Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ergenlik13.01.2007 - 18:37

    ERGENLİK KÂBUSU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanın hayatı belirli dönemlere ayrılır. Bunlar çocukluk, ergenlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlıktır. Bu dönemlerin kendine mahsus özellikleri vardır. Bunlara dikkat ederek çocuklarımızı yetiştirirken adeta bir psikolog mantığı ve anlayışıyla hareket etmeliyiz. Biz bu yazımızda bunlardan en problemlisi olan ergenlik dönemini inceleyeceğiz. Ergenlik problemlerini ve çözüm yollarını göstereceğiz.

    Cinsel organların fizyolojik gelişmesiyle başlayan, buluğa ermişlikle yetişkinlik arasındaki döneme, yeni yetmelik ya da yaygın tabirle 'ergenlik' demekteyiz. Ergenlik dönemi genel olarak 11-19 yaşları olarak kabul edilir. Fakat bu, bünyeye göre değişkenlik gösterebilir. Bazı kişiler, ergenlik döneminin özelliklerini 20 ya da daha ileri yaşlarda da göstermeye devam edebilir. Bu dönem sadece fiziksel değişiklikleri beraberinde getirmez, bunların yanında kişide ruhi değişimler de görülür.

    Ergenlik dönemi ergenlerin kimlik oluşturmaya başladığı dönemdir. Bu yaşlardaki çocuklar kimlik ve kişiliklerini oluşturmaya başlarlar. Bu yüzden çocukların yanlış yollara sapmamaları için ebeveynlerin onlara rehber olması gerekir. Gerçi bu yaşlardaki çocuklar genellikle ailelerin öneri ve dayatmalarına karşı direnirler. Çünkü bu yaşlar aileden bağımsız olma düşüncesinin yaygınlaştığı dönemdir. Gençler ailelerinin çizdiği dairenin dışına çıkmak için adeta çırpınırlar. Serbest hareket etme ve özgür olma düşüncesi her şeye baskındır.

    Ergenlik psikolojisi üzerinde çalışan uzmanlara göre ergenlik, bireyin çocuksu tutum ve davranışlarının yerini yetişkinlik tutum ve davranışlarının aldığı, cinsiyet yetilerinin kazanıldığı dönemdir. Kızlar bu döneme erkeklere nazaran daha erken adım atarlar.

    Ergenlik de kendi içinde ilk, orta ve geç ergenlik diye üçe ayrılır. İlk ergenlik 11-15, orta ergenlik 15-17, geç ergenlik 17-21 yaş aralıklarını kapsar. Bu dönemlerin kendine mahsus özellikleri vardır. Bu yaşlardaki çocuklarımızı anlamak için özel bir sabır ve gayret göstermeliyiz. Yoksa durup dururken istenmeyen çatışmaların çıkması kaçınılmazdır.

    Ergenliğin ilk döneminde vücutta fiziksel ve cinsel gelişim ön plandadır. Bu fizyolojik değişiklikler sırasında ergenin ilgisi kendi bedenine yöneliktir. Birey bedenine ve o güne kadar taşıdığı kişisel role karşı yabancılaşma hisseder. Bu süreçte hırçınlık, sebepsiz öfke patlamaları, durup dururken ağlamalar, sinirlilik halleri sık görülen durumlardır. Bunları ergenliğin doğal bir sonucu olarak algılamak, paniğe kapılmamak gerekir.

    Ergenliğin orta döneminde fiziksel büyüme devam eder. Kişi kendi bedenindeki fizyolojik değişikliklere zamanla uyum sağlar. Bu dönemde kendini bağımsız olarak görme anlayışı ön plandadır. Yani gencin anne ve babadan bağımsız olarak kendi başına karar verebilme yeteneği gelişir. Bu dönemde bireyin kendi başına karar verebilmesi için özgüvenin gelişmesi gerekmektedir. Bu da anne ve babanın desteğiyle gerçekleşir.

    Orta ergenlik döneminin bir sonraki aşaması, kimlik oluşturmadır. Ergen kişi kendini tanımlamaya, ne olduğunu anlamaya çalışır. Kendini, ailesini ve çevresini sorgulamaya başlar. Arkadaş çevresi hızla şekillenmektedir. Yani kişi toplumsallaşma gayreti içerisindedir. Kişi kendisini yakın çevresine kabul ettirmeye çalışır. Ergenlik çağındaki fert daha çok kendi düşüncelerini beğenir, bunları çevresine kabul ettirme gayreti içerisine girer. Ailesinden uzaklaşarak toplumsal çevre içerisine dâhil olur. Ailesinden istediği sevgi, ilgi ve kabul görmedir. Ailenin uzun nasihatlerine ilgi duymaz, bunlardan sıkılır. Hele başkalarıyla karşılaştırılmaktan hiç mi hiç hoşlanmaz. Şayet anne baba çocuğunu olduğu gibi kabul etme yerine, işi sürekli yokuşa sürerse çatışmaların ve huzursuzlukların çıkması kaçınılmazdır.

    Geç ergenlik döneminde fiziksel gelişim tamamlanır. Aile ile olan ilişkilerde çatışmalar azalır. Kişisel olgunluk artar. Bu dönemde bireyin toplumsal hayatta alacağı rol belirlenir. Gittikçe sular durulmaya başlamıştır. Bu yaşlarda anne ve babaya hak verme, onların çizgisine yaklaşma anlayışı hâkimdir. Bu noktadan sonra kişi kendini yönetebilme kabiliyeti kazanmıştır. Eski delidolu hareketler yerini mantığa ve sükûnete bırakmıştır.

    Ergenlik bir değişimin ve dönüşümün adıdır. Bu hem gençlerin hem de ailelerinin zor bir dönemidir. Bu zorluk daha çok psikolojiktir. Ebeveynler olarak yarınlarımızın ümidi olan gençlerimizi sıkmadan ama boş da bırakmadan, büyük bir sabır ve özveriyle yarınlara hazırlamalıyız. Onları huzura ve emniyete taşıyan bir köprü olmalıyız. Onların ruh sağlıkları bizim de mutluluğumuzun kaynağı olacaktır. Unutmayınız ki akılcı, sorumlu ve sabırlı bir yaklaşım tarzıyla ergenlik kâbusu saadet tılsımına dönüşecektir.

    Ergenlik çağındaki gençlerin yanlış düşüncelere ve akımlara saplanmaları çok kolaydır. Bu yüzden onları çok iyi takip etmeliyiz. Her şeyden evvel gençlerimize Allah sevgisi kazandırmalıyız. Onları İslam dairesinde dini duygular içerisinde yetiştirmeliyiz. Allah'ı sevenlerin, yeri gelince ondan korkanların, cennet ve cehennem kavramlarının şuurunda olanların, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, davranış bozuklukları göstermesi mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki İslam çılgınlığın en etkili panzehiridir.

    Gençler için en emniyetli sigorta dini duygulardır. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, hangi yaşta olursa olsunlar Allah'a hakkıyla kul olanların fitneyle, fesatla, içkiyle, kumarla, uyuşturucuyla, zinayla, hırsızlıkla, yalanla dost olmaları mümkün değildir. Ne mutlu o altın çağın pırlanta hükmündeki nesline! ... Onları yetiştiren ana ve babalara selam olsun.

  • kahvehane11.01.2007 - 23:55

    HER KAHVEHANEYE KİTAPLIK KURULSUN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eskiden kahvehanelere “kıraathane” denirdi. “Kıraat” okumak “hane” ev demektir. Kıraathane ise ‘okuma evi’ anlamına geliyor. Fakat günümüzde bazı kahvehaneler kıraathane diye isimlendiriliyorsa da içerisinde hiç de ismiyle alâkalı işler yapılmıyor. Ne yapılıyor? Okey, tavla, bilumum kâğıt oyunları oynanıyor; böylelikle kıraat lafta kalıyor.

    Bugünkü kahvehanelerin eskiden kıraathane diye adlandırılması tesadüf değildi. O zamanlar ‘okuma evi’ anlamına gelen bu yerlerde okuryazarlar ve zamanın aydın insanları toplanır; edebiyat, tarih, din ve hayat üzerine konuşmalar yaparlar, zihni eğiten satranç oynarlarmış… Gündemi belirleyen hadiselerin kritiğini yaparlarmış. Yani o zamanlar buralar bir çeşit halk mektebiymiş. Seviyeli sohbetler ve tartışmalar yapılırmış bu nezih mekânlarda.

    Batıda barlara gitmek neyse bugün bizde kahvehanelere gitmek de odur. Türkiye’de kahvehane sayısında her geçen gün büyük artışlar görülüyor. Fakat son yıllarda internet kafelerin ortaya çıkması kahvehanelerin pabucunu dama attı. İnternet kafeler özellikle gençler tarafından kahvehanelere tercih ediliyor. Kahveleri daha çok orta yaşlılar tercih ediyor.

    Kahvehaneler bundan çok önceleri kahve içilen ve halkı eğiten yerlerdi. Yani bu mekânlar bugünkü gibi zaman öğüten değirmenler değildi. Tarihçi Peçevi’nin belirttiğine göre, halk buraya sadece kahve içmek için gelir ve kahvesini içerken de faydalı meşguliyetlerle oyalanırdı. Daha sonra her şey gibi buralarda yozlaştı, kuruluş amacından uzaklaştı. Sigara dumanlarının boğduğu sağlıksız yerler haline dönüştü.

    Küçük yerleşim yerlerinde ve köylerde halkın zamanını geçireceği yerler genellikle kahvehanelerdir. Komşular ve dostlar buralarda bir araya gelir, sohbet eder, oyun oynar, vakit geçirirler. Fakat sohbetlerin kalitesi son derece düşüktür. Kimse kimseden müspet bir şey öğrenmez, buralarda dedikodu gırla gider. Zaman su misali akıp gider de kimse söz ve davranış adına hayırlı bir şey elde edemez. Ömürler yavaş yavaş törpülenerek tüketilir.

    Türkiye’de kahvehanelerin çok yaygın olmasının en büyük sebebi işsizliktir. İş güç sahibi olamayanlar zamanlarını buralarda geçirirler. Dedikodunun alâsı kahvehanelerde yapılır. Genellikle küfür, iftira ve söz taşımanın yoğun olduğu yerlerdir buralar… Kahvelerden müspet manada kazanılacak pek bir şey yoktur. Nerden baksan zaman öğüten değirmendir kahvehaneler. Ömrümüzün en güzel anlarını bu sağlıksız mekânlarda çürütürüz.

    Sözlükler kıraathane için “Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane…” dese de bugünkü kıraathaneler bu tanımdan çok uzak bir görüntü çiziyor. Türkiye’de her köşe başında bir kahvehane varken her ilçede bir kütüphane yoktur. İllerimizde il halk kütüphaneleri olsa da bunlar kitap okuyucularının ihtiyaçlarına yeterince cevap veremiyor. Öte yandan kahvehaneler işsizlerle ve ev kaçkınlarıyla dolup taşarken kütüphaneler ödev yapmaya gelen öğrencilere kalıyor. O zaman yapılması gereken şey, kitapları kahvehanelere taşımaktır. Yani kahvehanelere imkânlar ölçüsünce kitaplıklar kurarsak insanları kitaplarla buluştururuz.

    Eskiden kıraathane diye geçen bugünkü kahvehaneleri eski konumuna dönüştürmeliyiz. Artık kahveler birer okuma salonuna dönüştürülmelidir. Her kahvehanede bir kitaplık oluşturulmalıdır. Belediyeler bu işyerlerine ruhsat verirken kitaplık kurmayı ön şart olarak ileri sürmelidir. Buralarda okuma masaları kurulmalıdır. Bu masalarda en az üç adet günlük gazete; üç tane aylık kültür, edebiyat, haber dergisi bulundurulmalıdır. Kahvehanelere gelenlerin dünyayla bütünleşmesi sağlanmalıdır.

    Bizi biz yapacak ve dünyaya bakışımızı değiştirecek tek şey kitaptır. Kitaba yaklaştığımız ölçüde ufkumuz genişler, kitaptan uzaklaşırsak da dünyadan habersiz örümcek kafalı insanlar oluruz. Küçüğümüzden büyüğümüze kadar okuma seferberliği içerisine girmeliyiz. Evimizde, işyerimizde ve bütün müesseselerde kitap bulundurmalıyız. Batılılar gibi tatilde, seyahatte, yemekte kitap okumayı bir alışkanlık haline getirmeliyiz. Unutmamalıyız ki okuduğumuz kadar insanız. İtibarımız parayla, makamla değil, bildiklerimizle ölçülür. Daha doğrusu böyle olmalıdır. Bilgi en büyük değer olarak kabul edilmelidir. Dünya bilgiye itibar ediyor, biz de bu hususta onlara öykünmeliyiz.

    Gelin; nesillerimiz yozlaşmadan, yarınlarımızın ümidi gençlerimizi kaybetmeden, hülasa vakit geçirmeden kahvehanelerimize bir şekil verelim. O mekânları sigara dumanlarının zehrinden kurtaralım. Kahvehane deyince oyun kâğıtları ve okey taşları akla gelmesin. Onlar da olsun bir yerde ama bu yerler onlarla sınırlı kalmasın. Buralar; kitaplıkları, gazete ve dergileri bulunan nezih mekânlara dönüşsün. Demli çaylar içilirken kitap, dergi ve gazeteler de okunsun. Ben böyle bir kahvehane özlüyor ve istiyorum.

  • saddam hüseyin30.12.2006 - 23:37

    SADDAM ASILDI…YA APO! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya adalet(!) dağıtan ve anti demokratik idarelerle yönetilen devletleri özgürleştiren(!) ABD yönetimi öncelikle Irak’ı özgürleştirdi. Ardından da bir zamanlar sadık adamı olan Saddam Hüseyin’i darağacına çıkardı. Tabiî ki Saddam darağacına havalanması, Bağdat’ı hâkim tepeden seyretmesi için çıkarılmadı.

    Peki, bir zamanlar koruyup kolladığı, sadık eleman olarak çalıştırdığı Saddam’ı niçin yağlı urganla darağacında sallandırdı? Sebebi gayet basit… Saddam’ın son kullanma tarihi geçti de ondan. Bizler son kullanma tarihi geçen şeyleri ne yaparız? İmha ederiz. Çünkü onların kullanılması bünyeye zarar verir. ABD yönetimi de öyle yaptı. Bünyesi için zararlı gördüğü bir varlığı iktidardan uzaklaştırdı, bununla da yetinmedi, dünya dışına itti.

    Bilindiği gibi Amerikan işgal kuvvetleri tarafından oluşturulan özel mahkeme devrik Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i ölüme mahkûm etmişti. Kararın infaz edilmesi için bir aylık süre olmasına rağmen ABD’nin Saddam’ı karardan üç gün sonra, bazı Müslüman ülkelerin bayram, bazılarının da bayram arifesinde olduğu bir zaman diliminde ipte sallandırılması düşündürücüdür. Bu Müslümanlara bir çeşit meydan okumadır, ince bir mesajdır.

    Irak’ta büyük bir bataklığa saplanan ve kurtulmaya çalıştıkça derine batan ABD, Saddam’ı asarak son kozunu da oynamış oldu. Fakat bu bence sonun başlangıcı olabilecek derecede tehlikeli bir eylemdir. Saddam’ın varlığının ortadan kaldırılması Irak’a huzurdan çok, huzursuzluk getirecektir. Bizde kanı kanla değil, kanı suyla temizlerler. ABD idam kararını infaz etmekle kanı kanla temizleme seçeneğini tercih etmiştir. Irak’ta bundan sonra daha çok kan dökülecektir. Temenni etmeyiz ama bunu yaşayan herkes görecektir.

    Saddam’ın bağımsız Irak mahkemelerinin verdiği kararla idama mahkûm edildiğini söylemek saflık olur. Çünkü artık bağımsız Irak diye bir devlet yoktur. ABD’nin kurnazlık yapıp kendini bu işin dışında gösterme gayretleri beyhudedir. Saddam ABD’nin eliyle ve emriyle idam sehpasına götürülmüştür. Bunu anlamayacak ve bilmeyecek kadar saf olamayız. Bilinen o ki ABD eliyle iktidara gelen Saddam Hüseyin, yine ABD’nin emriyle iktidardan ve hayattan uzaklaştırılmıştır. Çünkü ABD’nin yeni stratejik planları bunu gerektiriyordu. ABD’nin menfaatleri dışında bunun altında başka sebepler aramak anlamsızdır.

    Saddam, ABD tarafından yıllarca kullanıldı. Eline güç ve iktidar verildi. ABD yapımı silahlarla İran’a saldırdı. Fakat Saddam belli bir süre sonra elindeki gücün kendinden kaynaklandığını düşünmeye başladı. ABD’ye rağmen münferit davranmaya yeltendi. Tabir caizse dünyanın jandarmalığını tekelinde gören ABD’ye horozluk tasladı. Böyle yapmakla elindeki bombanın pimini çekti. Sonrası malum! ...

    Saddam’ın halkına yaptığı işkenceyi, zulmü ve katliamı gören ABD, acaba otuz binin üzerindeki Türk’ün katili Abdullah Öcalan’ı niçin görmezlikten gelir? Saddam’ı darağacına gönderenler, niçin bebek katili bir vahşiye ölümü reva görmezler? Apo’nun öldürülmemesi için özel bir kanunla Türkiye’de idam cezasının kaldırılmasına zemin hazırlayanlarda nasıl bir hoşgörü ve vicdan anlayışı vardır? Bunu anlamakta hayli güçlük çekiyoruz.

    Türkiye terör örgütünün elebaşı katil Apo’yu idam etse Batı ve ABD bir yerlerini yırtar. Dört koldan insan hakları yaygaraları koparmaya başlarlar. Türkiye’ye karşı ekonomik ve siyasi yaptırımlar yapmaya kalkarlar. Samimiyetten uzak sözleriyle mangalda kül bırakmazlar. Fakat kendileri bağımsız bir ülkeyi küstahça işgal edip o ülkenin liderini alaşağı edip kodese koyarlar. Daha sonra da düzmece bir mahkemeyle idama götürürler.

    Türkiye gerçek anlamda ekonomik bağımsızlığını sağlayabilseydi bu ikiyüzlülerin oyuncağı olmazdı; doğru bildiğini tereddüt etmeden gerçekleştirirdi. Fakat malumdur ki para verenler bir zaman sonra da akıl veriyorlar. Akıl almak istemiyorsanız olur olmaz borçlanmamalısınız, kendi yağınızla kavrulmayı becermelisiniz. Yoksa çok daha emir alırsınız. Türkiye’nin bugün yaşadığı çıkmazın yegâne sebebi budur.

    Türkiye olarak, Saddam’ı dünyanın gözleri önünde ipte sallandıran ABD’ye karşı Apo kozunu kullanmalıyız. Onlar Saddam’ı nasıl idam ettilerse biz de otuz bin masumun kanını akıtan, evlerine ateş düşüren Apo canisini İmralı’nın göbeğinde yağlı urganda sallandırmalıyız. Sonu ne olursa olsun bu riski göze almalıyız. Yeter artık, bıktık bu ikiyüzlü Batı’dan ve onun bir çeşit kopyası olan ABD’den… Artık bağımsız bir ülke olarak kendi kararlarımızı kendimiz vermek istiyoruz. Ancak bunu gerçekleştirebilirsek gerçek manada özgür oluruz. Yoksa anayasadaki ifadeler hayata yansımaz, iki kapak arasında kalmaya mahkûm olur. Biz de müstemleke ruhu içerisinde gerçek bağımsız olduğumuzu sanarak yaşar dururuz. Kavanozun dışını yalayanların bal yediğini iddia ettikleri gibi biz de sağdan soldan emirler alarak özgürlüğün(!) tadını çıkarır, öylece avunuruz.

  • saddam hüseyin30.12.2006 - 21:35

    …VE SADDAM GİTTİ!

    M.NİHAT MALKOÇ

    Etme bulma dünyasıdır üzerinde yaşadığımız… Hayatta kaderin cilveleri bizleri zaman zaman hayretler içerisinde bırakacak şekilde cereyan ediyor. Zulüm, edenin yanında kâr kalmıyor. Haksızlık eden bedelini kat kat ödüyor. Zamanın hafızası her şeyi kaydediyor. Yeri gelince kayıtlar bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiyor.

    Saddam’ın idam haberi bana bu düşünceleri hatırlattı. Tikrit kentine 13 kilometre uzaklıktaki El-Avya köyünde çobanlıkla geçinen bir ailenin çocuğu olarak 1937 yılında doğan Saddam, yeni yıla giremeden 30 Aralık 2006 tarihinde henüz gün doğmadan Bağdat’ta boğazına yağlı urgan geçirilerek idam edildi. Böylelikle bir dönem hazin bir finalle kapandı.

    Saddam ismi ‘karşı duran, göğüs geren kişi’ anlamını taşıyordu. Saddam Hüseyin de ismiyle müsemma bir kişi olarak ömrü boyunca hep karşı durdu, birilerine göğüs gerdi. Fakat karşı durduğu kesim hep gariban Irak halkıydı. Onun yiğitliği kendi halkına geçiyordu. ABD Irak’ı işgal ettiğinde bütün dünya Irak’tan canla başla direnmesini, adeta bir destan yazmasını bekliyordu. Saddam’ın askerlerinin ABD ordusuna karşı büyük hazırlıklar yaptıklarını sanıyorduk. Fakat düşündüğümüz gibi olmadı, Irak toprakları kısa zamanda düştü.

    Saddam’ın idamla noktalanan hayatı ilginç kesitler içeriyor. Babasız büyüyen Saddam zor bir çocukluk devresi geçirdi. Siyasete ilk gençlik yıllarında bulaştı. Emperyalizme karşı cephe aldı, milliyetçiliği savundu. Baas Partisi’ne girerek kısa zamanda yükseldi. 1956 yılında henüz yirmi yaşında bıyığı bile terlememişken başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Başbakan Abdülkerim Hassam’ı öldürmek için oluşturulan bir suikast örgütünün içinde yer aldı. Durumun açıklığa kavuşmasıyla yurdu terk etti. Baas Partisi’nin iktidara gelmesiyle geri döndü. Partiyle fikir ayrılığı doğunca hapse atıldı. 1968 yılında yapılan darbe Saddam’ı da hapisten kurtardı. Bundan sonra sürekli yükselmeye başladı. 1979 senesinde darbeyle iktidara el koydu. Artık güç kendisindeydi. Sesini çıkaranı gözünü kırpmadan öldürebiliyordu.

    Saddam Hüseyin, 24 yıllık iktidarında çok kan akıttı. Irak’ı babasının malı gibi görüp şahsi tasarruflarda bulundu. Amerika’nın tahrikleriyle komşusu İran’a saldırdı. Sekiz yıl boyunca bir milyon Müslüman öldürüldü, kan oluk oluk aktı. Niçin? ..Bir hiç için! ....

    Bunun yanında 1988 yılında Saddam yönetimindeki Irak güçleri Halepçe’de siyanür gazı kullanarak kadın-çocuk beş bin sivilin ölmesine neden oldu. Saddam kendi halkına kimyasal silah kullanmaktan çekinmedi. Daha sonra Kuveyt’i işgal etti. Bu esnada önüne gelen her yeri yağmaladılar. Ölüm azgın bir küheylan olup her yana pusu kurdu.

    Saddam iktidarında her şey kapalı kapılar ardında gerçekleştirildi. Hiçbir zaman şeffaf bir yönetim anlayışı izlenmedi. İktidara yan gözle bakanlar ve Saddam’ı eleştirenler anında imha edildi. Şiiler ve Kürtler sürekli hedef seçildi. Bu kesimler devamlı işkencelere maruz bırakıldı. Öyle ki Irak halkına ait toplu mezarlar bile bulundu. Saddam en yakınındaki insanları, eniştelerini bile öldürmekten çekinmedi. Zalimlikte rakip tanımaz oldu.

    Saddam iktidarı boyunca hep şiddet yanlısı oldu. Sözünden çıkmayanlar paşa gibi yaşadı. Ya direnenler, işte onlara hayat hakkı tanımadı. Gücünün sonsuz olduğuna inandı. Fakat her nedense bu yaptıkları bir kenara bırakılarak sadece Duceyl katliamı nedeniyle hakkında dava açıldı. Bu katliamda 148 Şii hayatını kaybetmişti. Irak’ın devrik Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, yargılandığı Duceyl davasında insanlığa karşı suç işlemekten 05 Ekim 2006 günü ölüm cezasına çarptırıldı. Neden Duceyl katliamından hüküm giydi de öteki suçları hiç telaffuz edilmedi? Bunun üzerinde durulması gerekir.

    Saddam’ın Duceyl katliamından dolayı idam edilmesi bence manidardır. ABD bu davayla ve neticesinde aldığı kararla Şiilerle Sünnileri birbirine düşürme gayesi gütmüştür. Bu ABD’nin son oyunudur. Şii-Sünni ikiliği ve fitnesiyle Irak’ı bölmeye ve lokma haline getirip yutmaya çalışan ABD, son oyununu Saddam’ın infazıyla sahneye koymuştur. Irak halkının bu çirkin tezgâha gelmemesi gerekir. Fakat Irak’ta ufuklar puslu görünüyor.

    Irak’ta Şii-Sünni oyunun içine İran ve Türkiye de çekilebilir. Çünkü Türkiye Sünnilerin yoğun olduğu bir ülkedir. İran ise Şiilerin egemen olduğu bir toprak parçasıdır. Türkiye Sünnilerin, İran ise Şiilerin hamiliğine soyunursa Türkiye ile İran durup dururken kapış(tırıl) abilir. ABD’nin bu fitnesine karşılık bu iki ülkenin dikkatli olması gerekir.

    Son olarak şunu söylemek istiyorum: Şahsen Saddam’ın idamına üzülmedim, onun ABD’nin kanlı elleriyle küstahça idam sehpasına götürülmesine üzüldüm. Zira ABD’nin başı olan Bush’un eli Saddam’ınkinden daha kanlı, yüzü ise Saddam’ınkinden daha karadır. ‘Tencere dibin kara seninki benden kara’ misali… Saddam bütün kötülüklerine rağmen Müslüman bir insandı. Umarım tövbeyle arınarak Hakk’ın huzuruna çıkmıştır. Allah kendisine imanınca ve insafınca rahmet eylesin.

  • izci29.12.2006 - 22:03

    İZCİ LİDERLİK TEMEL KURSU VE ANILAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçmişte gençleri bekleyen tehlikeler bir ise günümüzde ondur; belki daha da fazladır. Nüfusunun yarıya yakınını gençlerin oluştuğu Türkiye’de bu kesimi eğitici faydalı uğraşlar bulmak zorundayız. Aksi halde onları içki, kumar, uyuşturucu, bölücülük, hırsızlık ve fuhuş bataklığına düşmekten koruyamayız. Aydınlık geleceğimizi ellerimizle karartırız. Onun için yarınlarımızın ümidi olan gençlere eğitici meşguliyetler bulmalıyız, onları hayırlı işlere yönlendirmeliyiz. Bunu gerçekleştirmek için ‘izcilik’ biçilmiş kaftandır.

    Geçenlerde Trabzon’da izcilik faaliyetlerinde bulunacak izci liderlerinin yetiştirilmesinde görev alacak eğitmenleri yetiştirmeye yönelik olarak on günlük bir İzci Liderlik Temel Kursu açıldı. İzciliği eskiden beri merak ederdim. Fakat bu yaşa gelinceye kadar bu işin içine girme imkânım olmamıştı. Bu işi rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerinden görmüş, merak etmiştim. Okula bununla ilgili yazı gelince kursa katılmaya karar verdim. Üstelik izci lideri olmak için kırk yaşını geçmemiş olma şartı vardı. Bu da gösteriyordu ki dört yıl sonra izci lideri olma hakkım olmayacaktı. İzcilik içimde bir ukde olarak kalacaktı. Bu düşüncelerle tereddüt etmeden kursa katıldım.

    Kursa Trabzon ve çevresindeki okullarda görev yapan öğretmenlerden 270 kişi müracaat etti. Daha sonra bunların 170’i elenerek sayı 100’e düşürüldü. Çünkü kurs için yüz kişi bile fazlaydı. Kurs 21–30 Aralık 2006 tarihleri arasında KTÜ Sağlık Meslek Yüksekokulu’nda gerçekleştirildi. Trabzon’un merkezinden ve ilçelerinden gelen öğretmenler on gün boyunca izciliğin esaslarını hem teorik hem de pratik olarak öğrendiler. Dilerseniz izcilikle ilgili olarak öğrendiklerimden bir kısmını sizlerle paylaşayım.

    “Milliyet, örf, din, dil ayrımı gözetmeksizin herkese açık, politik olmayan eğitimsel üniformalı bir gençlik çalışmasıdır. İzcilik tüm dünyada okul dışı bir faaliyet olarak değerlendirilmiş ve okul dışı izcilik organizasyonları kurulmuştur. İzcilik çocuk ve gencin karakterini geliştirmek suretiyle eğitimin oluşturduğu boşluğu doldurur.

    İzcilik, çocuk ve gencin grup içinde ve bizzat tabiatın kucağında eğitilmesiyle karakter, beceri, sağlık, mukavemet, cesaret vs. konularda daha iyi ve daha çabuk eğitilebilecekleri fikrinden doğmuştur. Kişinin eğitimi, bedenen ve fikren olduğu kadar ahlâken de büyük önem taşır. Bu nedenle de izcilik ahlâk eğitiminde aktif bir metot olarak kabul edilir. İzcilik iyi yurttaş yetiştirmeyi amaçladığından milli, iyi insan yetiştirmeyi amaçladığından ise evrensel bir olaydır. Kısaca izcilik; çocuk ve genci tam anlamıyla topluma yararlı, insanları seven, onlara yardım eden, doğayı ve çevreyi koruyan, vatanına yararlı, iyi bir insan olma sanatıdır. Bir çeşit sosyalleşme gayretidir.”

    İzci Liderlik Temel Kursu’nda sadece teorik bilgiler verilmedi; uygulamalar da yapıldı. İki gün bir gece Yomra İzci Evi’nde kalındı. Orada pek çok uygulama çalışması yapıldı. İzcilikle ilgili temel uygulamalar gösterildi. Arazide temel izci işaretleri takip edilerek hedefe varma çalışması yapıldı. Zaman zaman çok yorucu uygulamalar gerçekleştirildi. Hatta gece yarısı araziye çıkılarak izciliğin temel kaideleri yaşatılarak öğretildi. Çadırlar kuruldu. Yemek pişirildi, bulaşıklar yıkandı. Paylaşmanın ve yardımlaşmanın örnekleri verildi.

    Biz bu çalışmalarla gençleri kötü alışkanlıklardan nasıl kurtaracağımızı, onları doğayla nasıl barıştıracağımızı, içlerindeki merhamet ve yardımlaşma duygularını nasıl inkişaf ettireceğimizi tecrübe ettik. Gençleri kamplar aracılığıyla doğal hayatla buluşturmanın, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmanın izciliğin gayelerinin başında geldiğini öğrendik.

    On gün boyunca çok güzel, unutulmaz anılar yaşadık. Adeta geçmişe, çocukluğumuza döndük. Yaşananlardan yola çıkarak gençleri daha iyi anladık. Onlara yol göstermenin, onları kötülüklerden uzak tutmanın önemini daha iyi kavradık. Dört duvar arasındaki örgün eğitimin yanında gençleri tabiatla baş başa bırakarak da eğitebileceğimizi, bunun da bir ihtiyaç olduğunu bizzat öğrendik. Tabiattan uzak kalmanın hayatı renksizleştirdiğini ve monotonlaştırdığını daha iyi anladık. Gençler için el ele verdik, kenetlendik.

    Bundan sonra gençlerin hayata daha sıkı tutunabilmeleri için elimizden geleni yapacağız. Onları dört duvar arsında hapsolmaktan kurtaracağız. Doğal hayatın tabiatta olduğu gerçeğinden yola çıkarak onlarla kamplara gidip doğadaki güzellikleri ve tabii hayatı doyasıya yaşamalarını sağlayacağız. Biz artık izci lideriyiz. Trabzon ve Türkiye gençliğinim hizmetindeyiz. İzcilik kanalıyla gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutacağız.

    Trabzon eğitim kadrosuna yüz yeni izcinin daha katılması pek çok şeyi değiştirecektir. Yeter ki değişime ve dönüşüme inanalım. Bunu okul, öğretmen, veli işbirliği içerisinde hep birlikte yapacağız. İyi ki İzci Liderlik Temel Kursu’na katılmışım. Dünyaya ve gençlere bakış açım daha da genişledi. Demek ki kişinin ufku bildikleri kadardır. Yeniliklere açık olmak lâzım. Yenilikler canımıza can katıyor. Sözlerimi izcilerin vazgeçilmez bildirilerinden biri olan ‘İzci Andı’yla bitirmek istiyorum:

    “Tanrıya, vatanıma karşı vazifelerimi yerine getireceğime, izcilik türesine uyacağıma, başkalarına her zaman yardımda bulunacağıma, kendimi bedence sağlam, fikirce uyanık ve ahlâkça dürüst tutmak için elimden geleni yapacağıma şerefim üzerine and içerim.”

  • 200626.12.2006 - 23:47

    MİLENYUM’UN ‘ALTI’SI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yılların bir su misali akışına engel olamıyoruz işte... Zaman azgın bir çağlayan gibi aktıkça akıyor kuytu ırmakların dehlizlerine… Her damla bir daha geri dönmemelicesine kopup gidiyor hayatımızdan… Hiçbir damla aynı taşa değmiyor iki kere… Geçen dakikalar yelkovan ve akreple vedalaşıyor; her biri yorgun adımlarla göğün merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyor. Oradan seyre dalıyorlar geleceğin şafağını…

    Zamana direnemeyenler zamanın hükmüne ram oluyorlar. Titrek hatıralar gözlerimizde canlanıyor bir bir… Zamanın heybesindekiler bazen gülümsetiyor, bazen de burkuyor yüreklerimizi… Zamanı kuşananlar ona karşı yürümeyi beceremiyorlar bir türlü... Güçlü fırtınalar mevzilerimizi darmadağın ediyor. Düşlerimiz tuzla buz kesiliyor… An geliyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamana dair sözlerinin enginliğinde buluyoruz kendimizi… Vakti kuşatıyor şairin zamana dair ruhumuzu okşayan sözleri:

    “Ne içindeyim zamanın,
    Ne de büsbütün dışında;
    Yekpare geniş bir anın
    Parçalanmış akışında,”

    Dünden kalanlarla hesaplaşıyoruz gecenin kör karanlığında… El ense boğuşmadan sonra yorgun nefeslerle soluyoruz billurlaşan göğün nadide oksijenini… Hücrelerimiz hayat buluyor göğün derinliklerinden gelen damlacıklarla… Kuş gibi hafifliyor dünden arda kalan azade tenimiz… Hayal dünyamızın kapılarını açınca düşler, aylarca zincirde kalmış, bilahare bağı çözülmüş küheylanlar gibi tırmanıyorlar yürek tepelerine… Şekiller can veriyor rüyalarımızda. Hafiflik meydan okuyor yerçekimine. Kurşundan tenler kuştüyü derecesinde kaybediyorlar yerçekiminin ağırlığını… Şair mırıldanıyor dünden arda kalan dizelerini:

    “Bir garip rüya rengiyle
    Uyumuş gibi her şekil,
    Rüzgârda uçan tüy bile
    Benim kadar hafif değil”

    Diğer seneler gibi milenyumun altısı da geride kalıyor sayı cetvelinde. 2006’nın altısı düşüyor yere yüzükoyun… Onun boşluğunu dolduruyor ‘yedi’ mahcup bir edayla… Fakat o da yere düşen altı gibi bir gün kendisinin pabucunun da dama atılacağını çok iyi biliyor. Sevinemiyor, tahta geçmenin hazzını yaşayamıyor bir türlü… Geçiyor, geçiyor zaman… Geçtiği yerde ne bulursa silip götürüyor… Sadece hatıraların tortusu kalıyor geriye…

    Ne yazık ki farkında değiliz ömrün ufalandığının… Ekonomik ve siyasi krizler, cinayetler, yaralamalar(ki en acısı yürek yaralanmaları) zamanın üstüne yayla dumanı gibi çöküyor. Gözlerimiz görüş mesafesini kaybediyor. Burnumuzun ucu gelişliğinde oluyor zaman ve mekân… Sizler dağılınca görüş mesafemiz tekrar geri dönüyor.

    Düz bir çizgide ilerliyor zaman, en tatlı yıllarımıza pusu kuruyor. Buna akrep ve yelkovan da yardım ve yataklık ediyor duvarlarımızın en mutena köşelerinde. En görünür yerde sergiliyorlar yarım kalmış hayatların acıklı dramlarını… Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki ucu olarak arz-ı endam ediyorlar vaktin kanayan yerinde…

    Milenyumun altısı biraz mahcup, biraz, utangaç düşüyor takvimlerin göbeğinden… Giderken kanlı bir iz bırakıyor geçtiği bütün güzergâha… Filistin’den Irak’a değin bu kan izlerinin izini sürebiliyoruz istemesek de… Bush’ların baş, düşlerin boş olduğu kavruk zaman dilimlerinde geleceğe yine endişe taşıyor saatin tiktakları… Geçmiş ne kadar da benziyor geleceğe… Öyle de gelecek geçmişe… Sahneler değişse de yazarlar ve oyuncular hep aynı… Böyle bir durumda değişenler sadece figüranlar oluyor doğal olarak…

    Milenyumun altısı hüzünleniyor takvimlerden uzaklaştıkça… Üzülmesi gerekenler katılaştıkça zaman daha bir tedirginleşiyor. Milenyumun ‘yedi’si yerini alırken insanların zihninde değişime ve dönüşüme dair umutlar yeşermiyor nedense... Çünkü neticenin hayal kırıklıkları olacağını bile bile hayal kurmaktansa gerçeklerin ağırlığı altında ezilmeyi kabulleniyor hayat işçisi insanlar! ... Milenyumun altısı ayrılıyor aramızdan ama ne kendisi, ne de uğurlayanlar bir mana veriyor bu gidişe! ...Hayat yine eski hızında, insafını kaybetmiş bir canavar gibi koşturuyor peşimizden….Bir türlü anlam veremiyoruz bu kötü gidişe! ....Alışılmış olduğu üzere biz ‘hayat’ diyoruz bu işe, gidişe, şe şe şe şe! ....

  • türkmenbaşı22.12.2006 - 23:30

    TANIDIĞIM TÜRKMENBAŞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ ayetinin gereğinin bir yansıması olarak kardeş Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı da 21 Aralık 2006 Perşembe gününün ilk saatlerinde dünyaya veda etti. Türkmenistan’ın her şeyi olan bu değerli insanın ölümü beni de hüzünlendirdi. Zira 2000–2003 yılları arasında üç yıl boyunca bu topraklarda öğretmen olarak görev yapmış, onunla aynı havayı solumuştum. Onu yakından tanıma, onunla aynı mekânlarda bulunma, kendisiyle bir araya gelme fırsatı bulmuştum.

    Türkmenbaşı yetim olarak büyümüş, zor şartlarda okumuş, kısa zamanda SSCB yetkililerinin dikkatini çekmiş büyük bir liderdi. 21 yıl gibi uzun bir zamandan beri Türkmenistan’ı yönetiyordu. Türkiye’de ve dünyada Saparmurat Niyazov hakkında çok şeyler söylendi, herkes kendince yönetim anlayışını eleştirdi. Bu tenkitler zaman zaman maksadını da aşar oldu. ‘Vurun abalıya’ misali hareket edildi. Özellikle ölümünden sonra Türk medyası nerdeyse ağızbirliği etmişçesine ona ve icraatlarına saldırdı, gerçekler saptırıldı.

    Onu eleştirenler aslında onun hakkında çok fazla bir şey bilmiyorlardı. Belki çoğu kulaktan dolma bilgilerle hareket ediyordu. Hiçbiri benim gibi üç yıl boyunca bu ülkenin başkenti Aşkabat’ta yaşamamıştı. Benim Aşkabat’ta ikamet ettiğim yer Türkmenbaşı’nın köşküne beş yüz metre uzaklıktaydı. Sabah köşke gelişlerine ve akşam köşkten ayrılışlarına bizzat şahit olurdum. Geceleri kaldığı sarayı şehrin dışındaydı. Makam arabasını genellikle kendisi kullanırdı. İdareci olarak çok sert görünse de aslında çok güleç bir insandı. Çocukları çok severdi. Her fırsatta onlara hediyeler verirdi. Kimsesiz çocukların hamisiydi. Çünkü o da yetim ve öksüz olarak yetimhanelerde büyüyüp bugünkü konuma gelmişti.

    Türkmenbaşı, dost ve kardeş Türkmenistan’ın bağımsızlığına, kalkınmasına ve istikrarlı bir ülke olarak uluslararası alanda yerini almasına büyük katkıları olan tecrübeli bir devlet adamı olarak zihinlerimizde kalacaktır. Bu sözü inanarak, Türkmenistan’ın geçmişini ve bugününü çok iyi bildiğim için söylüyorum. Zira Türkmenistan bağımsız olmadan evvel geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesiydi. Onun başkenti olan Aşkabat adeta bir köyü andırıyordu. Yokluk hayatın her yerindeydi. Böyle bir konumdaki ülkeyi kısa zamanda imar ederek modern bir hale getirdi. Eskiden Aşkabat’ta en çok üç katlı, tek tip, estetikten yoksun, sadece barınma amaçlı evler yapılıyordu. Bu haliyle basit bir köyü andırıyordu.

    Bugünkü Aşkabat’ı görenler küçük dillerini yutuyorlar. Çölün ortasında son derece modern bir şehir kurmuş merhum Saparmurat Türkmenbaşı… Topraklarının dörtte üçü çöl olan Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta ilk bakışta dikkat çeken şey su sesidir. Aşkabat’ın her tarafından su sesi duyarsınız. Son derece modern ve çekici parklarında sular adeta oynaşır. Bunu her tarafı çepeçevre kuşatan yeşillik izler. Türkmenistan’ın sembol anıtlarından biri olan Üç Ayak(Bitaraflık Anıtı) ’a çıkınca yemyeşil bir şehir size kollarını açar.

    Türkmenler parka ‘sehilgâh’ derler. İnsanlar genellikle parklarda eğleşirler. Şehrin dört bir yanında uçsuz bucaksız ve gösterişli parklar vardır. Buralarda su sesiyle zihninizi dinlendirebilirsiniz. Ben bu kadar modern parkları Türkiye’de bile görmedim. İnsan nasıl olur da çölde böyle bir su medeniyeti kurabilir? İnanırsan başarırsın. Türkmenbaşı inandı ve başardı. Diğer Türk cumhuriyetlerine iyi bir örnek oldu.

    Türkmenistan’da daha önce, yani SSCB döneminde tavuk kümesi gibi olan evler tek tek yıkılmış, yerlerine modern binalar kurulmuştur. Artık Aşkabat’ta yüksek katlı ve gösterişli binalar ve işyerleri her sokak başında ve her cadde üzerinde sıkça rastlanan görüntülerdir. Devlet tarafından yapılmış olsalar da bunların çoğu özel mülkiyetin örnekleridir.

    Türkmenbaşı çok titiz bir insandı. Düzene çok önem verirdi. Bu nedenle Aşkabat ve diğer şehirlerde peyzaj düzenlemelerine aşırı derecede dikkat etmiştir. Mermersiz binaya tahammül edemezdi. Aşkabat’taki binaların dışını en kaliteli mermerlerle kaplatmıştı. Mermer kaplamasız bina yok gibiydi. Bu bembeyaz görüntü şehre bambaşka bir hava katmıştı. Aşkabat adeta ‘Akşehir’e dönüşmüştü. Aşkın abat(bol) olduğu bu şehre bu görüntü çok yakışıyordu. Aklık şehrin imajı haline gelmişti adeta. Bilenler bilir, Aşkabat son derece geniş cadde ve sokaklarıyla göz kamaştıran bir şehirdir. Geçmişte depremle yerle bir olan şehir, bugün dostları gururlandırırken düşmanları hasedinden çatlatıyor.

    Bu eser bazılarının beğenmediği, diktatör ve kalpsiz olarak nitelediği Türkmenbaşı’nın eseridir. O diyarları bizzat gezen ve üç yılını orda geçiren birisi olarak Türkmenbaşı’yı Türkmenistan’ın büyük bir değeri olarak görüyorum, onun genç sayılabilecek bir yaşta ölümünü büyük bir kayıp olarak sayıyorum. Türkmenistan’a hâlâ Rusya penceresinden, sosyalist gözlüğüyle bakanlar Türkmenbaşı’nı hakkıyla anlayamazlar. Kim ne derse desin Türkmenistan büyük bir liderini kaybetmiştir. Büyük Türk dostu Saparmurat Türkmenbaşı’na Allah’tan rahmet, kardeş Türkmen halkına sabır diliyorum.

  • Kurban Bayramı21.12.2006 - 00:40

    KURBAN HAYVAN KATLİAMI MI?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Müslümanların dini vecibelerinden birisidir gücü yetenlerin kurban kesmesi… Her yıl gerçekleştirilen bu kulluk eylemi, kulu Allah’a yaklaştırır. Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Gücü yeten her müminin kurban kesmesi gerekir. Kurban kesmek, zengine Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesi olan kurban mali ibadetlerden biridir. Gücü yetmeyenin böyle bir vazifesi yoktur.

    Bazı kesimler kurban ibadetini hayvan katliamı olarak görüp onun yerine sadaka vermeyi önermektedirler. Böyle bir şey mümkün değildir. Zira kurbanın temsili bir anlamı vardır. Üstelik kurban kesmek katliam falan değildir; islamın beş şartından biridir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim kurbana değinmiş ve onunla ilgili şu hükümleri getirmiştir:

    “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hacc 22/34)

    “Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik… Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hacc 22/36–37)

    Kurban kesmek, akıllı, buluğ çağına ermiş, dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve misafir olmayan Müslüman’ın yerine getireceği mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; dolayısıyla Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi olarak kurban kesmelidir.

    Kurban konusunda ciddi çelişki ve yanılgılarımız vardır. Çoğu insan kurbanı keser kesmez buzdolabına doldurmaktadır. Oysa kestiğimiz kurbanla ihtiyaç sahiplerini sevindirmek ve onlara et yeme imkânı sağlamak gerekir. Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Ailenin durumuna göre etin tamamı da evde bırakılabilir. Ancak, toplumda muhtaçların arttığı bu dönemde kurban etinin çoğunun, hatta tamamının dağıtılması uygun olur. Fakat bizler kasaptan et almış gibi ne varsa kendimiz için kullanıyoruz; kâr, zarar ve kilo hesabı yapıyoruz. Böylelikle kurbanlarımız gayesinden uzak düşüyor.

    Kurban ibadetini saptıranların ve onu hayvan katliamı olarak niteleyenlerin art niyetli oldukları aşikârdır. Bu ibadet yeni icat edilmedi. Yeryüzünde1400 yıldan beri kurban kesiliyor. Kurban kesmek, Müslümanlıktan önce de Hak dinlerde vardı. Yahudilerin de, Hıristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri atamız Hz. İbrahim(a.s) ’ın sünnetidir kurban… Hz. İbrahim, oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Bizler o günün hatırasına kesiyoruz kurbanlarımızı.

    Kurbanı bir hayvan katliamı olarak niteleyenler acaba diğer günlerde kesilen hayvanları görmüyorlar mı? Hayvanlar sadece kurban bayramında mı kesiliyor? Kasaplarda satılan etler de neyin nesi? Bunların zoru hayvanları korumak filan değil, ibadet olan kurbanı hayatımızdan silmektir. Üstelik hayvan haklarını savunan(!) bu kişiler astragan kürk giymekten de geri durmazlar. Giydikleri kürklerin bir hayvanın öldürülmesiyle elde edildiğini görmezlikten gelirler. Bunlar çifte standart ve çelişki değil de nedir?

    Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.

    Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın.

    Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Tabii ki sıhhi şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Müslümanların Kurban Bayramını en içten dileklerimle kutluyor, milletimize hayırlar ve bereketler getirmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum.

  • orhan pamuk19.12.2006 - 22:11

    ORHAN PAMUK’U SEVMEYE Mİ BAŞLADIM NE?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son aylarda en çok konuşulan konuların başında romancı Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması geliyordu. Bir asırlık Nobel ödülü tarihinde Türk edebiyatında eser vermiş bir yazar ilk defa böyle büyük bir ödülle mükâfatlandırılıyordu. Bu edebiyatımız için çok büyük bir dönüm noktasıydı. Bizler millet olarak böyle bir başarıya açtık. Durum böyleyken sağdan ve soldan olmak üzere pek çok eleştirmen, gazeteci ve siyaset adamı bu ödülü sorgulayıp durdu. Çok az insan bu ödüle sevindi, pek çok kişi ödülü ve sahibini siyasi buldu. Çünkü ödül kritik bir zaman diliminde verilmişti. Ödülü alan Orhan Pamuk edebiyattan çok, siyasi demeçleriyle sivrilen popüler bir şahsiyetti.

    Şubat 2005 tarihinde İsviçre’de yayımlanan Tages-Anzeiger, Basler Zeitung, Berner Zeitung ve Solothurner Tagblatt adlı gazetelere, haftalık ek olarak çıkan Das Magazin dergisine verdiği demeçte ifade ettiği “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü ama hiç kimse bunları konuşmaya cesaret edemiyor.” sözleri Türkiye’de büyük eleştirilere neden olmuştu. Yazar, Kürt sorunu ve Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili bu sözleri yüzünden Türklüğe hakaret suçuyla 6 ay ila 3 yıl hapis istemiyle mahkemeye verildi. Mahkeme dünya çapında büyük ilgi uyandırdı. Orhan Pamuk’a karşı açılan bu dava T.C. Adalet Bakanlığı’nın onayını gerektiriyordu. Bu onay verilmeyince 23 Ocak 2006 tarihinde mahkeme yetkisizlik kararı verdi ve dava düştü.

    Yabancı yayın organlarına verilen bu demeçler Orhan Pamuk’un dış dünyadaki popülaritesini artırdıysa da Türkiye’deki konumunu ve şahsiyetini tepetaklak etti. Tam da Fransa’nın sözde Ermeni Soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasına dair kanununun çıktığı gün Pamuk’un Nobel ödülüne layık görülmesi Pamuk’a cephe alanları haklı çıkarır hale getirdi. Bunlar tesadüf müydü, yoksa özellikle yapılan şeyler miydi? Herkes fikrini söyledi, tartışmalar günlerce sürdü. Neticede Orhan Pamuk Nobel ödülünü İsveç kralının elinden aldı. Bu maddi ve manevi açıdan büyük bir ödüldü. Pamuk, ödülü almadan birkaç gün evvel yaptığı Nobel konuşmasında siyasetten uzak duygusal mesajlar verdi.

    Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerden birisi de benim… Çünkü boyundan büyük laflar ediyordu o zamanlar… Tarihçi olmadığı halde tarihten konuşuyor, bilir bilmez ahkâm kesiyor, yanlış bilgi ve mesajlar veriyordu. Onun işi romancılıktı. Biz onun edebiyat üzerine konuşmasını beklerdik her zaman… Fakat bazı kesimler onun şöhretinden yararlanıp içlerinde ukde haline dönüşmüş duyguları tartışmaya açmak istiyordu. Sizin anlayacağınız Orhan Pamuk bazı çevreler tarafından kullanılıyordu.

    Pamuk, Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra duruldu, siyasi mesajlar vermez oldu. Türkiye’yle, Türk insanıyla barışma yolunu seçti. Artık Türkiye’nin siyasi meselelerini telaffuz etmez oldu; asıl işi olan edebiyata döndü. Sansasyondan uzak demeçler vermeye başladı. Türkiye’yi Türkiye’den görmeye, bu milletin duygularını anlamaya gayret etti. Böyle yapınca Orhan Pamuk’a kanım ısınmaya başladı. Özellikle Nobel’den birkaç gün evvel çok güzel ve duygusal bir konuşma yaptı. Benim de çok muhatap olduğum ‘Niçin yazıyorsunuz? ’ sorusunu irdeledi, çarpıcı ifadelerle yazma gerekçelerini sıraladı. Sözlerinde siyaset değil, duygu ve edebiyat vardı. Pamuk, konuşmasında yazma gerekçelerini söyle sıraladı:

    “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum.

    Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.”

    Orhan Pamuk bizden biri olmaya başladı sanki.... Nobel konuşmasını, herkesin beklediği gibi İngilizce değil, Türkçe yaptı. Bu tavrını alkışlıyorum. Ben Pamuk’un Nobel aldıktan sonra daha da şımaracağını sanıyordum. Çok şükür ki yanılmışım.

    İnsanlar hata yapabilir, belki o da geçmişte yaptığı hataların farkına vardı, bunlardan döndü. Ben böyle olmasını umuyorum. Yaşarsak bunu ilerleyen zamanlarda hep birlikte göreceğiz. Benim, ülkemi seven kimseyle meselem olmaz. Orhan Pamuk bu ülkenin dilini işleyen ve Türkiye’nin adını dünyaya duyuran bir yazardır. Bu açıdan bakarsak Türkiye ona çok şey borçludur. Milyon dolarlarla yapamayacağımız tanıtımı Nobel’i alarak yapmıştır. Pamuk’a dair önyargılarımız yoktur. O, Türkiye’yi sevdiği ölçüde biz de onu seveceğiz.

  • yol19.12.2006 - 00:27

    GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın büyük bir köy haline dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Artık ülkeler birbirine o kadar uzak değil. Dünya kara, deniz ve hava yollarıyla birbirine bağlanmış. Durumu iyi olanlar sabah kahvaltısını Paris’te yaparken akşam yemeğini Moskova’da yiyorlar. Küreselleşmenin böyle girift bir hal aldığı bir zamanda Türkiye’nin manzarasını temaşa edersek iki farklı görüntüyle karşılaşırız. Batı’da son derece modern yolar varken Doğu da pek çok köy hâlâ yolsuz olma bahtsızlığını yaşıyor. ‘Bu zamanda yolsuz köy de olur mu? ’ demeyin Doğu ve Güneydoğu da yolsuz ve susuz köy sayısı hiç de azımsanacak miktarda değil. Türkiye’ye Batı’dan bakarsanız bu manzaraları göremezsiniz.

    Toprağı vatan haline getirmek bir kısım işlerin eksiksiz yapılmasıyla mümkündür. Milli ve manevi değerlerin vicdanlara yerleştirilmesi birinci sırada gelir. Onu maddi unsurlar takip eder. Bu çerçevede şehirlerin ve köylerin altyapısının kurulması şarttır. Bu maddi ve manevi unsurlar ihmal edilirse işler yolunda gitmez. Ancak bunları temin ederseniz toprak vatanlaşır. Millet bayrağına ve milli değerlerine sahip çıkar.

    Yol medeniyetin en büyük ölçüsüdür bence. Öbür gelişmeler yoldan sonra gelir. Şehirleri köylere ve mezralara bağlayan yollar, can damarımızdır. “Gidemediğin yer senin değildir” vecizesi Sivas’ın Osmanlı dönemi eski valilerinden Halil Rıfat Paşa’nın tarihe geçen sözüdür. Bu söz, yolun önemini ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor. Gerçekten de öyle değil mi? Bir yere dilediğin zaman ulaşamıyorsan orası senin olsa neye yarar?

    Halil Rıfat Paşa bu sözü sadece kuru bir hamaset ifadesi olsun diye söylememiş, bunun içini de doldurmuştur. Sivas valiliği sırasında binlerce kilometre yol yapılmasına vesile olarak yol medeniyetinin öncüsü olmuştur. Onun bu güzel sözü yurdun değişik yol güzergâhlarında yer almaktadır. Bu söz evrensel bir hakikati dile getirmektedir. Bugün de Halil Rıfat Paşa gibi yol sevdalılara ihtiyacımız vardır.

    Bir yerde yol yoksa oradaki insanlar baştan kaybetmiş demektir. Çünkü hemen her şey yola endekslidir. Bakmayın Ahmet Kutsi Tecer’in: “ Orda bir köy var, uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizim köyümüzdür.” dediğine… Gidemediğin yer senin değildir. Doğuda yolsuzluktan kaybettik binlerce insanımızı. Bu kişilere dilediğimiz zaman ulaşamadık. Onları kaderlerine terk ettik. Sadece Doğuda mı? Batıda yolsuz yerler yok mudur? Elbette vardır, hem de fazlasıyla. Fakat gidilemeyen yerler daha çok Doğu coğrafyasında yoğunlaşmıştır. Onun içindir ki en problemli bölge de orasıdır. Oraya gidilebilecek bir altyapıyı her an hazır tutabilseydik neticeler böyle elim olmazdı. Yol olsaydı meselelere sıcağı sıcağına el atabilirdik, baskı unsuru oluşturabilirdik.

    Uzak yerlerin meselelerinden uzak kalmak o meselelerin çözümünü sağlamaz. Aksine ne kadar uzak kalırsak o kadar kaybederiz orada yaşayan insanları. Bu, beden kaybı olmaz sadece, en büyük kayıp gönüllerin şerre kaymasıdır aslında. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur demiş atalarımız… Bizden mekân olarak uzak olanlar da bizim insanlarımızdır. Onlarla olan gönül bağımızı gevşetmemeliyiz. Bu da ulaşımla mümkündür. Ulaşım için köylere yollar yapılmalıdır. Köylerle kentlerin bağlantıları yollarla kurulmalıdır. Vasıta gitmeyen köyleri olan bir milletin mağrur olmaya ve caka satmaya hakkı yoktur.

    Ahmet Kutsi Tecer edebi açıdan güzel bir şiir yazsa da bu şiirde ifade edilenler yaşanan hakikatlerle örtüşmemektedir. “Orda bir ev var, uzakta / O ev bizim evimizdir. / Yatmasak da, kalkmasak da / O ev bizim evimizdir.” dizeleri duygusallıktan ve hamasetten öteye gitmemektedir. Orda bir ses varsa uzakta, o ses bizim sesimizse o sese kulaklarımızı tıkayamayız. Duymazlıktan, tınmazlıktan gelemeyiz. Şayet böyle yaparsak o ses bizim sesimiz olmaktan çıkar, belli bir zaman sonra başkalarının sesi olur. Orda bir yol varsa uzakta, o yol bizim yolumuzsa, bir gün o yola revan oluruz. O yol ancak kullanılırsa yol vasfını kazanır. Yollu işler yapmak için yol sahibi olmak lazım. Yolu olmayanların yolsuzluklara bulaşması masum olmasa da bazı çevrelerce hafifletici sebep olarak görülebilir.

    Köyler şehirlerin can damarıdır. Köyünü ve köylüsünü ihmal edenler, onlara sırtını dönenler iflah olmazlar. Köye ulaşmanın, köyle bütünleşmenin vasıtası yoldur, yol, yol, yol! ...Bunun böyle bilinmesi ve yurdun baştan başa yol ağıyla kuşatılması gerekir.

    Bu sadece kara yolu olarak düşünülmemelidir. Karayolunun yanında ucuz olan tren yollarının da gündeme alınması gerekir. Özellikle Doğu Karadeniz’e, Trabzon’a demir yolu ağı tez zamanda getirilmelidir… Bu yol Gürcistan üzerinden Kafkasya’ya, oradan İran’a geçirilip söz konusu ağla enerji noktalarının merkezi olan Asya’ya açılmalıdır. Fakat evvela yurdumuzun içerisinde yolsuz köy ve mezra bırakmamalıyız. Bunu sağlayabilirsek başımız dik, gururla dolaşabiliriz. Halil Rıfat Paşa’nın ‘Gidemediğin yer senin değildir’ sözünü her zaman zihnimizin başköşesine yerleştirmeliyiz.

    Unutmamalıyız ki yol medeniyettir. Çağdaşlık polemiklerle, laf cambazlıklarıyla kazanılmıyor. Çağdaşlık medeni ülkeleri yakalamaktır. Medeni ülkeler yol sorununu çoktan halletmiştir. Yolsuzluk geri kalmışlıktır. Şehirleri çift yollarla modernleştirirken köylerimize üvey evlat muamelesi yapmayalım. Zira köylerde yaşayanlar da bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdır. Onları bir çuval unla tavlanacak oy makineleri olarak gören zihniyetler bu kesimin âhları altında ezilip yok olmaya mahkumdur.