MERHUM İSMET GİRİTLİ’NİN GÖZÜYLE ATATÜRK M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin değerlerinin ve değerlilerin başında gelen Mustafa Kemal Atatürk üzerine hemen hemen her aydın görüş beyan etmiştir. Ona karşı kayıtsız kalan kişi pek azdır. Çünkü o, uçurumun kenarına getirilmiş bir milletin makûs talihini yenmiş bir vatanseverdir. Onu çok yönlü değerlendirmek gerekir. Onun yaptıklarına geniş perspektiften bakmak lazımdır. Aksi takdirde kanaatlerimizde yanılabiliriz; ifrat ve tefrit batağına düşebiliriz.
Atatürk belli bir grubun değil, hepimizin değeridir. Onun evrensel şöhretini suiistimal etmemeliyiz. Bu vatan coğrafyası onun bize mukaddes emanetidir. Vatanını sevenler onu da gönüllerinin en kıymetli köşelerine yerleştirmişlerdir. Müstemleke ruhunu eriten ve onun yerine çağlayanlar misali bağımsızlık şuurunu yerleştiren, yedi düvele karşı bayrak açan Atatürk, her şeyden evvel Türk kimliğini davasının merkezine yerleştirmiştir. Onu hazmedemeyenlerin derdi de bu ülkenin adının Türk ifadesiyle başlamasından başka nedir ki! .... Bu ülke Türk sıfatını taşıyan, pek çok farklı ırkı barış içerisinde barındıran ender bir ülkedir. Bu uyumumuzu ve nizamımızı kıskananlar bizi birbirimize düşürmeye gayret ediyor. Fakat bilsinler ki bunu hiçbir zaman başaramayacaklardır. Çünkü bu toprakların her karışına ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyen Atatürk’ün ruhu ve maneviyatı sinmiştir.
Altı asırlık koca bir imparatorluğun çökmesiyle birlikte Türk milletinin dağılacağını, bir daha devlet teşkilatı kuramayacağını uman yabancı devletler, Atatürk gibi bir dehayı hiç hesaba katmamışlardı. Gerçi o büyük kahramanı, birbirinden çetin hadiseler ortaya çıkarmıştır. Malumdur ki Türk milleti zor zamanlarda kenetlenir ve içinden önderler çıkarır, çıkardığı önderlere de kayıtsız şartsız teslim olur. Nitekim Mustafa Kemal örneği bunun bariz göstergesidir. Bu durum lidere bağlılığın ve onun bir anlamda gölgesi olmanın hayırlı neticesidir. Türkiye Cumhuriyeti de bu neticenin tatlı meyvesidir.
Atatürk’le ilgili olarak tutarsız tavırlar gösterenlerin yanında isabetli görüş ve kanaatler ileri süren aydınlar da vardır; hatta ikinciler sayı olarak çok daha fazladır. Onların isabetli görüşleri Atatürk’ün geniş kitleler tarafından daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Atatürk’ü iyi anlayan ve anlatan aydınlardan birisi de yakın zaman içerisinde(03 Şubat 2007) kaybettiğimiz Prof. Dr. İsmet Giritli’ydi. O ne kadar iyi bir hukukçu idiyse o kadar da doğru ve sadık bir Atatürkçüydü. Atatürk’ü etraflıca tanıyan ve duygularından çok, aklıyla hareket eden Giritli’nin değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle kurtarıcımız Atatürk’le ilgili ileri sürdüğü görüşlerden bir demeti dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Atatürk’ün temel inanışlarından ve onun düşünce sistemi olan Atatürkçülüğün unsurlarından biri de, ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşmadır. Başka bir deyim ile her çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerinin ışığı altında toplumun çağdaşlaşmayı(modernleşmeyi) sürdürmesidir.”
“Atatürk’ün kastettiği bilim ve teknik ‘çağdaş’ olduğu için Atatürkçülükte bilim ve teknikteki gelişmelerin çok yakından izlenmesi gerekir; ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlatmak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır.”
“Atatürk’ün Millet Meclisi kavramına karşı saygısı bütün yaşantısı boyunca değişmemiştir. Gerçekten Millet Meclisini her zaman devleti meydana getiren müesseselerin en üstünde görmüş ve göstermiş, zaferlerin olduğu kadar inkılâpların şerefini de ona mal etmiş, ilhamlarının kaynağının millet, yürütücüsünün ise Millet Meclisi olduğunu haykırmıştır. Yapılan büyük işleri anlatan söylev ve demeçlerinin hemen hepsinde kendine ayırdığı yer milletin veya Millet Meclisinin bir köşesinden ibarettir.”
Giritli’nin söylediği gibi Atatürk öncelikle bu milleti aşk derecesinde sevmiş ve ona bütün yüreğiyle inanmıştır. Daha sonra da davasının temel dinamiklerini oluşturmuş, onları bir düşünce sistemi haline dönüştürmüştür. Bununla beraber teorik düşünceleri pratiğe geçirmek için cesur insanlardan bir ekip oluşturmuştur, bu ekibi başarıyla sevk ve idare etmiştir. Fakat düşüncelerini bir dogma olarak görmemiş, yeri gelince tartışmaya açmıştır. Bu onun demokrat yanını gösteren bir unsurdur. O hiçbir zaman tepeden emredici bir tavır içine girmemiştir. Komutan arkadaşlarının fikirlerine değer vermiş, onların görüşlerinden azami derecede faydalanmıştır. Yakın tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Atatürk’ün güven duyduğu kaynakların başında millet ve ordu geliyordu. Bunlar birbirinin sebep ve sonucuydu. Milletin varlığı ve inancı orduyu doğurmuştu. Ordunun varlığı da millete ve onun içinden çıkıp yıldızlaşan Atatürk’e her zaman güven vermiştir.
Türk milletinin her ferdinin Atatürk’ü İsmet Giritli gibi iyi anlaması ve anlatması gerekir. Bu ona karşı bir borçtur, bir aydın sorumluluğudur. Aksi halde koca bir değer zayi olur. Bundan Atatürk bir şey kaybetmez. Çünkü ölülerin üzerinden dünya endişeleri kaldırılmıştır. Kaybeden yaşayanlar, yani bizler oluruz. Bu noktadan sonra bu ülkenin kaybetmeye tahammülü yoktur. Onu anlayanlar aynı zamanda, iştiyakla arayanlardır.
EVRENSEL DÜŞÜNCELİ BİR AYDIN: İSMET GİRİTLİ M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye her geçen gün değerlerinden birini kaybediyor. Bu ölümlü dünyada vakti gelen göçüp gidiyor. Türk hukukunun en büyük, en bilge isimlerinden birisi olan İsmet Giritli’yi de kaybettik. 1961 Anayasası’nın ilk taslağını hazırlayan bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. İsmet Giritli, İstanbul’da tedavi gördüğü Metropolitan Florence Nigthingale Hastanesi’nde 03 Şubat 2007 Cumartesi günü vefat etti.
Giritli, 1924 yılında Kırım’da doğmuştu. Kabataş Erkek Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Giritli, 1964 yılında profesör olmuştu.1964–1968 yılları arasında ilk TRT Yönetim Kurulu üyeliği ve başkanlığında da bulunan Profesör Giritli, 1968 yılının ocak ayında ilk televizyon yayınını gerçekleştiren ekibin başındaydı. 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Giritli, sekiz yıldır İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyordu. 83 yaşında iken aramızdan ayrılan Giritli’nin cenazesi, 5 Şubat Pazartesi günü Levent Camii’nde öğleyin kılınacak namazdan sonra Rumeli Feneri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
1985 yılında Fransızların “Palmes Academiques” nişanı ve “Chevalier” unvanını alan Prof. Dr. Giritli, İngilizce, Rusça ve Fransızca biliyordu. Sayısı 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Prof. Dr. Giritli, 1999 yılından beri İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği yapıyordu. 1978–1979 yılları arasında Glasgow Üniversitesi’nde “Senior Research Fellow” sıfatı ile “Petrol Politikaları” konusunda seminer verdi. Giritli, 1982–1991 yılları arasında Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürlüğü ve Radyo Televizyon Yüksek Kurulu üyeliği yaptı. Atatürk Yüksek Kurumu asli üyeliğinde bulundu. 1976 yılında Meksika Milletlerarası Hukuk Akademisi’ne seçildi.
İsmet Giritli, Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu önemli aydınlardan biriydi. Uluslararası hukuk arenasında adından söz edilen ve değişik hukuk teşkilatlarında görev alan bir isimdi. Çok engin bir hukuk ve tarih bilgisi vardı. Uzun yıllardan beri Türkiye Gazetesi’nde “Dünyaya Bakış” isimli köşesinde Türkiye ve dünya gündemine dair olayları yorumluyordu. Hadiselere usta bir hukukçu gözüyle bakarak okuyucularını aydınlatıyordu.
Giritli, ilerleyen yaşına rağmen hayatın içinde olan ve üniversite kürsülerinde ders veren bir ilim adamıydı. Yaşı yetmişi çok aşsa da işi bitmemişti. Üniversiteler onunla onurlanıyordu. Onun öğrencisi olmak şeref addediliyordu. Görev yaptığı üniversiteyi onun varlığından dolayı tercih eden öğrencilerin sayısı az değildi. Yani şahsi itibarı yüksekti. Giritli, geniş bir çevreye, engin bir bilgi birikimine ve hayat tecrübesine rağmen aktif siyasete katılmayı hiç düşünmedi. Bir bilim adamı olarak her zaman siyasetin yanında ve yakınında olsa da bir nefer olarak bu işe dâhil olmadı. Sadece siyasetin teorisiyle ilgilendi. Politikayı bir gözlemci olarak hep dışardan takip etti. O, 25 Temmuz 2006 Salı günkü köşe yazısında siyasetle olan ilişkisine değinerek şu enteresan bilgileri veriyordu:
“Genç yaşta, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, Türk Devrim Ocakları Başkanlığı yaptım. 1950’li yılların başından Dünya ve Vatan’da muntazam, güncel konuları işleyen makaleler yazdım ve beyanlarda bulundum. Bunun sonucu olarak, 1950’lerin ortasından itibaren, çeşitli tarihlerde sayısı altıyı bulan parti liderlerinden ‘partilerine katılma’ teklifi aldım, fakat hepsini nazikçe geri çevirdim. Çünkü ben bilim adamı olarak hayatımı sürdürmek ve tamamlamak istiyorum. Konum İdare, Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi olduğu için esasen politikanın teorik yönü ile ilgiliyim ve siyasi literatür ile medyayı izliyorum.”
Giritli, samimi bir Atatürkçü idi. Her fırsatta Atatürk’ün erdemli kişiliğinden bahsederdi. Dünyaya onun ilke ve inkılâpları penceresinden bakardı. O hukukçuluğunun yanında tarihe de vakıf bir insandı. Yazı ve kitaplarında tarihle hukuku beraber değerlendirirdi. Hataları da vardı şüphesiz. Bence en büyük hatası Demokrat Parti’ye ve onun lideri Adnan Menderes’e duyduğu anlamsız ve amansız nefretti. Allah hepsine rahmet eylesin.
İnsan çok yönlü bir varlıktır. Onun hem beden, hem de ruh cephesi vardır. Bedenimiz ve ona dair isteklerimiz hayvani yanımızı teşkil eder. Bizi insan olarak özel bir konumda tutan ve diğer canlılardan ayıran ruh tarafımızdır. Ruh cephemiz asil ve ebedi yanımızdır. Akıl nimetini kullanan insanoğlu bunun sayesinde pek çok güzelliklere imza atar. Bu güzeller sanat ana başlığı altında toplanabilir.
Sanat deyip de geçmeyelim. Toplumları ayakta tutan değerlerden biri de şüphesiz sanattır. Bize bu güzel toprakları kazandıran Atatürk, veciz bir sözünde sanata dair şunları söylüyor: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Demek ki sanat, vücudu canlı tutan hayat damarları kadar ehemmiyetlidir. Bedenimizin diriliği kan dolaşımına bağlıysa, ruhumuzun diriliği de sanata ve sanatkâra bağlıdır.
Cumhuriyetimizin ve devletimizin kurucusu Atatürk yine bir başka sözünde sanatı ve sanatçıyı şöyle yüceltiyordu: “Efendiler siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hiçbir zaman sanatkâr olamazsınız.” Bu söz sanatçının toplumdaki yerini ve önemini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Sanat; hayatımızı sıradanlıktan kurtarır; ruhumuza renk ve ahenk katar. Sanat, insanları yaratıcılığa ve üretkenliğe teşvik eder. Milletlerin ayakta kalması sanata ve sanatkâra verdikleri öneme bağlıdır. Milletler sanatla, kültürle ve edebiyatla beslenemezlerse yaşayamazlar. Yaşamak nefes alıp vermek kadar basit bir eylemse yaşarlar. Fakat hayatı yemek, içmek ve bunları boşaltmak kadar basit göremeyiz. Yaşamak, hayatta derin ve estetik izler bırakmaktır; dünyayı kültür ve sanatla buluşturmaktır. Sanatkârlık, yaşananlara sanat penceresinden bakmaktır. Ruh yüceliğini kemale erdirmektir.
Trabzon’umuz Türkiye’nin tarihi şehirlerinden birisidir. Osmanlı devletinin tahtında 47 yıl gibi uzun bir süre kalan Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, halifelik şerefini Osmanlı devletine bahşeden Yavuz Sultan Selim’in uzun süre valilik yaptığı bu kent, tarihi süreç içerisinde hep sanatla, edebiyatla ve kültürle hemhal olmuştur. Dün kadar olmasa da bugün de Trabzon bir kültür, sanat ve edebiyat şehridir.
Trabzon’umuz bazı kesimler tarafından özellikle karıştırılmak istenmektedir. Bu güzel şehir, son yıllarda uluslararası arenaya taşınan cinayetlerle büyük yaralar almıştır. Bu yaraları kültür, sanat ve edebiyata sarılarak sarabiliriz. Şehrimizdeki sanat faaliyetleri Trabzon’un zedelenen imajını tamir etmektedir. Bu sanat faaliyetlerinden birisi de son zamanlarda Turkuaz Sanatevi’nin açmış olduğu resim, grafik ve desen sergisidir.
Kıymetli ressam Cemil Bayram’ın önderliğinde ve rehberliğinde sanat faaliyetlerini sürdüren Turkuaz Sanatevi, Trabzon’da desen, grafik ve resim alanında bir ekol oluşturmuştur. 12 yıllık tecrübesi ile Trabzon’da hizmet veren Turkuaz Sanatevi görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Burada güzel sanatlar fakültelerinde, güzel sanatlar liselerinde ve resim öğretmenliği bölümlerinde eğitim görmek isteyenlere uzun yıllardan beri hazırlık kursu verilmektedir. Trabzon’da resim hazırlık kursu denilince Turkuaz akla gelmektedir. Bu yönüyle şehirde alanında adeta bir marka oluşturmuş durumdadır.
Turkuaz Sanatevi’nin emektarı, önderi, patronu ve her şeyi olan Cemil Bey bütün mesaisini öğrencilerine ayıran bir sanat gönüllüsüdür. Tabir caizse o, hayatını öğrencilerine adamıştır. Şehrimizin özelliklerini çok iyi bilen ve bizden biri olan Bayram, Trabzon’a yeni ressamlar ve grafikerler kazandırmak için büyük gayret sarf ediyor. Öğrencilerini bir müşteri olarak değil, bir ekibin vazgeçilmez unsurları olarak görüyor.
1972 yılında Trabzon’da doğan Cemil Bayram, KTÜ Resim Öğretmenliği ve KTÜ İç Mimarlık Bölümünde eğitim aldı. 1995 yılından beri Turkuaz Sanatevi’nde görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Birçok grup sergisine ve karma sergiye katılmıştır. Açtığı sanat evinde bugüne kadar beş yüzün üzerinde öğrencisini üniversiteli yapmıştır. Bayram, Türkiye’nin birbirinden seçkin değişik üniversitelerine yerleştirdiği öğrencileriyle olan iletişimini hiç kesmemiştir. Onların başarılarıyla daima övünmüş, onlara hep destek olmuştur. Bu yönüyle hocalıktan öte, ağabeylik rolünü başarıyla yürütmüştür.
Geçenlerde (29 Ocak 2007 Pazartesi) günü Trabzon Belediyesi Mahmut Goloğlu Kültür Merkezi’nde Turkuaz Sanatevi’nin 30. Resim Sergisi vardı. Akşam saatlerinde açılan sergiye sanatseverlerin ilgisi büyüktü. Serginin kokteyline gelenler Ressam Cemil Bayram’ın güler yüzüyle, sıcak ve samimi ilgisiyle karşılaştılar. Herkesle özel olarak ilgilenen Bayram, 12. yıla girmenin gururunu öğrencileriyle beraber yaşıyordu. Bu gurur onun hakkıydı. Çünkü o, 12 yıldan beri iyi günde kötü günde gecesini gündüzünü öğrencilerine ayırmıştı.
Trabzon, bilindiği üzere işsizliğin yoğun olduğu bir yerleşim yeridir. İş güç sahibi olmayan gençleri bu gibi sanat kurslarına yönlendirebilirsek hem suç oranı azalır, hem de Trabzon’un geleceğinde söz sahibi olacak sanatkârlar yetişir. Turkuaz Sanatevi’ne bu açıdan bakınca onları takdir etmemek mümkün değildir. Cemil Bayram’a çok iyi bildiği bu işinde başarılar diliyorum. Genel yetenek ağırlıklı üniversite sınavlarında bu yıl da başarılı olmalarını temenni ediyorum. Sanat bizleri sıradanlıktan kurtaracak yegâne vasıtadır. Trabzon’umuz adi cinayetlerle değil, sanatla gündeme gelirse bunun onurunu hep birlikte paylaşırız. Yarınlarınızın sanat dolu olması dileğiyle! ...
Müslüman inancında bazı günler, geceler ve aylar diğerlerine göre daha büyük önem ve anlam taşımaktadır. Ramazan ve kurban bayramları, ramazan günleri, mübarek geceler, üç aylar bunlardan bazılarıdır. Bu zaman dilimleri diğerlerine göre çok daha anlamlı ve önemlidir. Bu günlerin ve gecelerin feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanmalıyız.
Allah katında değerli olan zamanlardan birisi de 'Muharrem' ayıdır. Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem'in İslam tarihinde önemli bir yeri vardır. Öyleki Resulullah Efendimiz(sav) Muharrem'i 'şehrullah', yani 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirmiştir. Muharrem ayı aynı zamanda 'Eşhürü'l-Hurum'dandır. Yani savaşılması yasaklanmış (haram aylardandır) , kıymeti büyük aylardandır. Eşhürü'l-Hurum'un diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Recep'tir. Peygamberimiz bir hadislerinde: 'Ramazan ayından sonra tutulan oruçların en hayırlısı, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise geceleyin kılınan namazdır.' buyurmuştur. Bunun yanında Peygamberimiz(sav) , bu ayın Aşure günü olarak bilinen onuncu gününü, bir öncesi ve sonrası ile oruçlu geçirmeyi tavsiye etmiştir. Bunu bizzat kendisi titizlikle uygulamıştır.
Muharrem önemli hadiselerin gerçekleştiği bir aydır. Hz. Âdem'in cennetten yeryüzüne indirilmesi, Hz. Nuh (a.s.) 'ın tufandan kurtulması, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenlerin Firavun'un zulmünden kurtulmaları hep bu ayda vuku bulmuştur. Bunların yanında Muharrem ayı, Hz. Muhammed(sav) 'in torunu, 4. Halife Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in, o dönemde yaşanan siyasi kargaşa ve çatışmalar sonucunda 10 Muharrem 61'de Kerbela'da öldürülmesi olayının yaşanması nedeniyle İslam tarihinde önemli bir yere sahip bulunuyor. Bu yönüyle Müslümanlar için hüzün ayıdır Muharrem…
Muharrem pek çok yönüyle diğer aylardan ayrılır. Fakat Muharrem ayının bütün Müslümanlar nezdinde en üzücü ve en önemli hadisesi, hiç şüphesiz ki Hz. Peygamberin muazzez torunu Hz. Hüseyin başta olmak üzere ehli beyitten ve Müslümanlardan birçok kimsenin Kerbela'da günlerce aç, susuz bırakıldıktan sonra Hicri 10 Muharrem 61 tarihinde hunharca şehit edilmesidir. Bu hadiselerin hatırası hâlâ bilinçlerimizi yaralamaktadır.
Her şeye rağmen Muharrem, bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi bir intikam ayı değildir. Çünkü Müslüman kin gütmez, intikam hevesi içerisinde olmaz. Bu hadiseler İslam tarihinin talihsiz ve bir o kadar da bedbaht sayfalarıdır. Sağduyulu davranan insanlar bu olaylardan ancak ders alır, geleceğe öylece yürür. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bu hususta bizleri uyararak birlik ve beraberlik içerisinde olmamızı istiyor:
'Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.'(Al-i İmran, 3/103)
Kıymetli zaman dilimlerinden birisidir Muharrem ayı… Aşure günü bu aya apayrı bir manevi zenginlik katmaktadır. Bu günleri hakkıyla ihya etmeliyiz. Rabbimiz Fecr Suresi'nin ikinci ayetinde ' O on geceye yemin olsun' ifadesiyle Muharrem'in ilk on gecesine yemin ediyor. Böylece bu zamana ayrı bir değer verdiğini ortaya koyuyor. Fakat bu mübarek on günün zilhicce ayının ilk on günü olduğu şeklinde kanaat getirenler de az değildir.
Bu ayın ve içindeki ibadetlerin ehemmiyetiyle ilgili olarak Ebû Hüreyre (r.a) 'den edilen rivayete göre Peygamberimiz (SAV) 'e; Farz namazdan sonra hangi namazın ve Ramazan ayı orucundan sonra hangi orucun daha faziletli olduğu soruldu da, Peygamberimiz (sav) : 'Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece yarısı kılınan (teheccüd) namazıdır. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç: Allah Teâlâ'nın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur,' buyurdular. Bu rivayet sanırım Muharrem'in önemini yeterince ortaya koymuştur.
Muharrem'in diğer aylardan ayrı tutularak 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirilmesi, içerisinde yapılacak ibadetlerin ve tutulacak oruçların kutsiyetinden dolayıdır. Yoksa bütün aylar Allah'ındır. Bu ifadede söz konusu ayın önemine vurgu vardır. Muharrem ayı, ilahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Cahiliye döneminde de Araplar tarafından Recep, Zilkade ve Zilhicce ayları ile birlikte haram ay olarak kabul edilen muharrem ayı, Müslümanlar tarafından da saygı gösterilen bir ay olmuştur. Fakat ne yazık ki günümüz insanı bu mübarek günlerden habersiz yaşamaktadır. Bu ağlanacak bir durum değil de nedir? Sözün nihayetinde Müslümanlar olarak inancınızın gereklerini hakkıyla yerine getirmenizi, İslamı şevkle, zevkle ve şuurla yaşamanızı, Muharrem ayının feyiz ve bereketinden fazlasıyla yararlanmanızı temenni ediyorum.
İster baş, ister boş, ne olursak olalım ölüm hepimizi o soğuk kollarına alıp ebediyete taşıyacaktır. Aslında ölümü soğuk olarak nitelemek öznel bir kanaattir. Tabut mevtayı dosta götüren bir arabadır. Gerçekte ölüm, adam gibi yaşayanlar ve hayatın hakkını verenler için istirahattır. Zira ölümle birlikte zorlu kulluk imtihanı sona ermektedir. Ahirete göçen kullar, dünyada ektiklerini ötelerde biçmeye gitmektedirler. ‘Ne ekersen onu biçersin’ atasözü bu durumu izah etmektedir. Ne mutlu hayır ekip sevap biçenlere! ...
Toplumun önünde duran, önemli simaların ebediyete göç etmesi doğal olarak bizleri de ölüm üzerine düşünmeye zorluyor. Türk siyasetinin köşe taşlarından İsmail Cem’in kansere yenilerek bu dünyadan göçmesi ölüme dair duygu ve düşüncelerimizi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Zira o Türk siyasetinin vitrinindeki parlak şahsiyetlerden biriydi.
Bir süredir akciğer kanseri tedavisi gören Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem, tedavi gördüğü İstanbul Cerrahi Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Siyasi hayatında, özellikle Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunan İsmail Cem, 67 yaşındaydı. 1997- 2002 yılları arasında dışişleri bakanlığı yapan İsmail Cem, son dönemin bu kadar uzun süre dışişleri bakanlığı yapabilmiş tek ismi olmuştu. İsmail Cem, 26 Ocak cuma günü Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
1940 senesinde İstanbul’da doğan İsmail Cem İpekçi, 1959’da İstanbul Robert Koleji’nden ve 1963’te Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde siyaset sosyolojisi dalında master yaptı. Cem, 1963 yılından itibaren çeşitli gazetelerde yazı işleri müdürlüğü, genel yayın müdürlüğü yaptı. İsmail Cem, 1971–74 yılları arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanlığı’nı yürüttü.
İsmail Cem iyi bir siyasetçi olduğu gibi, başarılı bir kalemdi. Onun gazetecilik ve yazarlık yönü siyaset adamlığının gölgesinde kalsa da şöhret olarak siyasetçiliğinden geri kalmamıştır. Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, “Türkiye Üzerine Yazılar”, “12 Mart”, “TRT’de 500 Gün”, “Siyaset Yazıları”, “Geçiş Dönemi Türkiye’si”, “Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? ”, “Türkiye’de Sosyal Demokrasi”, “Engeller ve Çözümler”, “Yeni Sol”, “Soldaki Arayış”, “Gelecek İçin Denemeler”, “Mevsim” ve “21. Yüzyılda Türkiye” adlı yayınlanmış eserleri bulunuyordu.
İsmail Cem, 1987 ve 1991 seçimlerinde İstanbul’dan, 1995 seçimlerinde Kayseri’den milletvekili seçildi. 7 Temmuz 1995’te Çiller hükümetinde Ercan Karakaş’tan boşalan Kültür Bakanlığı görevini üstlenen Cem, daha sonra CHP’den ayrılarak DSP’ye geçti. DSP’de TBMM Grup Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Cem, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamblesi üyeliklerine, AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliği’ne seçildi. Cem, AKPM ve BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu Başkanlığı’nı da yürüttü. O dünyanın tanıdığı ve itibar ettiği bir siyaset adamıydı.
İsmail Cem bir hizmet adamıydı. Nerede boşluk varsa orayı dolduruyordu. O, bazen TRT genel müdürü, bazen milletvekili, bazen de bakan olarak göründü bize. Şahsının ön planda olmasını istemezdi. Osmanlı’ya hayran olan bir aydındı. Bu yönüyle çevresindeki solculardan ayrı düşünüyordu. Çok kültürlülüğü bir kazanç ve zenginlik olarak görüyordu. Onun ölümüyle birlikte Türkiye’nin siyaset göğünden parlak bir yıldız kaydı. O, hayata ve ölüme dair düşüncelerini bir zamanlar New York’ta yazdığı bir şiirde şöyle dile getiriyordu:
“Boşa geçmedi hayatım/ Daha fazlası olabilirdi ama ‘Buna da şükür’ demeliyim/ İşte sevgili dostlar Ben böyle veda etmeliyim.”
Hayat böyledir işte, doğumla beraber başlar, ölümle nihayetlenir. Dünyaya gelirken bize sorulmadı, giderken de sorulmayacak. Ömrünü halka hizmetle ve Hakk’a ibadetle geçirenlere ne mutlu! ...Zira ahrette geçerli olacak tek şey kulluğumuz ve ibadetlerimizdir. Bizden biri olan ve hep yerli kalan İsmail Cem’e Allah’tan rahmet diliyorum.
Herkes bilir ki Karadeniz insanı merttir, serttir, dürüsttür, tavizsizdir. Öyle sert göründüklerine bakmayın, onlar Yunus gibi sevgi dolu, Mevlana kadar hoşgörülüdürler. Karadeniz dalgaları gibi coşarlar. Bazen sert bir fırtınaya dönüşseler de içlerindeki sevgi ve hoşgörü hiçbir zaman eksik olmaz. Bu bölgenin insanı hıyanet etmez, edeni de sevmez, hiçbir zaman içinde de barındırmaz. Onları zehirli bir kusmuk misali dışarı atar.
Trabzon’un tarihi bazı kaynaklara göre M.Ö. 2000 yılına kadar gitmektedir. Bu şehir, tarihi süreç içerisinde pek çok medeniyete hoşgörüyle beşiklik etmiştir. Bu parlak geçmişe rağmen gazeteci Hrant Dink cinayetiyle bir kez daha gündeme gelen Trabzon, ulusal medyada adeta linç ediliyor. Son zamanlarda eline kalem ve kamera alan herkes Trabzon hakkında komplo teorileri üretmeye başlıyor. Ulusal televizyonlar tarafından Trabzon’da canlı programlar yapılıyor. Meydan boş bulununca bilen de konuşuyor bilmeyen de… ‘Vurun abalıya’ misali şehrin bin yıllık itibarı talan ediliyor. Oysa istatistikler gösteriyor ki 2006 yılında Trabzon’daki asayiş olaylarında ciddi azalmalar var. Bunu görmeden ahkâm kesenlerin ve bu şehri karalayanların niyetlerinin iyi olduğunu düşünmek doğrusu saflık olur. Onlar öküz altında buzağı arayan basiret körlüğüne tutulmuş kişilerdir.
Trabzonlular, milletini seven ve devleti için her halükârda kendisini feda edebilen bir karaktere sahiptir. Kim ne derse desin, tarih bu şehir insanının asaletine şahittir. Bilindiği gibi büyük Atatürk, Trabzonlular için şu güzel sözleri söylemiştir: “Arkadaşlar! ...Beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman bana kuvvet-i kalp veren arkadaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduklarını asla unutmayacağım. Sakarya Melhame-i Kübrasına üçüncü fıkra ile yetişen Trabzon evlatlarının Meydan-ı Muharebe’de gösterdikleri fedakârlıkların kıymetli hatırası daima dimağımda menkuş kalacaktır.”
Trabzonlular vatanlarına, bayraklarına, atalarına ve dinlerine derinden bağlı insanlardır. Bu özellikler adeta onların kanlarına işlemiştir. Bölücüler zaman zaman bu şehre dadansa da halktan destek bulamamışlardır. Hatta infiallere neden olmuşlardır. Son zamanlarda yaşananlar açıkça gösteriyor ki durumdan vazife çıkarmayı kendilerine görev edinenler, böylesine menfur bir cinayetten siyasi getirim sağlamanın peşine düşmüşlerdir. Bu durum ölen kişinin hatırasına saygısızlık olduğu gibi, bir şehre topyekûn yapılan haksızlıktır.
Trabzon son yıllarda sürekli göç verse de genel nüfusu yine de bir milyona yaklaşmaktadır. İşsizlik ise resmi makamların belirttiğine göre yüzde 15 civarındadır. Oysa bu rakamın çok üstünde işsiz insan bu şehrin sokaklarını her gün arşınlamaktadır. Kişi başına 1.600 dolar düşmektedir. İhracatın bir milyar dolar olduğu Trabzon’da turizm geliri yüz milyon dolar kadardır. Bu durum şehir ekonomisinin sağlıklı olmadığını gösteriyor. Bir işte çalışıp eve ekmek getiremeyenler(özellikle gençler) anne babalarının üzerine yük olmaktadırlar. Bütün bu sıkıntılara rağmen Trabzon’da çok belirgin bir asayiş meselesi yoktur. Her şehirde olabilen sorunlar burada da vardır. Bu şehirde iki büyük hadise yaşanmıştır. Son yıllarda Trabzon’un yaygın olarak gündeme gelmesi, olayların çokluğundan değil, öldürülen kişilerin uluslar arası düzeyde önemli kişiler olmasından kaynaklanıyor.
Hrant Dink’in öldürülmesi en çok Trabzonluları üzmüştür. Çünkü hem ülkemiz bir aydınını kaybetmiştir, hem de bu olayda Trabzon büyük yaralar almıştır. Masa başında oturup habercilik yapanlar tarafından cinayete dair iddialar ortaya atılmış, katilin Cuma namazına gittikten sonra cinayeti işlediği vurgulanmış, böylelikle cinayet inançlı insanların üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Fakat bu eski oyun, beklenen tesiri göstermemiştir.
Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon cahil ve hoşgörüsüz insanların yaşadığı bir şehir değildir. Bu şehir ülkemizin gözbebeğidir. Burası dört bin yıllık kültür, sanat, edebiyat, turizm ve spor kentidir. Trabzon Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği ikinci İstanbul’dur. Onların manevi tasarrufu hâlâ şehrin kimliğine tesir etmektedir. Kim ne derse desin bizler bu şehirde her dem huzur buluyoruz. Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon ikinci bir Teksas değildir. İki hadiseyi bahane edip Trabzon’un tertemiz tarihi ve bugünü üzerine leke atanlar, sizler de önyargılarınızdan arının ve Trabzon’u karalamaktan vazgeçin. Unutmayınız ki Trabzon her şeyiyle Türkiye’dir. Bütün hain niyetlere ve emellere rağmen sonsuza dek öylece kalacaktır.
Türkiye’miz doğusuyla, batısıyla; kuzeyi ve güneyiyle bir bütündür. Bu cennet vatanı bölüp parsellemeye kalkanlar her devirde olmuş, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Fakat vatanını canından aziz bilen milletimiz, şer odaklarına fırsat vermeyecektir. Bu millet normal vakitlerde dağınık görünse de, zor zamanlarda bir ve beraber olmasını çok iyi becerir. Tarihimiz bunun güzel örnekleriyle doludur.
Son zamanlarda gündemi meşgul eden Hrant Dink cinayetiyle yatıp kalkıyoruz. Bir haftayı aşkın bir zamandan beri televizyonlar ve gazeteler o menfur cinayetten bahsediyor. İçimiz dışımız bu haberle karardı. Çocuklarımızın ruh sağlığı bozuldu. Üstüne üstlük Trabzon şehri bu cinayetle adeta yargısız infaza muhatap oldu. Bütün Trabzonlular neredeyse potansiyel suçlu ilan edildi. Hadiseler abartıldıkça abartıldı. Trabzon’da yaşayan biri olarak yaşadığım şehirle medyada tasvir edilen şehir arasında hiçbir şekilde bağlantı kuramaz oldum.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki adı, sanı ne olursa olsun insanların öldürülmesine hiçbir şekilde taraftar değilim. Hele fikrinden dolayı insanların kör kurşunlarla infaz edilmesini bu çağda çok ilkel buluyorum. Vatana kast etmedikten sonra herkes inandığını söylesin. İnsanlar düşüncelerinden dolayı ötekileştirilmesin. Açık açığa konuşan insandan kimseye zarar gelmez. Düşünceler muhakkak hak ettiği şekilde karşılık görür, mecrasını bulur.
Bazı çevreler Hrant Dink’in katil zanlısı Trabzonlu diye bu şehre biriktirdikleri kin ve nefretlerini kusuyorlar. Çözümde görev almayanlar maalesef problemin bir parçası oluyorlar. Trabzon Türkiye’nin vatansever ve fedakâr insanlarının yaşadığı en sağlam yerlerden biridir. Trabzon’un Türkiye’ye maddi ve manevi katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Trabzon Türkiye’nin siyasetçi ve bürokrat yatağıdır. Cevdet Sunay, Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci gibi isimler bu şehrin yüz akıdır. Niçin bunları görmezden gelip münferit hadiseleri tek ölçü kabul ediyorsunuz? Bu şehirden gafil çıksa da, hain çıkmaz. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Şiddet sadece Trabzon’un değil, bütün Türkiye’nin sorunudur. Trabzon’da geçen yıl Santaro isimli papaz öldürüldü, bu yıl Trabzon nüfusuna kayıtlı bir kişi, Hrant Dink’i katletti. Bunlar hepimizi derinden üzdü. Bu olaylardan sonra Trabzon’u öyle anlatıyorlar ki Teksas da neymiş dersiniz! ... Oysa bu şehirde şiddet Türkiye genelinin çok altındadır. 36 senedir bu şehirde yaşıyorum, en küçük bir kavga ve çekişmeye dâhil olmadım. Burada insanlar huzur içinde yaşıyor. Kimse kimsenin tavuğuna ‘kışı’ demiyor. Medyada anlatılanlara bakıyorum da ‘acaba bunlar benim yaşadığım Trabzon’dan mı yoksa başka bir şehirden mi bahsediyorlar’ diye tereddüt içinde kalıyorum. Bu şehirde belirgin bir asayiş sıkıntısı yok. Şehrin valisi ve emniyet müdürü vazifelerinin başında… İkisi de işlerinde çok başarılı kişiler… Trabzon dışında gerçekleşen bir vaka yüzünden bu insanları karalamak tek kelimeyle haksızlıktır.
Yirmi üç seneden beri Trabzonspor’un şampiyonluğunu engellemeye çalışanlar, şimdi de Trabzon’u bir kalemde silmenin hesabını yapıyorlar. Kim ne derse desin iki üç tane münferit hadise Trabzonlulara mal edilemez, edilmemelidir. Allah’tan korkun, biraz akıllı ve insaflı olun. Bu şehrin insanına kıymayın. Birşey biliyorsanız Trabzon’a yatırım yapılmasına zemin hazırlayın. Trabzon’un en büyük meselesi asayiş değil, işsizliktir. Şayet gençler bu gibi çirkefliklere alet oluyorsa bunun birinci sebebi işsizliktir. Trabzon gençliği yarınından ümitsizdir. Bu şehirde sanayinin ‘S’sinden bahsedilemez. Gençler fabrikalarda çalışacak yerde, internet kafelerde ve kahvehanelerde zaman öldürüyorlar. Trabzon gibi küçük sayılabilecek bir şehirde 275 internet kafenin bulunması sanırım işsizliğin boyutunu gözler önüne sermede yeterli bir delil olur. Gelin biraz da bu noktaya değinin.
Cinayeti işleyen Trabzonlu diye Trabzon’a yüklenmek son derece yanlıştır. Üstelik cinayet zanlısının anne babasının öz oğullarını polise ihbar etmesi ayakta alkışlanacak bir harekettir. Nedense kimse bu örnek hareketi ön plana çıkarmadı. İşte Trabzonlu budur, suçlu kişi öz oğlu da olsa haklıya haklı, haksıza haksız demesini bilir. Sizleri insafa davet ediyorum.
Biz Müslümanlar geçen zamanla birlikte değerlerimizden çok uzaklaştık. Kendi değerlerimizi bir kenara bırakarak Batı dünyasının değerlerine dört elle sarılır olduk. Bu durum kültür, sanat ve edebiyatta ağırlıklı olarak kendini gösterdi. Radyo, televizyon ve yazılı basın gece gün demeden bize yabancı değerleri şirin ve sevimli göstermek için uğraşıyor.
Bilindiği gibi Müslümanların kendilerine mahsus takvimleri vardır. Fakat günümüzde Avrupalıların ve dünyanın yaygın olarak kullandığı miladi takvimi kullanıyoruz. Çoğumuzun hicri takvim hakkında dikkate değer bilgisi yok.
Kullandığımız miladi takvim güneş yılı esasına dayanır. Oysa Müslümanların hicri takvimi ay esasına göredir. Bu yüzden yaygın olarak Hıristiyanların kutladığı yılbaşı(Noel) ile bizimki farklı zamanlardadır. Türkiye’de hicri yıl kutlaması söz konusu bile değildir. Ya Noel yortusu, onun eksiksiz kutlanması için ülkemizde aylar öncesinden hazırlık yapılmaktadır.
Bizim insanlarımız kendilerini ecnebi kültüre öyle bir kaptırmışlar ki kendi kültürel değerlerinin farkında bile değillerdir. Hicri yılla ilgili bilgisi olan, hangi hicri yılda olduğumuzu doğru olarak bilen kişilerin sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Müslümanların düştüğü fecaate bakar mısınız? Kültürel yozlaşma ve ezilmişlik almış başını gidiyor.
Hicri takvim Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanmasını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri takvim; hicri şemsi ve hicri kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır.
İslam tarihiyle ilgili kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber, Safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’den ayrılmış, dört gece Sevr Mağarası’nda kalmıştır. Burada bir kısım olağanüstü hadiseler(mucizeler) yaşanmıştır. 1 Rebiülevvel Pazartesi günü Sevr Mağarası’ndan Medine’ye doğru yola çıkmışlardır. 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Küba köyüne gelmiş. Burada Küba Mescidi’ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine’ye doğru hareket etmişlerdir. Bu hadiselerin yaşandığını Kur’an-ı Kerim bizzat teyit etmektedir. Hz. Peygamberin Küba’ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine ‘Hicr-i Semsi Takvim’ denilmektedir.
Hicri yıl, ayın dolaşımını esas aldığından dolayı, miladi yıldan on bir gün daha azdır. Hicri aylar, dünyanın güneş etrafında dönmesinden oluşan mevsimlere bağlı değildir. İslâmi bayramlar, her sene aynı ayda geldiği için farklı mevsimlere rastlamaktadır. Mesela, Ramazan ayı veya Hac mevsimi yaz aylarında gelebileceği gibi kış aylarında da gelebilir. İslâmi gün ve geceler, ayın dolaşımını tamamladığı her otuz üç senede bir defa aynı güne gelir. İslamiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir.
Hicri yılbaşı son peygamber Hz. Muhammed’in(sav) milattan sonra 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçü ile başlayan takvimin ilk günüdür. İslam dünyası yüzünü topyekûn Batı’ya çevirdiği için hicri yılbaşı görkemli şenliklerle kutlanmıyor; adeta geçiştiriliyor. Hicri yıl takvimlerde küçük puntolu rakamlarla, adeta görülmeyecek derecede yazılıyor. Bizde aylar hicri yıldaki karşılıklarıyla söylenmiyor. Sadece recep, şaban ve ramazan ayları geniş kitleler tarafından biliniyor. Öbürleri nazar-ı dikkate alınmıyor. Dilerseniz hicri ayların adlarını sırasıyla dikkatinize sunalım: “Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyelevvel, cemaziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce.”
Resulüllah (sav) ’ın Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç alarak, kameri aylara göre ilk defa tarihi başlatan Halife Ömer b. Hattab (r.a) ’dır. Ömer b. Hattab (r.a) , miladi 622’ye denk gelen hicret hadisesini İslâmi tarihin(takviminin) başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat günümüzde bizim gibi pek çok İslam ülkesi uygulamada miladi takvimi ön planda tutmaktadır. Bunu da dünyaya ayak uydurmanın zorunlu bir gereği saymaktadırlar.
Bilindiği üzere Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet ülkemizde kullanılmış, 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bugün bize düşen vazife miladi takvimi günlük hayatta kullanırken, hicri takvimi de en azından gönlümüzde yaşatmaktır. Biz anne babalar ve İslam kültürünü benimseyen insanlar olarak çocuklarımızı en azından hicri takvimin varlığından haberdar etmeliyiz. Bu geçmişe dönmek değildir; geçmişi yâd etmektir.
Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımızı kültürel değerlerimizle beslemeliyiz. Çünkü dününü bilmeyen yarınına yön veremez. Bu arada unutmadan söyleleyim 20 Ocak 2007 tarihi itibariyle 1428. hicri yıla girdik. 1428 hicri yılının İslam âleminin uyanışına vesile olması en büyük temennimizdir. Hicri yılınız kutlu olsun, insanlığa hayırlar getirsin.
Ölüm hepimizin son durağıdır. İnsanlık tarihi boyunca ölüm köprüsünden geçmeyen kişi görülmüş değildir. Her doğan kişi ölümü peşinen kabullenmiştir aslında. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu durum “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) şeklinde ifade edilmiştir. Bu sese kulak vermeliyiz.
Ölüm, hayatımızdaki ağırlığını her zaman muhafaza etmektedir. Çünkü ölüm ölmemektedir. O her zaman diri ve güçlü bir halde hayatı yönlendirmektedir. Geçmişten günümüze dek ölüm her canlıyı derinden etkilemiştir. Ölümden müteessir olmayan bir varlık gösteremezsiniz. Zira ölüm hayatımızı çepeçevre kuşatmıştır.
Duygu işçisi olan şairler de sürekli olarak ölüm temasını şiirlerinin ana konularından saymışlar ve bu konu üzerinde kalem oynatmışlardır. Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı da ölümü veciz bir biçimde işleyen ve ölüme dair duyguları ölümsüzleştiren bir ediptir. Onun “Sessiz Gemi” şiiri ölümü ne de güzel anlatmaktadır:
“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç. Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç. Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle. Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece. Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince Ya, aşk içinde harap ol, ya şevk içinde gönül Ya, lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.”
Dostlarımızın ölüm haberini aldığımızda elektriğe tutulmuş gibi oluruz. Bir anlık şok geçiririz. Bir türlü inanamayız bu kara habere. Belki de yanlış haberdir deriz. Fakat içimiz yine de rahat etmez. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliriz. İçimizi bir güvercin tedirginliği kaplar. Telefonlara sarılırız haberi doğrulamak için… Haber doğrulanınca da boynumuz bükülür, ölümün ağırlığı üzerimize çöker. Yürüyecek mecalimiz kalmaz.
Birkaç gün evvel(21 Ocak 2007 Pazar akşamı) cep telefonum çalana kadar her şey güzeldi. ‘Değerli bir dostum, hal hatır sormak için arıyordur’ diye düşündüm. O rahatlık içerisinde telefonu açtım. Fakat karşımdaki arkadaşın sesi titriyordu. Belli ki kötü bir haberi iletecekti bana. Nitekim öyle de oldu. Telefondaki arkadaşım; köyümüzün en sevilen simalarından, komşum, dostum ve ilkokul öğretmenim Hayrullah Malkoç’un öldüğünü haber veriyordu bana. Bu haberle ayaklarımın bağı çözüldü. Çünkü böyle bir haberi hiç mi hiç beklemiyordum. Haberin ağırlığı beni iyice çökertti. Telefonu kapattıktan bir saat sonra tekrar aradım arkadaşı. ‘Belki yanlış haberdir, iyice araştır’ dedim. Kendisinin hastanede, ölen şahsın yanında olduğunu söyleyince umutlarım tükendi.
Köprübaşı’nın Gündoğan Mahallesi Kosron mevkiinden olan Hayrullah Malkoç 56 yaşında sağlıklı bir insandı. Kurban Bayramı’nın ilk günü sabahtan akşama kadar beraberdik. Aynı kurbandaydık. İki hayvanı beraberce kesip paylaştırdık. Sohbet ettik, yedik, çay içtik. Akşam hava karardığında o, bir taksiye binerek Sürmene’ye gitti. Arkadaş çevresinden iki üç tane kurbanı üstlenmişti. Onların kesimini ve paylaştırmasını bizzat kendisi yapmıştı. Kurbanları evlerine kadar götürecekti. Öyle hayırsever bir insandı. Ben de yürüyerek eve geçtim. Bu onunla son görüşmemiz oldu. Fakat bunu aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Merhum Hayrullah Malkoç çok değerli, yardımsever, becerikli, saygın bir insandı. Sürmene Halk Eğitim Merkezi Müdürü olarak görev yapıyordu. 30 yılı aşkın bir zamandan beri devletin değişik kademelerinde görev yaptı. Henüz emekli olmamıştı. Büyük bir hizmet aşkıyla memuriyetini devam ettiriyordu. Bugüne kadar bir türlü evlenememişti, kendisine evlenmek nasip olmamıştı. Sürmene’de dört katlı güzel bir ev yaptırmıştı. Fakat yalnızdı. Yüz yaşını aşmış babasıyla yaşıyordu. Zaman zaman ondan da ayrı kalıyordu. İnsanların sevgisini kazanan bir kişiydi. Köyün en güvenilir insanıydı. Darda kalanlara koşan bir hayır elçisiydi. Büyüğü büyük bilip sayar, küçüğü küçük bilip severdi. Doğruluktan ve dürüstlükten hiç ayrılmazdı. Onun kısa biyografisini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
1951 yılında Sürmene’de doğdu İlköğrenimini Köprübaşı Merkez İlkokulunda, orta ve lise tahsilini Sürmene’de tamamladı. Erkek Öğretmen Okulu’nu Trabzon’da, Eğitim Enstitüsü’nü Kayseri’de tamamladı. İlk görev yeri Erzurum’un Horasan ilçesi Gündeğer Köyü’ydü. Daha sonra Şenkaya ilçesinin Teketaş köyünde Müdür yetkili öğretmen olarak çalıştı. 1975 yılında Sürmene Oylum İlkokulu’nda görev yaptı. Daha sonra Güneşli Köyü İlkokulu’nda 15 yıl boyunca Müdür Yetkili Öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1990 yılında Sürmene Halk Eğitimi Merkezi’ne Müdür yardımcısı olarak atandı. 11 Ağustos 2005 tarihine kadar Müdür yardımcılığı ve Müdür Vekilli görevinde bulundu. Yukarıda belirtilen tarihten itibaren Müdür olarak görevine devam etmekteydi. 21 Ocak 2007 Pazar günü akşamı ani bir kalp krizi neticesinde aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin.
Merhum Hayrullah Malkoç Güneşli Köyü İlkoku’nda benim de öğretmenimdi. Beşinci sınıfta derslerimize o girmişti. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir insandı. O sadece öğretmen değil, köyün bilgesiydi. Derdi olan ona koşardı. O, bizim güven kapımızdı, gülen yüzümüzdü. Derde düşünce soluğu kendisinde alırdık. Onun ahirete intikal etmesinden sonra kendimi çok yalnız hissediyorum. Sanki büyük bir boşluğa düşmüş gibiyim. Fakat bu saatten sonra ona dua etmekten başka yapacak bir şey yok. Allah mekânını cennet eylesin. Sözlerimi Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüme dair bir beşliğiyle sonlandırmak istiyorum:
“Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.”
NE OLUR! ...BU ÜLKEYE KIYMAYIN! ... M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye konumu itibariyle son derece mühim bir noktada duruyor. Bu ülke dünyanın en hassas ve kritik bölgesinde yer alıyor. Tarihte ülke olarak bunun bedelini ağır faturalarla ödedik. Avrupa’yla Asya’nın birleştiği noktada köprü vazifesi gören ülkemiz, daima birilerinin iştahını kabarttı, bu yüzden de hep hedef oldu. Ne zaman kalkınmak için doğrulsak kafamıza vurup sindirdiler bizi. Daima iç ve dış problemlerle oyalayıp durdular bu ülkeyi. Titreyip kendimize gelmememiz için sürekli uyuttular, adeta narkoz verdiler.
Türkiye kendi haline ve doğal akışına bırakılsaydı dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında ilk üçü rahatlıkla zorlardı. Fakat bunu istemeyen şer güçler ayaklarımıza daima prangalar vurdular. Elimizi kolumuzu bağladılar. Hainleri besleyip üzerimize saldılar. Çünkü onlar Türkiye’yi orta çağ karanlığına mahkûm etmek istiyorlar. Biliyorlar ki kalkınmış ve güçlenmiş bir Türkiye, dünyanın tozunu attırır. Zira dünya Osmanlı tecrübesini altı asır boyunca yaşadı. Osmanlı dünyaya adalet dağıttı. Bu dönem içerisinde hainler nemalanamadı.
Son dönemlerde ülkemizde bütün sıkıntılara rağmen bir istikrar yaşanıyor. Ekonomide ve cemiyet hayatında olumlu bir hava göze çarpıyor. Türkiye kabuğunu kırma eğiliminde… Bu durum Türkiye düşmanlarını tedirgin ediyor. Onun içindir ki istikrarı bozmak için birileri düğmeye basmış durumda. Ermeni kökenli Türk vatandaşı Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 Cuma günü öldürülmesi mevcut istikrarın bozulması için düzenlenmiş bir hıyanet eylemidir. Böyle bir eylemi Türkiye’yi sevenlerin yapması mümkün değildir.
Türkiye’nin yumuşak karnı olan Ermeni meselesi kaşınmak ve bazı gerçekler örtbas edilmek isteniyor. Planların yürümesi için Hrant Dink de buna kurban ediliyor. Niçin Hrant Dink derseniz cevabı açık… Bu konularda kalem oynatan medyatik bir kişi olmasından dolayı… Şer şebekeleri çok iyi bilir ki kurban ne kadar tanınmış olursa düzenbazların sesi o derece geniş kitlelere ulaşır. Böylece ortalığa korku salarlar. Onların genel stratejileri budur.
Bilindiği gibi Hırant Dink, “Türklüğe hakaret ettiği” gerekçesiyle yazdığı yazılarda TCK’nın 301’inci maddesi gereği üç kez yargılandı. 7 Ekim 2005 Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi’ndeki duruşmasında Hrant Dink’e, 6 ay hapis cezası verilmişti. Hakkında daha önce aynı maddeden iki dava açılan Dink, birinden beraat etmiş; birinden de ceza almıştı. Türklüğü alenen tahkir ve tezyif etmek suçundan aldığı altı ay hapis cezası Yargıtay’ca onaylanan ve ertelenen Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, Agos’ta yayınlanan son yazısında 17 Ocak’a kadar avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracağını açıklamıştı. Fakat bazı şer odaklar, yazdıkları senaryolarda onun bedeninin üzerinden siyasi pirim sağlamayı bir kere planlamışlardı. Onun ölümü bazı gerçekleri örttüğü gibi, bazı mesajların da ilgili mercilere ulaşmasına zemin hazırladı. Senaryo yazıldığı gibi oynandı. Şimdi bütün mesele senaryoyu yazanların ve oynayanların kimliğimin tespit edilmesidir. Fakat büyük ihtimalle bu senaryonun oyuncuları dış bağlantılıdır. Tahmin edersiniz ki bu bir sıradan(adi) cinayet değildir.
Gazeteci Dink ceza aldıktan sonra zor günler geçiriyordu. Beyanatlarında da dile getirdiği gibi sürekli tehdit telefonları ve mesajları alıyordu. Dink bundan yaklaşık beş ay evvel 02 Ekim 2006 Pazartesi günü bir röportajında 301. maddeden yargılanmasını ve buna sebep olan ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ sözlerine açıklık getirmişti. Dink şunları söylemişti: “Cımbızla makalemden böyle bir cümle çıkardılar ve beni o cümle üzerinden mahkûm ettiler. Ben Ermeni kimliği üzerine bir yazı yazmıştım ve Ermenilere diyordum ki Türklere olan öfkeniz sizin kanınızı zehirliyor. Atın o zehiri dışınıza ve onun yerinde sizin artık bir devletiniz var. Ermenistan var, oranın halkı var. 301. maddeden yargılanıyor olmak bir Türk vatandaşı olarak ve Türkiye’yi seven biri olarak son derece üzücü… Ben sadece bunlar benim hayatımın parçalarıymış gibi yaşamaya devam edeceğim. Sonucunda ne de gelirse ona da katlanacağım. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türkiyeliyim ve çok yerel bir insanım. Anadoluluk benim iliklerime işlemiş vaziyette. Burası benim atalarımın yaşadığı topraklar, ben burada yaşamak istiyorum. Dilim giderim dese de adımlarım gitmek istemiyor. Kalmak istiyorum, burada yaşamak istiyorum. İnşallah bunu başarırım”
İstanbul’un göbeğinde kendi çıkardığı Agos gazetesinin önünde saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden Hrant Dink, mahkeme kararından sonra Ahmet Hakan Coşkun’un hazırladığı ‘Tarafsız Bölge’ programında aşağıdaki barış mesajlarını vermişti:
“Irkçılık, ayrımcılık yaşamayalım. İç içe farklılıklarımızı da rahatlıkla yaşayalım. Birbirlerimize sayılı bir şekilde yaşayalım. Türkleri aşağılayacaksam ben niye bu ülkede yaşıyorum? Aşağılayacaksam gider uzaktan aşağılarım, başıma da bu belalar gelmez. Alnıma bir leke sürülmüş… Türklüğü aşağılamışım. Benim için dünyada en büyük suç ırkçılıktır. Eğer ben bu suçu işlediysem bu ırkçılıktır. Bir insan nasıl aşağıladığı bir insanla beraber yaşar? Bütün Ermenilerin dünyasında Türk ötekiydi. Ama beraber yaşadıkça o ötekilik ortadan kalkıyor. Benim Türklerle bir kavgam yok ki… Ben Türklerle yaşamayı şans sayarım. Beraber yaşamak bizim içimizdeki zehire panzehir olur. Diaspora Ermenileri Türklerle yaşarlarsa görecekler ki bu öfke yersiz…”
Bizce ölenin kimliği ve inancından çok, ne gayeyle öldürüldüğü önemlidir. Gazeteci Dink cinayetinin üzerindeki sis perdesi aralanabilirse eminim ki enteresan şeyler çıkacaktır ortaya. Son olarak şunları söylemek istiyorum: Bizler bütün etnik kesimlerle bir ve beraber yaşamak istiyoruz. Yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla herkes birbirinin inancına ve düşüncelerine tahammül etmelidir. Osmanlı devleti zamanında onlarca milliyet barış ve huzur içinde yaşadı. Kimse kimsenin varlığından rahatsız olmadı. Ne zaman ki Osmanlı’yı ortadan kaldırmak istediler, işte o zaman etnik gruplardan çatlak sesler çıkmaya başladı. Bizler kökeni ne olursa olsun, kalbi bu ülke için atan, Türkiye’yi seven herkesi seviyoruz. Ne olur bu güzel ülkeye kıymayalım. Dostluk ve kardeşlik parolamız olsun.
Kavgadan ve nefretten uzun vadede kârlı çıkan bir insan veya topluluk(ülke) gösteremezsiniz. Bizler dostluk, kardeşlik içinde ve Atatürk’ün öngördüğü şekilde barış içinde yaşamak istiyoruz. Yunus’un sevgi, Mevlana’nın hoşgörü pınarından hakkıyla nasiplenebilirsek, onların yolundan gidebilirsek inanın ki her yer güllük gülistanlık olacak. Yaşasın dostluk, kardeşlik ve barış,…Kahrolsun, kin, nefret ve intikam duyguları… Şu üç günlük dünyada hepimiz yolcu değil miyiz? Yunus’un dediği gibi:
“Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım: Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz”
MERHUM İSMET GİRİTLİ’NİN GÖZÜYLE ATATÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin değerlerinin ve değerlilerin başında gelen Mustafa Kemal Atatürk üzerine hemen hemen her aydın görüş beyan etmiştir. Ona karşı kayıtsız kalan kişi pek azdır. Çünkü o, uçurumun kenarına getirilmiş bir milletin makûs talihini yenmiş bir vatanseverdir. Onu çok yönlü değerlendirmek gerekir. Onun yaptıklarına geniş perspektiften bakmak lazımdır. Aksi takdirde kanaatlerimizde yanılabiliriz; ifrat ve tefrit batağına düşebiliriz.
Atatürk belli bir grubun değil, hepimizin değeridir. Onun evrensel şöhretini suiistimal etmemeliyiz. Bu vatan coğrafyası onun bize mukaddes emanetidir. Vatanını sevenler onu da gönüllerinin en kıymetli köşelerine yerleştirmişlerdir. Müstemleke ruhunu eriten ve onun yerine çağlayanlar misali bağımsızlık şuurunu yerleştiren, yedi düvele karşı bayrak açan Atatürk, her şeyden evvel Türk kimliğini davasının merkezine yerleştirmiştir. Onu hazmedemeyenlerin derdi de bu ülkenin adının Türk ifadesiyle başlamasından başka nedir ki! .... Bu ülke Türk sıfatını taşıyan, pek çok farklı ırkı barış içerisinde barındıran ender bir ülkedir. Bu uyumumuzu ve nizamımızı kıskananlar bizi birbirimize düşürmeye gayret ediyor. Fakat bilsinler ki bunu hiçbir zaman başaramayacaklardır. Çünkü bu toprakların her karışına ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyen Atatürk’ün ruhu ve maneviyatı sinmiştir.
Altı asırlık koca bir imparatorluğun çökmesiyle birlikte Türk milletinin dağılacağını, bir daha devlet teşkilatı kuramayacağını uman yabancı devletler, Atatürk gibi bir dehayı hiç hesaba katmamışlardı. Gerçi o büyük kahramanı, birbirinden çetin hadiseler ortaya çıkarmıştır. Malumdur ki Türk milleti zor zamanlarda kenetlenir ve içinden önderler çıkarır, çıkardığı önderlere de kayıtsız şartsız teslim olur. Nitekim Mustafa Kemal örneği bunun bariz göstergesidir. Bu durum lidere bağlılığın ve onun bir anlamda gölgesi olmanın hayırlı neticesidir. Türkiye Cumhuriyeti de bu neticenin tatlı meyvesidir.
Atatürk’le ilgili olarak tutarsız tavırlar gösterenlerin yanında isabetli görüş ve kanaatler ileri süren aydınlar da vardır; hatta ikinciler sayı olarak çok daha fazladır. Onların isabetli görüşleri Atatürk’ün geniş kitleler tarafından daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Atatürk’ü iyi anlayan ve anlatan aydınlardan birisi de yakın zaman içerisinde(03 Şubat 2007) kaybettiğimiz Prof. Dr. İsmet Giritli’ydi. O ne kadar iyi bir hukukçu idiyse o kadar da doğru ve sadık bir Atatürkçüydü. Atatürk’ü etraflıca tanıyan ve duygularından çok, aklıyla hareket eden Giritli’nin değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle kurtarıcımız Atatürk’le ilgili ileri sürdüğü görüşlerden bir demeti dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Atatürk’ün temel inanışlarından ve onun düşünce sistemi olan Atatürkçülüğün unsurlarından biri de, ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşmadır. Başka bir deyim ile her çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerinin ışığı altında toplumun çağdaşlaşmayı(modernleşmeyi) sürdürmesidir.”
“Atatürk’ün kastettiği bilim ve teknik ‘çağdaş’ olduğu için Atatürkçülükte bilim ve teknikteki gelişmelerin çok yakından izlenmesi gerekir; ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlatmak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır.”
“Atatürk’ün Millet Meclisi kavramına karşı saygısı bütün yaşantısı boyunca değişmemiştir. Gerçekten Millet Meclisini her zaman devleti meydana getiren müesseselerin en üstünde görmüş ve göstermiş, zaferlerin olduğu kadar inkılâpların şerefini de ona mal etmiş, ilhamlarının kaynağının millet, yürütücüsünün ise Millet Meclisi olduğunu haykırmıştır. Yapılan büyük işleri anlatan söylev ve demeçlerinin hemen hepsinde kendine ayırdığı yer milletin veya Millet Meclisinin bir köşesinden ibarettir.”
Giritli’nin söylediği gibi Atatürk öncelikle bu milleti aşk derecesinde sevmiş ve ona bütün yüreğiyle inanmıştır. Daha sonra da davasının temel dinamiklerini oluşturmuş, onları bir düşünce sistemi haline dönüştürmüştür. Bununla beraber teorik düşünceleri pratiğe geçirmek için cesur insanlardan bir ekip oluşturmuştur, bu ekibi başarıyla sevk ve idare etmiştir. Fakat düşüncelerini bir dogma olarak görmemiş, yeri gelince tartışmaya açmıştır. Bu onun demokrat yanını gösteren bir unsurdur. O hiçbir zaman tepeden emredici bir tavır içine girmemiştir. Komutan arkadaşlarının fikirlerine değer vermiş, onların görüşlerinden azami derecede faydalanmıştır. Yakın tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Atatürk’ün güven duyduğu kaynakların başında millet ve ordu geliyordu. Bunlar birbirinin sebep ve sonucuydu. Milletin varlığı ve inancı orduyu doğurmuştu. Ordunun varlığı da millete ve onun içinden çıkıp yıldızlaşan Atatürk’e her zaman güven vermiştir.
Türk milletinin her ferdinin Atatürk’ü İsmet Giritli gibi iyi anlaması ve anlatması gerekir. Bu ona karşı bir borçtur, bir aydın sorumluluğudur. Aksi halde koca bir değer zayi olur. Bundan Atatürk bir şey kaybetmez. Çünkü ölülerin üzerinden dünya endişeleri kaldırılmıştır. Kaybeden yaşayanlar, yani bizler oluruz. Bu noktadan sonra bu ülkenin kaybetmeye tahammülü yoktur. Onu anlayanlar aynı zamanda, iştiyakla arayanlardır.
EVRENSEL DÜŞÜNCELİ BİR AYDIN: İSMET GİRİTLİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye her geçen gün değerlerinden birini kaybediyor. Bu ölümlü dünyada vakti gelen göçüp gidiyor. Türk hukukunun en büyük, en bilge isimlerinden birisi olan İsmet Giritli’yi de kaybettik. 1961 Anayasası’nın ilk taslağını hazırlayan bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. İsmet Giritli, İstanbul’da tedavi gördüğü Metropolitan Florence Nigthingale Hastanesi’nde 03 Şubat 2007 Cumartesi günü vefat etti.
Giritli, 1924 yılında Kırım’da doğmuştu. Kabataş Erkek Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Giritli, 1964 yılında profesör olmuştu.1964–1968 yılları arasında ilk TRT Yönetim Kurulu üyeliği ve başkanlığında da bulunan Profesör Giritli, 1968 yılının ocak ayında ilk televizyon yayınını gerçekleştiren ekibin başındaydı. 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Giritli, sekiz yıldır İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyordu. 83 yaşında iken aramızdan ayrılan Giritli’nin cenazesi, 5 Şubat Pazartesi günü Levent Camii’nde öğleyin kılınacak namazdan sonra Rumeli Feneri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
1985 yılında Fransızların “Palmes Academiques” nişanı ve “Chevalier” unvanını alan Prof. Dr. Giritli, İngilizce, Rusça ve Fransızca biliyordu. Sayısı 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Prof. Dr. Giritli, 1999 yılından beri İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği yapıyordu. 1978–1979 yılları arasında Glasgow Üniversitesi’nde “Senior Research Fellow” sıfatı ile “Petrol Politikaları” konusunda seminer verdi. Giritli, 1982–1991 yılları arasında Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürlüğü ve Radyo Televizyon Yüksek Kurulu üyeliği yaptı. Atatürk Yüksek Kurumu asli üyeliğinde bulundu. 1976 yılında Meksika Milletlerarası Hukuk Akademisi’ne seçildi.
İsmet Giritli, Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu önemli aydınlardan biriydi. Uluslararası hukuk arenasında adından söz edilen ve değişik hukuk teşkilatlarında görev alan bir isimdi. Çok engin bir hukuk ve tarih bilgisi vardı. Uzun yıllardan beri Türkiye Gazetesi’nde “Dünyaya Bakış” isimli köşesinde Türkiye ve dünya gündemine dair olayları yorumluyordu. Hadiselere usta bir hukukçu gözüyle bakarak okuyucularını aydınlatıyordu.
Giritli, ilerleyen yaşına rağmen hayatın içinde olan ve üniversite kürsülerinde ders veren bir ilim adamıydı. Yaşı yetmişi çok aşsa da işi bitmemişti. Üniversiteler onunla onurlanıyordu. Onun öğrencisi olmak şeref addediliyordu. Görev yaptığı üniversiteyi onun varlığından dolayı tercih eden öğrencilerin sayısı az değildi. Yani şahsi itibarı yüksekti. Giritli, geniş bir çevreye, engin bir bilgi birikimine ve hayat tecrübesine rağmen aktif siyasete katılmayı hiç düşünmedi. Bir bilim adamı olarak her zaman siyasetin yanında ve yakınında olsa da bir nefer olarak bu işe dâhil olmadı. Sadece siyasetin teorisiyle ilgilendi. Politikayı bir gözlemci olarak hep dışardan takip etti. O, 25 Temmuz 2006 Salı günkü köşe yazısında siyasetle olan ilişkisine değinerek şu enteresan bilgileri veriyordu:
“Genç yaşta, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, Türk Devrim Ocakları Başkanlığı yaptım. 1950’li yılların başından Dünya ve Vatan’da muntazam, güncel konuları işleyen makaleler yazdım ve beyanlarda bulundum. Bunun sonucu olarak, 1950’lerin ortasından itibaren, çeşitli tarihlerde sayısı altıyı bulan parti liderlerinden ‘partilerine katılma’ teklifi aldım, fakat hepsini nazikçe geri çevirdim. Çünkü ben bilim adamı olarak hayatımı sürdürmek ve tamamlamak istiyorum. Konum İdare, Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi olduğu için esasen politikanın teorik yönü ile ilgiliyim ve siyasi literatür ile medyayı izliyorum.”
Giritli, samimi bir Atatürkçü idi. Her fırsatta Atatürk’ün erdemli kişiliğinden bahsederdi. Dünyaya onun ilke ve inkılâpları penceresinden bakardı. O hukukçuluğunun yanında tarihe de vakıf bir insandı. Yazı ve kitaplarında tarihle hukuku beraber değerlendirirdi. Hataları da vardı şüphesiz. Bence en büyük hatası Demokrat Parti’ye ve onun lideri Adnan Menderes’e duyduğu anlamsız ve amansız nefretti. Allah hepsine rahmet eylesin.
TURKUAZ SANATEVİ 12 YAŞINDA
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan çok yönlü bir varlıktır. Onun hem beden, hem de ruh cephesi vardır. Bedenimiz ve ona dair isteklerimiz hayvani yanımızı teşkil eder. Bizi insan olarak özel bir konumda tutan ve diğer canlılardan ayıran ruh tarafımızdır. Ruh cephemiz asil ve ebedi yanımızdır. Akıl nimetini kullanan insanoğlu bunun sayesinde pek çok güzelliklere imza atar. Bu güzeller sanat ana başlığı altında toplanabilir.
Sanat deyip de geçmeyelim. Toplumları ayakta tutan değerlerden biri de şüphesiz sanattır. Bize bu güzel toprakları kazandıran Atatürk, veciz bir sözünde sanata dair şunları söylüyor: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Demek ki sanat, vücudu canlı tutan hayat damarları kadar ehemmiyetlidir. Bedenimizin diriliği kan dolaşımına bağlıysa, ruhumuzun diriliği de sanata ve sanatkâra bağlıdır.
Cumhuriyetimizin ve devletimizin kurucusu Atatürk yine bir başka sözünde sanatı ve sanatçıyı şöyle yüceltiyordu: “Efendiler siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hiçbir zaman sanatkâr olamazsınız.” Bu söz sanatçının toplumdaki yerini ve önemini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Sanat; hayatımızı sıradanlıktan kurtarır; ruhumuza renk ve ahenk katar. Sanat, insanları yaratıcılığa ve üretkenliğe teşvik eder. Milletlerin ayakta kalması sanata ve sanatkâra verdikleri öneme bağlıdır. Milletler sanatla, kültürle ve edebiyatla beslenemezlerse yaşayamazlar. Yaşamak nefes alıp vermek kadar basit bir eylemse yaşarlar. Fakat hayatı yemek, içmek ve bunları boşaltmak kadar basit göremeyiz. Yaşamak, hayatta derin ve estetik izler bırakmaktır; dünyayı kültür ve sanatla buluşturmaktır. Sanatkârlık, yaşananlara sanat penceresinden bakmaktır. Ruh yüceliğini kemale erdirmektir.
Trabzon’umuz Türkiye’nin tarihi şehirlerinden birisidir. Osmanlı devletinin tahtında 47 yıl gibi uzun bir süre kalan Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, halifelik şerefini Osmanlı devletine bahşeden Yavuz Sultan Selim’in uzun süre valilik yaptığı bu kent, tarihi süreç içerisinde hep sanatla, edebiyatla ve kültürle hemhal olmuştur. Dün kadar olmasa da bugün de Trabzon bir kültür, sanat ve edebiyat şehridir.
Trabzon’umuz bazı kesimler tarafından özellikle karıştırılmak istenmektedir. Bu güzel şehir, son yıllarda uluslararası arenaya taşınan cinayetlerle büyük yaralar almıştır. Bu yaraları kültür, sanat ve edebiyata sarılarak sarabiliriz. Şehrimizdeki sanat faaliyetleri Trabzon’un zedelenen imajını tamir etmektedir. Bu sanat faaliyetlerinden birisi de son zamanlarda Turkuaz Sanatevi’nin açmış olduğu resim, grafik ve desen sergisidir.
Kıymetli ressam Cemil Bayram’ın önderliğinde ve rehberliğinde sanat faaliyetlerini sürdüren Turkuaz Sanatevi, Trabzon’da desen, grafik ve resim alanında bir ekol oluşturmuştur. 12 yıllık tecrübesi ile Trabzon’da hizmet veren Turkuaz Sanatevi görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Burada güzel sanatlar fakültelerinde, güzel sanatlar liselerinde ve resim öğretmenliği bölümlerinde eğitim görmek isteyenlere uzun yıllardan beri hazırlık kursu verilmektedir. Trabzon’da resim hazırlık kursu denilince Turkuaz akla gelmektedir. Bu yönüyle şehirde alanında adeta bir marka oluşturmuş durumdadır.
Turkuaz Sanatevi’nin emektarı, önderi, patronu ve her şeyi olan Cemil Bey bütün mesaisini öğrencilerine ayıran bir sanat gönüllüsüdür. Tabir caizse o, hayatını öğrencilerine adamıştır. Şehrimizin özelliklerini çok iyi bilen ve bizden biri olan Bayram, Trabzon’a yeni ressamlar ve grafikerler kazandırmak için büyük gayret sarf ediyor. Öğrencilerini bir müşteri olarak değil, bir ekibin vazgeçilmez unsurları olarak görüyor.
1972 yılında Trabzon’da doğan Cemil Bayram, KTÜ Resim Öğretmenliği ve KTÜ İç Mimarlık Bölümünde eğitim aldı. 1995 yılından beri Turkuaz Sanatevi’nde görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Birçok grup sergisine ve karma sergiye katılmıştır. Açtığı sanat evinde bugüne kadar beş yüzün üzerinde öğrencisini üniversiteli yapmıştır. Bayram, Türkiye’nin birbirinden seçkin değişik üniversitelerine yerleştirdiği öğrencileriyle olan iletişimini hiç kesmemiştir. Onların başarılarıyla daima övünmüş, onlara hep destek olmuştur. Bu yönüyle hocalıktan öte, ağabeylik rolünü başarıyla yürütmüştür.
Geçenlerde (29 Ocak 2007 Pazartesi) günü Trabzon Belediyesi Mahmut Goloğlu Kültür Merkezi’nde Turkuaz Sanatevi’nin 30. Resim Sergisi vardı. Akşam saatlerinde açılan sergiye sanatseverlerin ilgisi büyüktü. Serginin kokteyline gelenler Ressam Cemil Bayram’ın güler yüzüyle, sıcak ve samimi ilgisiyle karşılaştılar. Herkesle özel olarak ilgilenen Bayram, 12. yıla girmenin gururunu öğrencileriyle beraber yaşıyordu. Bu gurur onun hakkıydı. Çünkü o, 12 yıldan beri iyi günde kötü günde gecesini gündüzünü öğrencilerine ayırmıştı.
Trabzon, bilindiği üzere işsizliğin yoğun olduğu bir yerleşim yeridir. İş güç sahibi olmayan gençleri bu gibi sanat kurslarına yönlendirebilirsek hem suç oranı azalır, hem de Trabzon’un geleceğinde söz sahibi olacak sanatkârlar yetişir. Turkuaz Sanatevi’ne bu açıdan bakınca onları takdir etmemek mümkün değildir. Cemil Bayram’a çok iyi bildiği bu işinde başarılar diliyorum. Genel yetenek ağırlıklı üniversite sınavlarında bu yıl da başarılı olmalarını temenni ediyorum. Sanat bizleri sıradanlıktan kurtaracak yegâne vasıtadır. Trabzon’umuz adi cinayetlerle değil, sanatla gündeme gelirse bunun onurunu hep birlikte paylaşırız. Yarınlarınızın sanat dolu olması dileğiyle! ...
ALLAH'IN AYI: MUHARREM
M.NİHAT MALKOÇ
Müslüman inancında bazı günler, geceler ve aylar diğerlerine göre daha büyük önem ve anlam taşımaktadır. Ramazan ve kurban bayramları, ramazan günleri, mübarek geceler, üç aylar bunlardan bazılarıdır. Bu zaman dilimleri diğerlerine göre çok daha anlamlı ve önemlidir. Bu günlerin ve gecelerin feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanmalıyız.
Allah katında değerli olan zamanlardan birisi de 'Muharrem' ayıdır. Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem'in İslam tarihinde önemli bir yeri vardır. Öyleki Resulullah Efendimiz(sav) Muharrem'i 'şehrullah', yani 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirmiştir. Muharrem ayı aynı zamanda 'Eşhürü'l-Hurum'dandır. Yani savaşılması yasaklanmış (haram aylardandır) , kıymeti büyük aylardandır. Eşhürü'l-Hurum'un diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Recep'tir. Peygamberimiz bir hadislerinde: 'Ramazan ayından sonra tutulan oruçların en hayırlısı, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise geceleyin kılınan namazdır.' buyurmuştur. Bunun yanında Peygamberimiz(sav) , bu ayın Aşure günü olarak bilinen onuncu gününü, bir öncesi ve sonrası ile oruçlu geçirmeyi tavsiye etmiştir. Bunu bizzat kendisi titizlikle uygulamıştır.
Muharrem önemli hadiselerin gerçekleştiği bir aydır. Hz. Âdem'in cennetten yeryüzüne indirilmesi, Hz. Nuh (a.s.) 'ın tufandan kurtulması, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenlerin Firavun'un zulmünden kurtulmaları hep bu ayda vuku bulmuştur. Bunların yanında Muharrem ayı, Hz. Muhammed(sav) 'in torunu, 4. Halife Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in, o dönemde yaşanan siyasi kargaşa ve çatışmalar sonucunda 10 Muharrem 61'de Kerbela'da öldürülmesi olayının yaşanması nedeniyle İslam tarihinde önemli bir yere sahip bulunuyor. Bu yönüyle Müslümanlar için hüzün ayıdır Muharrem…
Muharrem pek çok yönüyle diğer aylardan ayrılır. Fakat Muharrem ayının bütün Müslümanlar nezdinde en üzücü ve en önemli hadisesi, hiç şüphesiz ki Hz. Peygamberin muazzez torunu Hz. Hüseyin başta olmak üzere ehli beyitten ve Müslümanlardan birçok kimsenin Kerbela'da günlerce aç, susuz bırakıldıktan sonra Hicri 10 Muharrem 61 tarihinde hunharca şehit edilmesidir. Bu hadiselerin hatırası hâlâ bilinçlerimizi yaralamaktadır.
Her şeye rağmen Muharrem, bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi bir intikam ayı değildir. Çünkü Müslüman kin gütmez, intikam hevesi içerisinde olmaz. Bu hadiseler İslam tarihinin talihsiz ve bir o kadar da bedbaht sayfalarıdır. Sağduyulu davranan insanlar bu olaylardan ancak ders alır, geleceğe öylece yürür. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bu hususta bizleri uyararak birlik ve beraberlik içerisinde olmamızı istiyor:
'Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.'(Al-i İmran, 3/103)
Kıymetli zaman dilimlerinden birisidir Muharrem ayı… Aşure günü bu aya apayrı bir manevi zenginlik katmaktadır. Bu günleri hakkıyla ihya etmeliyiz. Rabbimiz Fecr Suresi'nin ikinci ayetinde ' O on geceye yemin olsun' ifadesiyle Muharrem'in ilk on gecesine yemin ediyor. Böylece bu zamana ayrı bir değer verdiğini ortaya koyuyor. Fakat bu mübarek on günün zilhicce ayının ilk on günü olduğu şeklinde kanaat getirenler de az değildir.
Bu ayın ve içindeki ibadetlerin ehemmiyetiyle ilgili olarak Ebû Hüreyre (r.a) 'den edilen rivayete göre Peygamberimiz (SAV) 'e; Farz namazdan sonra hangi namazın ve Ramazan ayı orucundan sonra hangi orucun daha faziletli olduğu soruldu da, Peygamberimiz (sav) : 'Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece yarısı kılınan (teheccüd) namazıdır. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç: Allah Teâlâ'nın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur,' buyurdular. Bu rivayet sanırım Muharrem'in önemini yeterince ortaya koymuştur.
Muharrem'in diğer aylardan ayrı tutularak 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirilmesi, içerisinde yapılacak ibadetlerin ve tutulacak oruçların kutsiyetinden dolayıdır. Yoksa bütün aylar Allah'ındır. Bu ifadede söz konusu ayın önemine vurgu vardır. Muharrem ayı, ilahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Cahiliye döneminde de Araplar tarafından Recep, Zilkade ve Zilhicce ayları ile birlikte haram ay olarak kabul edilen muharrem ayı, Müslümanlar tarafından da saygı gösterilen bir ay olmuştur. Fakat ne yazık ki günümüz insanı bu mübarek günlerden habersiz yaşamaktadır. Bu ağlanacak bir durum değil de nedir? Sözün nihayetinde Müslümanlar olarak inancınızın gereklerini hakkıyla yerine getirmenizi, İslamı şevkle, zevkle ve şuurla yaşamanızı, Muharrem ayının feyiz ve bereketinden fazlasıyla yararlanmanızı temenni ediyorum.
İSMAİL CEM VE SİYASET KÜLTÜRÜ
M.NİHAT MALKOÇ
İster baş, ister boş, ne olursak olalım ölüm hepimizi o soğuk kollarına alıp ebediyete taşıyacaktır. Aslında ölümü soğuk olarak nitelemek öznel bir kanaattir. Tabut mevtayı dosta götüren bir arabadır. Gerçekte ölüm, adam gibi yaşayanlar ve hayatın hakkını verenler için istirahattır. Zira ölümle birlikte zorlu kulluk imtihanı sona ermektedir. Ahirete göçen kullar, dünyada ektiklerini ötelerde biçmeye gitmektedirler. ‘Ne ekersen onu biçersin’ atasözü bu durumu izah etmektedir. Ne mutlu hayır ekip sevap biçenlere! ...
Toplumun önünde duran, önemli simaların ebediyete göç etmesi doğal olarak bizleri de ölüm üzerine düşünmeye zorluyor. Türk siyasetinin köşe taşlarından İsmail Cem’in kansere yenilerek bu dünyadan göçmesi ölüme dair duygu ve düşüncelerimizi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Zira o Türk siyasetinin vitrinindeki parlak şahsiyetlerden biriydi.
Bir süredir akciğer kanseri tedavisi gören Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem, tedavi gördüğü İstanbul Cerrahi Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Siyasi hayatında, özellikle Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunan İsmail Cem, 67 yaşındaydı. 1997- 2002 yılları arasında dışişleri bakanlığı yapan İsmail Cem, son dönemin bu kadar uzun süre dışişleri bakanlığı yapabilmiş tek ismi olmuştu. İsmail Cem, 26 Ocak cuma günü Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
1940 senesinde İstanbul’da doğan İsmail Cem İpekçi, 1959’da İstanbul Robert Koleji’nden ve 1963’te Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde siyaset sosyolojisi dalında master yaptı. Cem, 1963 yılından itibaren çeşitli gazetelerde yazı işleri müdürlüğü, genel yayın müdürlüğü yaptı. İsmail Cem, 1971–74 yılları arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanlığı’nı yürüttü.
İsmail Cem iyi bir siyasetçi olduğu gibi, başarılı bir kalemdi. Onun gazetecilik ve yazarlık yönü siyaset adamlığının gölgesinde kalsa da şöhret olarak siyasetçiliğinden geri kalmamıştır. Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, “Türkiye Üzerine Yazılar”, “12 Mart”, “TRT’de 500 Gün”, “Siyaset Yazıları”, “Geçiş Dönemi Türkiye’si”, “Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? ”, “Türkiye’de Sosyal Demokrasi”, “Engeller ve Çözümler”, “Yeni Sol”, “Soldaki Arayış”, “Gelecek İçin Denemeler”, “Mevsim” ve “21. Yüzyılda Türkiye” adlı yayınlanmış eserleri bulunuyordu.
İsmail Cem, 1987 ve 1991 seçimlerinde İstanbul’dan, 1995 seçimlerinde Kayseri’den milletvekili seçildi. 7 Temmuz 1995’te Çiller hükümetinde Ercan Karakaş’tan boşalan Kültür Bakanlığı görevini üstlenen Cem, daha sonra CHP’den ayrılarak DSP’ye geçti. DSP’de TBMM Grup Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Cem, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamblesi üyeliklerine, AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliği’ne seçildi. Cem, AKPM ve BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu Başkanlığı’nı da yürüttü. O dünyanın tanıdığı ve itibar ettiği bir siyaset adamıydı.
İsmail Cem bir hizmet adamıydı. Nerede boşluk varsa orayı dolduruyordu. O, bazen TRT genel müdürü, bazen milletvekili, bazen de bakan olarak göründü bize. Şahsının ön planda olmasını istemezdi. Osmanlı’ya hayran olan bir aydındı. Bu yönüyle çevresindeki solculardan ayrı düşünüyordu. Çok kültürlülüğü bir kazanç ve zenginlik olarak görüyordu. Onun ölümüyle birlikte Türkiye’nin siyaset göğünden parlak bir yıldız kaydı. O, hayata ve ölüme dair düşüncelerini bir zamanlar New York’ta yazdığı bir şiirde şöyle dile getiriyordu:
“Boşa geçmedi hayatım/ Daha fazlası olabilirdi ama
‘Buna da şükür’ demeliyim/ İşte sevgili dostlar
Ben böyle veda etmeliyim.”
Hayat böyledir işte, doğumla beraber başlar, ölümle nihayetlenir. Dünyaya gelirken bize sorulmadı, giderken de sorulmayacak. Ömrünü halka hizmetle ve Hakk’a ibadetle geçirenlere ne mutlu! ...Zira ahrette geçerli olacak tek şey kulluğumuz ve ibadetlerimizdir. Bizden biri olan ve hep yerli kalan İsmail Cem’e Allah’tan rahmet diliyorum.
TRABZON’UN GÜNAHI NE?
M.NİHAT MALKOÇ
Herkes bilir ki Karadeniz insanı merttir, serttir, dürüsttür, tavizsizdir. Öyle sert göründüklerine bakmayın, onlar Yunus gibi sevgi dolu, Mevlana kadar hoşgörülüdürler. Karadeniz dalgaları gibi coşarlar. Bazen sert bir fırtınaya dönüşseler de içlerindeki sevgi ve hoşgörü hiçbir zaman eksik olmaz. Bu bölgenin insanı hıyanet etmez, edeni de sevmez, hiçbir zaman içinde de barındırmaz. Onları zehirli bir kusmuk misali dışarı atar.
Trabzon’un tarihi bazı kaynaklara göre M.Ö. 2000 yılına kadar gitmektedir. Bu şehir, tarihi süreç içerisinde pek çok medeniyete hoşgörüyle beşiklik etmiştir. Bu parlak geçmişe rağmen gazeteci Hrant Dink cinayetiyle bir kez daha gündeme gelen Trabzon, ulusal medyada adeta linç ediliyor. Son zamanlarda eline kalem ve kamera alan herkes Trabzon hakkında komplo teorileri üretmeye başlıyor. Ulusal televizyonlar tarafından Trabzon’da canlı programlar yapılıyor. Meydan boş bulununca bilen de konuşuyor bilmeyen de… ‘Vurun abalıya’ misali şehrin bin yıllık itibarı talan ediliyor. Oysa istatistikler gösteriyor ki 2006 yılında Trabzon’daki asayiş olaylarında ciddi azalmalar var. Bunu görmeden ahkâm kesenlerin ve bu şehri karalayanların niyetlerinin iyi olduğunu düşünmek doğrusu saflık olur. Onlar öküz altında buzağı arayan basiret körlüğüne tutulmuş kişilerdir.
Trabzonlular, milletini seven ve devleti için her halükârda kendisini feda edebilen bir karaktere sahiptir. Kim ne derse desin, tarih bu şehir insanının asaletine şahittir. Bilindiği gibi büyük Atatürk, Trabzonlular için şu güzel sözleri söylemiştir: “Arkadaşlar! ...Beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman bana kuvvet-i kalp veren arkadaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduklarını asla unutmayacağım. Sakarya Melhame-i Kübrasına üçüncü fıkra ile yetişen Trabzon evlatlarının Meydan-ı Muharebe’de gösterdikleri fedakârlıkların kıymetli hatırası daima dimağımda menkuş kalacaktır.”
Trabzonlular vatanlarına, bayraklarına, atalarına ve dinlerine derinden bağlı insanlardır. Bu özellikler adeta onların kanlarına işlemiştir. Bölücüler zaman zaman bu şehre dadansa da halktan destek bulamamışlardır. Hatta infiallere neden olmuşlardır. Son zamanlarda yaşananlar açıkça gösteriyor ki durumdan vazife çıkarmayı kendilerine görev edinenler, böylesine menfur bir cinayetten siyasi getirim sağlamanın peşine düşmüşlerdir. Bu durum ölen kişinin hatırasına saygısızlık olduğu gibi, bir şehre topyekûn yapılan haksızlıktır.
Trabzon son yıllarda sürekli göç verse de genel nüfusu yine de bir milyona yaklaşmaktadır. İşsizlik ise resmi makamların belirttiğine göre yüzde 15 civarındadır. Oysa bu rakamın çok üstünde işsiz insan bu şehrin sokaklarını her gün arşınlamaktadır. Kişi başına 1.600 dolar düşmektedir. İhracatın bir milyar dolar olduğu Trabzon’da turizm geliri yüz milyon dolar kadardır. Bu durum şehir ekonomisinin sağlıklı olmadığını gösteriyor. Bir işte çalışıp eve ekmek getiremeyenler(özellikle gençler) anne babalarının üzerine yük olmaktadırlar. Bütün bu sıkıntılara rağmen Trabzon’da çok belirgin bir asayiş meselesi yoktur. Her şehirde olabilen sorunlar burada da vardır. Bu şehirde iki büyük hadise yaşanmıştır. Son yıllarda Trabzon’un yaygın olarak gündeme gelmesi, olayların çokluğundan değil, öldürülen kişilerin uluslar arası düzeyde önemli kişiler olmasından kaynaklanıyor.
Hrant Dink’in öldürülmesi en çok Trabzonluları üzmüştür. Çünkü hem ülkemiz bir aydınını kaybetmiştir, hem de bu olayda Trabzon büyük yaralar almıştır. Masa başında oturup habercilik yapanlar tarafından cinayete dair iddialar ortaya atılmış, katilin Cuma namazına gittikten sonra cinayeti işlediği vurgulanmış, böylelikle cinayet inançlı insanların üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Fakat bu eski oyun, beklenen tesiri göstermemiştir.
Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon cahil ve hoşgörüsüz insanların yaşadığı bir şehir değildir. Bu şehir ülkemizin gözbebeğidir. Burası dört bin yıllık kültür, sanat, edebiyat, turizm ve spor kentidir. Trabzon Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği ikinci İstanbul’dur. Onların manevi tasarrufu hâlâ şehrin kimliğine tesir etmektedir. Kim ne derse desin bizler bu şehirde her dem huzur buluyoruz. Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon ikinci bir Teksas değildir. İki hadiseyi bahane edip Trabzon’un tertemiz tarihi ve bugünü üzerine leke atanlar, sizler de önyargılarınızdan arının ve Trabzon’u karalamaktan vazgeçin. Unutmayınız ki Trabzon her şeyiyle Türkiye’dir. Bütün hain niyetlere ve emellere rağmen sonsuza dek öylece kalacaktır.
TRABZON ÜZERİNE KOMPLO TEORİLERİ VE GERÇEKLER
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’miz doğusuyla, batısıyla; kuzeyi ve güneyiyle bir bütündür. Bu cennet vatanı bölüp parsellemeye kalkanlar her devirde olmuş, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Fakat vatanını canından aziz bilen milletimiz, şer odaklarına fırsat vermeyecektir. Bu millet normal vakitlerde dağınık görünse de, zor zamanlarda bir ve beraber olmasını çok iyi becerir. Tarihimiz bunun güzel örnekleriyle doludur.
Son zamanlarda gündemi meşgul eden Hrant Dink cinayetiyle yatıp kalkıyoruz. Bir haftayı aşkın bir zamandan beri televizyonlar ve gazeteler o menfur cinayetten bahsediyor. İçimiz dışımız bu haberle karardı. Çocuklarımızın ruh sağlığı bozuldu. Üstüne üstlük Trabzon şehri bu cinayetle adeta yargısız infaza muhatap oldu. Bütün Trabzonlular neredeyse potansiyel suçlu ilan edildi. Hadiseler abartıldıkça abartıldı. Trabzon’da yaşayan biri olarak yaşadığım şehirle medyada tasvir edilen şehir arasında hiçbir şekilde bağlantı kuramaz oldum.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki adı, sanı ne olursa olsun insanların öldürülmesine hiçbir şekilde taraftar değilim. Hele fikrinden dolayı insanların kör kurşunlarla infaz edilmesini bu çağda çok ilkel buluyorum. Vatana kast etmedikten sonra herkes inandığını söylesin. İnsanlar düşüncelerinden dolayı ötekileştirilmesin. Açık açığa konuşan insandan kimseye zarar gelmez. Düşünceler muhakkak hak ettiği şekilde karşılık görür, mecrasını bulur.
Bazı çevreler Hrant Dink’in katil zanlısı Trabzonlu diye bu şehre biriktirdikleri kin ve nefretlerini kusuyorlar. Çözümde görev almayanlar maalesef problemin bir parçası oluyorlar. Trabzon Türkiye’nin vatansever ve fedakâr insanlarının yaşadığı en sağlam yerlerden biridir. Trabzon’un Türkiye’ye maddi ve manevi katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Trabzon Türkiye’nin siyasetçi ve bürokrat yatağıdır. Cevdet Sunay, Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci gibi isimler bu şehrin yüz akıdır. Niçin bunları görmezden gelip münferit hadiseleri tek ölçü kabul ediyorsunuz? Bu şehirden gafil çıksa da, hain çıkmaz. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Şiddet sadece Trabzon’un değil, bütün Türkiye’nin sorunudur. Trabzon’da geçen yıl Santaro isimli papaz öldürüldü, bu yıl Trabzon nüfusuna kayıtlı bir kişi, Hrant Dink’i katletti. Bunlar hepimizi derinden üzdü. Bu olaylardan sonra Trabzon’u öyle anlatıyorlar ki Teksas da neymiş dersiniz! ... Oysa bu şehirde şiddet Türkiye genelinin çok altındadır. 36 senedir bu şehirde yaşıyorum, en küçük bir kavga ve çekişmeye dâhil olmadım. Burada insanlar huzur içinde yaşıyor. Kimse kimsenin tavuğuna ‘kışı’ demiyor. Medyada anlatılanlara bakıyorum da ‘acaba bunlar benim yaşadığım Trabzon’dan mı yoksa başka bir şehirden mi bahsediyorlar’ diye tereddüt içinde kalıyorum. Bu şehirde belirgin bir asayiş sıkıntısı yok. Şehrin valisi ve emniyet müdürü vazifelerinin başında… İkisi de işlerinde çok başarılı kişiler… Trabzon dışında gerçekleşen bir vaka yüzünden bu insanları karalamak tek kelimeyle haksızlıktır.
Yirmi üç seneden beri Trabzonspor’un şampiyonluğunu engellemeye çalışanlar, şimdi de Trabzon’u bir kalemde silmenin hesabını yapıyorlar. Kim ne derse desin iki üç tane münferit hadise Trabzonlulara mal edilemez, edilmemelidir. Allah’tan korkun, biraz akıllı ve insaflı olun. Bu şehrin insanına kıymayın. Birşey biliyorsanız Trabzon’a yatırım yapılmasına zemin hazırlayın. Trabzon’un en büyük meselesi asayiş değil, işsizliktir. Şayet gençler bu gibi çirkefliklere alet oluyorsa bunun birinci sebebi işsizliktir. Trabzon gençliği yarınından ümitsizdir. Bu şehirde sanayinin ‘S’sinden bahsedilemez. Gençler fabrikalarda çalışacak yerde, internet kafelerde ve kahvehanelerde zaman öldürüyorlar. Trabzon gibi küçük sayılabilecek bir şehirde 275 internet kafenin bulunması sanırım işsizliğin boyutunu gözler önüne sermede yeterli bir delil olur. Gelin biraz da bu noktaya değinin.
Cinayeti işleyen Trabzonlu diye Trabzon’a yüklenmek son derece yanlıştır. Üstelik cinayet zanlısının anne babasının öz oğullarını polise ihbar etmesi ayakta alkışlanacak bir harekettir. Nedense kimse bu örnek hareketi ön plana çıkarmadı. İşte Trabzonlu budur, suçlu kişi öz oğlu da olsa haklıya haklı, haksıza haksız demesini bilir. Sizleri insafa davet ediyorum.
HİCRİ YILBAŞINIZ KUTLU OLSUN
M.NİHAT MALKOÇ
Biz Müslümanlar geçen zamanla birlikte değerlerimizden çok uzaklaştık. Kendi değerlerimizi bir kenara bırakarak Batı dünyasının değerlerine dört elle sarılır olduk. Bu durum kültür, sanat ve edebiyatta ağırlıklı olarak kendini gösterdi. Radyo, televizyon ve yazılı basın gece gün demeden bize yabancı değerleri şirin ve sevimli göstermek için uğraşıyor.
Bilindiği gibi Müslümanların kendilerine mahsus takvimleri vardır. Fakat günümüzde Avrupalıların ve dünyanın yaygın olarak kullandığı miladi takvimi kullanıyoruz. Çoğumuzun hicri takvim hakkında dikkate değer bilgisi yok.
Kullandığımız miladi takvim güneş yılı esasına dayanır. Oysa Müslümanların hicri takvimi ay esasına göredir. Bu yüzden yaygın olarak Hıristiyanların kutladığı yılbaşı(Noel) ile bizimki farklı zamanlardadır. Türkiye’de hicri yıl kutlaması söz konusu bile değildir. Ya Noel yortusu, onun eksiksiz kutlanması için ülkemizde aylar öncesinden hazırlık yapılmaktadır.
Bizim insanlarımız kendilerini ecnebi kültüre öyle bir kaptırmışlar ki kendi kültürel değerlerinin farkında bile değillerdir. Hicri yılla ilgili bilgisi olan, hangi hicri yılda olduğumuzu doğru olarak bilen kişilerin sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Müslümanların düştüğü fecaate bakar mısınız? Kültürel yozlaşma ve ezilmişlik almış başını gidiyor.
Hicri takvim Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanmasını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri takvim; hicri şemsi ve hicri kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır.
İslam tarihiyle ilgili kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber, Safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’den ayrılmış, dört gece Sevr Mağarası’nda kalmıştır. Burada bir kısım olağanüstü hadiseler(mucizeler) yaşanmıştır. 1 Rebiülevvel Pazartesi günü Sevr Mağarası’ndan Medine’ye doğru yola çıkmışlardır. 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Küba köyüne gelmiş. Burada Küba Mescidi’ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine’ye doğru hareket etmişlerdir. Bu hadiselerin yaşandığını Kur’an-ı Kerim bizzat teyit etmektedir. Hz. Peygamberin Küba’ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine ‘Hicr-i Semsi Takvim’ denilmektedir.
Hicri yıl, ayın dolaşımını esas aldığından dolayı, miladi yıldan on bir gün daha azdır. Hicri aylar, dünyanın güneş etrafında dönmesinden oluşan mevsimlere bağlı değildir. İslâmi bayramlar, her sene aynı ayda geldiği için farklı mevsimlere rastlamaktadır. Mesela, Ramazan ayı veya Hac mevsimi yaz aylarında gelebileceği gibi kış aylarında da gelebilir. İslâmi gün ve geceler, ayın dolaşımını tamamladığı her otuz üç senede bir defa aynı güne gelir. İslamiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir.
Hicri yılbaşı son peygamber Hz. Muhammed’in(sav) milattan sonra 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçü ile başlayan takvimin ilk günüdür. İslam dünyası yüzünü topyekûn Batı’ya çevirdiği için hicri yılbaşı görkemli şenliklerle kutlanmıyor; adeta geçiştiriliyor. Hicri yıl takvimlerde küçük puntolu rakamlarla, adeta görülmeyecek derecede yazılıyor. Bizde aylar hicri yıldaki karşılıklarıyla söylenmiyor. Sadece recep, şaban ve ramazan ayları geniş kitleler tarafından biliniyor. Öbürleri nazar-ı dikkate alınmıyor. Dilerseniz hicri ayların adlarını sırasıyla dikkatinize sunalım: “Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyelevvel, cemaziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce.”
Resulüllah (sav) ’ın Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç alarak, kameri aylara göre ilk defa tarihi başlatan Halife Ömer b. Hattab (r.a) ’dır. Ömer b. Hattab (r.a) , miladi 622’ye denk gelen hicret hadisesini İslâmi tarihin(takviminin) başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat günümüzde bizim gibi pek çok İslam ülkesi uygulamada miladi takvimi ön planda tutmaktadır. Bunu da dünyaya ayak uydurmanın zorunlu bir gereği saymaktadırlar.
Bilindiği üzere Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet ülkemizde kullanılmış, 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bugün bize düşen vazife miladi takvimi günlük hayatta kullanırken, hicri takvimi de en azından gönlümüzde yaşatmaktır. Biz anne babalar ve İslam kültürünü benimseyen insanlar olarak çocuklarımızı en azından hicri takvimin varlığından haberdar etmeliyiz. Bu geçmişe dönmek değildir; geçmişi yâd etmektir.
Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımızı kültürel değerlerimizle beslemeliyiz. Çünkü dününü bilmeyen yarınına yön veremez. Bu arada unutmadan söyleleyim 20 Ocak 2007 tarihi itibariyle 1428. hicri yıla girdik. 1428 hicri yılının İslam âleminin uyanışına vesile olması en büyük temennimizdir. Hicri yılınız kutlu olsun, insanlığa hayırlar getirsin.
GÜLE GÜLE HAYRULLAH MALKOÇ HOCAM! …
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm hepimizin son durağıdır. İnsanlık tarihi boyunca ölüm köprüsünden geçmeyen kişi görülmüş değildir. Her doğan kişi ölümü peşinen kabullenmiştir aslında. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu durum “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) şeklinde ifade edilmiştir. Bu sese kulak vermeliyiz.
Ölüm, hayatımızdaki ağırlığını her zaman muhafaza etmektedir. Çünkü ölüm ölmemektedir. O her zaman diri ve güçlü bir halde hayatı yönlendirmektedir. Geçmişten günümüze dek ölüm her canlıyı derinden etkilemiştir. Ölümden müteessir olmayan bir varlık gösteremezsiniz. Zira ölüm hayatımızı çepeçevre kuşatmıştır.
Duygu işçisi olan şairler de sürekli olarak ölüm temasını şiirlerinin ana konularından saymışlar ve bu konu üzerinde kalem oynatmışlardır. Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı da ölümü veciz bir biçimde işleyen ve ölüme dair duyguları ölümsüzleştiren bir ediptir. Onun “Sessiz Gemi” şiiri ölümü ne de güzel anlatmaktadır:
“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya, aşk içinde harap ol, ya şevk içinde gönül
Ya, lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.”
Dostlarımızın ölüm haberini aldığımızda elektriğe tutulmuş gibi oluruz. Bir anlık şok geçiririz. Bir türlü inanamayız bu kara habere. Belki de yanlış haberdir deriz. Fakat içimiz yine de rahat etmez. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliriz. İçimizi bir güvercin tedirginliği kaplar. Telefonlara sarılırız haberi doğrulamak için… Haber doğrulanınca da boynumuz bükülür, ölümün ağırlığı üzerimize çöker. Yürüyecek mecalimiz kalmaz.
Birkaç gün evvel(21 Ocak 2007 Pazar akşamı) cep telefonum çalana kadar her şey güzeldi. ‘Değerli bir dostum, hal hatır sormak için arıyordur’ diye düşündüm. O rahatlık içerisinde telefonu açtım. Fakat karşımdaki arkadaşın sesi titriyordu. Belli ki kötü bir haberi iletecekti bana. Nitekim öyle de oldu. Telefondaki arkadaşım; köyümüzün en sevilen simalarından, komşum, dostum ve ilkokul öğretmenim Hayrullah Malkoç’un öldüğünü haber veriyordu bana. Bu haberle ayaklarımın bağı çözüldü. Çünkü böyle bir haberi hiç mi hiç beklemiyordum. Haberin ağırlığı beni iyice çökertti. Telefonu kapattıktan bir saat sonra tekrar aradım arkadaşı. ‘Belki yanlış haberdir, iyice araştır’ dedim. Kendisinin hastanede, ölen şahsın yanında olduğunu söyleyince umutlarım tükendi.
Köprübaşı’nın Gündoğan Mahallesi Kosron mevkiinden olan Hayrullah Malkoç 56 yaşında sağlıklı bir insandı. Kurban Bayramı’nın ilk günü sabahtan akşama kadar beraberdik. Aynı kurbandaydık. İki hayvanı beraberce kesip paylaştırdık. Sohbet ettik, yedik, çay içtik. Akşam hava karardığında o, bir taksiye binerek Sürmene’ye gitti. Arkadaş çevresinden iki üç tane kurbanı üstlenmişti. Onların kesimini ve paylaştırmasını bizzat kendisi yapmıştı. Kurbanları evlerine kadar götürecekti. Öyle hayırsever bir insandı. Ben de yürüyerek eve geçtim. Bu onunla son görüşmemiz oldu. Fakat bunu aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Merhum Hayrullah Malkoç çok değerli, yardımsever, becerikli, saygın bir insandı. Sürmene Halk Eğitim Merkezi Müdürü olarak görev yapıyordu. 30 yılı aşkın bir zamandan beri devletin değişik kademelerinde görev yaptı. Henüz emekli olmamıştı. Büyük bir hizmet aşkıyla memuriyetini devam ettiriyordu. Bugüne kadar bir türlü evlenememişti, kendisine evlenmek nasip olmamıştı. Sürmene’de dört katlı güzel bir ev yaptırmıştı. Fakat yalnızdı. Yüz yaşını aşmış babasıyla yaşıyordu. Zaman zaman ondan da ayrı kalıyordu. İnsanların sevgisini kazanan bir kişiydi. Köyün en güvenilir insanıydı. Darda kalanlara koşan bir hayır elçisiydi. Büyüğü büyük bilip sayar, küçüğü küçük bilip severdi. Doğruluktan ve dürüstlükten hiç ayrılmazdı. Onun kısa biyografisini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
1951 yılında Sürmene’de doğdu İlköğrenimini Köprübaşı Merkez İlkokulunda, orta ve lise tahsilini Sürmene’de tamamladı. Erkek Öğretmen Okulu’nu Trabzon’da, Eğitim Enstitüsü’nü Kayseri’de tamamladı. İlk görev yeri Erzurum’un Horasan ilçesi Gündeğer Köyü’ydü. Daha sonra Şenkaya ilçesinin Teketaş köyünde Müdür yetkili öğretmen olarak çalıştı. 1975 yılında Sürmene Oylum İlkokulu’nda görev yaptı. Daha sonra Güneşli Köyü İlkokulu’nda 15 yıl boyunca Müdür Yetkili Öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1990 yılında Sürmene Halk Eğitimi Merkezi’ne Müdür yardımcısı olarak atandı. 11 Ağustos 2005 tarihine kadar Müdür yardımcılığı ve Müdür Vekilli görevinde bulundu. Yukarıda belirtilen tarihten itibaren Müdür olarak görevine devam etmekteydi. 21 Ocak 2007 Pazar günü akşamı ani bir kalp krizi neticesinde aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin.
Merhum Hayrullah Malkoç Güneşli Köyü İlkoku’nda benim de öğretmenimdi. Beşinci sınıfta derslerimize o girmişti. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir insandı. O sadece öğretmen değil, köyün bilgesiydi. Derdi olan ona koşardı. O, bizim güven kapımızdı, gülen yüzümüzdü. Derde düşünce soluğu kendisinde alırdık. Onun ahirete intikal etmesinden sonra kendimi çok yalnız hissediyorum. Sanki büyük bir boşluğa düşmüş gibiyim. Fakat bu saatten sonra ona dua etmekten başka yapacak bir şey yok. Allah mekânını cennet eylesin. Sözlerimi Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüme dair bir beşliğiyle sonlandırmak istiyorum:
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
NE OLUR! ...BU ÜLKEYE KIYMAYIN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye konumu itibariyle son derece mühim bir noktada duruyor. Bu ülke dünyanın en hassas ve kritik bölgesinde yer alıyor. Tarihte ülke olarak bunun bedelini ağır faturalarla ödedik. Avrupa’yla Asya’nın birleştiği noktada köprü vazifesi gören ülkemiz, daima birilerinin iştahını kabarttı, bu yüzden de hep hedef oldu. Ne zaman kalkınmak için doğrulsak kafamıza vurup sindirdiler bizi. Daima iç ve dış problemlerle oyalayıp durdular bu ülkeyi. Titreyip kendimize gelmememiz için sürekli uyuttular, adeta narkoz verdiler.
Türkiye kendi haline ve doğal akışına bırakılsaydı dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında ilk üçü rahatlıkla zorlardı. Fakat bunu istemeyen şer güçler ayaklarımıza daima prangalar vurdular. Elimizi kolumuzu bağladılar. Hainleri besleyip üzerimize saldılar. Çünkü onlar Türkiye’yi orta çağ karanlığına mahkûm etmek istiyorlar. Biliyorlar ki kalkınmış ve güçlenmiş bir Türkiye, dünyanın tozunu attırır. Zira dünya Osmanlı tecrübesini altı asır boyunca yaşadı. Osmanlı dünyaya adalet dağıttı. Bu dönem içerisinde hainler nemalanamadı.
Son dönemlerde ülkemizde bütün sıkıntılara rağmen bir istikrar yaşanıyor. Ekonomide ve cemiyet hayatında olumlu bir hava göze çarpıyor. Türkiye kabuğunu kırma eğiliminde… Bu durum Türkiye düşmanlarını tedirgin ediyor. Onun içindir ki istikrarı bozmak için birileri düğmeye basmış durumda. Ermeni kökenli Türk vatandaşı Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 Cuma günü öldürülmesi mevcut istikrarın bozulması için düzenlenmiş bir hıyanet eylemidir. Böyle bir eylemi Türkiye’yi sevenlerin yapması mümkün değildir.
Türkiye’nin yumuşak karnı olan Ermeni meselesi kaşınmak ve bazı gerçekler örtbas edilmek isteniyor. Planların yürümesi için Hrant Dink de buna kurban ediliyor. Niçin Hrant Dink derseniz cevabı açık… Bu konularda kalem oynatan medyatik bir kişi olmasından dolayı… Şer şebekeleri çok iyi bilir ki kurban ne kadar tanınmış olursa düzenbazların sesi o derece geniş kitlelere ulaşır. Böylece ortalığa korku salarlar. Onların genel stratejileri budur.
Bilindiği gibi Hırant Dink, “Türklüğe hakaret ettiği” gerekçesiyle yazdığı yazılarda TCK’nın 301’inci maddesi gereği üç kez yargılandı. 7 Ekim 2005 Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi’ndeki duruşmasında Hrant Dink’e, 6 ay hapis cezası verilmişti. Hakkında daha önce aynı maddeden iki dava açılan Dink, birinden beraat etmiş; birinden de ceza almıştı. Türklüğü alenen tahkir ve tezyif etmek suçundan aldığı altı ay hapis cezası Yargıtay’ca onaylanan ve ertelenen Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, Agos’ta yayınlanan son yazısında 17 Ocak’a kadar avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracağını açıklamıştı. Fakat bazı şer odaklar, yazdıkları senaryolarda onun bedeninin üzerinden siyasi pirim sağlamayı bir kere planlamışlardı. Onun ölümü bazı gerçekleri örttüğü gibi, bazı mesajların da ilgili mercilere ulaşmasına zemin hazırladı. Senaryo yazıldığı gibi oynandı. Şimdi bütün mesele senaryoyu yazanların ve oynayanların kimliğimin tespit edilmesidir. Fakat büyük ihtimalle bu senaryonun oyuncuları dış bağlantılıdır. Tahmin edersiniz ki bu bir sıradan(adi) cinayet değildir.
Gazeteci Dink ceza aldıktan sonra zor günler geçiriyordu. Beyanatlarında da dile getirdiği gibi sürekli tehdit telefonları ve mesajları alıyordu. Dink bundan yaklaşık beş ay evvel 02 Ekim 2006 Pazartesi günü bir röportajında 301. maddeden yargılanmasını ve buna sebep olan ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ sözlerine açıklık getirmişti. Dink şunları söylemişti: “Cımbızla makalemden böyle bir cümle çıkardılar ve beni o cümle üzerinden mahkûm ettiler. Ben Ermeni kimliği üzerine bir yazı yazmıştım ve Ermenilere diyordum ki Türklere olan öfkeniz sizin kanınızı zehirliyor. Atın o zehiri dışınıza ve onun yerinde sizin artık bir devletiniz var. Ermenistan var, oranın halkı var. 301. maddeden yargılanıyor olmak bir Türk vatandaşı olarak ve Türkiye’yi seven biri olarak son derece üzücü… Ben sadece bunlar benim hayatımın parçalarıymış gibi yaşamaya devam edeceğim. Sonucunda ne de gelirse ona da katlanacağım. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türkiyeliyim ve çok yerel bir insanım. Anadoluluk benim iliklerime işlemiş vaziyette. Burası benim atalarımın yaşadığı topraklar, ben burada yaşamak istiyorum. Dilim giderim dese de adımlarım gitmek istemiyor. Kalmak istiyorum, burada yaşamak istiyorum. İnşallah bunu başarırım”
İstanbul’un göbeğinde kendi çıkardığı Agos gazetesinin önünde saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden Hrant Dink, mahkeme kararından sonra Ahmet Hakan Coşkun’un hazırladığı ‘Tarafsız Bölge’ programında aşağıdaki barış mesajlarını vermişti:
“Irkçılık, ayrımcılık yaşamayalım. İç içe farklılıklarımızı da rahatlıkla yaşayalım. Birbirlerimize sayılı bir şekilde yaşayalım. Türkleri aşağılayacaksam ben niye bu ülkede yaşıyorum? Aşağılayacaksam gider uzaktan aşağılarım, başıma da bu belalar gelmez. Alnıma bir leke sürülmüş… Türklüğü aşağılamışım. Benim için dünyada en büyük suç ırkçılıktır. Eğer ben bu suçu işlediysem bu ırkçılıktır. Bir insan nasıl aşağıladığı bir insanla beraber yaşar? Bütün Ermenilerin dünyasında Türk ötekiydi. Ama beraber yaşadıkça o ötekilik ortadan kalkıyor. Benim Türklerle bir kavgam yok ki… Ben Türklerle yaşamayı şans sayarım. Beraber yaşamak bizim içimizdeki zehire panzehir olur. Diaspora Ermenileri Türklerle yaşarlarsa görecekler ki bu öfke yersiz…”
Bizce ölenin kimliği ve inancından çok, ne gayeyle öldürüldüğü önemlidir. Gazeteci Dink cinayetinin üzerindeki sis perdesi aralanabilirse eminim ki enteresan şeyler çıkacaktır ortaya. Son olarak şunları söylemek istiyorum: Bizler bütün etnik kesimlerle bir ve beraber yaşamak istiyoruz. Yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla herkes birbirinin inancına ve düşüncelerine tahammül etmelidir. Osmanlı devleti zamanında onlarca milliyet barış ve huzur içinde yaşadı. Kimse kimsenin varlığından rahatsız olmadı. Ne zaman ki Osmanlı’yı ortadan kaldırmak istediler, işte o zaman etnik gruplardan çatlak sesler çıkmaya başladı. Bizler kökeni ne olursa olsun, kalbi bu ülke için atan, Türkiye’yi seven herkesi seviyoruz. Ne olur bu güzel ülkeye kıymayalım. Dostluk ve kardeşlik parolamız olsun.
Kavgadan ve nefretten uzun vadede kârlı çıkan bir insan veya topluluk(ülke) gösteremezsiniz. Bizler dostluk, kardeşlik içinde ve Atatürk’ün öngördüğü şekilde barış içinde yaşamak istiyoruz. Yunus’un sevgi, Mevlana’nın hoşgörü pınarından hakkıyla nasiplenebilirsek, onların yolundan gidebilirsek inanın ki her yer güllük gülistanlık olacak. Yaşasın dostluk, kardeşlik ve barış,…Kahrolsun, kin, nefret ve intikam duyguları… Şu üç günlük dünyada hepimiz yolcu değil miyiz? Yunus’un dediği gibi:
“Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım:
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz”