hastalıklara duçar oldu. Hastalık onu yataklara mahkûm eyledi. Bedeninin dili, sazının teli sustu. En sonunda da şairin dediği gibi bir tel koptu, ahenk ebediyen kesildi. Son günlerinde eriyip bir deri bir kemik kaldı. O güzel insan tanınmaz bir hale geldi. Geçmişte söylediği bir şiirde aşktan bir deri bir kemik kaldığını söylemişti. Sanki o dizeler ömrünün son demlerindeki hazin görüntüsünü yansıtıyordu. Onu kendi ifadesiyle gerçek sevdaya, Hakk’a götürdüler. Çünkü erenlerden geri kalmak istemiyordu. O şimdi Hakk’ın divanında hayat bulmuş bir erendir:

    “Al beni ne olur sevdaya götür
    Erenlerden geri kaldım sevdiğim
    Saz bir bahanedir göğsümü dövdüm
    Bir kemik bir deri kaldım sevdiğim”

    Âşık Reyhanî şair doğmuş insanlardan biriydi. Âşıklık geleneğini çok iyi biliyordu. Bu işi ciddiye alıyordu. Uzun yıllar usta âşıklardan dersler almıştı. O, halk şiiri arşivine pek çok nitelikli eser kazandırmıştır. Onu mahdut bir yazıyla anlatmak ne mümkün…

    O büyük insan ömrünün son yıllarını büyük sıkıntılarla, hastalıklarla, hastane köşelerinde geçirdi. Yalnızlık tek yoldaşı oldu. O koca insan adeta bir mum gibi eridi. Fakat kimse onun derdiyle dertlenmedi. Ölümü bile televizyonlarda ve gazetelerde son haber olarak satır aralarında verildi. Çünkü o yeniyetmelerin moda kültürüne iltifat etmedi hiçbir zaman. Büyük medya patronlarıyla yıldızlı otellerde oturup kadeh kaldırmadı. O, halkın bağrından çıkmış, halkının sesi olmuş bir çilekeşti. Onun içindir ki değerlerin altüst olduğu bu bahtsız zamanda sesi kısık çıktı. Kimse elinden tutmadı, hayatta tek başına yürümek mecburiyetinde bırakıldı. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü, kimseye el açmadı. Bu milletin gerçek efendisi ve sahibi olan halkın gür sesi olmaya and içmiş bu büyük halk aşığına Allah’tan rahmet diliyorum. Sözlerimi onun ölüme dair bir dörtlüğüyle noktalamak istiyorum.

    “Gel gülü yandırma bülbül / Önce ağla sonradan gül
    Ölüm en son nokta değil / İş ondan öteye başlar”

  • yerli malı haftası09.12.2006 - 21:10

    TUTUM, YATIRIM VE TÜRK MALLARI HAFTASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ülkeler sağlam bir ekonomik yapı üzerine kurulmuşsa geleceğe güvenle bakılabilir. Aksi halde ülkelerin ayakta durması güçleşir. Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasal bağımsızlık olmaz. Çünkü yabancılara borçlanan ülkelerin eli ayağı bağlanır. Para veren bir zaman sonra akıl vermeye başlar. “Borç iyi güne gitmez” demiş atalarımız. Borçtan ancak ödemekle kurtulabiliriz. Türkiye yıllardan beri borçlu yaşamanın sıkıntılarını çekiyor.

    Türkiye zengin bir ülke değildir. Bazıları bolluk içinde yaşarken bazıları da çöplerden rızkını çıkarmanın mücadelesini vermektedir. Bunu bilerek hareket etmek zorundayız. Tutumlu olursak gelecekte maddi sıkıntılar yaşamayız. Hiç ihtiyacı yokken gösteriş için harcama yapanları anlamak mümkün değildir. Çoğumuzun evinde hiç kullanılmayan eşyalar vardır. Durum bu iken bu eşyalara yenilerini ekleriz. Bu iş için avuç dolusu paralar harcarız. Fakat nedense bir garibanı doyurmak için elimizi cebimize götürmekte zorlanırız.

    İnsanın gelecekte neler yaşayacağı, nelerle karşılaşacağı belli değildir. Kader bize nice sürprizler hazırlamıştır. Onun için elimizde ne varsa har vurup harman savurmamalıyız. Bir kenara bir miktar para koyup tabir caizse onu unutmalıyız. Onu yok saymalıyız; ancak darda kaldığımızda onu kullanma yoluna gitmeliyiz. Tutumlu olmakla cimriliği birbirine karıştırmamalıyız. Cimrilikle tutumluluk çok farklı şeylerdir. Harcanması gereken yerde harcanmalı, tasarruf edilmesi gereken yerde de tasarruf edilmelidir.

    İnsanlarımız mücevherlerini yastık altında saklıyorlar. Özellikle kadınlarımız takıya büyük paralar harcıyorlar. Bazıları altın ve döviz almayı yatırım olarak görüyor. Bunlar ekonomide dolaşmadığı için atıl olarak kalıyor. Takdir edersiniz ki paranın bir köşede bırakılmasının ülke ekonomisine hiçbir yararı yoktur. Parayla yatırım yapmak ve insanlara iş ve aş kapısı açmak gerekir. İşsizlik ancak böylelikle önlenebilir.

    Kaynaklar sınırsız değildir. Onun için ölçülü ve yerinde kullanılmaları zaruridir. Aksi halde sıkıntıların baş göstermesi işten bile değildir. Zenginlerimizin bir kısmı kendi ülkelerine değil, yabancı ülkelere yatırım yaparak belki farkında olmadan bu ülkeye zarar veriyorlar. Oysa ülkesini ve milletini seven insanlar parasını başka ülkelerdeki yatırımlara değil, kendi ülkesindeki yatırımlara harcarlar. Bu tutum vatan sevgisinin en güzel göstergesidir. Bu ülke ancak yerli sermayenin verimli kullanılmasıyla kalkınabilir.

    Ülkemizdeki ekonomik sıkıntıların başında ihracat gelirinin ithalatı karşılayamaması geliyor. Sattığınız maldan elde ettiğiniz parayla yabancılardan aldığınız mallara verdiğiniz para en azından birbirini karşılamalıdır. Gerçi ideal olan, mümkün olduğunca yabancı ülkelerden mal almamaktır; her türlü malı iç piyasada üretmektir. Fakat Türkiye’de bugünkü ticari verilere baktığımızda ihracatın ithalat giderlerini karşılamadığını görüyoruz. Karşılamayı bir kenara bırakın, bu iki kalem arasında büyük bir uçurum vardır.

    Türkiye son yıllarda yabancı mal cennetine dönüştürülmüştür. Kaliteli veya kalitesiz, ucuz veya pahalı her türlü mal, sınırlarımızdan rahatça içeri girmektedir. Önüne gelen devletler ülkemizde mallarını rahatlıkla pazarlamaktadır. Fakat Türkiye tekstilde çok ileri noktalara gelmiş olmasına rağmen ürettiği mallarını Avrupa ve ABD pazarlarında satamamaktadır. Mallarımıza kota konmaktadır. Bu büyük bir çifte standarttır. Bizler de onlara belli kısıtlamalar koymalıyız. Aksi halde Türkiye’de üretilen mallar pazar sıkıntısı çekecek, yerli üretim ortadan kalkma noktasına gelecektir.

    Eskiden okullarımızda ‘Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı’ vecizesi öğretilirdi. Öyle de yapardık. Yabancı mallara itibar etmezdik. Gerçi yabancı mallar bugünkü kadar rahat giremezdi Türkiye pazarına. Mecburen yerli malı kullanırdık. Oysa bugün yabancı markaları kullanmak bir üstünlük ve zenginlik göstergesi olarak görülüyor. Yabancı malların kaliteli olduğu inancı var insanlarımızda. Oysa bugün ülkemizde her türlü mal, araç gereç yapılabilmektedir. Bunun yanında Türk mallarıyla kıyaslanmayacak kadar kötü olan Çin malları sırf ucuz olduğu için iç piyasada yaygın olarak alıcı bulmaktadır.

    Geçmişte okullarımızda yerli malı haftaları kutlanırdı. Bu günler milli bir eğlenceye dönüştürülürdü. Günümüzde de 12-18 Aralık tarihleri arsında Yerli Malı Haftası kutlanıyor ama o eski ruh ve heyecan yaşatılamıyor; kutlamalar sembolik olmaktan öteye gitmiyor. İthalatın bu kadar başını alıp gittiği bir dönemde Yerli Malı Haftası’nın sembolik olmaması beklenemezdi zaten... Gelin yol yakınken hatadan dönelim, bundan sonra yerli malları kullanalım. Milyonlarca doların yabancılara gitmesine rıza göstermeyelim. Vatan sevgisi lafta kalmasın. Sözlerimi şair Hakkı Sunat’ın yerli mal kullanmanın önemini anlattığı dörtlükleriyle noktalamak istiyorum:

    “Üstüm, başım, içim, dışım. / Ayakkabım yerli malı...
    Vatanını seven insan, / Yerli malı kullanmalı.

    Çeşidi az olsa bile, / Yerli malı, vatan malı
    Başka türlü düşünenler / Varlığından utanmalı.”

  • mevlana09.12.2006 - 12:04

    MEVLANA’NIN GÖNÜL ÇAĞLAYANI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bazı şahsiyetler vardır ki fikri ne olursa olsun bütün kesimlerin ortak hafızası olurlar. Herkes onların yazdıklarında birleşir. Bunlar toplumun asgari müşterekleri konumundadırlar. Onlar bu haliyle toplumun denge unsurudurlar. Kavgalar ve sıcak tartışmalar bu büyük şahsiyetlerin buz dağlarına çarparak bertaraf edilir. Bu yüce ruhlar her dönemdeki zehirlere karşı panzehir vazifesi görürler. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Hoca Ahmet Yesevi ve Mevlana Celaleddin Rumî bunlardan sadece birkaçıdır.

    Ruhlarımızdaki manevi kirleri silip gönüllerimizin pasını zımparalayan muhabbet erlerinden birisi de bundan 800 yıl evvel dünyaya gelen Mevlana’dır. O, yediden yetmişe kadar Türk milletinin kucakladığı ve benimsediği bir aşk kahramanıdır. Onun kitabında sevgi ve hoşgörü kavramları altın yaldızlı harflerle yazılmıştır.

    Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Bu yıl onun doğumunun 800. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz. İyi ki doğmuş ve yazdıklarıyla bize hayat vermiş… Onun olmadığı bir dünya ne kadar eksik olurdu. Mevlana’nın Mesnevi’sinin olmadığı bir kütüphane ne kadar da boş kalırdı. Onunla cilalanmayan yürekler bir harabeden farksız olurdu.

    Onun 26 bin beyitten meydana gelen Mesnevi’si bir birlik dükkânıdır. Fitne ve fesadı yok eden manevi dermanların toplandığı eczanedir. Bunu “Mesnevi’miz, birlik dükkânıdır; birden başka ne belirirse puttur.” diyerek vurgulamıştır. Bu dükkânın vitrinlerinde aşk, sevgi, hoşgörü, vefa, ilim ve muhabbet sergilenir. Bunların alıcıları aynı zamanda satıcılarıdır.
    Gönül adamları ölümden korkmazlar. Çünkü onlara göre gerçek anlamda ölüm yoktur. Ölüm gurbetten asli vatana göçüştür. Mevlana da bu anlayıştan yola çıkarak ölümü bir vuslat olarak görmüştür. Kulun Allah’ına ulaştığı sevimli bir an olarak nitelendirmiştir. Onun içindir ki ölümü olgunlukla ve büyük bir ruh genişliği içerisinde karşılamıştır.

    Mevlana, ölüm vaktine ‘şeb-i arus’(düğün gecesi) demiştir. O, kabri temsili bir mekân olarak kabul etmiştir. Onun içindir ki “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diyerek ölümsüzlüğün imanlı gönüllere girerek sağlanabileceği hakikatini teslim etmiştir. Gerçekten de dediği gibi kendisi imanlı gönüllerde yaşayarak bugünlere kadar ulaşabilmiştir. Sesinin yankısı yedi asır sonrasında duyulabilmiştir.

    Mevlana sevgi ve hoşgörü anahtarının bütün kapıları açabileceğine yürekten inanmıştır. Bunun canlı örneklerini bizzat yaşayarak müşahede etmiştir. Bununla ilgili olarak söylediği şu güzel sözler sevgi tılsımının gücünü ortaya koymaktadır: “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”

    Aşk adamıdır Mevlana… Fakat Mevlana’nın aşkını beşeri aşklarla karıştırmayalım sakın... O, bütün aşkların ilahi aşktan neşet ettiğine inanan ve eşyaya o gözle bakan engin ruhlu bir gönül eridir. Allah aşkını yüreğinin merkezine yerleştiren Mevlana, varlığa da Allah’ın mahlûku olması açısından hikmetle bakmıştır. Her şeyi muhabbet penceresinden seyretmiştir O…Onu anlamak için bu açıdan bakmak gerekir öncelikle…

    Aşktan mahrum gönülleri virane olarak görmüştür Mevlana… Aşkı her şeyin ön şartı olarak kabul etmiştir. Aşka gönül alfabesinin ‘elif’i gözüyle bakmıştır. Her beytine aşkın ruhaniyetini sindirmiştir. Bir beytinde “Aşkı olmayan kişi, ne de zevksizdir ya; bir sevgilisi olmayan kişi, ne de ölüdür ya. Aşktan diri olmak gerek, ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi. Aşkın eteğine yapış, onun eteği keremdir, ihsandır; ondan başka kimsecikler kurtaramaz seni yabancılıktan. Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir; sen gel de miraç hakikatini aşığın yüzünden oku.” diyor, Hz. Mevlana…

    O, aşksız yaşamanın aşsız yaşamaktan daha beter olduğuna inanıyordu. Kendisini doğumunun 800. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. İyi ki doğmuşsun; hasta ruhlarımızın ilacı, hissiyatımızın serdarı, gönül çağlayanı Mevlana… Senin manevi ikliminde ve ‘Mesnevi’ ağacının dalları altında gölgelenenlere ne mutlu… İyi ki varsın postnişinim, sevgi ırmağım… Asırlardan beri viran gönüllerimizi mamur eyledin. Doğum günün kutlu olsun…