Sanatın oluşumunda yaşama biçiminin ve inançların rolü büyüktür. Hak olsun, batıl olsun her inanç, kendisine tabi olan fertlerin maddi ve manevi hayatını şekillendirmiştir. Bunu uzak ve yakın çevremize göz atınca rahatça görebiliriz. Etrafımızdaki mimari eserlere bakınca orada yaşayan insanların inanç ve duygu coğrafyaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.
İnanç sistemleri belli bir estetik kaygıyı da beraberinde getiriyor. Estetik; hayatın göze ve gönle akan, görünen yüzüdür. Zira estetik, bakış açısı ve algılama biçimidir. Onun içindir ki bütün medeniyetlere bir estetik kurgu hâkimdir. İslam kültüründe estetik ‘İlm-ül Cemal’ kavramıyla karşılanır. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir. Bizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman toplumların ürettikleri güzellikler estetiğin kapsamını teşkil eder.
Bazı kesimler İslam’ın sanata bakışını sorgulamışlar, meseleye dar çerçeveden baktıkları için de bu inancın sanata yaklaşımını yargılamışlardır. Onların en büyük kıstasları İslam’ın resim ve heykele karşı takındığı olumsuz tavırdır. Gerçekten de İslamiyet insan suretinin resmedilmesine ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, bunu uygun görmemiştir. Bunun en mühim sebebi ise şirke temayül riskidir. Onun içindir ki Müslümanlar arasında bu sahada yetişmiş fazla bir sanatkâr ve sanat eserleri yoktur. Sadece bunu ölçü alarak İslam’ın sanata bakışını yargılamak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Bu durum Müslümanların hiçbir zaman sanata kayıtsız kaldığını göstermez.
İslam her bakımdan güzellik dinidir. Allah’ın sıfatlarından birisi de ‘Cemil’dir. Aslında en büyük sanatkâr Allah’tır. Onun yarattıklarındaki sanatı hiçbir kul vücuda getirememiştir, bundan sonra da getirmeye muktedir olamayacaktır. Rabbimiz bir ayetinde mahlûkatındaki eşsiz güzelliğe dair şöyle buyurmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır.”(Secde 32/7) Yüce Allah yarattıklarında güzelliği ve zerafeti hikmetle buluşturmuş, bu iki unsur arasında eşsiz bir bütünlük sağlamıştır. Kâinata, gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz.
“Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi İslam’ın güzellik anlayışını özetlemektedir. Fakat bu inanç sistemi, güzelliği sadelikle buluşturmayı esas almıştır. İnsanoğlu yaratılışa dair sanat ve hüner arıyorsa öncelikle aynaya bakması gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerçek sanat, insanın dışa açılan penceresi olan suretinde bütün çıplaklığıyla teşhir edilmiştir.
Her inanç sistemi kendi içinde bir bütünlük arz eder. Bünyesine zararlı gördüğü değerleri dışlar, onların yerine başka değerler koyar. İşte İslamiyet de resim ve heykeli hoş karşılamadığı için onların yerini başka sanatlarla doldurmuştur. Bunun içindir ki İslam’da ağaç ve taş oymacılığı, çini ve yazı sanatı çok gelişmiştir. Bu sahalarda eşsiz sanat eserleri ortaya konulmuştur. Neticede sanat hayatın daima merkezinde yer almıştır.
İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı mevcut değildir. Fakat İslam’ın ilk yıllarında gaye, sanat değeri olan yapılar meydana getirmek değildi. Mühim olan ibadetlerin yapılacağı asgari donanımlı mekânlar oluşturmaktı. Fakat bu anlayış ilerleyen yüzyıllarda değişmiştir. Artık sanat göstermek ihtiyaçtan öncelikli hale gelmiştir. Lakin hiçbir zaman israf bataklığına saplanılmamıştır. Çünkü israf inancımızda kesinlikle haramdır.
İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. İslam ülkelerini dolaşanlar bu coğrafyalardaki camilerin mimari özelliklerindeki üstün nitelikleri görüp onlara hayran kalırlar. Özellikle Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait dini eserler orijinal figürler taşır. İslam inanç dairesinde olsalar da bazı ülkelerin sanat motifleri yerel özellikler taşır. Bu çeşitlilik ve özgünlük dağınıklık olarak görülmemiş, aksine İslam sanatının ufkunu olabildiğince genişletmiştir. İslam’ın estetik anlayışı ve mekân tasavvuru her zaman çağın ilerisinde olmuştur.
Milletlerin geleceğini aydınlatan ışık, gençlerin gözlerinden yansıyan parıltıdır. Onun parlaklığı ve ışıltısında hakikatlere erişiriz, aksi halde karanlık dehlizlerde kaybolur gideriz. Onların ışığının hiç sönmemesi biraz da ebeveynlerin ve toplumun elindedir. Onları şefkat kanatlarımızın altına alabilirsek kötülüklerden ve kötülerden koruruz. Aksi halde şer odaklarının kara taşlı değirmenlerinde un ufak olarak kaybolur giderler.
Çocuklarımız her şeyimizdir. Onlar için neler yapmayız ki! ... Yeri gelince onlar için saçımızı süpürge ederiz. Fakat bazen başlarına gelebilecek muhtemel felaketleri göremeyiz. Onları serbest bırakarak ateşe sürükleriz. Bir noktadan sonra da kontrolü kaybederiz.
Günümüz toplumlarında yarınlarımızın ümit kaynağı olan gençlerimizi bekleyen büyük tehlikeler vardır. Bunların başında bir kısım bağımlılıklar gelir. Genç beyinler bağımlılığın tuzağına düşünce onu oradan kolay kolay çekip alamayız. Onun için oraya düşmeden evvel elimizden gelen neyse onu yapmalıyız.
Genci bağımlılığa iten ailevi, sosyal, genetik gibi nedenler vardır. Bu nedenler oluşmadan gerekli önlemimizi almalıyız. Onların küçüklüğüne ve saflığına bakıp da aldanmamalıyız. Kötü çevre faktörünü asla göz ardı etmemeliyiz. Zira zararlı maddelerin kullanımı genellikle erken yaşlarda başlıyor. Çünkü küçükleri kandırmak ve zehirli örümcek ağına düşürmek kolay oluyor. 15 yaşından önce başlamak bu kötü gidişin işaretidir. Başlangıç en çok 15–25 yaş arasındadır. 25 yaşından sonra başlayanların sayısı azdır. Bu yaşa gelene kadar kötü alışkanlıklara müptela olmayan gencin bundan sonra bu riskle yüz yüze kalması diğerlerine göre zayıf bir ihtimaldir. Çünkü o yaştaki gencin kişiliği artık oturmuştur.
Toplumun temel dinamiklerinden biri olan gençliğimiz her an risk altındadır. Bilindiği gibi toplumun temel dinamiklerini korumak için bir kısım kuruluşlar vardır. Bunlardan birisi de Yeşilay’dır. Bu teşkilat, zararlı alışkanlıklarla etkin ve kalıcı olarak mücadele etmek için kurulmuştur. İnsanlığın sağlık ve huzur içerisinde yaşaması için kurulan Yeşilay geçmişten bugüne gelene kadar pek çok hayırlı teşebbüse vesile olmuştur. Bu faydalı cemiyet, merkezi İstanbul’da olmak üzere 1 Mart 1920 tarihinde ‘Hilâl-i Ahdar’ adı ile kurulmuş, daha sonra sırası ile ‘Yeşil Hilâl’ ve ‘Türkiye Yeşilay Cemiyeti’ adını almıştır.
Türkiye Yeşilay Derneği zor şartlar altında ve kıt kaynaklarla milyonları kötü alışkanlıklara karşı koruma mücadelesi vermektedir. Derneğin amacı, Yeşilay tüzüğünün üçüncü maddesinde açık seçik ifade edilmektedir: “Bu dernek yurdumuzda ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde içki, uyuşturucu ve sigara bağımlılığı gibi toplum ve gençliğin beden ve ruh sağlığını tahrip eden bağımlılıkları önlemenin yanında, kumar, fuhuş ve ekran bağımlılığı gibi gençliğe ve topluma zarar veren bütün zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek, millî kültürüne bağlı nesiller yetiştirmek amacı ile kurulmuştur. Derneğin amacı içki, uyuşturucu madde, sigara tüketimini ve diğer kötü alışkanlıkları, devlet organları ve sivil toplum kuruluşları ile de iş ve gönül birliği yaparak asgariye indirmektir.”
Yeşilay, başta gençlik olmak üzere halkı uyuşturucu, alkol, sigara gibi kötü alışkanlıklara karşı korumak ve uyarmak için mücadele eden gönüllü bir teşekküldür. Cumhuriyetten daha eski olan bu gönüllü kuruluş, halkın desteğiyle bugünlere gelebilmiştir. Şayet devlet ve halk desteği birleşirse bu güzide kurum faaliyet ve tesir sahasını bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde genişletecektir. Bundan da kazançlı çıkacak olan bizleriz.
Gençlerimizin zararlı alışkanlıklardan korunması için gecesini gündüzüne katan ve adeta gönül seferberliği ilan eden Yeşilay Derneği’ne bizler de elimizden geldiğince maddi ve manevi destekte bulunmalıyız. Çünkü bu kurumun gelirleri giderlerini karşılamaktan uzaktır. Rahmetli Selahattin Kaptanağası uzun yıllar boyunca bu kurumu ayakta tutmanın mücadelesini vermiştir. Onun ölümünden sonra görevi devralan Avukat Mustafa Necati Özfatura ve ekibi de aynı inanç ve kararlılık içerisinde amme hizmetine devam etmektedir. Onların elinden tutalım ki onlar da çocuklarımızın elinden daha büyük bir kuvvetle tutabilsin.
Sanat sevgisi ve sanat oluşturma hüneri insanın doğuşundan beri ruhunda var olan ve üzerine gidildikçe geliştirilen bir olgudur. Sanatla ilgilendikçe hayata ve doğaya bakışımız alabildiğine değişir. Sanat hayatımıza renk ve dinamizm katar. Onun olmadığı yerde boşluk vardır. Bu boşluğu şiddet ve geçimsizlik doldurur. Bugün gençlerimizin şiddete temayülü sanattan ve edebiyattan uzaklaşmasıyla doğrudan ilintilidir. Çözüm ancak sanattadır. Bu konuda sanat üzerine söylediği isabetli görüşleriyle tanıdığımız Herbert Read şöyle diyor:
“Sanatın işlenmesi, duyarlığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın ve tatsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma isteği olmayan yerde ölüm güdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi.”
Gençlerimizin içine sanat sevgisi sokmalıyız. Onları güzel sanatlarla meşgul etmeliyiz. Zira sanat kabalaşan ruhları inceltir. Hem üretmek insana haz verir. Ürettiklerimiz üst üste konulunca onun görüntüsü bizi daha da şevklendirir. Gelin sanatı okullarımıza gerçek manada yerleştirelim. Onu okul bahçelerinde bırakıp ayaz altında üşütmeyelim. O üşürse bizler donarız. Neticede buz kesen vicdanlarımız bizi robotlaştırır.
Bazı eserler yazarlarını çağrıştırır, hatta bir çırpıda göz önüne getirip hatırlatır. Çünkü bu eserler zamana karşı direnen ve eskimeyen bir söyleyişe(üslûba) sahiptirler. Bu tarz eserleri yazmak şüphesiz ki ustalık ister. İşte bu eserlerden birisidir ‘Macbeth’…Eminim ki ‘Macbeth’ ismi size bir çırpıda usta İngiliz yazar William Shakespeare’i hatırlatmıştır.
İngiliz edebiyatının yüz akıdır William Shakespeare… Her İngiliz aile, onun kitaplarını en eski basımlarından ve bozulmamış dilinden okutur çocuklarına… Körpe beyinler İngilizce sevgisini ve bu dilin doğal güzelliğini onun satırlarında tadar, fark eder. Çünkü Shakespeare İngilizce ve İngiltere demektir. Dünya edebiyatının da en büyük ismidir o…BBC’nin yaptığı ‘1000 Yılın Dâhileri’ anketinde nice şöhretli ismi geride bırakarak zirveye göz kırpmıştır. Onu okumak dünyayı okumaktır bir anlamda…
İşte böyle büyük bir yazarın eseridir ‘Macbeth’… Yüz sayfadan ibaret olan bu tiyatro metni, yüzyıllardan beri değişik şekillerde ve kalıplarda sanatın malzemesi olmuştur. Sinemadan tiyatroya ve müzikale kadar hemen her yerde onun tılsımlı hikâyesini görürsünüz. Shakespeare’in olgunluk çağına geçiş döneminin ilk eseri sayılır Macbeth… Ünlü İtalyan müzisyen Verdi’nin düzenlemesiyle tadına dayanılmaz bir opera eserine dönüşmüştür aynı zamanda… William Shakespeare ve Giuseppe Verdi gibi edebiyat ve müziğin iki büyük ustasını buluşturan bu şaheser, tiyatroda da binlerce kere izleyiciyle buluşmuştur.
Macbeth uzun bir oyundur… İskoç tarihinden bir kesit sunan oyun, Macbeth’in karısı Lady Macbeth’in de teşvikiyle evine ziyarete gelen Kral Duncan’ı öldürmesiyle başlar. Çünkü Macbeth ile Lady iktidar hırsıyla tahta sahip olmak istemektedirler. İktidarda kalabilmek için Macbeth ile Lady cürüm işlemekten kaçınmazlar. Tahta çıkmak için cinayet işleyen Macbeth, bu kez de tahtta kalmak için cinayet işlemektedir. Ancak bir süre sonra vicdanı bu yükü taşıyamaz ve Lady ile birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar. Ama tüm bu olaylar sırasında onları teşvik eden birileri daha vardır: Cadılar… Oyun bu eksende devam eder gider.
İktidar hırsı, cinayet, kötülük, entrika ve büyücülük gibi insan ruhunun en karanlık yönlerini yansıtır Macbeth… Bu eseri Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş dilimize…
Shakespeare’in dört büyük trajedisinden biri olan ‘Macbeth’, 400’üncü yıldönümünde şimdi de Trabzon Devlet Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Bu vesileyle yine bir cuma akşamı öğrencilerle tiyatro keyfindeydik… Trabzon Lisesi öğrencileri her zaman yaşattıkları tiyatro sevgisini Macbeth’e karşı da gösterdiler. Doğrusu Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları da Shakespeare’nin Macbeth’inin hakkını verdiler usta oyunculuklarıyla… Oyuncuları ve seyircileri bütün samimiyetimle kutluyorum.
Milletlerin teşkilatlanmış şekline ‘devlet’ diyoruz. Yani aslında devlet biziz… Onun içindir ki hainlerin zihninde yer eden “devletin malı deniz…” anlayışı nerden bakarsak yanlıştır, iğrençtir, hiçbir tutar dalı yoktur. Dürüst insan, devletin malını ve kaynaklarını kendi malından daha çok düşünür. Her işinde devletten yana tavır takınmaya ve tutumlu olmaya gayret eder. Çünkü devletin malında nice tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Allah’a ve ahiret gününe inananlar devlet müesseselerine bu anlayışla yaklaşırlar.
Her nedense milletimiz devlete yüklenmeyi ve onu yere batırırcasına insafsızca eleştirmeyi çok sever. Onlara göre her işte ve her konuda kabahatli devlettir. O zaman vurun abalıya… Oysa devlet soyut bir kavramdır aslında… O, yerden yere vurduğun devlet aslında sensin. Acaba resmi kurum ve kuruluşları böyle sert bir biçimde eleştirirsek bundan fayda mı, yoksa zarar mı görürüz? Her işin olduğu gibi bunun da bir ölçüsü vardır muhakkak…
Devletin verdiği hizmetleri kalite ve yeterlilik bakımından sürekli eleştirenler, acaba vatandaşlık görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlar mı? Acaba askere gitme zorunlu olmasa kaç kişi bu peygamber ocağına baş koyar? Devlet, hizmetlerimize karşılık bize ücret vermese bir gün çalışır mı memurlar? Devleti eleştirirken bunlar da geçiyor aklımızdan… Demek ki aslında bizler de çok masum değiliz. Zaten devlette zaaflar varsa, bu mekanizmanın dişlileri olan millette de zaaflar vardır. Zira bu çarkın dişlileri fertlerden oluşuyor.
Devletten kaliteli ve kesintisiz hizmet istiyorsak ve bekliyorsak bizler de elimizi taşın altına sokmalıyız. Devlete karşı görevlerini yerine getirmeyen sorumsuz vatandaşların devleti ve onun kurumlarını yermeye, onlardan hizmet beklemeye hakkı yoktur. Türkiye’de yaygın olarak yapılan şey, ölçüsüz eleştiridir. İş vazifeye gelince ortalıkta pek kimseyi bulamazsınız.
Devletin kusursuz ve devamlı hizmet verebilmesi için maddi yönden güçlü olması şarttır. Türkiye ekonomisinde kalıcı bir iyileşme sağlanabilmesi için bütçe gelirlerinin artması, öte yandan giderlerin azalması gerekir. Yani kamu gelirleri mutlaka artmalı, kamu giderleri de azalmalıdır. Bunun yanında sınırlı kaynaklarımızı verimli kullanmalıyız.
Devlet, gücünü halkından alır. Vatandaşlar her zamanda ve zeminde devlete karşı olan maddi ve manevi yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir. Bu yükümlülüklerden biri de vergi vermektir. Bilindiği gibi Anayasanın 73. maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür “ hükmü yer almaktadır. Vergiyi basite almayalım, devlet gelirlerinin yarıdan çoğu vergi girdilerine dayanmaktadır.
Ülkemizde memurların gelir vergisi maaşlarından otomatik olarak kesilmektedir. Fakat serbest çalışanlar için böyle bir sistem mevcut değildir. Bu yüzden serbest çalışanların önemli bir kısmı üzerlerine düşen vergileri devlete ödememektedir. Fakat yeterli hizmet alamayınca da ‘bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ misali en çok da onların sesi çıkmaktadır.
Kim ne derse desin Türkiye’de kayıt dışı ekonomi dengeleri sarsmaktadır. Hiç kimse ‘kayıt dışı ekonomi yok’ diyemez. Bunu inkâr etmek yerine, üzerine ısrarla gitmeliyiz. Hiç kimsenin bir başkasının sırtından geçinme hakkı ve lüksü yoktur. Devlet isterse kayıt dışının da üstesinden gelebilir. Bunun için kararlı olunmalıdır. Fincancı katırlarını ürkütmekten korkulmamalıdır. Devlet güç ve otorite demektir. Hiç kimse devletin üstünde değildir.
Türkiye’de vergi konusunda ciddi düzenlemeler yapılmalıdır. Devletin vergi politikası bir kez daha gözden geçirilmelidir. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması yoluna gidilmelidir. Vergi yükü tabana yayılmalıdır. Vergi miktarları azaltılırken, bu konuda mükellefler kararlılıkla takip edilmelidir. Vergi kaçağı önlenmelidir.
Mükellefin sırtına yüklenen vergi miktarının çok olması, vergi gelirlerinin çok olacağı anlamına gelmez. Vatandaşa taşıyacağının üstünde bir vergi yükü yüklerseniz, elbette ki o bu yükün altından kalkamaz, ezilir, hilelere, yasal olmayan yollara başvurur. Vergi miktarı makul olursa hemen herkes üzerine düşeni verir. Böylece fertlere düşen vergi miktarı az olsa da kişi sayısı artınca aradaki eksiklik kapanır. Böyle olunca kimse de incinmez, yakınmaz. Vergi adaletini sağlayamadığımız müddetçe beklenen vergi gelirini elde edemeyeceğiz.
Vergi kaçaklarının azalması ve vergi gelirlerinin artması için vatandaşlarımıza vergi bilinci ve sorumluluğu kazandırmalıyız. Vergilerin halka hizmet olarak geri döndüğü inandırıcı bir biçimde anlatılmalıdır. Her bir fert bu gerçeği hayatında canlı örneklerle görebilmeli ve ikna olmalıdır. Bu arada vergiler olur olmaz yerlerde harcanıp tabir caizse çarçur edilmemelidir. Çünkü onlarda hepimizin alın teri ve emeği vardır.
Vergilerin nerelere gittiği, nasıl harcandığı mükelleflere iyi izah edilmelidir. Vatandaşın, verdiği paranın hesabını sorma hakkı vardır. Vergi bilinci kazandırma konusunda devlet televizyonundan azami derecede yararlanılmalıdır. Vergi haftasının gayesine uygun olarak idrak edilmesini, vatandaşa vergi bilinci kazandırılmasını, devletin vergilerinin önceki yıllara göre daha da artmasını ve bu vergilerin hayırlı hizmetlerde kullanılmasını diliyorum.
TÜRKMENİSTAN’IN YENİ DEVLET BAŞKANI: GURBANGULİ BERDİMUHAMMEDOV
M.NİHAT MALKOÇ
Kardeş Türk Cumhuriyetlerden biri olan Türkmenistan’ın halkı, 21 Aralık 2006 günü Devlet Başkanları Saparmurat Türkmenbaşı’yı kaybederek büyük bir acı yaşamıştı. Türkmenistan’ın bağımsız olmasında ve bugünlere gelmesinde çok büyük emekleri olan Türkmenbaşı hiç beklenmedik bir zamanda sevenlerini öksüz bırakarak ebediyete göç etmişti.
Uzun yıllar boyunca kardeş Türkmenistan’ı büyük bir disiplinle ve başarıyla yöneterek kısa zamanda gelişmesini ve çehresinin değişmesini sağlayan Türkmenbaşı’nın ani ölümü bu ülkenin geleceğiyle alâkalı olarak kafalarda bir kısım soru işaretleri oluşturmuştu. Herkes endişeli gözlerle birbirinin yüzüne bakarak “Acaba bundan sonra ne olur, ülkede bir keşmekeş yaşanır mı? ” diye sormadan edemiyordu. Hatta bu endişenin ucu korkuya kadar varıyordu.
Bugün Türkmenistan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içerisinde çok önemli bir ülke konumundadır. İran, Afganistan ve Hazar bölgesiyle komşu olan ve dünyanın beşinci büyük doğalgaz yataklarına sahip 5 milyon nüfuslu Türkmenistan’ın 21 yıldır tek hâkimi Saparmurat Türkmenbaşı’nın, 66 yaşında aniden kalp krizinden ölmesi, küresel enerji savaşlarında bir dönüm noktası olabileceği sanılıyordu. Çünkü günümüz dünyasında en kanlı savaşlar hep enerji yatakları üzerinde bulunan ülkelerde çıkıyor. Büyük devletler enerji piyasasında tek hâkim olmak için savaş dâhil olmak üzere her türlü riski almaktan çekinmiyorlar.
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın ani ölümü ülke içerisinde herkesi şaşırttı. Dünya ölümlü olsa da Türkmen halkı Türkmenbaşı’yı bu kadar erken kaybedeceklerini hesaba katmamıştı. Onun için geçici bir şaşkınlık ve bocalama dönemi geçirdiler. “Bundan sonra ne olacak? ” diye birbirlerine sormaya başladılar. Çünkü Türkmenbaşı sağlığında kendisinden sonra gelecek devlet başkanını işaret etmemişti. Murat Niyazov isminde bir oğlu vardı, fakat onun siyasetle hiç ilgisi yoktu.
Türkmenistan Orta Asya’nın enerji merkezi konumundadır. Onun için dünyanın jandarmalığını kimseye bırakmak istemeyen büyük devletler Türkmenbaşı’dan sonra buradaki yönetim arayışına ilgisiz kalamazlardı. Menfaatler çatışınca istenmeyen şeyler de olabilirdi. Bununla beraber Türkmenistan’da ta Türkmenbaşı zamanından beri yurtdışında bir grup muhalif vardı. Bunların ülkeye girişi ve siyasi faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Türkmenbaşı’nın ani ölümü onların da uzun aradan sonra yurda dönüş ihtimalini doğurmuştu.
Demokrasi geçmişi olmayan ve çok partili hayatı hiç tatmayan Türkmenistan’da yakın gelecekte neler yaşanacağını herkes merak ediyordu. Türkmenbaşı’nın cenazesine bütün dünyadan önemli liderler iştirak etti. Ülkede yedi gün yas ilan edildi. Başkan yardımcısı Gurbandurdi Berdimuhammedov Türkmenistan’ın en yetkili karar organı olan Halk Maslahatı tarafından vekâleten devlet başkanlığına atandı. Aslında anayasaya göre vekâlet etme hakkı meclis başkanı Övezgeldi Atayev’indi. Fakat Atayev vekillik beklerken esas görevinden de alındı. Bu kişi devre dışı bırakılarak görev Berdimuhammedov’a verildi. Bu bir anlamda geleceğe yönelik bir kısım sinyalleri de veriyordu. Demokrasinin Türkmenistan’a öyle bir anda gelmesi ve yerleşmesi beklenmiyordu zaten. Belli bir ara dönem yaşanacak elbette.
Böyle bir ortamda 11 Şubat’ta Türkmenistan’da devlet başkanlığı seçimi yapıldı. Seçime Gurbandurdi Berdimuhammedov’la birlikte İşankuli Nuriyev (Pertolgaz Sanayi ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı) , Orazmurat Karacayev (Ahal vilayeti Abadan şehir valisi) , Amanniyaz Atacıkov (Daşoğuz ili Vali Yardımcısı) , Muhammednazar Kurbanov (Karabekevül Valisi) , Aşırniyaz Pomanov(Türkmenbaşı Şehir Valisi) de katıldı. Seçim neticesinde devlet başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Gurbanguli Berdimuhammedov oyların yüzde 89,2’sini alarak ezici bir çoğunlukla Türkmenistan’ın ikinci devlet başkanı seçildi. Böylelikle Türkmenbaşı’dan sonra Türkmenistan’da yepyeni bir sayfa açıldı. Şimdi dilerseniz ülkeyi beş yıl yönetecek yeni devlet başkanı Berdimuhammedov’u biraz tanıyalım:
Türkmenistan’ın çiçeği burnunda devlet başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov, 1957’de Ahal vilayetinde doğdu. 1979 yılında Türkmen Devlet Tıp Enstitüsü’nden mezun olan Berdimuhammedov, 1997 yılına kadar Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalıştı. Tıp Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Berdimuhammedov, 1997 yılında Sağlık Bakanlığı görevine atandı. 2001’de Devlet Başkanı Yardımcılığı görevine atanan Berdimuhammedov, 21 Aralık’ta Türkmenbaşı’nın vefat etmesiyle birlikte vekâleten devlet başkanlığı üslenmişti. O şimdi kardeş ülke Türkmenistan’ın yeni devlet başkanı… İnşallah Türkmenistan’ı bulunduğu konumdan daha ileriye götürür. Bu ülkede demokrasinin kısa zamanda rayına oturması ve çok partili hayata geçilmesi en büyük dileğimizdir. Türkmenlerin insanca yaşaması, istikrarı ve refahı en büyük arzumuzdur.
Bazı kesimler Türkmenbaşı’nın ölümüyle birlikte Türkmenistan’ın büyük bir kaosun içine gireceğini düşünüyorlardı. Çok şükür ki Türkmenistan’da kargaşa ve kavga bekleyenler sükût-u hayale uğradılar. Yeraltı ve yerüstü enerji kaynaklarının çok büyük bir yekûn tuttuğu bu ülkeye bundan sonra da çomak sokmak isteyenler olacaktır. Kardeş Türkmen halkının şer odaklarının bu çirkin oyunlarına itibar etmemesi, yeni başkanlarının yanında ülkeyi, ileriye taşıması en mantıklı davranıştır. Yeni devlet başkanı Gurbandurdi Berdimuhammedov’a muvaffakiyetler diliyorum. Allah bütün Müslüman Türklerin yâr ve yardımcısı olsun.
Şubat ayının ortalarında Trabzon’da ve ilçelerinde kurtuluş heyecanları yaşanmaya başlar. Trabzon’un en batısındaki ilçelerde başlayan kurtuluş günleri bir silsile halinde doğuya doğru devam eder. 14 Şubat’ta Vakfıkebir’le Beşikdüzü’nün, 15 Şubat’ta Tonya’nın, 17 Şubat’ta Akçaabat’ın, 24 Şubat’ta Trabzon Merkezle beraber Yomra ve Arsin’in, 25 Şubat’ta Maçka, Araklı ve Sürmene’nin, 27 Şubat’ta Çaykara’nın, 28 Şubat’ta ise Of’un kurtuluş bayramları kutlanır. Rus işgal güçleri tarafından ele geçirilen bu mübarek topraklar, zor günlerin sonunda tekrar gerçek sahiplerinin eline geçtiği için yöre halkı düğün bayram eder.
Trabzon’un en büyük ilçesi olan Akçaabat, 17 Şubat 1918 senesinde Rus işgalinden kurtulmuştur. Bazıları nedense fetihle kurtuluşu birbirine karıştırır. ‘Fetih’ bizim olmayan toprak parçasını savaşarak ele geçirmek demektir. Zaten ‘fetih’ açmak anlamına gelir. Oysa ‘kurtuluş’ önceleri bizim olan bir toprak parçasını kaybettikten sonra tekrar ele geçirmektir. Akçaabat’ın kurtuluşunu bu mana farklarını dikkate alarak anlamak gerekir.
Bu şehir 1461’de Trabzon’la beraber Fatih Sultan Mehmet tarafından ülke topraklarına katılmıştır. Osmanlı dönemiyle yetinmeyip şehrin daha da evvelki geçmişine gitmek mümkündür. Eski dönemlerle ilgili çeşitli rivayetler söylenir. Buradaki ilk yerlilerin Ege kıyılarından geldiklerini söyleyenler vardır. Bunun yanında buraların ilk yerli halkının Asya kökenli ya da Türk olduğunu ileri sürenler de mevcuttur.
Şehrin adıyla alâkalı olarak pek çok söylenti dolaşmaktadır. Çınar ağaçlarının çokluğundan ötürü ‘Pulathane’ adıyla anılan şehrin; sonraları ticaretin gelişmesi ve paranın bolluğundan dolayı Akçaabat adını aldığını belirten araştırmacıların yanı sıra beyaz evlerinden dolayı şehrin Akçaabat adını aldığını iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilen, Akçaabat’ta Roma, Bizans, Kommenos ve Osmanlı dönemine ait tarihi yapıt ve izlere rastlamak mümkündür. Akçaabat’ın; Osmanlı dönemine ait kaynaklarda şehir merkezi “Pulathane”, ilçe geneli ise “Akçeabâd” olarak geçmektedir. Şehrin tarihinde 1810 yılı Ramazan ayı ayrı bir yer tutar. Bu tarihte Rus donanması Sargana mevkiine çıkarma yapmak istemiş. Akçaabat halkı 48’i kadın olmak üzere 969 şehit vererek yurdu savunmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında 20 Nisan 1916 yılında Çarlık Rusya’sı Akçaabat’ı işgal etmiş ancak bu işgal de uzun sürmemiş ve 17 Şubat 1918 ‘de Akçaabat düşman işgalinden kurtulmuştur.
Akçaabat’ın kurtuluşu her yıl halkın coşkulu katılımıyla adeta bir düğün havasında idrak edilir. Uzun yıllardan beri Akçaabat Belediyesi şehrin tarihi, turistik özelliklerini ve güzelliklerini edebiyata ve sanata aksettirmek için değişik şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemektedir. “Bir Sevdadır Akçaabat” sloganıyla düzenlenen yarışmalara pek çok sanatsever katılmaktadır. İlköğretim, Lise ve Serbest kategorilerde yapılan şiir ve kompozisyon yarışmaları bu yıl da geniş katılımlarla gerçekleştirildi. Her yıl katıldığım ve pek çok ödül kazandığım bu yarışmalar artık bir geleneğe dönüşmüştür.
“Bir Sevdadır Akçaabat” temalı ve “2018 Yılında Nasıl Bir Akçaabat Hayal Ediyorsunuz? ” konulu yarışmaya bu yıl da ülke genelinden büyük katılımlar oldu. Söz konusu yarışmanın serbest katılıma açık şiir kategorisinde ben de ikinci olarak 175 Ytl kazandım. Her ödül gibi bu ödül de yazma şevkimi ikiye katladı. Marifetin iltifata tabi olduğu bir kez daha ayan beyan görüldü. Sanatçının gıdası taltif edilmektir. Bu asla unutulmamalıdır.
Büyükler şiir kategorisinde birinciliği Saadettin Koç, ikinciliği M. Nihat MALKOÇ, üçüncülüğü Şule Taşçı kazandı. Yahya Kurtkaya ile Mehmet Kartal şiirde mansiyon ödülü kazanan kişiler oldu. Kompozisyon dalında ise Yahya Kurtkaya birinci, Zülfiye Yazıcı ikinci, Yaşar Birinci ise üçüncü oldu. Bu dalda Mehmet Kartal’la Gönül Erdem mansiyon ödülüne layık görüldüler. Ödüller tören günü sahiplerine verilecek.
Akçaabat Belediye Başkanı Sayın Şefik Türkmen’i Akçaabat konulu şiir ve kompozisyon yazma yarışması geleneğini ısrarla sürdürdükleri için tebrik ediyorum. Çünkü onun gibi kültür, sanat ve edebiyatseverler sayesinde edebiyatımız yeni simalar ve eserler kazanıyor. Buna paralel olarak sanatçılar da teşvik ediliyor. Daha düne kadar Akçaabat konulu şiir sayısı bir elin parmaklarından azken bugün Akçaabat temalı onlarca şiir mevcuttur. Bu ürünler, en ezik olduğumuz sanat sahasında kazanç değil de nedir? Akçaabat’ın 89. kurtuluş yıldönümünü büyük bir coşku ve heyecanla kutluyorum. 100. Kurtuluş yılına ne kaldı ki! ... İnşallah 100. kurtuluş yılında Akçaabat çok daha farkı ve yüksek yerlerde olacaktır. Akçaabat, Akçaabatlıların omuzlarında yükselecek ve yücelecektir.
Nefes, hayatta kalmamız için nasıl gerekliyse, sevgi de saadetimiz için öyle gereklidir. Vücudumuzun gıdası besinlerse ruhumuzun ve kalbimizin gıdası da aşk ve sevgidir. Çölleri vahaya, uçurumları düzlüğe çeviren aşk, umudunu kaybeden, geleceğinden beklentisi kalmayan insanlara yaşama sevinci kazandırır. Bedeni diri tutar sevgi iksiri…
Sevgiye geniş açıdan bakmak lazım. Sevgi manevi hazların, yeri kolay kolay doldurulamayanıdır. Fakat her nedense bizde sevgi ve aşk deyince ekseriyetle karşı cinslerin birbirine duyduğu cinsellik merkezli sevda duyguları anlaşılır. Hatta bazıları bir elde birkaç karpuz tutanlar gibi aşklarını yedeklerle takviye ederler. Birini kaybedince yedekteki sahneye çıkar. Buna da hiç sıkılmadan ‘aşk’ derler. Sonra da her türlü haltı yerler.
Sevgiye sınır çizmek müşküldür. Onu bir şekilde sınırlamak kalbe ambargo koymaktan farksızdır. Sevgi bir ummandır. Yürek kaşığınız ne kadar büyükse o kadar nasiplenirsiniz. Bizce gerçek sevgi karşılıksız olandır. Fakat günümüzde karşılıksız sevgiler yok denecek kadar azdır. Çıkar ilişkileri sevdalara da bulaşmıştır. Günümüzde arı duru aşklar bulunmaz Hint kumaşı kadar kıymetlidir. Aşkları da en can alıcı yerinden vurdu kapitalizmin gözü para hırsı bürümüş uşakları… Sevgiyi ve aşkı ayağa düşürenler onun yerde sürünmesinden ve incinmesinden rahatsız olmayanlardır. Çünkü onlar için mühim olan kazançtır. Her sevdanın maddi bir bedeli vardır onların gözünde.
Aşk mana denizine dalmaktır. Yüce dinimiz İslamiyet aşkın mahremiyetine önem vermiştir. Bunun yanında manevi kavramlar da aşka dâhildir. Bu bağlamda Yunus Emre ve Mevlana gibi erenler aşkın sembolleşmiş kahramanlarıdır. Onlar Allah ve Peygamber aşkını manevi dünyalarında büyütmüş yüce şahsiyetlerdir. Onlarınki de aşktır ama gönlü şımartmayan, aksine yüreği sığaya çeken aşklardır.
Aşk insanı olgunlaştırır derler. Fakat bu aşk bildiğimiz insani aşkla sınırlı değildir. Allah, peygamber ve bunun gibi manevi değerlere duyulan aşkları da aşkın muhtevasına katmak lazımdır. Hatta bunlar beşeri aşkın bir adım önünde durmaya layıktır. İşte bu anlamda Divan şiirinin büyük şairi Fuzuli, aşktan neşet eden derdin çaresini şu beytinde reddediyor:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır”
Bu beyit üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir. Zira düşündükçe apayrı bir anlam derinliği yakalayacağınızdan şüphem yoktur. Beyti günümüz Türkçesine çevirirsek şunları söyleyebiliriz: “Ey tabip! Aşk derdiyle başım hoş benim; yaramdan el çek sen. Bana derman hazırlama ki senin merhemlerin benim ölümüm sayılır.”
Demek oluyor ki aşksızlık felsefi manada hayata indirilen bir darbedir. Kişi sevdikçe yaşar. Lakin bu sevgi iki insanın aşkıyla sınırlı olmamalıdır. Sevgiler durulaştıkça ve çıkarlardan arındıkça anlam kazanırlar. Maneviyatsız bir aşk; kördür, sağırdır, ruhsuzdur.
Aşk acılardan da lezzet alınabileceğini öğreten bir mana yoğunlaşmasıdır. Aşıkın tabibi maşuktur. Vuslata giden yolda çekilen çileler acı ve keder verse de insanları olgunlaştıran ve derinleştiren vesilelerdir. Bunlar kulun dirençli olmasını sağlar.
Büyük mutasavvıf Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…” Mevlana’nın bahsettiği bu aşk, şehvete batmış beşeri aşk değil muhakkak… Allah’la ve onun yarattıklarıyla güzelleşen ve ulvileşen manevi sevdadır. Aşkın sınırlarını imanla ve irfanla çizenlerin vuslatı hayırlı olur şüphesiz…
Nerde o eski aşklar? Leylalar, Mecnunlar, Keremler, Aslılar, Yusuflar, Züleyhalar, Ferhatlar, Şirinler nerde? ... Aşkın mahremiyetini darağacına kaldıranlar tüketim toplumu olmanın getirdiği samimiyetsizlikleri ne zaman itiraf edecekler? Bu ikiyüzlülük hastalığını tedavi edecek yine aşktır. Zira aşkın yarası ancak aşkla iyileştirilebilir.
Günümüzün kapitalist zihniyeti sevdalar üzerinden bile çıkar sağlamanın ve aşkları sıcak paraya çevirmenin peşindedir. 14 Şubat Sevgililer Günü bunun somutlaşmış şeklinden başka bir şey değildir. Şubat ayının başından beri mağaza vitrinlerinde sözüm ona dillere pelesenk edilen Sevgililer Günü bahane edilerek reklâm yapılıyor. Televizyonlar ve gazeteler sürekli bu konuyu işliyor. İnternet üzerinden alışveriş yapma amacıyla kurulan yüzlerce site sevgililer günü üzerinden getirim sağlamanın peşine düşmüş…
Hemen her şeyin sahte ve yalan olduğu günümüzde o eski içtenlikleri nasıl geri getireceğiz? Günübirlik ilişkileri ‘aşk’ diye nitelendirenler ve aşkla cinselliği aynı kefeye koyanlar çamur içinde yüzdüklerinin farkına varabilecekler mi acaba? Ne zaman aşkı kumar olarak görmekten ve aşk üzerine kumar oynamaktan vazgeçeceğiz? Olmayan aşkların günü kutlu(!) olsun. Bu arada aşk ve sevda üzerinden köşeyi dönenlerin cebe indirdikleri bereketli olsun. Kim bilir onlar gelecek sene de aşkı paraya çevirmenin planlarını şimdiden yapmaya başlamışlardır. Zira kapitalistlerin aşk anlayışı daha çok kazanmaktan ibarettir.
İman göğünün parlayan yıldızıdır Hz. Muhammed(sav) … Çölde susamışlara çağlayandır. Yolda kalmışlara kervansaraydır, handır. Uykusuzluktan gözleri kapananlara kuştüyü yastık… Kızgın güneş altında terden su olan bedenleri okşayan tatlı ve yumuşak bir saba yelidir. Güneşin kavurucu sıcağında gökleri kaplayan pamuk tarlası misali salkım salkım buluttur. Aşk bağının solmaz gülüdür. Karanlıklara tutulan billurdan bir avizedir.
Onun mübarek aydınlığı karanlığa neşter vurdu. Ruhlarımız onun saadet ve nur ummanında aydınlandı. Karanlık karanlığından utanırken aydınlık senin aydınlığınla iftihar etti. Kâinatın özü olan sen, daralan ruhlarımıza da soluk oldun. Dünya sende buldu cemalini… İman senin nefesinle coğrafyamıza can verdi. Kum tanelerinden ibaret olan çöller bereketinle gülşene döndü. Varlık varlığınla hayat buldu şüphesiz…
Senin ahlakın Kur’an’dan ibaretti. Onun için ahlak coğrafyan kusursuzdu. Geceni de gündüzünü de rahman ve rahim olan Allah’a adamıştın. Duygu, düşünce ve hayallerin, ilhamını göklerden alıyordu. Sen hususi bir edebe maliktin. Nurlu mürebbilerin tezgâhından geçmişti mübarek kalbin. Kur’an’ın nuruyla bezenmişti her bir hücren…
İman ışığıyla aydınlanan gönüllerin azığıydın sen. Övülenlerin ve özgüye layık olanların şahikasıydın. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem olsa da gerçekte yaşam seninle başladı. Sen Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz bir lütufsun. İslam’la şereflenenlere göre sevilmeye layık olanların başında gelensin. Her şey seninle irtibatlıdır hayatta. Seninle irtibatını kesenlerin sonu ne kadar da kötüdür. Ahh keşke bilseler ve dönseler! ...
Muhammet(sav) muhabbettir dünyaya iman ışığıyla bakanlar için… Bizim gözbebeklerimize onun gölgesi düşer. Eşyaya onun penceresinden bakarız. Onun kokusu siner ayetlerin her bir hurufatına… Ümmi olsa da O, gelmiş geçmiş en büyük münevverdir düşünce ufuklarını kuşatan… Ledünni ilmin sarsılmaz kalesidir O…Sidretu’l-Münteha’da onun izleri silinmemiştir hâlâ… Rahman katına bu kadar yaklaşan bir fani gelmemişti cihana…
Yetimleri koruyup kollayan bir yetimdin sen. Dünya gözüyle görmemiştin evin direği olan babanı… Körpeyken kaybetmiştim sevgili anneni… İçinde koca bir boşluk olarak kalmıştı onların sevgi ve hasreti. Deden Abdulmuttalip’le amcan Ebu Talip şefkat ve merhamet kanatlarının altında büyütmüştü seni. Sütannen Halime’nin evine bolluk ve bereket getirmiştin. Durum bundan ibaretken kimsesizlerin kimsesiydin, gariplerin sığınağıydın yine. Senden eli boş dönen olmamıştı ömrün boyunca. Rahmettin, yeri göğü yeşerten berekettin… Dalında işveyle duran mübarek ve muazzez bir güldün. Güllerin en irisiydin.
Kin ve nefretin karşısında çelikten bir tabyaydın. Sözlerin müjdeler ve esintiler taşırdı çoraklaşan gönüllerimize. Adaletin uzun düşen gölgesiydin yeryüzünde. Umutlar senin gül kokuları sinen bahçende yeşerirdi ancak. Sen öldükten sonra ölümün de güzel olduğuna şeksiz inandık. Sen öldüysen ölüm güzel demektir. “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ”diyen büyük şaire şimdi daha çok hak veriyoruz. Sen, bir zamanlar bize soğuk gelen ölümü bile sevdirdin.
Senin ikliminde büyüyen ruhlar hayatın ilacı oldular. Ashab senin getirdiğin tükenmez solukla dağları, tepeleri, çorak arazileri aşarak menzile ulaştı. Cahiliye Arapları islamın nurlu iklimine girince bütün kirlerinden arındılar. Hayata kin ve nefretle bakan gözler ilahi ışıkla bezenince, kardeş oldu birbirine sırt çeviren yürekler… Birbirinin kuyusunu kazanlar; kâinatı kuşatan, canlı cansız her zerreye hayat veren ilahi mesajınla, kazılan kuyuları kapatmanın gayreti içerisine girdiler. Herkes kazdığı kuyuyu kapatmakla kalmadı, açılan diğer kör kuyuları da bertaraf ettiler. Kapatılan her kuyunun üzerine karanfiller, menekşeler ve gonca güller dikildi. Gül rayihaları kan ve barut kokusunu bastırdı.
Ne kadar da güzel söylemiş şair: “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl? ” diye… Evet, sohbetlerimiz seninle laf-ı güzaf olmaktan kurtuldu. Seni anlattıkça ve senin anlattığın nurlu hakikatleri, ilahi mesajından haberdar olamamış bahtsız insanlara ulaştırdıkça hayat daha da tazelendi. Somurtkan güzler tebessümle can buldu.
Hz. Muhammed(sav) ruhlara vurulan iman mührünün mühürdarıdır. O mühürden yoksun ruhlar gerçekte bir viranedir. Zira o mühür imanın hayat suyuyla yıkanmıştır. Çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar kararan kalpler, bu mührün gölgesinde yumuşayarak mübarek insanlar zincirinin eşsiz halkaları olma bahtiyarlığına erişmişlerdir. Bu değişim gerçek manada bir yenilenme ve tazelenmedir.
Arap çöllerinin nazlı kum taneleri bile seni dünya gözüyle göremeyen, sana dokunamayan, senin mübarek kokunu içine çekemeyen biz ahir zaman ümmetinden daha bahtiyardır. Topuklarına değen o kumlar kadar şanslı değiliz. Senin ayaklarının altındaki kumlara bile gıptayla bakan biz asi ahir zaman ümmetini şefkat ve merhametinden mahrum etme bari… Dünyaya geç gelişimiz ve suretini temaşa edemeyişimiz bizi eziyor. Bari ukbada doyasıya seyrettir o gül yüzlü cemalini biz bahtı kara ümmetine… Gerçi senin mübarek cemaline bakacak kadar arı değil gözbebeklerimiz… Yine de bu ziyafeti çok görme bize.
Senin zamanında yaşayıp da sana inanmayanlara ve o mübarek kalbini yaralayanlara hem şaşarım, hem de acırım. Öte yandan seninle dost olan ve sana elverenlere gıptayla bakarım. Onlar yeryüzüne gelmiş en bahtlı insanlardır. ‘Ashab’ diye adlandırdığımız bu nurlu çehreler, yaşadığın müddetçe elin ayağın olmuşlardı. Sana yürekten bağlanan ve seni bütün değerlerin ve değerlilerin fevkinde tutan bu güzel insanlar bir yeryüzü cenneti inşa etmişlerdi.
Resulullah’ı sevmek sevgilerin en isabetlisidir. Çünkü o sevginin kaynağı olan Allah’ın elçisidir. Allah’ı seven onun ‘Habibim’ dediği elçisini de sever. Zira Allah’ın en çok sevdiği ve değer verdiği kul Hz. Muhammed(sav) ’dir. Onu sevmekle Allah’a yakınlaşırız.
Sevmek her şeye katlanmaktır; bütün zorluklara göğüs germektir. Sevgi ‘seviyorum’ demekle olmaz şüphesiz… Sevdiklerimize karşı fedakâr ve vefalı olmalıyız. Allah’ı ve Peygamberini sevmek, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkündür. Uyulması gerekenlere titizlikle uyuyor ve kaçınılması gerekenlerden kaçınıyorsanız bilin ki ilahi sevgi imtihanından alnınızın akıyla çıkmışsınız demektir.
Seven sevdiğine layıkıyla itaat edendir. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’a gösterilecek sevginin, Resulüne itaat ile mümkün olabileceğini şöyle vurgulamaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 31–32)
Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olan ashabın Resulullah’a duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet dillere destandı. Onlar Efendimize yâr olmak için birbiriyle yarışmışlardı. Bunu dünyevi bakış açısıyla ele almak muhayyilemizi zorlayabilir. Çünkü o engin sevgiyi ve bağlılığı bizim gibi dünya menfaatleriyle ruhu kararmış fanilerin anlaması mümkün değildir.
Sahabelerin mübarek hayat sahifelerine göz attığımızda Hz. Muhammed(sav) ’e olan bağlılıkları ve fedakârlıkları karşısında adeta küçük dilimizi yutarız. Zira onlar çocuklarını, eşlerini, mallarını ve canlarını hiçe sayarak Peygamber Efendimizin yüce saflarında yer tutmuşlardır. Resulullah’ı korumak için kendilerini gönül rahatlığıyla ölümün kucağına atabilmişlerdir. Böyle bir ruhun nasıl gerçekleştiğini bizlerin anlaması pek mümkün değildir. Demek ki tahkiki iman, insanı bu mertebelere getirebiliyor. Şüphesiz ki bu belli bir süreç gerektirir. Bizler emekleme devresinde olduğumuz için hafızamız bunlara yetişmiyor.
Sahabelerin her biri birer yıldızdı. Fakat onların da birbirine göre daha üstün olanları vardı. Hulefa-i Raşidin bunlardandır. Bu dört mübarek zatın peygamber sevgisi, kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyüktü. Onlar kendilerini Resulullah’a adamışlardı.
Dört halifeden ilki olan Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimize diğer sahabelerden çok daha yakındı. O, aynı zamanda damadı olan Efendimizi canından aziz bilmiştir. Ona sonsuz bir sevgisi ve güveni vardı. Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan da Sidretü’l Münteha’ya gittiğini, İsra ve Mirâc hâdisesini gerçekleştirdiğini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bekledikleri bir açığı bulmuşçasına sevinen ve alaycı bir tavırla hareket eden müşrikler, böylelikle ondan arzuladıkları cevabı alamamışlardır. Hz. Ebubekir’in bu sadakat ifade eden cevabı onun her halükârda Peygamberimize olan sonsuz güvenini ve itimadını gösteren bir misaldir.
Hz. Ömer’in Resulullah’a olan aşkı ve muhabbeti dillere destandı. Resul-i Ekrem’e söylenen her kötü sözün sahibi, karşısında Hz. Ömer’i bulurdu. Peygamberimizi, canından aziz bilen Hz. Ömer, bir ara Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve: “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin”, demişti. Peygamberimiz de: “Ömer! Kendinden de! ” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Kendimden de! ”, deyince Hz. Peygamber (sav) : “Ey Ömer, işte şimdi oldu! ” cevabını vermişti.
Hz. Muhammed(sav) ashabın gözbebeğiydi. Büyük küçük herkes onu anasından, babasından, malından mülkünden daha çok seviyordu. Bununla ilgili olarak Uhud Savaşı sonrasında yaşanan bir hadise Resulullah’a duyulan sevgi ve muhabbetin derecesini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Bilindiği gibi Uhud Savaşı İslam tarihinin önemli hadiselerindendir. Bu savaşta Müslümanlar önemli kayıplar vermişti. İslam’ın şanlı kılıcı Hz. Hamza da bu savaşta şehit olmuştu. Bu savaşla ilgili olarak anlatılan şu kıssa, Peygamberimize duyulan sevginin derecesini göstermesi açısından ehemmiyetlidir.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğü zaman karşılayanlar arasında, Beni Dinar kabilesi mensuplarından Müslüman bir kadın da vardı. Bu kadının babası, kardeşi ve kocası harpte şehit olmuştu. Onu görenler bu haberi kendisine veren kişi olmamak için gözlerini ondan kaçırıyor, ona bakmamaya çalışıyorlardı. Sonunda kendisine önce babasının şehit olduğunu söylediler. O, “Hz. Peygamber sağ mı? ” diye sordu. Arkasından kardeşinin vefatını haber verdiler. Kadın ise, “Resulullah nasıldır? ” dedi. Sonunda, “Kocan da şehit oldu” dediler. O hanım bütün bunları duymamış gibi hâlâ, “Allah’ın Resulü nasıl, ona bir şey olmadı ya? ” diye soruyordu. Hz. Peygamberin sağ ve salim olduğunu bildirdiklerinde ise şöyle dedi: “O, sağ ve selâmette olduktan sonra, her felâket benim için bir hiçtir.” (İbn Hişam, Siret, III/178–181)
Resulullah Efendimiz de diğer insanlar gibi bu dünyada bir faniydi. O da zamanı gelince bütün insanlar gibi bu imtihan sahnesinden ayrıldı. Fakat onun ölümü ashabı derin bir üzüntüye gark etti. Onun varlığını küfre karşı bir kalkan olarak gören müminler, ölümüyle elem denizine düştüler. Hz. Peygamberin ölümüne en çok üzülen ve bunu bir türlü kabullenemeyen Hz. Ömer’in tepkisi enteresandır. Hz. Ömer, O’nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için ‘öldü’ diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu.
Resulullah’ın ölümü esnasında gözlerden oluk oluk yaşlar dökülüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Resûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana feda olsun ya Resulullah... Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Ya Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım” dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve ayakta durmaya mecali olmayan sahabelere şunları söyledi:
“Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed(sav) ’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144) .Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
Saadet asrının İslamla şereflenen her bir ferdi, Peygamberinin gönüllü askeriydi. Onun için yapamayacakları bir fedakârlık yoktu. En büyük sermayeleri ona duydukları sevgi ve muhabbetti. Fakat onlar karşılıksız ve çıkarsız seviyorlardı. Bir gün ashabdan biri gelerek Allah Resulüne: “Kıyamet ne zaman kopacak? ” diye sorar. O da: “Kıyamet için ne hazırladın? ” buyurur. Sahâbi: “Öyle çok fazla amelim yok. Lâkin Allah ve Resulünü çok seviyorum” deyince, Allah Resulü: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurur. O zat, bunu bir müjde olarak kabul eder, içi tarifsiz bir huzurla dolar.
Sahabelerin Hz. Muhammed(sav) ’e duydukları sevgiyi kelimelerle anlatmak müşküldür. Bununla ilgili olarak yüzlerce örnek kıssa anlatabiliriz. Fakat asıl maksadımızı bu kadar misalle de ifade ettiğimiz kanaatindeyim. Allah bizleri onun şefaatine nail eylesin. Sözlerimi, şiirde İslam’ın gür sesi olan Mehmet Akif’in, Resulullah Efendimizi tavsif ettiği, dua niteliği de taşıyan bir dörtlülüğüyle bitirmek istiyorum:
“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep, Medyûn O’na cemiyeti, medyûn O’na ferdi; Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet, Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret! ”
Şehirler koca bir maziyi bağırlarında saklarlar. Yani şehirlerin de kendilerince bir hafızası vardır. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişten izler taşır. Temaşa eden gözler dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan kültür halkalarını görünce bu kültür mozaiğinin saltanatını gönüllerince yaşarlar. Şehirleri kuşatan kültürel unsurlar adeta bir yelpaze oluştururlar. Bu unsurlar dostça, kardeşçe ve barış içerisinde yaşamanın teminatıdır.
Günümüzde görünen o ki şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmıyor. Şehirle insanın bir zincirin eş halkaları olduğunu unutmamak lazım. Modern zamanlar maziye tahammül edemiyor. Yenilik adına geçmişin ruhu çalınıyor. Neticede ruhsuz kentler çıkıyor ortaya… Bu ruhsuz kentlerin içinde maziye sırt çeviren, hafızasını yitirmiş ufuksuz nesiller yetişiyor. Böyle bir nesille yarınların kozasını sağlıkla örmek müşkül görünüyor.
Türkiye’nin ve Trabzon’un sayılı şehirlerinden birisidir Akçaabat… Emsalsiz köftesiyle adından söz ettirmiştir hep… Bu şehir çalışkan ve girişimci insanıyla, bölgesinde her dönemde gelişmeye açık bir şehir olma özelliğini korumuştur.
Akçaabat’ın geleceği öncelikle ve özellikle turizme bağlıdır. Çünkü bu şehir mevcut potansiyeliyle bir turizm kenti olma vasfını fazlasıyla hak etmektedir. Bilindiği üzere Yıldızlı beldesi sınırları içerisinde Sera isimli bir gölümüz vardır. Trabzon’un yanı başındaki bu atıl gölü vakit geçirmeden turizmin hizmetine sunmalıyız. Şehrin gürültüsünden uzak olan bu tabiat cennetine sığınmalıyız. Burada öncelikle iyi bir fizibilite çalışması yapılmalıdır. Evvela bu göl çamurdan ve her türlü atıktan temizlenmelidir. Köylerden gelen kanalizasyon atıkları buraya akıtılmamalıdır. Tabiat bozulmadan, doğal dokuya uygun tesisler inşa edilmelidir. Mümkünse beton hiç kullanılmamalıdır. Buralardaki tesislerde sütlaç, köfte, balık çeşitleri, lahana gibi yöresel yemekler misafirlerin hizmetine sunulmalıdır. Aynı zamanda küçük atölyelerde üretilen yöresel el sanatlarına ait ürünler sergilenerek satışa sunulmalıdır.
Akçaabat köftesinin şöhretini ve özgünlüğünü sanırım bilmeyen yoktur. Hemen her yerde Akçaabat köftesi yapılsa da bu köftenin en güzeli ve orijinali bu şehirde marifetli ustaların ellerinde özel etten yapılır. Akçaabat köftesinin patenti bile tescil ettirilmiştir. Sırf köfte yemek için hemen her gün yüzlerce insan bu şehre uğramaktadır. ‘Uğramak’ ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü Akçaabat’ta yerli ve yabancı turistleri ağırlayacak yeterli donanımda otel sayısı çok azdır. Onun için kısa zamanda konaklama tesislerinin niteliğini ve niceliğini artırmak lazımdır. Gelen insanlara konforlu bir konaklama imkânı sunmak gerekir. Karnı doyan insanın huzur içerisinde barınmaya da ihtiyacı vardır. Gelecekte Akçaabat’ımızda Avrupa standartlarında otellerin ve konaklama tesislerinin inşa edilmesini bekliyoruz. Turistleri sadece yemeğe değil, yatıya da bekleriz.
Akçaabat’ın ruhunu yansıtan en güzel mekânların başında Orta Mahalle gelmektedir. Buradaki tarihi evler ahşap mimarinin en güzel örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Safranbolu, Beypazarı, Odunpazarı evleri nasıl koruma altına alındıysa tarihi Orta Mahalle evleri de devlet tarafından kültür mirası addedilip özenle muhafaza edilmelidir. Buradaki evler restore edilip pansiyona dönüştürülerek turizmin hizmetine açılmalıdır. Bu pansiyonlarda yerel motiflere ve yöresel yemeklere yer verilmelidir. Şehirlerin metal saltanatından kaçanlar, yorulan ruhlarını buralarda dinlendirmelidir. İçlerinde hasrete dönüşen nostaljiyi doyasıya yaşamalıdır. Orta Mahalle’deki tarihi mirasın mutlaka korunması ve geleceğe taşınması gerekir. Bunu gerçekleştirmek için devletin yardım elinin uzanması şarttır. Zira mahalle halkının evlerini restore edecek ve koruyacak imkânları yoktur.
Geleceğin Akçaabat’ında metalin soğukluğunu istemiyoruz. Unutulmamalıdır ki insanlar toprağa yaklaştıkça mutlu olurlar. Topraktan uzaklaşan insanların, mutluluğu görkemli binalarda araması beyhudedir. Doğal hayatın doğada olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Onun içindir ki şehrin geleceğine dönük bütün çalışmalarımızda öncelikle tabii dengeyi korumayı amaç edinmeliyiz. Ne kadar muhteşem görünse de doğaya zarar veren hiçbir şey gözümüzde muteber değildir. Çünkü bizler dünyayı çocuklarımızdan emanet aldık. Bu emanete ihanet edersek onlara karşı saygınlığımızı kaybederiz.
Doğal bir liman olan Akçaabat bir deniz kentidir aynı zamanda... Fakat denizin verimli bir biçimde kullanıldığı söylenemez. Bu büyük kaynak istenildiği gibi kullanılamamakta, denizden sadece mevsimlik balık ve hamsi avlanmaktadır. Oysa denizi bir turizm unsuru olarak kullanabiliriz. Kara ulaşımının iyice sıkıştığı ve sinirleri bozduğu bu zamanda deniz taşımacılığından yaralanabiliriz. Şehir insanını denizle barıştırabiliriz.
Tarım, ticaret, turizm ve eğitim 2018’li yılların Akçaabat’ının çıkış noktasıdır. Bu sektörler şehrin ufkunu açacak yatırım alanlarıdır. Gelecekte bu alanlarda yapılabilecek pek çok yatırım kalemleri ve imkânları mevcuttur. Bunlara yönelik olarak altyapı hazırlıklarının bir an evvel bitirilmesi zaruridir. Yerel yönetimler kendilerine düşen vazifeleri öncelikte yapmalıdır. Ondan sonra merkezi yönetimden proje uygulama yardımı istemelidir.
Trabzon, art bölgesi kısıtlı bir şehrimizdir. Bir hayli eğimli bir alanda kurulan bu kent, artık kapasitesini doldurmuştur. Bundan sonra Trabzon, Akçaabat yönünde genişleyecektir. Belki yakın bir zamanda Trabzon’la Akçaabat bütünleşecektir. Yıldızlı ile Mersin arası gelişmeye müsait bir durum arz etmektedir. Bu alan gelecekte Trabzon’un ve genel anlamda bölgenin cazibe merkezi olacaktır. Bunu tahmin etmek için yakın geçmişe bakmak yeterlidir. Zira bu şerit kısa bir zaman dilimde çok büyük bir değişim ve gelişim grafiği çizmiştir.
Fatih Eğitim Fakültesi’nin Akçaabat sınırları içerisinde bulunması büyük bir avantajdır. Gerçi okulun şehre katkısı istenildiği düzeyde değildir. Bu yüksek öğretim kurumunun şehre katkısının beklenildiği düzeyde olmaması organizasyon eksikliğinin ve işbilmezliğin bir neticesidir. Söz konusu fakültenin gelecekte müstakil bir üniversiteye dönüşme ihtimali yüksektir. Bu gerçekleşirse Akçaabat’ın lehinde çok şey değişecektir.
Eskiden Tekel binası olarak kullanılan yapıların üniversiteye devredilmesi, burada Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kurulacak olması şehre ayrı bir hava katacaktır. Fakat bir eğitim kurumunun şehrin ana caddesinin üzerinde kurulu bulunması eğitim açısından çok doğru bir şey değildir. Belli ki burada bir fakülte açılırsa daha sonra bunu şehir dışına taşımanın hesapları yapılacaktır. Bence sonradan yapılacak şeyin baştan yapılması gerekir. Yani Tekel binaları ticari işletmelere ayrılmalıdır. Eğitim kampüsü ise şehir dışında olmalıdır.
Akçaabat’ta düzensiz şehirleşmenin sancıları her geçen gün daha çok hissedilmektedir. Bugünkü derme çatma görünüm bu şehre yakışmamaktadır. Gelecekte sağlıklı bir yapıya ve hoş bir görünüme kavuşabilmesi için Akçaabat’ın yeni bir şehir planlamasına ihtiyacı vardır. Acil olarak yapılması gereken şey toplu konut yatırımlarına ağırlık verilmesidir. Aksi halde çarpık kentleşme, şehrin imajını ve görünümünü her geçen gün daha da bozacaktır. Bu şehrin bugün bile ciddi manada konut eksiği vardır. Toplu Konut İdaresi’nin buraya da el atması ve vatandaşa fiziki anlamda gösterişli, geleneksel yapıya uygun, sağlıklı konutlar üretmesi gerekir. Bu çeşit kontrollü yapılaşma şehrin görünümünü de ciddi manada güzelleştirecektir.
Akçaabat’ın en güzel yerlerinden biri de yaylalarıdır. Birbirinden güzel yaylalar yöre halkının hayvanlarının otladığı ve kendilerinin de yazın sıcağında serinlendiği yerlerdir. Fakat bu sağlıklı ve güzel yerlerin artık turizme de açılması gerekir. Bunun için geç bile kalınmıştır. Yaylalarda doğal yapıyı bozmayan ahşap ağırlıklı, tek katlı bungalov tipi evlerin yapılması ve bunların turizmin hizmetine sunulması gerekir. Yaylaların temiz havası ve tertemiz soğuk suyu sağlık fışkırıyor. Bunlardan herkesin yararlanması lazımdır. Ama yaylaların doğal görünümünün bozulmaması ön şart olmalıdır. Önüne gelen yapı ruhsatı alamamalıdır. Şehirlerdeki çarpık yapılaşmayı yaylalara taşımamalıyız; taşımak isteyenlere izin vermemeliyiz. Yaylalar bizim oksijen depomuzdur. Rahat nefes alabilmemiz için oralardan başka gidecek yerimiz kalmamıştır. Oraları da bozarsak bindiğimiz dalı kesmiş oluruz.
Akçaabat, sahil şeridinde yer alan bir yerleşim yeridir. Karadeniz sahil yolu buradan geçmektedir. Burası ana yol üzerindedir. Fakat ne yazık ki bugüne kadar Akçaabat’ımıza modern bir otogar yapılamamıştır. Bu, şehir yönetiminin bir eksiği, hatta ayıbıdır. Bu ayıbı bundan sonra taşımak istemiyoruz. Tez zamanda bu şehre modern bir terminal yapılmalıdır. Araçlar rastgele yolcu indirip bindirmemelidir. Sahilde bunun için uygun alanlar mevcuttur.
Trabzon gelecekte bir kongreler şehri olmaya adaydır. Bunun hazırlıkları ve yatırımları yapılmaktadır. Bu çerçevede Akçaabat’ın da kongre turizminden payına düşeni alması gerekir. Hıdırnebi ve Kayabaşı Yayla kentleri bunun için müsait mekânlardır. Buralara gelen ilim heyetleri hem farklı bir mimaride istirahat edecek, hem de yaylanın doyumsuz atmosferinde soluklanacaklar. Buralara tekrar tekrar gelmek isteyeceklerdir. Fakat bunun için tesislerin kapasitelerinin artırılması ve ilave tesislerin inşa edilmesi şarttır. Bunun yanında buralara giden yolların yaz, kış açık vaziyette bulundurulması, asfaltlanması gerekir.
Türkiye’nin en güzel el işleme hasır bilezikleri Trabzon’da yapılmaktadır. Bunları yapan sanatkârların önemli bir kısmı Akçaabatlıdır. Fakat Akçaabat merkezinde hasır bilezik ve el sanatları tezgâhları yoktur. Bazı küçük yerlerde ve özellikle evlerde bir kısım el sanatları yapılmaktadır. Geleceğin Akçaabat’ında hüner işi el sanatlarının belli bir yerde teşkilatlandırılması ve organize bir birliğe kavuşturulması sanatın geleceği açısından mühim bir girişim olacaktır. Sanat ancak devlet katkısıyla bir yerlere gelecektir.
Marifet iltifata tabidir. El sanatlarının para etmesi ve bu alanda çalışanların az da olsa geçimlerini bu yolla sağlaması bu alana olan ilgiyi artıracaktır. Onun için el sanatları ürünlerinin sergileneceği ve satışının yapılacağı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması her açıdan faydalı bir girişim ve yatırım olacaktır. Bunun bir hayırsever tarafından veya devlet eliyle yapılması mümkündür. Bunlar gerçekleşirse sanat Akçaabat’ta şaha kalkacaktır.
Akçaabat’ımız yakın geçmişte çok büyük bir sel felaketi geçirmiştir. Bu felakette bir kısım insanlarımız hayatını kaybederken, pek çok hemşehrimiz de büyük maddi kayıplara uğramıştır. Şehir baştanbaşa çamur baskınına uğramış, eski doğal görünümün sağlanması için aylarca uğraşılmıştır. Bu bir felaketti şüphesiz. Fakat bu felaket geliyorum demişti. Zira o zamanlar dere ıslah çalışmaları yapılmamış, bunun yanında şehrin altyapısı yetersiz kalmıştır.
Allah bize o kara günleri bir daha göstermesin. Fakat duayla ve kuru tevekkülle işi bağlayamayız. Öncelikle elimizden gelen önlemlerin alınması zaruridir. Bununla irtibatlı olarak şehrin altyapısının kusursuz yapılması, eksikliklerin bir kez daha elden geçirilerek takviye edilmesi, özellikle dere ıslah çalışmalarına önem verilmesi gerekir. Bunlar zor ve külfetli çalışmalardır. Üstelik görsel dönüşümleri de yoktur. Yani yaptığınız iş dışardan görülmez. Onun için bunlar kör yatırımlar olarak görünebilirler. Fakat hayati değer taşırlar.
Son yıllarda planlanan ve yapılan yatırımlar gösteriyor ki Trabzon bir sağlık merkezine dönüşmektedir. Gelecekte yapılması düşünülen sağlık yatırımlarından Trabzonluların yanında bölge illerdeki vatandaşlarımız da yaralanacaktır. Akçaabat, Trabzon’a yakınlığı sebebiyle bu yatırımlardan payına düşeni almalıdır. Öncelikle Akçaabat’a daha kapsamlı bir hastane kurulmalıdır. Mevcut hastanenin ihtiyacı karşılamadığı ayan beyan ortadadır. Hastane yatırımları için Söğütlü civarında uygun alanlar mevcuttur.
Yakın bir gelecekte Trabzon’a ve çevre ilçelere doğalgaz gelecektir. Doğalgaz’ın ilimize ulaşması Akçaabat’ın da çehresini değiştirecektir. Çünkü son yıllarda Akçaabat’ta da kirli hava sorun olmaya başlamıştır. Özellikle kışın ortalarında soba ve kaloriferlerin yoğun olarak yakılması havayı zehirlemektedir. Akçaabat merkezinde bir an evvel doğalgaz altyapısının hazırlanmaya başlanması gerekir. Bunun için hiç zaman kaybedilmemelidir.
Akçaabat’ın yakın gelecekte yapması gereken yatırımlardan birisi de katı atık tesisleridir. Uzun yıllardan beri çöpler sahildeki dolgu alanına ve zaman zaman da denize atılmaktaydı. Bu aslında sadece Akçaabat’ın değil, Trabzon’un da meselesidir. Hatta katı atık hususunda Türkiye’nin büyük sıkıntıları vardır. Akçaabat’ımız bu hususta il yönetimiyle ortak hareket ederek katı atık sorununu tez vakitte halletmelidir. Bu devirde atıkların denize atılması son derece ilkel bir anlayıştır. Üstelik sağlık açısından da çok sakıncalıdır.
Bir kıyı şehri olan Akçaabat’ta denize yeterli önem verilmemektedir. Balıkçılık ana babadan görme ilkel sayılabilecek yöntemlerle yapılmaktadır. Şehirde rızkını denizden sağlayanlar çok zor şartlarda çalışmaktadır. Akçaabat’taki balıkçı barınağı bu şehre hiç yakışmamaktadır. Üstelik bu yer bugünkü ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktır. Tez zamanda bu barınak yıkılmalı, yerine modern bir balıkçı barınağı yapılmalıdır. Bunun yanında mevcut mendirek uzatılmalıdır. Olmuşken şehre bir de yat limanı kazandırılmalıdır.
Şu şehirde folklor önemli bir yere sahiptir. Akçaabat horonu dünyaca tanınmıştır. Bu şehirdeki folklor ekipleri ülkemizi dünya çapında başarıyla temsil etmişlerdir. Burada folklorun okullaşması ve geliştirilmesi elzemdir. Brezilyada samba neyse, Akçaabat’ta da horon odur. Kültür Bakanlığı’nın Akçaabat folkloruna destek olması şarttır. Böyle giderse yakın bir gelecekte horonumuz da, kemençemiz de bir nostalji olarak kalacaktır. Bununla ilgili olarak bu şehirde bir Horon Enstitüsü kurulabilir. Bunun da ötesinde Akçaabat’a bir konservatuar açılabilir. Burada sahne ve ritim sanatları eğitimi verilebilir. Bunların daha sağlıklı ortamlarda gerçekleşmesi için öncelikle kapsamlı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması gerekir. Çok amaçlı bu merkez şehrin kültürel yapısını renklendirecektir.
Şehirlerin kalkınması daha çok sanayi ve ticaretle gerçekleşir. Akçaabat’ta ciddi bir sanayi ve ticaret işletmesi söz konusu değildir. Bir kısım küçük atölyeler dışında sanayi tesisi yoktur. Bu işletmelerin bir kısmı şehrin yakınında veya içinde yer almaktadır. Bunların bir merkezde toplanması şarttır. Trabzon’un gelecekteki Organize Sanayi Bölgelerinden birinin Akçaabat sınırları içerisinde uygun bir yerde kurulması şehre ticari anlamda çok şey kazandıracaktır. Akçaabat gerek nüfusu ve gerekse il merkeziyle bütünleşmesi yönüyle bu yatırımı fazlasıyla hak etmektedir. Yetkililerin bu konuyu ısrarla takip etmesi şarttır.
Akçaabat bizim gözbebeğimizdir. Burada yaşayan insanlar her türlü hizmetin en iyisine layıktırlar. Fakat her şey maddi güçle, yani parayla olmaktadır. Şehirlerin devletten aldığı kaynaklar nüfuslarına göredir. Bu da büyük bir yekûn tutmamaktadır. Belediyelerin bir noktadan sonra eli kolu bağlanmaktadır. Bizler gelecekte, 2018 yılında, yani bu şehrin kurtuluşunun yüzüncü yılında Akçaabat’ı daha mamur ve müreffeh görmek istiyoruz. Bu saydıklarımızın gerçekleşmesini ümit ediyoruz.
Arzular hayal olarak doğar, güçlü insanların muhayyilesinde hakikate dönüşürler. Bizler bu şehrin evlatlarında geleceğe dair bu gayreti, isteği ve dayanışma ruhunu fazlasıyla görüyoruz. Yarınlar güzel Akçaabat’ımız için bugünden daha umutlu, iyimser, hayat dolu ve mamur olacaktır. Çok zamanımız kalmamıştır. Yarın artık bugündür. 2018 yılında, yani Akçaabat’ın kurtuluşunun yüzüncü yılında gülümseyen bir Akçaabat görmek dileğiyle! ...
Yenilikler hayatımızı müspet çizgide değiştirirken bir kısım olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Bunu göz ardı edemeyiz. Fakat sırf bu yüzden teknolojiyi reddetmek ve çağın gerisinde yaşamak asla kabul edilemez. Büyüklere düşen görev, çocukları internetten tamamen uzak tutmak değil, onları kontrol altına almaktır. Çünkü internetin zararları yanında sayısız faydaları da vardır. İnternetin zararı var diye faydasını görmezlikten gelemeyiz. Dünyayla bütünleşmek ve yarışmak istiyorsak interneti daha da yaygınlaştırmalıyız.
Türkiye’de internete duyulan ilgi her geçen gün katlanarak artıyor. Yetkili mercilerin verdiği istatistikî bilgilere göre Türkiye’de internet kullanıcısı sayısı yaklaşık 17 milyona ulaşmıştır. Bunların 16,8 milyonu ise aynı zamanda MSN Messenger kullanıcısıdır. Bunların yanında Türkiye’de 7,2 milyon PC bulunmaktadır. Bu verileri iyi okumak ve yorumlamak gerekir. Bu rakamlar, gençlerimizi gelecekte büyük tehlikelerin beklediğinin de ifadesidir. Zira gençlerin otokontrolleri erişkinlere nazaran çok daha mukavemetsizdir.
Türkiye’de ruhsatsızlarla birlikte 17–20 bin internet kafe olduğu söyleniyor. Bunların çoğu işsizliğin kol gezdiği doğu bölgelerinde yer alıyor. Gençlerimizi bekleyen tehlikelerin başında internet kafeler geliyor. Fakat bu demek değildir ki internet kafeler muzır yerlerdir. İnternet kafeler öğrenme ve araştırma amaçlı kullanılırsa kütüphaneler kadar faydalıdırlar. Fakat öbür yanda kötü emellerin odağı haline getirilirseler geleceğimizi karartan fitne odaklarına dönüşebilirler. Bu şuna benzer: Bıçak katlin elinde cinayet aracı olur, hayat söndürür. Oysa usta bir cerrahın elinde şifa aracı olur, hayat kurtarır.
Evde internet kullanan çocukların kontrolü, kafelerde internet kullananlara göre çok daha kolaydır. Ev dışında internetle meşgul olan çocuğun hangi kafede, hangi bilgisayarda, hangi siteye girdiğini, kimlerle görüştüğünü, hangi sohbet odalarında görüşmeler yaptığını tespit etmek mümkün değildir. Fakat evde çocuğun hangi sitelere girdiğini, kimlerle irtibatlı olduğunu öğrenebilirsiniz. Gerekirse koruyucu filtre bile oluşturabilirsiniz.
Çocuklarımıza güven duymak gerekir. Onları potansiyel suçlular olarak görmek yanlıştır. Fakat bu demek değildir ki onları başıboş bırakalım. Çocuklarınızın yanlış kişi ve akımların tesiri altında geleceklerinin kararmasını istemiyorsanız onların hangi sitelere girip çıktıklarını muhakkak öğrenin. Onları saldırgan içerik taşıyan sitelerden uzak tutun. Sizden habersiz olarak sanal alışveriş sitelerinden alışveriş yapmalarına izin vermeyin. Çocukların kumar ve bahis sitelerinden uzak durmalarını sağlayın. Kumara bulaşmamaları için onlara faydalı uğraşlar bulun. Çocukları kültür, sanat ve edebiyat sitelerine yönlendirin.
Evinde internet bağlantısı olan ebeveynlerin çocuklarını kontrol altında tutmaları diğerlerine göre daha kolaydır. Onun için evde internet bağlantısının bulunması tehlike değildir, aksine nimettir. Asıl tehlike dışarıdadır. Sosyal ortam içerisinde çocukların kendilerini yaşıtlarına kabul ettirme temayülleri onları çıkmaz sokaklara sürükleyebilir. Bunun yanında yaygın olarak bilgisayar kullanımı çekingen çocukları yaşıtlarından daha da uzaklaştırabilir ya da ev ödevi, alıştırma, uyku veya başkalarıyla zaman geçirme gibi diğer etkinliklere zaman ayırmalarını engelleyebilir. Aileler çocuklarının bir gün içerisinde ne kadar müddetle internete girebileceklerini önceden belirlemeleri gerekir. Bu hususu çocukların insafına bırakmamalıyız. Her konuda olduğu gibi bunda da prensipler koymalı ve koyduğumuz ölçütlerin takipçisi olmalıyız. Tutumlarımızı sürekli değiştirmemeliyiz.
Bilgisayara ve internete bağımlılık derecesinde kapılmamalıyız. Görünen o ki internetin varlığı okuma alışkanlığını iyice köreltiyor. Zaten okumayan bir milletiz. Durum bu iken internetle yatıp kalkan çocuklar gittikçe kitaptan uzaklaşacaklardır. Okumak onlar için işkenceye dönüşecektir. Bu da geleceğimize dinamit koymaktan farksızdır.
Türkiye’de internet denetimi istenilen düzeyde değildir. Bilişim suçları her geçen gün bir çığ gibi artıyor. İnterneti denetim altına alacak RTÜK misali köklü bir resmi teşkilatın kurulması şarttır. Bu zor olsa da imkânsız değildir. Devletin isteyip de yapamayacağı şey yoktur. Bu hususta Avrupa ülkeleri ve ABD büyük yol almıştır. Bizler de geleceğimizin aydınlık olmasını istiyorsak interneti kontrol altına alıp yaygınlaştırmalıyız. İnterneti yasaklamak ve öcü gibi göstermek çağın değerlerine sırt çevirmektir.
İSLAMDA ESTETİK VE MEKÂN TASAVVURU
M.NİHAT MALKOÇ
Sanatın oluşumunda yaşama biçiminin ve inançların rolü büyüktür. Hak olsun, batıl olsun her inanç, kendisine tabi olan fertlerin maddi ve manevi hayatını şekillendirmiştir. Bunu uzak ve yakın çevremize göz atınca rahatça görebiliriz. Etrafımızdaki mimari eserlere bakınca orada yaşayan insanların inanç ve duygu coğrafyaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.
İnanç sistemleri belli bir estetik kaygıyı da beraberinde getiriyor. Estetik; hayatın göze ve gönle akan, görünen yüzüdür. Zira estetik, bakış açısı ve algılama biçimidir. Onun içindir ki bütün medeniyetlere bir estetik kurgu hâkimdir. İslam kültüründe estetik ‘İlm-ül Cemal’ kavramıyla karşılanır. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir. Bizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman toplumların ürettikleri güzellikler estetiğin kapsamını teşkil eder.
Bazı kesimler İslam’ın sanata bakışını sorgulamışlar, meseleye dar çerçeveden baktıkları için de bu inancın sanata yaklaşımını yargılamışlardır. Onların en büyük kıstasları İslam’ın resim ve heykele karşı takındığı olumsuz tavırdır. Gerçekten de İslamiyet insan suretinin resmedilmesine ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, bunu uygun görmemiştir. Bunun en mühim sebebi ise şirke temayül riskidir. Onun içindir ki Müslümanlar arasında bu sahada yetişmiş fazla bir sanatkâr ve sanat eserleri yoktur. Sadece bunu ölçü alarak İslam’ın sanata bakışını yargılamak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Bu durum Müslümanların hiçbir zaman sanata kayıtsız kaldığını göstermez.
İslam her bakımdan güzellik dinidir. Allah’ın sıfatlarından birisi de ‘Cemil’dir. Aslında en büyük sanatkâr Allah’tır. Onun yarattıklarındaki sanatı hiçbir kul vücuda getirememiştir, bundan sonra da getirmeye muktedir olamayacaktır. Rabbimiz bir ayetinde mahlûkatındaki eşsiz güzelliğe dair şöyle buyurmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır.”(Secde 32/7) Yüce Allah yarattıklarında güzelliği ve zerafeti hikmetle buluşturmuş, bu iki unsur arasında eşsiz bir bütünlük sağlamıştır. Kâinata, gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz.
“Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi İslam’ın güzellik anlayışını özetlemektedir. Fakat bu inanç sistemi, güzelliği sadelikle buluşturmayı esas almıştır. İnsanoğlu yaratılışa dair sanat ve hüner arıyorsa öncelikle aynaya bakması gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerçek sanat, insanın dışa açılan penceresi olan suretinde bütün çıplaklığıyla teşhir edilmiştir.
Her inanç sistemi kendi içinde bir bütünlük arz eder. Bünyesine zararlı gördüğü değerleri dışlar, onların yerine başka değerler koyar. İşte İslamiyet de resim ve heykeli hoş karşılamadığı için onların yerini başka sanatlarla doldurmuştur. Bunun içindir ki İslam’da ağaç ve taş oymacılığı, çini ve yazı sanatı çok gelişmiştir. Bu sahalarda eşsiz sanat eserleri ortaya konulmuştur. Neticede sanat hayatın daima merkezinde yer almıştır.
İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı mevcut değildir. Fakat İslam’ın ilk yıllarında gaye, sanat değeri olan yapılar meydana getirmek değildi. Mühim olan ibadetlerin yapılacağı asgari donanımlı mekânlar oluşturmaktı. Fakat bu anlayış ilerleyen yüzyıllarda değişmiştir. Artık sanat göstermek ihtiyaçtan öncelikli hale gelmiştir. Lakin hiçbir zaman israf bataklığına saplanılmamıştır. Çünkü israf inancımızda kesinlikle haramdır.
İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. İslam ülkelerini dolaşanlar bu coğrafyalardaki camilerin mimari özelliklerindeki üstün nitelikleri görüp onlara hayran kalırlar. Özellikle Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait dini eserler orijinal figürler taşır. İslam inanç dairesinde olsalar da bazı ülkelerin sanat motifleri yerel özellikler taşır. Bu çeşitlilik ve özgünlük dağınıklık olarak görülmemiş, aksine İslam sanatının ufkunu olabildiğince genişletmiştir. İslam’ın estetik anlayışı ve mekân tasavvuru her zaman çağın ilerisinde olmuştur.
YEŞİLAY VE GENÇLİK
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin geleceğini aydınlatan ışık, gençlerin gözlerinden yansıyan parıltıdır. Onun parlaklığı ve ışıltısında hakikatlere erişiriz, aksi halde karanlık dehlizlerde kaybolur gideriz. Onların ışığının hiç sönmemesi biraz da ebeveynlerin ve toplumun elindedir. Onları şefkat kanatlarımızın altına alabilirsek kötülüklerden ve kötülerden koruruz. Aksi halde şer odaklarının kara taşlı değirmenlerinde un ufak olarak kaybolur giderler.
Çocuklarımız her şeyimizdir. Onlar için neler yapmayız ki! ... Yeri gelince onlar için saçımızı süpürge ederiz. Fakat bazen başlarına gelebilecek muhtemel felaketleri göremeyiz. Onları serbest bırakarak ateşe sürükleriz. Bir noktadan sonra da kontrolü kaybederiz.
Günümüz toplumlarında yarınlarımızın ümit kaynağı olan gençlerimizi bekleyen büyük tehlikeler vardır. Bunların başında bir kısım bağımlılıklar gelir. Genç beyinler bağımlılığın tuzağına düşünce onu oradan kolay kolay çekip alamayız. Onun için oraya düşmeden evvel elimizden gelen neyse onu yapmalıyız.
Genci bağımlılığa iten ailevi, sosyal, genetik gibi nedenler vardır. Bu nedenler oluşmadan gerekli önlemimizi almalıyız. Onların küçüklüğüne ve saflığına bakıp da aldanmamalıyız. Kötü çevre faktörünü asla göz ardı etmemeliyiz. Zira zararlı maddelerin kullanımı genellikle erken yaşlarda başlıyor. Çünkü küçükleri kandırmak ve zehirli örümcek ağına düşürmek kolay oluyor. 15 yaşından önce başlamak bu kötü gidişin işaretidir. Başlangıç en çok 15–25 yaş arasındadır. 25 yaşından sonra başlayanların sayısı azdır. Bu yaşa gelene kadar kötü alışkanlıklara müptela olmayan gencin bundan sonra bu riskle yüz yüze kalması diğerlerine göre zayıf bir ihtimaldir. Çünkü o yaştaki gencin kişiliği artık oturmuştur.
Toplumun temel dinamiklerinden biri olan gençliğimiz her an risk altındadır. Bilindiği gibi toplumun temel dinamiklerini korumak için bir kısım kuruluşlar vardır. Bunlardan birisi de Yeşilay’dır. Bu teşkilat, zararlı alışkanlıklarla etkin ve kalıcı olarak mücadele etmek için kurulmuştur. İnsanlığın sağlık ve huzur içerisinde yaşaması için kurulan Yeşilay geçmişten bugüne gelene kadar pek çok hayırlı teşebbüse vesile olmuştur. Bu faydalı cemiyet, merkezi İstanbul’da olmak üzere 1 Mart 1920 tarihinde ‘Hilâl-i Ahdar’ adı ile kurulmuş, daha sonra sırası ile ‘Yeşil Hilâl’ ve ‘Türkiye Yeşilay Cemiyeti’ adını almıştır.
Türkiye Yeşilay Derneği zor şartlar altında ve kıt kaynaklarla milyonları kötü alışkanlıklara karşı koruma mücadelesi vermektedir. Derneğin amacı, Yeşilay tüzüğünün üçüncü maddesinde açık seçik ifade edilmektedir: “Bu dernek yurdumuzda ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde içki, uyuşturucu ve sigara bağımlılığı gibi toplum ve gençliğin beden ve ruh sağlığını tahrip eden bağımlılıkları önlemenin yanında, kumar, fuhuş ve ekran bağımlılığı gibi gençliğe ve topluma zarar veren bütün zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek, millî kültürüne bağlı nesiller yetiştirmek amacı ile kurulmuştur. Derneğin amacı içki, uyuşturucu madde, sigara tüketimini ve diğer kötü alışkanlıkları, devlet organları ve sivil toplum kuruluşları ile de iş ve gönül birliği yaparak asgariye indirmektir.”
Yeşilay, başta gençlik olmak üzere halkı uyuşturucu, alkol, sigara gibi kötü alışkanlıklara karşı korumak ve uyarmak için mücadele eden gönüllü bir teşekküldür. Cumhuriyetten daha eski olan bu gönüllü kuruluş, halkın desteğiyle bugünlere gelebilmiştir. Şayet devlet ve halk desteği birleşirse bu güzide kurum faaliyet ve tesir sahasını bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde genişletecektir. Bundan da kazançlı çıkacak olan bizleriz.
Gençlerimizin zararlı alışkanlıklardan korunması için gecesini gündüzüne katan ve adeta gönül seferberliği ilan eden Yeşilay Derneği’ne bizler de elimizden geldiğince maddi ve manevi destekte bulunmalıyız. Çünkü bu kurumun gelirleri giderlerini karşılamaktan uzaktır. Rahmetli Selahattin Kaptanağası uzun yıllar boyunca bu kurumu ayakta tutmanın mücadelesini vermiştir. Onun ölümünden sonra görevi devralan Avukat Mustafa Necati Özfatura ve ekibi de aynı inanç ve kararlılık içerisinde amme hizmetine devam etmektedir. Onların elinden tutalım ki onlar da çocuklarımızın elinden daha büyük bir kuvvetle tutabilsin.
MACBETH ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Sanat sevgisi ve sanat oluşturma hüneri insanın doğuşundan beri ruhunda var olan ve üzerine gidildikçe geliştirilen bir olgudur. Sanatla ilgilendikçe hayata ve doğaya bakışımız alabildiğine değişir. Sanat hayatımıza renk ve dinamizm katar. Onun olmadığı yerde boşluk vardır. Bu boşluğu şiddet ve geçimsizlik doldurur. Bugün gençlerimizin şiddete temayülü sanattan ve edebiyattan uzaklaşmasıyla doğrudan ilintilidir. Çözüm ancak sanattadır. Bu konuda sanat üzerine söylediği isabetli görüşleriyle tanıdığımız Herbert Read şöyle diyor:
“Sanatın işlenmesi, duyarlığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın ve tatsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma isteği olmayan yerde ölüm güdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi.”
Gençlerimizin içine sanat sevgisi sokmalıyız. Onları güzel sanatlarla meşgul etmeliyiz. Zira sanat kabalaşan ruhları inceltir. Hem üretmek insana haz verir. Ürettiklerimiz üst üste konulunca onun görüntüsü bizi daha da şevklendirir. Gelin sanatı okullarımıza gerçek manada yerleştirelim. Onu okul bahçelerinde bırakıp ayaz altında üşütmeyelim. O üşürse bizler donarız. Neticede buz kesen vicdanlarımız bizi robotlaştırır.
Bazı eserler yazarlarını çağrıştırır, hatta bir çırpıda göz önüne getirip hatırlatır. Çünkü bu eserler zamana karşı direnen ve eskimeyen bir söyleyişe(üslûba) sahiptirler. Bu tarz eserleri yazmak şüphesiz ki ustalık ister. İşte bu eserlerden birisidir ‘Macbeth’…Eminim ki ‘Macbeth’ ismi size bir çırpıda usta İngiliz yazar William Shakespeare’i hatırlatmıştır.
İngiliz edebiyatının yüz akıdır William Shakespeare… Her İngiliz aile, onun kitaplarını en eski basımlarından ve bozulmamış dilinden okutur çocuklarına… Körpe beyinler İngilizce sevgisini ve bu dilin doğal güzelliğini onun satırlarında tadar, fark eder. Çünkü Shakespeare İngilizce ve İngiltere demektir. Dünya edebiyatının da en büyük ismidir o…BBC’nin yaptığı ‘1000 Yılın Dâhileri’ anketinde nice şöhretli ismi geride bırakarak zirveye göz kırpmıştır. Onu okumak dünyayı okumaktır bir anlamda…
İşte böyle büyük bir yazarın eseridir ‘Macbeth’… Yüz sayfadan ibaret olan bu tiyatro metni, yüzyıllardan beri değişik şekillerde ve kalıplarda sanatın malzemesi olmuştur. Sinemadan tiyatroya ve müzikale kadar hemen her yerde onun tılsımlı hikâyesini görürsünüz. Shakespeare’in olgunluk çağına geçiş döneminin ilk eseri sayılır Macbeth… Ünlü İtalyan müzisyen Verdi’nin düzenlemesiyle tadına dayanılmaz bir opera eserine dönüşmüştür aynı zamanda… William Shakespeare ve Giuseppe Verdi gibi edebiyat ve müziğin iki büyük ustasını buluşturan bu şaheser, tiyatroda da binlerce kere izleyiciyle buluşmuştur.
Macbeth uzun bir oyundur… İskoç tarihinden bir kesit sunan oyun, Macbeth’in karısı Lady Macbeth’in de teşvikiyle evine ziyarete gelen Kral Duncan’ı öldürmesiyle başlar. Çünkü Macbeth ile Lady iktidar hırsıyla tahta sahip olmak istemektedirler. İktidarda kalabilmek için Macbeth ile Lady cürüm işlemekten kaçınmazlar. Tahta çıkmak için cinayet işleyen Macbeth, bu kez de tahtta kalmak için cinayet işlemektedir. Ancak bir süre sonra vicdanı bu yükü taşıyamaz ve Lady ile birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar. Ama tüm bu olaylar sırasında onları teşvik eden birileri daha vardır: Cadılar… Oyun bu eksende devam eder gider.
İktidar hırsı, cinayet, kötülük, entrika ve büyücülük gibi insan ruhunun en karanlık yönlerini yansıtır Macbeth… Bu eseri Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş dilimize…
Shakespeare’in dört büyük trajedisinden biri olan ‘Macbeth’, 400’üncü yıldönümünde şimdi de Trabzon Devlet Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Bu vesileyle yine bir cuma akşamı öğrencilerle tiyatro keyfindeydik… Trabzon Lisesi öğrencileri her zaman yaşattıkları tiyatro sevgisini Macbeth’e karşı da gösterdiler. Doğrusu Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları da Shakespeare’nin Macbeth’inin hakkını verdiler usta oyunculuklarıyla… Oyuncuları ve seyircileri bütün samimiyetimle kutluyorum.
VERGİ BİLİNCİ VE GELECEĞİMİZ
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin teşkilatlanmış şekline ‘devlet’ diyoruz. Yani aslında devlet biziz… Onun içindir ki hainlerin zihninde yer eden “devletin malı deniz…” anlayışı nerden bakarsak yanlıştır, iğrençtir, hiçbir tutar dalı yoktur. Dürüst insan, devletin malını ve kaynaklarını kendi malından daha çok düşünür. Her işinde devletten yana tavır takınmaya ve tutumlu olmaya gayret eder. Çünkü devletin malında nice tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Allah’a ve ahiret gününe inananlar devlet müesseselerine bu anlayışla yaklaşırlar.
Her nedense milletimiz devlete yüklenmeyi ve onu yere batırırcasına insafsızca eleştirmeyi çok sever. Onlara göre her işte ve her konuda kabahatli devlettir. O zaman vurun abalıya… Oysa devlet soyut bir kavramdır aslında… O, yerden yere vurduğun devlet aslında sensin. Acaba resmi kurum ve kuruluşları böyle sert bir biçimde eleştirirsek bundan fayda mı, yoksa zarar mı görürüz? Her işin olduğu gibi bunun da bir ölçüsü vardır muhakkak…
Devletin verdiği hizmetleri kalite ve yeterlilik bakımından sürekli eleştirenler, acaba vatandaşlık görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlar mı? Acaba askere gitme zorunlu olmasa kaç kişi bu peygamber ocağına baş koyar? Devlet, hizmetlerimize karşılık bize ücret vermese bir gün çalışır mı memurlar? Devleti eleştirirken bunlar da geçiyor aklımızdan… Demek ki aslında bizler de çok masum değiliz. Zaten devlette zaaflar varsa, bu mekanizmanın dişlileri olan millette de zaaflar vardır. Zira bu çarkın dişlileri fertlerden oluşuyor.
Devletten kaliteli ve kesintisiz hizmet istiyorsak ve bekliyorsak bizler de elimizi taşın altına sokmalıyız. Devlete karşı görevlerini yerine getirmeyen sorumsuz vatandaşların devleti ve onun kurumlarını yermeye, onlardan hizmet beklemeye hakkı yoktur. Türkiye’de yaygın olarak yapılan şey, ölçüsüz eleştiridir. İş vazifeye gelince ortalıkta pek kimseyi bulamazsınız.
Devletin kusursuz ve devamlı hizmet verebilmesi için maddi yönden güçlü olması şarttır. Türkiye ekonomisinde kalıcı bir iyileşme sağlanabilmesi için bütçe gelirlerinin artması, öte yandan giderlerin azalması gerekir. Yani kamu gelirleri mutlaka artmalı, kamu giderleri de azalmalıdır. Bunun yanında sınırlı kaynaklarımızı verimli kullanmalıyız.
Devlet, gücünü halkından alır. Vatandaşlar her zamanda ve zeminde devlete karşı olan maddi ve manevi yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir. Bu yükümlülüklerden biri de vergi vermektir. Bilindiği gibi Anayasanın 73. maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür “ hükmü yer almaktadır. Vergiyi basite almayalım, devlet gelirlerinin yarıdan çoğu vergi girdilerine dayanmaktadır.
Ülkemizde memurların gelir vergisi maaşlarından otomatik olarak kesilmektedir. Fakat serbest çalışanlar için böyle bir sistem mevcut değildir. Bu yüzden serbest çalışanların önemli bir kısmı üzerlerine düşen vergileri devlete ödememektedir. Fakat yeterli hizmet alamayınca da ‘bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ misali en çok da onların sesi çıkmaktadır.
Kim ne derse desin Türkiye’de kayıt dışı ekonomi dengeleri sarsmaktadır. Hiç kimse ‘kayıt dışı ekonomi yok’ diyemez. Bunu inkâr etmek yerine, üzerine ısrarla gitmeliyiz. Hiç kimsenin bir başkasının sırtından geçinme hakkı ve lüksü yoktur. Devlet isterse kayıt dışının da üstesinden gelebilir. Bunun için kararlı olunmalıdır. Fincancı katırlarını ürkütmekten korkulmamalıdır. Devlet güç ve otorite demektir. Hiç kimse devletin üstünde değildir.
Türkiye’de vergi konusunda ciddi düzenlemeler yapılmalıdır. Devletin vergi politikası bir kez daha gözden geçirilmelidir. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması yoluna gidilmelidir. Vergi yükü tabana yayılmalıdır. Vergi miktarları azaltılırken, bu konuda mükellefler kararlılıkla takip edilmelidir. Vergi kaçağı önlenmelidir.
Mükellefin sırtına yüklenen vergi miktarının çok olması, vergi gelirlerinin çok olacağı anlamına gelmez. Vatandaşa taşıyacağının üstünde bir vergi yükü yüklerseniz, elbette ki o bu yükün altından kalkamaz, ezilir, hilelere, yasal olmayan yollara başvurur. Vergi miktarı makul olursa hemen herkes üzerine düşeni verir. Böylece fertlere düşen vergi miktarı az olsa da kişi sayısı artınca aradaki eksiklik kapanır. Böyle olunca kimse de incinmez, yakınmaz. Vergi adaletini sağlayamadığımız müddetçe beklenen vergi gelirini elde edemeyeceğiz.
Vergi kaçaklarının azalması ve vergi gelirlerinin artması için vatandaşlarımıza vergi bilinci ve sorumluluğu kazandırmalıyız. Vergilerin halka hizmet olarak geri döndüğü inandırıcı bir biçimde anlatılmalıdır. Her bir fert bu gerçeği hayatında canlı örneklerle görebilmeli ve ikna olmalıdır. Bu arada vergiler olur olmaz yerlerde harcanıp tabir caizse çarçur edilmemelidir. Çünkü onlarda hepimizin alın teri ve emeği vardır.
Vergilerin nerelere gittiği, nasıl harcandığı mükelleflere iyi izah edilmelidir. Vatandaşın, verdiği paranın hesabını sorma hakkı vardır. Vergi bilinci kazandırma konusunda devlet televizyonundan azami derecede yararlanılmalıdır. Vergi haftasının gayesine uygun olarak idrak edilmesini, vatandaşa vergi bilinci kazandırılmasını, devletin vergilerinin önceki yıllara göre daha da artmasını ve bu vergilerin hayırlı hizmetlerde kullanılmasını diliyorum.
TÜRKMENİSTAN’IN YENİ DEVLET BAŞKANI: GURBANGULİ BERDİMUHAMMEDOV
M.NİHAT MALKOÇ
Kardeş Türk Cumhuriyetlerden biri olan Türkmenistan’ın halkı, 21 Aralık 2006 günü Devlet Başkanları Saparmurat Türkmenbaşı’yı kaybederek büyük bir acı yaşamıştı. Türkmenistan’ın bağımsız olmasında ve bugünlere gelmesinde çok büyük emekleri olan Türkmenbaşı hiç beklenmedik bir zamanda sevenlerini öksüz bırakarak ebediyete göç etmişti.
Uzun yıllar boyunca kardeş Türkmenistan’ı büyük bir disiplinle ve başarıyla yöneterek kısa zamanda gelişmesini ve çehresinin değişmesini sağlayan Türkmenbaşı’nın ani ölümü bu ülkenin geleceğiyle alâkalı olarak kafalarda bir kısım soru işaretleri oluşturmuştu. Herkes endişeli gözlerle birbirinin yüzüne bakarak “Acaba bundan sonra ne olur, ülkede bir keşmekeş yaşanır mı? ” diye sormadan edemiyordu. Hatta bu endişenin ucu korkuya kadar varıyordu.
Bugün Türkmenistan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içerisinde çok önemli bir ülke konumundadır. İran, Afganistan ve Hazar bölgesiyle komşu olan ve dünyanın beşinci büyük doğalgaz yataklarına sahip 5 milyon nüfuslu Türkmenistan’ın 21 yıldır tek hâkimi Saparmurat Türkmenbaşı’nın, 66 yaşında aniden kalp krizinden ölmesi, küresel enerji savaşlarında bir dönüm noktası olabileceği sanılıyordu. Çünkü günümüz dünyasında en kanlı savaşlar hep enerji yatakları üzerinde bulunan ülkelerde çıkıyor. Büyük devletler enerji piyasasında tek hâkim olmak için savaş dâhil olmak üzere her türlü riski almaktan çekinmiyorlar.
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın ani ölümü ülke içerisinde herkesi şaşırttı. Dünya ölümlü olsa da Türkmen halkı Türkmenbaşı’yı bu kadar erken kaybedeceklerini hesaba katmamıştı. Onun için geçici bir şaşkınlık ve bocalama dönemi geçirdiler. “Bundan sonra ne olacak? ” diye birbirlerine sormaya başladılar. Çünkü Türkmenbaşı sağlığında kendisinden sonra gelecek devlet başkanını işaret etmemişti. Murat Niyazov isminde bir oğlu vardı, fakat onun siyasetle hiç ilgisi yoktu.
Türkmenistan Orta Asya’nın enerji merkezi konumundadır. Onun için dünyanın jandarmalığını kimseye bırakmak istemeyen büyük devletler Türkmenbaşı’dan sonra buradaki yönetim arayışına ilgisiz kalamazlardı. Menfaatler çatışınca istenmeyen şeyler de olabilirdi. Bununla beraber Türkmenistan’da ta Türkmenbaşı zamanından beri yurtdışında bir grup muhalif vardı. Bunların ülkeye girişi ve siyasi faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Türkmenbaşı’nın ani ölümü onların da uzun aradan sonra yurda dönüş ihtimalini doğurmuştu.
Demokrasi geçmişi olmayan ve çok partili hayatı hiç tatmayan Türkmenistan’da yakın gelecekte neler yaşanacağını herkes merak ediyordu. Türkmenbaşı’nın cenazesine bütün dünyadan önemli liderler iştirak etti. Ülkede yedi gün yas ilan edildi. Başkan yardımcısı Gurbandurdi Berdimuhammedov Türkmenistan’ın en yetkili karar organı olan Halk Maslahatı tarafından vekâleten devlet başkanlığına atandı. Aslında anayasaya göre vekâlet etme hakkı meclis başkanı Övezgeldi Atayev’indi. Fakat Atayev vekillik beklerken esas görevinden de alındı. Bu kişi devre dışı bırakılarak görev Berdimuhammedov’a verildi. Bu bir anlamda geleceğe yönelik bir kısım sinyalleri de veriyordu. Demokrasinin Türkmenistan’a öyle bir anda gelmesi ve yerleşmesi beklenmiyordu zaten. Belli bir ara dönem yaşanacak elbette.
Böyle bir ortamda 11 Şubat’ta Türkmenistan’da devlet başkanlığı seçimi yapıldı. Seçime Gurbandurdi Berdimuhammedov’la birlikte İşankuli Nuriyev (Pertolgaz Sanayi ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı) , Orazmurat Karacayev (Ahal vilayeti Abadan şehir valisi) , Amanniyaz Atacıkov (Daşoğuz ili Vali Yardımcısı) , Muhammednazar Kurbanov (Karabekevül Valisi) , Aşırniyaz Pomanov(Türkmenbaşı Şehir Valisi) de katıldı. Seçim neticesinde devlet başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Gurbanguli Berdimuhammedov oyların yüzde 89,2’sini alarak ezici bir çoğunlukla Türkmenistan’ın ikinci devlet başkanı seçildi. Böylelikle Türkmenbaşı’dan sonra Türkmenistan’da yepyeni bir sayfa açıldı. Şimdi dilerseniz ülkeyi beş yıl yönetecek yeni devlet başkanı Berdimuhammedov’u biraz tanıyalım:
Türkmenistan’ın çiçeği burnunda devlet başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov, 1957’de Ahal vilayetinde doğdu. 1979 yılında Türkmen Devlet Tıp Enstitüsü’nden mezun olan Berdimuhammedov, 1997 yılına kadar Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalıştı. Tıp Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Berdimuhammedov, 1997 yılında Sağlık Bakanlığı görevine atandı. 2001’de Devlet Başkanı Yardımcılığı görevine atanan Berdimuhammedov, 21 Aralık’ta Türkmenbaşı’nın vefat etmesiyle birlikte vekâleten devlet başkanlığı üslenmişti. O şimdi kardeş ülke Türkmenistan’ın yeni devlet başkanı… İnşallah Türkmenistan’ı bulunduğu konumdan daha ileriye götürür. Bu ülkede demokrasinin kısa zamanda rayına oturması ve çok partili hayata geçilmesi en büyük dileğimizdir. Türkmenlerin insanca yaşaması, istikrarı ve refahı en büyük arzumuzdur.
Bazı kesimler Türkmenbaşı’nın ölümüyle birlikte Türkmenistan’ın büyük bir kaosun içine gireceğini düşünüyorlardı. Çok şükür ki Türkmenistan’da kargaşa ve kavga bekleyenler sükût-u hayale uğradılar. Yeraltı ve yerüstü enerji kaynaklarının çok büyük bir yekûn tuttuğu bu ülkeye bundan sonra da çomak sokmak isteyenler olacaktır. Kardeş Türkmen halkının şer odaklarının bu çirkin oyunlarına itibar etmemesi, yeni başkanlarının yanında ülkeyi, ileriye taşıması en mantıklı davranıştır. Yeni devlet başkanı Gurbandurdi Berdimuhammedov’a muvaffakiyetler diliyorum. Allah bütün Müslüman Türklerin yâr ve yardımcısı olsun.
KURTULUŞUNUN 89. YILINDA AKÇAABAT
M.NİHAT MALKOÇ
Şubat ayının ortalarında Trabzon’da ve ilçelerinde kurtuluş heyecanları yaşanmaya başlar. Trabzon’un en batısındaki ilçelerde başlayan kurtuluş günleri bir silsile halinde doğuya doğru devam eder. 14 Şubat’ta Vakfıkebir’le Beşikdüzü’nün, 15 Şubat’ta Tonya’nın, 17 Şubat’ta Akçaabat’ın, 24 Şubat’ta Trabzon Merkezle beraber Yomra ve Arsin’in, 25 Şubat’ta Maçka, Araklı ve Sürmene’nin, 27 Şubat’ta Çaykara’nın, 28 Şubat’ta ise Of’un kurtuluş bayramları kutlanır. Rus işgal güçleri tarafından ele geçirilen bu mübarek topraklar, zor günlerin sonunda tekrar gerçek sahiplerinin eline geçtiği için yöre halkı düğün bayram eder.
Trabzon’un en büyük ilçesi olan Akçaabat, 17 Şubat 1918 senesinde Rus işgalinden kurtulmuştur. Bazıları nedense fetihle kurtuluşu birbirine karıştırır. ‘Fetih’ bizim olmayan toprak parçasını savaşarak ele geçirmek demektir. Zaten ‘fetih’ açmak anlamına gelir. Oysa ‘kurtuluş’ önceleri bizim olan bir toprak parçasını kaybettikten sonra tekrar ele geçirmektir. Akçaabat’ın kurtuluşunu bu mana farklarını dikkate alarak anlamak gerekir.
Bu şehir 1461’de Trabzon’la beraber Fatih Sultan Mehmet tarafından ülke topraklarına katılmıştır. Osmanlı dönemiyle yetinmeyip şehrin daha da evvelki geçmişine gitmek mümkündür. Eski dönemlerle ilgili çeşitli rivayetler söylenir. Buradaki ilk yerlilerin Ege kıyılarından geldiklerini söyleyenler vardır. Bunun yanında buraların ilk yerli halkının Asya kökenli ya da Türk olduğunu ileri sürenler de mevcuttur.
Şehrin adıyla alâkalı olarak pek çok söylenti dolaşmaktadır. Çınar ağaçlarının çokluğundan ötürü ‘Pulathane’ adıyla anılan şehrin; sonraları ticaretin gelişmesi ve paranın bolluğundan dolayı Akçaabat adını aldığını belirten araştırmacıların yanı sıra beyaz evlerinden dolayı şehrin Akçaabat adını aldığını iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilen, Akçaabat’ta Roma, Bizans, Kommenos ve Osmanlı dönemine ait tarihi yapıt ve izlere rastlamak mümkündür. Akçaabat’ın; Osmanlı dönemine ait kaynaklarda şehir merkezi “Pulathane”, ilçe geneli ise “Akçeabâd” olarak geçmektedir. Şehrin tarihinde 1810 yılı Ramazan ayı ayrı bir yer tutar. Bu tarihte Rus donanması Sargana mevkiine çıkarma yapmak istemiş. Akçaabat halkı 48’i kadın olmak üzere 969 şehit vererek yurdu savunmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında 20 Nisan 1916 yılında Çarlık Rusya’sı Akçaabat’ı işgal etmiş ancak bu işgal de uzun sürmemiş ve 17 Şubat 1918 ‘de Akçaabat düşman işgalinden kurtulmuştur.
Akçaabat’ın kurtuluşu her yıl halkın coşkulu katılımıyla adeta bir düğün havasında idrak edilir. Uzun yıllardan beri Akçaabat Belediyesi şehrin tarihi, turistik özelliklerini ve güzelliklerini edebiyata ve sanata aksettirmek için değişik şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemektedir. “Bir Sevdadır Akçaabat” sloganıyla düzenlenen yarışmalara pek çok sanatsever katılmaktadır. İlköğretim, Lise ve Serbest kategorilerde yapılan şiir ve kompozisyon yarışmaları bu yıl da geniş katılımlarla gerçekleştirildi. Her yıl katıldığım ve pek çok ödül kazandığım bu yarışmalar artık bir geleneğe dönüşmüştür.
“Bir Sevdadır Akçaabat” temalı ve “2018 Yılında Nasıl Bir Akçaabat Hayal Ediyorsunuz? ” konulu yarışmaya bu yıl da ülke genelinden büyük katılımlar oldu. Söz konusu yarışmanın serbest katılıma açık şiir kategorisinde ben de ikinci olarak 175 Ytl kazandım. Her ödül gibi bu ödül de yazma şevkimi ikiye katladı. Marifetin iltifata tabi olduğu bir kez daha ayan beyan görüldü. Sanatçının gıdası taltif edilmektir. Bu asla unutulmamalıdır.
Büyükler şiir kategorisinde birinciliği Saadettin Koç, ikinciliği M. Nihat MALKOÇ, üçüncülüğü Şule Taşçı kazandı. Yahya Kurtkaya ile Mehmet Kartal şiirde mansiyon ödülü kazanan kişiler oldu. Kompozisyon dalında ise Yahya Kurtkaya birinci, Zülfiye Yazıcı ikinci, Yaşar Birinci ise üçüncü oldu. Bu dalda Mehmet Kartal’la Gönül Erdem mansiyon ödülüne layık görüldüler. Ödüller tören günü sahiplerine verilecek.
Akçaabat Belediye Başkanı Sayın Şefik Türkmen’i Akçaabat konulu şiir ve kompozisyon yazma yarışması geleneğini ısrarla sürdürdükleri için tebrik ediyorum. Çünkü onun gibi kültür, sanat ve edebiyatseverler sayesinde edebiyatımız yeni simalar ve eserler kazanıyor. Buna paralel olarak sanatçılar da teşvik ediliyor. Daha düne kadar Akçaabat konulu şiir sayısı bir elin parmaklarından azken bugün Akçaabat temalı onlarca şiir mevcuttur. Bu ürünler, en ezik olduğumuz sanat sahasında kazanç değil de nedir? Akçaabat’ın 89. kurtuluş yıldönümünü büyük bir coşku ve heyecanla kutluyorum. 100. Kurtuluş yılına ne kaldı ki! ... İnşallah 100. kurtuluş yılında Akçaabat çok daha farkı ve yüksek yerlerde olacaktır. Akçaabat, Akçaabatlıların omuzlarında yükselecek ve yücelecektir.
SEVGİ ÜZERİNE MASUM DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Nefes, hayatta kalmamız için nasıl gerekliyse, sevgi de saadetimiz için öyle gereklidir. Vücudumuzun gıdası besinlerse ruhumuzun ve kalbimizin gıdası da aşk ve sevgidir. Çölleri vahaya, uçurumları düzlüğe çeviren aşk, umudunu kaybeden, geleceğinden beklentisi kalmayan insanlara yaşama sevinci kazandırır. Bedeni diri tutar sevgi iksiri…
Sevgiye geniş açıdan bakmak lazım. Sevgi manevi hazların, yeri kolay kolay doldurulamayanıdır. Fakat her nedense bizde sevgi ve aşk deyince ekseriyetle karşı cinslerin birbirine duyduğu cinsellik merkezli sevda duyguları anlaşılır. Hatta bazıları bir elde birkaç karpuz tutanlar gibi aşklarını yedeklerle takviye ederler. Birini kaybedince yedekteki sahneye çıkar. Buna da hiç sıkılmadan ‘aşk’ derler. Sonra da her türlü haltı yerler.
Sevgiye sınır çizmek müşküldür. Onu bir şekilde sınırlamak kalbe ambargo koymaktan farksızdır. Sevgi bir ummandır. Yürek kaşığınız ne kadar büyükse o kadar nasiplenirsiniz. Bizce gerçek sevgi karşılıksız olandır. Fakat günümüzde karşılıksız sevgiler yok denecek kadar azdır. Çıkar ilişkileri sevdalara da bulaşmıştır. Günümüzde arı duru aşklar bulunmaz Hint kumaşı kadar kıymetlidir. Aşkları da en can alıcı yerinden vurdu kapitalizmin gözü para hırsı bürümüş uşakları… Sevgiyi ve aşkı ayağa düşürenler onun yerde sürünmesinden ve incinmesinden rahatsız olmayanlardır. Çünkü onlar için mühim olan kazançtır. Her sevdanın maddi bir bedeli vardır onların gözünde.
Aşk mana denizine dalmaktır. Yüce dinimiz İslamiyet aşkın mahremiyetine önem vermiştir. Bunun yanında manevi kavramlar da aşka dâhildir. Bu bağlamda Yunus Emre ve Mevlana gibi erenler aşkın sembolleşmiş kahramanlarıdır. Onlar Allah ve Peygamber aşkını manevi dünyalarında büyütmüş yüce şahsiyetlerdir. Onlarınki de aşktır ama gönlü şımartmayan, aksine yüreği sığaya çeken aşklardır.
Aşk insanı olgunlaştırır derler. Fakat bu aşk bildiğimiz insani aşkla sınırlı değildir. Allah, peygamber ve bunun gibi manevi değerlere duyulan aşkları da aşkın muhtevasına katmak lazımdır. Hatta bunlar beşeri aşkın bir adım önünde durmaya layıktır. İşte bu anlamda Divan şiirinin büyük şairi Fuzuli, aşktan neşet eden derdin çaresini şu beytinde reddediyor:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb
Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır”
Bu beyit üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir. Zira düşündükçe apayrı bir anlam derinliği yakalayacağınızdan şüphem yoktur. Beyti günümüz Türkçesine çevirirsek şunları söyleyebiliriz: “Ey tabip! Aşk derdiyle başım hoş benim; yaramdan el çek sen. Bana derman hazırlama ki senin merhemlerin benim ölümüm sayılır.”
Demek oluyor ki aşksızlık felsefi manada hayata indirilen bir darbedir. Kişi sevdikçe yaşar. Lakin bu sevgi iki insanın aşkıyla sınırlı olmamalıdır. Sevgiler durulaştıkça ve çıkarlardan arındıkça anlam kazanırlar. Maneviyatsız bir aşk; kördür, sağırdır, ruhsuzdur.
Aşk acılardan da lezzet alınabileceğini öğreten bir mana yoğunlaşmasıdır. Aşıkın tabibi maşuktur. Vuslata giden yolda çekilen çileler acı ve keder verse de insanları olgunlaştıran ve derinleştiren vesilelerdir. Bunlar kulun dirençli olmasını sağlar.
Büyük mutasavvıf Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…” Mevlana’nın bahsettiği bu aşk, şehvete batmış beşeri aşk değil muhakkak… Allah’la ve onun yarattıklarıyla güzelleşen ve ulvileşen manevi sevdadır. Aşkın sınırlarını imanla ve irfanla çizenlerin vuslatı hayırlı olur şüphesiz…
Nerde o eski aşklar? Leylalar, Mecnunlar, Keremler, Aslılar, Yusuflar, Züleyhalar, Ferhatlar, Şirinler nerde? ... Aşkın mahremiyetini darağacına kaldıranlar tüketim toplumu olmanın getirdiği samimiyetsizlikleri ne zaman itiraf edecekler? Bu ikiyüzlülük hastalığını tedavi edecek yine aşktır. Zira aşkın yarası ancak aşkla iyileştirilebilir.
Günümüzün kapitalist zihniyeti sevdalar üzerinden bile çıkar sağlamanın ve aşkları sıcak paraya çevirmenin peşindedir. 14 Şubat Sevgililer Günü bunun somutlaşmış şeklinden başka bir şey değildir. Şubat ayının başından beri mağaza vitrinlerinde sözüm ona dillere pelesenk edilen Sevgililer Günü bahane edilerek reklâm yapılıyor. Televizyonlar ve gazeteler sürekli bu konuyu işliyor. İnternet üzerinden alışveriş yapma amacıyla kurulan yüzlerce site sevgililer günü üzerinden getirim sağlamanın peşine düşmüş…
Hemen her şeyin sahte ve yalan olduğu günümüzde o eski içtenlikleri nasıl geri getireceğiz? Günübirlik ilişkileri ‘aşk’ diye nitelendirenler ve aşkla cinselliği aynı kefeye koyanlar çamur içinde yüzdüklerinin farkına varabilecekler mi acaba? Ne zaman aşkı kumar olarak görmekten ve aşk üzerine kumar oynamaktan vazgeçeceğiz? Olmayan aşkların günü kutlu(!) olsun. Bu arada aşk ve sevda üzerinden köşeyi dönenlerin cebe indirdikleri bereketli olsun. Kim bilir onlar gelecek sene de aşkı paraya çevirmenin planlarını şimdiden yapmaya başlamışlardır. Zira kapitalistlerin aşk anlayışı daha çok kazanmaktan ibarettir.
MUHAMMET(SAV) MUHABBETTİR
M.NİHAT MALKOÇ
İman göğünün parlayan yıldızıdır Hz. Muhammed(sav) … Çölde susamışlara çağlayandır. Yolda kalmışlara kervansaraydır, handır. Uykusuzluktan gözleri kapananlara kuştüyü yastık… Kızgın güneş altında terden su olan bedenleri okşayan tatlı ve yumuşak bir saba yelidir. Güneşin kavurucu sıcağında gökleri kaplayan pamuk tarlası misali salkım salkım buluttur. Aşk bağının solmaz gülüdür. Karanlıklara tutulan billurdan bir avizedir.
Onun mübarek aydınlığı karanlığa neşter vurdu. Ruhlarımız onun saadet ve nur ummanında aydınlandı. Karanlık karanlığından utanırken aydınlık senin aydınlığınla iftihar etti. Kâinatın özü olan sen, daralan ruhlarımıza da soluk oldun. Dünya sende buldu cemalini… İman senin nefesinle coğrafyamıza can verdi. Kum tanelerinden ibaret olan çöller bereketinle gülşene döndü. Varlık varlığınla hayat buldu şüphesiz…
Senin ahlakın Kur’an’dan ibaretti. Onun için ahlak coğrafyan kusursuzdu. Geceni de gündüzünü de rahman ve rahim olan Allah’a adamıştın. Duygu, düşünce ve hayallerin, ilhamını göklerden alıyordu. Sen hususi bir edebe maliktin. Nurlu mürebbilerin tezgâhından geçmişti mübarek kalbin. Kur’an’ın nuruyla bezenmişti her bir hücren…
İman ışığıyla aydınlanan gönüllerin azığıydın sen. Övülenlerin ve özgüye layık olanların şahikasıydın. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem olsa da gerçekte yaşam seninle başladı. Sen Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz bir lütufsun. İslam’la şereflenenlere göre sevilmeye layık olanların başında gelensin. Her şey seninle irtibatlıdır hayatta. Seninle irtibatını kesenlerin sonu ne kadar da kötüdür. Ahh keşke bilseler ve dönseler! ...
Muhammet(sav) muhabbettir dünyaya iman ışığıyla bakanlar için… Bizim gözbebeklerimize onun gölgesi düşer. Eşyaya onun penceresinden bakarız. Onun kokusu siner ayetlerin her bir hurufatına… Ümmi olsa da O, gelmiş geçmiş en büyük münevverdir düşünce ufuklarını kuşatan… Ledünni ilmin sarsılmaz kalesidir O…Sidretu’l-Münteha’da onun izleri silinmemiştir hâlâ… Rahman katına bu kadar yaklaşan bir fani gelmemişti cihana…
Yetimleri koruyup kollayan bir yetimdin sen. Dünya gözüyle görmemiştin evin direği olan babanı… Körpeyken kaybetmiştim sevgili anneni… İçinde koca bir boşluk olarak kalmıştı onların sevgi ve hasreti. Deden Abdulmuttalip’le amcan Ebu Talip şefkat ve merhamet kanatlarının altında büyütmüştü seni. Sütannen Halime’nin evine bolluk ve bereket getirmiştin. Durum bundan ibaretken kimsesizlerin kimsesiydin, gariplerin sığınağıydın yine. Senden eli boş dönen olmamıştı ömrün boyunca. Rahmettin, yeri göğü yeşerten berekettin… Dalında işveyle duran mübarek ve muazzez bir güldün. Güllerin en irisiydin.
Kin ve nefretin karşısında çelikten bir tabyaydın. Sözlerin müjdeler ve esintiler taşırdı çoraklaşan gönüllerimize. Adaletin uzun düşen gölgesiydin yeryüzünde. Umutlar senin gül kokuları sinen bahçende yeşerirdi ancak. Sen öldükten sonra ölümün de güzel olduğuna şeksiz inandık. Sen öldüysen ölüm güzel demektir. “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ”diyen büyük şaire şimdi daha çok hak veriyoruz. Sen, bir zamanlar bize soğuk gelen ölümü bile sevdirdin.
Senin ikliminde büyüyen ruhlar hayatın ilacı oldular. Ashab senin getirdiğin tükenmez solukla dağları, tepeleri, çorak arazileri aşarak menzile ulaştı. Cahiliye Arapları islamın nurlu iklimine girince bütün kirlerinden arındılar. Hayata kin ve nefretle bakan gözler ilahi ışıkla bezenince, kardeş oldu birbirine sırt çeviren yürekler… Birbirinin kuyusunu kazanlar; kâinatı kuşatan, canlı cansız her zerreye hayat veren ilahi mesajınla, kazılan kuyuları kapatmanın gayreti içerisine girdiler. Herkes kazdığı kuyuyu kapatmakla kalmadı, açılan diğer kör kuyuları da bertaraf ettiler. Kapatılan her kuyunun üzerine karanfiller, menekşeler ve gonca güller dikildi. Gül rayihaları kan ve barut kokusunu bastırdı.
Ne kadar da güzel söylemiş şair: “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl? ” diye… Evet, sohbetlerimiz seninle laf-ı güzaf olmaktan kurtuldu. Seni anlattıkça ve senin anlattığın nurlu hakikatleri, ilahi mesajından haberdar olamamış bahtsız insanlara ulaştırdıkça hayat daha da tazelendi. Somurtkan güzler tebessümle can buldu.
Hz. Muhammed(sav) ruhlara vurulan iman mührünün mühürdarıdır. O mühürden yoksun ruhlar gerçekte bir viranedir. Zira o mühür imanın hayat suyuyla yıkanmıştır. Çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar kararan kalpler, bu mührün gölgesinde yumuşayarak mübarek insanlar zincirinin eşsiz halkaları olma bahtiyarlığına erişmişlerdir. Bu değişim gerçek manada bir yenilenme ve tazelenmedir.
Arap çöllerinin nazlı kum taneleri bile seni dünya gözüyle göremeyen, sana dokunamayan, senin mübarek kokunu içine çekemeyen biz ahir zaman ümmetinden daha bahtiyardır. Topuklarına değen o kumlar kadar şanslı değiliz. Senin ayaklarının altındaki kumlara bile gıptayla bakan biz asi ahir zaman ümmetini şefkat ve merhametinden mahrum etme bari… Dünyaya geç gelişimiz ve suretini temaşa edemeyişimiz bizi eziyor. Bari ukbada doyasıya seyrettir o gül yüzlü cemalini biz bahtı kara ümmetine… Gerçi senin mübarek cemaline bakacak kadar arı değil gözbebeklerimiz… Yine de bu ziyafeti çok görme bize.
Senin zamanında yaşayıp da sana inanmayanlara ve o mübarek kalbini yaralayanlara hem şaşarım, hem de acırım. Öte yandan seninle dost olan ve sana elverenlere gıptayla bakarım. Onlar yeryüzüne gelmiş en bahtlı insanlardır. ‘Ashab’ diye adlandırdığımız bu nurlu çehreler, yaşadığın müddetçe elin ayağın olmuşlardı. Sana yürekten bağlanan ve seni bütün değerlerin ve değerlilerin fevkinde tutan bu güzel insanlar bir yeryüzü cenneti inşa etmişlerdi.
Resulullah’ı sevmek sevgilerin en isabetlisidir. Çünkü o sevginin kaynağı olan Allah’ın elçisidir. Allah’ı seven onun ‘Habibim’ dediği elçisini de sever. Zira Allah’ın en çok sevdiği ve değer verdiği kul Hz. Muhammed(sav) ’dir. Onu sevmekle Allah’a yakınlaşırız.
Sevmek her şeye katlanmaktır; bütün zorluklara göğüs germektir. Sevgi ‘seviyorum’ demekle olmaz şüphesiz… Sevdiklerimize karşı fedakâr ve vefalı olmalıyız. Allah’ı ve Peygamberini sevmek, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkündür. Uyulması gerekenlere titizlikle uyuyor ve kaçınılması gerekenlerden kaçınıyorsanız bilin ki ilahi sevgi imtihanından alnınızın akıyla çıkmışsınız demektir.
Seven sevdiğine layıkıyla itaat edendir. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’a gösterilecek sevginin, Resulüne itaat ile mümkün olabileceğini şöyle vurgulamaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 31–32)
Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olan ashabın Resulullah’a duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet dillere destandı. Onlar Efendimize yâr olmak için birbiriyle yarışmışlardı. Bunu dünyevi bakış açısıyla ele almak muhayyilemizi zorlayabilir. Çünkü o engin sevgiyi ve bağlılığı bizim gibi dünya menfaatleriyle ruhu kararmış fanilerin anlaması mümkün değildir.
Sahabelerin mübarek hayat sahifelerine göz attığımızda Hz. Muhammed(sav) ’e olan bağlılıkları ve fedakârlıkları karşısında adeta küçük dilimizi yutarız. Zira onlar çocuklarını, eşlerini, mallarını ve canlarını hiçe sayarak Peygamber Efendimizin yüce saflarında yer tutmuşlardır. Resulullah’ı korumak için kendilerini gönül rahatlığıyla ölümün kucağına atabilmişlerdir. Böyle bir ruhun nasıl gerçekleştiğini bizlerin anlaması pek mümkün değildir. Demek ki tahkiki iman, insanı bu mertebelere getirebiliyor. Şüphesiz ki bu belli bir süreç gerektirir. Bizler emekleme devresinde olduğumuz için hafızamız bunlara yetişmiyor.
Sahabelerin her biri birer yıldızdı. Fakat onların da birbirine göre daha üstün olanları vardı. Hulefa-i Raşidin bunlardandır. Bu dört mübarek zatın peygamber sevgisi, kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyüktü. Onlar kendilerini Resulullah’a adamışlardı.
Dört halifeden ilki olan Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimize diğer sahabelerden çok daha yakındı. O, aynı zamanda damadı olan Efendimizi canından aziz bilmiştir. Ona sonsuz bir sevgisi ve güveni vardı. Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan da Sidretü’l Münteha’ya gittiğini, İsra ve Mirâc hâdisesini gerçekleştirdiğini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bekledikleri bir açığı bulmuşçasına sevinen ve alaycı bir tavırla hareket eden müşrikler, böylelikle ondan arzuladıkları cevabı alamamışlardır. Hz. Ebubekir’in bu sadakat ifade eden cevabı onun her halükârda Peygamberimize olan sonsuz güvenini ve itimadını gösteren bir misaldir.
Hz. Ömer’in Resulullah’a olan aşkı ve muhabbeti dillere destandı. Resul-i Ekrem’e söylenen her kötü sözün sahibi, karşısında Hz. Ömer’i bulurdu. Peygamberimizi, canından aziz bilen Hz. Ömer, bir ara Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve: “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin”, demişti. Peygamberimiz de: “Ömer! Kendinden de! ” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Kendimden de! ”, deyince Hz. Peygamber (sav) : “Ey Ömer, işte şimdi oldu! ” cevabını vermişti.
Hz. Muhammed(sav) ashabın gözbebeğiydi. Büyük küçük herkes onu anasından, babasından, malından mülkünden daha çok seviyordu. Bununla ilgili olarak Uhud Savaşı sonrasında yaşanan bir hadise Resulullah’a duyulan sevgi ve muhabbetin derecesini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Bilindiği gibi Uhud Savaşı İslam tarihinin önemli hadiselerindendir. Bu savaşta Müslümanlar önemli kayıplar vermişti. İslam’ın şanlı kılıcı Hz. Hamza da bu savaşta şehit olmuştu. Bu savaşla ilgili olarak anlatılan şu kıssa, Peygamberimize duyulan sevginin derecesini göstermesi açısından ehemmiyetlidir.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğü zaman karşılayanlar arasında, Beni Dinar kabilesi mensuplarından Müslüman bir kadın da vardı. Bu kadının babası, kardeşi ve kocası harpte şehit olmuştu. Onu görenler bu haberi kendisine veren kişi olmamak için gözlerini ondan kaçırıyor, ona bakmamaya çalışıyorlardı. Sonunda kendisine önce babasının şehit olduğunu söylediler. O, “Hz. Peygamber sağ mı? ” diye sordu. Arkasından kardeşinin vefatını haber verdiler. Kadın ise, “Resulullah nasıldır? ” dedi. Sonunda, “Kocan da şehit oldu” dediler. O hanım bütün bunları duymamış gibi hâlâ, “Allah’ın Resulü nasıl, ona bir şey olmadı ya? ” diye soruyordu. Hz. Peygamberin sağ ve salim olduğunu bildirdiklerinde ise şöyle dedi: “O, sağ ve selâmette olduktan sonra, her felâket benim için bir hiçtir.” (İbn Hişam, Siret, III/178–181)
Resulullah Efendimiz de diğer insanlar gibi bu dünyada bir faniydi. O da zamanı gelince bütün insanlar gibi bu imtihan sahnesinden ayrıldı. Fakat onun ölümü ashabı derin bir üzüntüye gark etti. Onun varlığını küfre karşı bir kalkan olarak gören müminler, ölümüyle elem denizine düştüler. Hz. Peygamberin ölümüne en çok üzülen ve bunu bir türlü kabullenemeyen Hz. Ömer’in tepkisi enteresandır. Hz. Ömer, O’nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için ‘öldü’ diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu.
Resulullah’ın ölümü esnasında gözlerden oluk oluk yaşlar dökülüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Resûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana feda olsun ya Resulullah... Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Ya Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım” dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve ayakta durmaya mecali olmayan sahabelere şunları söyledi:
“Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed(sav) ’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144) .Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
Saadet asrının İslamla şereflenen her bir ferdi, Peygamberinin gönüllü askeriydi. Onun için yapamayacakları bir fedakârlık yoktu. En büyük sermayeleri ona duydukları sevgi ve muhabbetti. Fakat onlar karşılıksız ve çıkarsız seviyorlardı. Bir gün ashabdan biri gelerek Allah Resulüne: “Kıyamet ne zaman kopacak? ” diye sorar. O da: “Kıyamet için ne hazırladın? ” buyurur. Sahâbi: “Öyle çok fazla amelim yok. Lâkin Allah ve Resulünü çok seviyorum” deyince, Allah Resulü: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurur. O zat, bunu bir müjde olarak kabul eder, içi tarifsiz bir huzurla dolar.
Sahabelerin Hz. Muhammed(sav) ’e duydukları sevgiyi kelimelerle anlatmak müşküldür. Bununla ilgili olarak yüzlerce örnek kıssa anlatabiliriz. Fakat asıl maksadımızı bu kadar misalle de ifade ettiğimiz kanaatindeyim. Allah bizleri onun şefaatine nail eylesin. Sözlerimi, şiirde İslam’ın gür sesi olan Mehmet Akif’in, Resulullah Efendimizi tavsif ettiği, dua niteliği de taşıyan bir dörtlülüğüyle bitirmek istiyorum:
“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cemiyeti, medyûn O’na ferdi;
Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet,
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret! ”
ŞEHİRLERİN RUHU YAHUT AKÇAABAT’IN YARINI
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler koca bir maziyi bağırlarında saklarlar. Yani şehirlerin de kendilerince bir hafızası vardır. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişten izler taşır. Temaşa eden gözler dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan kültür halkalarını görünce bu kültür mozaiğinin saltanatını gönüllerince yaşarlar. Şehirleri kuşatan kültürel unsurlar adeta bir yelpaze oluştururlar. Bu unsurlar dostça, kardeşçe ve barış içerisinde yaşamanın teminatıdır.
Günümüzde görünen o ki şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmıyor. Şehirle insanın bir zincirin eş halkaları olduğunu unutmamak lazım. Modern zamanlar maziye tahammül edemiyor. Yenilik adına geçmişin ruhu çalınıyor. Neticede ruhsuz kentler çıkıyor ortaya… Bu ruhsuz kentlerin içinde maziye sırt çeviren, hafızasını yitirmiş ufuksuz nesiller yetişiyor. Böyle bir nesille yarınların kozasını sağlıkla örmek müşkül görünüyor.
Türkiye’nin ve Trabzon’un sayılı şehirlerinden birisidir Akçaabat… Emsalsiz köftesiyle adından söz ettirmiştir hep… Bu şehir çalışkan ve girişimci insanıyla, bölgesinde her dönemde gelişmeye açık bir şehir olma özelliğini korumuştur.
Akçaabat’ın geleceği öncelikle ve özellikle turizme bağlıdır. Çünkü bu şehir mevcut potansiyeliyle bir turizm kenti olma vasfını fazlasıyla hak etmektedir. Bilindiği üzere Yıldızlı beldesi sınırları içerisinde Sera isimli bir gölümüz vardır. Trabzon’un yanı başındaki bu atıl gölü vakit geçirmeden turizmin hizmetine sunmalıyız. Şehrin gürültüsünden uzak olan bu tabiat cennetine sığınmalıyız. Burada öncelikle iyi bir fizibilite çalışması yapılmalıdır. Evvela bu göl çamurdan ve her türlü atıktan temizlenmelidir. Köylerden gelen kanalizasyon atıkları buraya akıtılmamalıdır. Tabiat bozulmadan, doğal dokuya uygun tesisler inşa edilmelidir. Mümkünse beton hiç kullanılmamalıdır. Buralardaki tesislerde sütlaç, köfte, balık çeşitleri, lahana gibi yöresel yemekler misafirlerin hizmetine sunulmalıdır. Aynı zamanda küçük atölyelerde üretilen yöresel el sanatlarına ait ürünler sergilenerek satışa sunulmalıdır.
Akçaabat köftesinin şöhretini ve özgünlüğünü sanırım bilmeyen yoktur. Hemen her yerde Akçaabat köftesi yapılsa da bu köftenin en güzeli ve orijinali bu şehirde marifetli ustaların ellerinde özel etten yapılır. Akçaabat köftesinin patenti bile tescil ettirilmiştir. Sırf köfte yemek için hemen her gün yüzlerce insan bu şehre uğramaktadır. ‘Uğramak’ ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü Akçaabat’ta yerli ve yabancı turistleri ağırlayacak yeterli donanımda otel sayısı çok azdır. Onun için kısa zamanda konaklama tesislerinin niteliğini ve niceliğini artırmak lazımdır. Gelen insanlara konforlu bir konaklama imkânı sunmak gerekir. Karnı doyan insanın huzur içerisinde barınmaya da ihtiyacı vardır. Gelecekte Akçaabat’ımızda Avrupa standartlarında otellerin ve konaklama tesislerinin inşa edilmesini bekliyoruz. Turistleri sadece yemeğe değil, yatıya da bekleriz.
Akçaabat’ın ruhunu yansıtan en güzel mekânların başında Orta Mahalle gelmektedir. Buradaki tarihi evler ahşap mimarinin en güzel örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Safranbolu, Beypazarı, Odunpazarı evleri nasıl koruma altına alındıysa tarihi Orta Mahalle evleri de devlet tarafından kültür mirası addedilip özenle muhafaza edilmelidir. Buradaki evler restore edilip pansiyona dönüştürülerek turizmin hizmetine açılmalıdır. Bu pansiyonlarda yerel motiflere ve yöresel yemeklere yer verilmelidir. Şehirlerin metal saltanatından kaçanlar, yorulan ruhlarını buralarda dinlendirmelidir. İçlerinde hasrete dönüşen nostaljiyi doyasıya yaşamalıdır. Orta Mahalle’deki tarihi mirasın mutlaka korunması ve geleceğe taşınması gerekir. Bunu gerçekleştirmek için devletin yardım elinin uzanması şarttır. Zira mahalle halkının evlerini restore edecek ve koruyacak imkânları yoktur.
Geleceğin Akçaabat’ında metalin soğukluğunu istemiyoruz. Unutulmamalıdır ki insanlar toprağa yaklaştıkça mutlu olurlar. Topraktan uzaklaşan insanların, mutluluğu görkemli binalarda araması beyhudedir. Doğal hayatın doğada olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Onun içindir ki şehrin geleceğine dönük bütün çalışmalarımızda öncelikle tabii dengeyi korumayı amaç edinmeliyiz. Ne kadar muhteşem görünse de doğaya zarar veren hiçbir şey gözümüzde muteber değildir. Çünkü bizler dünyayı çocuklarımızdan emanet aldık. Bu emanete ihanet edersek onlara karşı saygınlığımızı kaybederiz.
Doğal bir liman olan Akçaabat bir deniz kentidir aynı zamanda... Fakat denizin verimli bir biçimde kullanıldığı söylenemez. Bu büyük kaynak istenildiği gibi kullanılamamakta, denizden sadece mevsimlik balık ve hamsi avlanmaktadır. Oysa denizi bir turizm unsuru olarak kullanabiliriz. Kara ulaşımının iyice sıkıştığı ve sinirleri bozduğu bu zamanda deniz taşımacılığından yaralanabiliriz. Şehir insanını denizle barıştırabiliriz.
Tarım, ticaret, turizm ve eğitim 2018’li yılların Akçaabat’ının çıkış noktasıdır. Bu sektörler şehrin ufkunu açacak yatırım alanlarıdır. Gelecekte bu alanlarda yapılabilecek pek çok yatırım kalemleri ve imkânları mevcuttur. Bunlara yönelik olarak altyapı hazırlıklarının bir an evvel bitirilmesi zaruridir. Yerel yönetimler kendilerine düşen vazifeleri öncelikte yapmalıdır. Ondan sonra merkezi yönetimden proje uygulama yardımı istemelidir.
Trabzon, art bölgesi kısıtlı bir şehrimizdir. Bir hayli eğimli bir alanda kurulan bu kent, artık kapasitesini doldurmuştur. Bundan sonra Trabzon, Akçaabat yönünde genişleyecektir. Belki yakın bir zamanda Trabzon’la Akçaabat bütünleşecektir. Yıldızlı ile Mersin arası gelişmeye müsait bir durum arz etmektedir. Bu alan gelecekte Trabzon’un ve genel anlamda bölgenin cazibe merkezi olacaktır. Bunu tahmin etmek için yakın geçmişe bakmak yeterlidir. Zira bu şerit kısa bir zaman dilimde çok büyük bir değişim ve gelişim grafiği çizmiştir.
Fatih Eğitim Fakültesi’nin Akçaabat sınırları içerisinde bulunması büyük bir avantajdır. Gerçi okulun şehre katkısı istenildiği düzeyde değildir. Bu yüksek öğretim kurumunun şehre katkısının beklenildiği düzeyde olmaması organizasyon eksikliğinin ve işbilmezliğin bir neticesidir. Söz konusu fakültenin gelecekte müstakil bir üniversiteye dönüşme ihtimali yüksektir. Bu gerçekleşirse Akçaabat’ın lehinde çok şey değişecektir.
Eskiden Tekel binası olarak kullanılan yapıların üniversiteye devredilmesi, burada Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kurulacak olması şehre ayrı bir hava katacaktır. Fakat bir eğitim kurumunun şehrin ana caddesinin üzerinde kurulu bulunması eğitim açısından çok doğru bir şey değildir. Belli ki burada bir fakülte açılırsa daha sonra bunu şehir dışına taşımanın hesapları yapılacaktır. Bence sonradan yapılacak şeyin baştan yapılması gerekir. Yani Tekel binaları ticari işletmelere ayrılmalıdır. Eğitim kampüsü ise şehir dışında olmalıdır.
Akçaabat’ta düzensiz şehirleşmenin sancıları her geçen gün daha çok hissedilmektedir. Bugünkü derme çatma görünüm bu şehre yakışmamaktadır. Gelecekte sağlıklı bir yapıya ve hoş bir görünüme kavuşabilmesi için Akçaabat’ın yeni bir şehir planlamasına ihtiyacı vardır. Acil olarak yapılması gereken şey toplu konut yatırımlarına ağırlık verilmesidir. Aksi halde çarpık kentleşme, şehrin imajını ve görünümünü her geçen gün daha da bozacaktır. Bu şehrin bugün bile ciddi manada konut eksiği vardır. Toplu Konut İdaresi’nin buraya da el atması ve vatandaşa fiziki anlamda gösterişli, geleneksel yapıya uygun, sağlıklı konutlar üretmesi gerekir. Bu çeşit kontrollü yapılaşma şehrin görünümünü de ciddi manada güzelleştirecektir.
Akçaabat’ın en güzel yerlerinden biri de yaylalarıdır. Birbirinden güzel yaylalar yöre halkının hayvanlarının otladığı ve kendilerinin de yazın sıcağında serinlendiği yerlerdir. Fakat bu sağlıklı ve güzel yerlerin artık turizme de açılması gerekir. Bunun için geç bile kalınmıştır. Yaylalarda doğal yapıyı bozmayan ahşap ağırlıklı, tek katlı bungalov tipi evlerin yapılması ve bunların turizmin hizmetine sunulması gerekir. Yaylaların temiz havası ve tertemiz soğuk suyu sağlık fışkırıyor. Bunlardan herkesin yararlanması lazımdır. Ama yaylaların doğal görünümünün bozulmaması ön şart olmalıdır. Önüne gelen yapı ruhsatı alamamalıdır. Şehirlerdeki çarpık yapılaşmayı yaylalara taşımamalıyız; taşımak isteyenlere izin vermemeliyiz. Yaylalar bizim oksijen depomuzdur. Rahat nefes alabilmemiz için oralardan başka gidecek yerimiz kalmamıştır. Oraları da bozarsak bindiğimiz dalı kesmiş oluruz.
Akçaabat, sahil şeridinde yer alan bir yerleşim yeridir. Karadeniz sahil yolu buradan geçmektedir. Burası ana yol üzerindedir. Fakat ne yazık ki bugüne kadar Akçaabat’ımıza modern bir otogar yapılamamıştır. Bu, şehir yönetiminin bir eksiği, hatta ayıbıdır. Bu ayıbı bundan sonra taşımak istemiyoruz. Tez zamanda bu şehre modern bir terminal yapılmalıdır. Araçlar rastgele yolcu indirip bindirmemelidir. Sahilde bunun için uygun alanlar mevcuttur.
Trabzon gelecekte bir kongreler şehri olmaya adaydır. Bunun hazırlıkları ve yatırımları yapılmaktadır. Bu çerçevede Akçaabat’ın da kongre turizminden payına düşeni alması gerekir. Hıdırnebi ve Kayabaşı Yayla kentleri bunun için müsait mekânlardır. Buralara gelen ilim heyetleri hem farklı bir mimaride istirahat edecek, hem de yaylanın doyumsuz atmosferinde soluklanacaklar. Buralara tekrar tekrar gelmek isteyeceklerdir. Fakat bunun için tesislerin kapasitelerinin artırılması ve ilave tesislerin inşa edilmesi şarttır. Bunun yanında buralara giden yolların yaz, kış açık vaziyette bulundurulması, asfaltlanması gerekir.
Türkiye’nin en güzel el işleme hasır bilezikleri Trabzon’da yapılmaktadır. Bunları yapan sanatkârların önemli bir kısmı Akçaabatlıdır. Fakat Akçaabat merkezinde hasır bilezik ve el sanatları tezgâhları yoktur. Bazı küçük yerlerde ve özellikle evlerde bir kısım el sanatları yapılmaktadır. Geleceğin Akçaabat’ında hüner işi el sanatlarının belli bir yerde teşkilatlandırılması ve organize bir birliğe kavuşturulması sanatın geleceği açısından mühim bir girişim olacaktır. Sanat ancak devlet katkısıyla bir yerlere gelecektir.
Marifet iltifata tabidir. El sanatlarının para etmesi ve bu alanda çalışanların az da olsa geçimlerini bu yolla sağlaması bu alana olan ilgiyi artıracaktır. Onun için el sanatları ürünlerinin sergileneceği ve satışının yapılacağı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması her açıdan faydalı bir girişim ve yatırım olacaktır. Bunun bir hayırsever tarafından veya devlet eliyle yapılması mümkündür. Bunlar gerçekleşirse sanat Akçaabat’ta şaha kalkacaktır.
Akçaabat’ımız yakın geçmişte çok büyük bir sel felaketi geçirmiştir. Bu felakette bir kısım insanlarımız hayatını kaybederken, pek çok hemşehrimiz de büyük maddi kayıplara uğramıştır. Şehir baştanbaşa çamur baskınına uğramış, eski doğal görünümün sağlanması için aylarca uğraşılmıştır. Bu bir felaketti şüphesiz. Fakat bu felaket geliyorum demişti. Zira o zamanlar dere ıslah çalışmaları yapılmamış, bunun yanında şehrin altyapısı yetersiz kalmıştır.
Allah bize o kara günleri bir daha göstermesin. Fakat duayla ve kuru tevekkülle işi bağlayamayız. Öncelikle elimizden gelen önlemlerin alınması zaruridir. Bununla irtibatlı olarak şehrin altyapısının kusursuz yapılması, eksikliklerin bir kez daha elden geçirilerek takviye edilmesi, özellikle dere ıslah çalışmalarına önem verilmesi gerekir. Bunlar zor ve külfetli çalışmalardır. Üstelik görsel dönüşümleri de yoktur. Yani yaptığınız iş dışardan görülmez. Onun için bunlar kör yatırımlar olarak görünebilirler. Fakat hayati değer taşırlar.
Son yıllarda planlanan ve yapılan yatırımlar gösteriyor ki Trabzon bir sağlık merkezine dönüşmektedir. Gelecekte yapılması düşünülen sağlık yatırımlarından Trabzonluların yanında bölge illerdeki vatandaşlarımız da yaralanacaktır. Akçaabat, Trabzon’a yakınlığı sebebiyle bu yatırımlardan payına düşeni almalıdır. Öncelikle Akçaabat’a daha kapsamlı bir hastane kurulmalıdır. Mevcut hastanenin ihtiyacı karşılamadığı ayan beyan ortadadır. Hastane yatırımları için Söğütlü civarında uygun alanlar mevcuttur.
Yakın bir gelecekte Trabzon’a ve çevre ilçelere doğalgaz gelecektir. Doğalgaz’ın ilimize ulaşması Akçaabat’ın da çehresini değiştirecektir. Çünkü son yıllarda Akçaabat’ta da kirli hava sorun olmaya başlamıştır. Özellikle kışın ortalarında soba ve kaloriferlerin yoğun olarak yakılması havayı zehirlemektedir. Akçaabat merkezinde bir an evvel doğalgaz altyapısının hazırlanmaya başlanması gerekir. Bunun için hiç zaman kaybedilmemelidir.
Akçaabat’ın yakın gelecekte yapması gereken yatırımlardan birisi de katı atık tesisleridir. Uzun yıllardan beri çöpler sahildeki dolgu alanına ve zaman zaman da denize atılmaktaydı. Bu aslında sadece Akçaabat’ın değil, Trabzon’un da meselesidir. Hatta katı atık hususunda Türkiye’nin büyük sıkıntıları vardır. Akçaabat’ımız bu hususta il yönetimiyle ortak hareket ederek katı atık sorununu tez vakitte halletmelidir. Bu devirde atıkların denize atılması son derece ilkel bir anlayıştır. Üstelik sağlık açısından da çok sakıncalıdır.
Bir kıyı şehri olan Akçaabat’ta denize yeterli önem verilmemektedir. Balıkçılık ana babadan görme ilkel sayılabilecek yöntemlerle yapılmaktadır. Şehirde rızkını denizden sağlayanlar çok zor şartlarda çalışmaktadır. Akçaabat’taki balıkçı barınağı bu şehre hiç yakışmamaktadır. Üstelik bu yer bugünkü ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktır. Tez zamanda bu barınak yıkılmalı, yerine modern bir balıkçı barınağı yapılmalıdır. Bunun yanında mevcut mendirek uzatılmalıdır. Olmuşken şehre bir de yat limanı kazandırılmalıdır.
Şu şehirde folklor önemli bir yere sahiptir. Akçaabat horonu dünyaca tanınmıştır. Bu şehirdeki folklor ekipleri ülkemizi dünya çapında başarıyla temsil etmişlerdir. Burada folklorun okullaşması ve geliştirilmesi elzemdir. Brezilyada samba neyse, Akçaabat’ta da horon odur. Kültür Bakanlığı’nın Akçaabat folkloruna destek olması şarttır. Böyle giderse yakın bir gelecekte horonumuz da, kemençemiz de bir nostalji olarak kalacaktır. Bununla ilgili olarak bu şehirde bir Horon Enstitüsü kurulabilir. Bunun da ötesinde Akçaabat’a bir konservatuar açılabilir. Burada sahne ve ritim sanatları eğitimi verilebilir. Bunların daha sağlıklı ortamlarda gerçekleşmesi için öncelikle kapsamlı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması gerekir. Çok amaçlı bu merkez şehrin kültürel yapısını renklendirecektir.
Şehirlerin kalkınması daha çok sanayi ve ticaretle gerçekleşir. Akçaabat’ta ciddi bir sanayi ve ticaret işletmesi söz konusu değildir. Bir kısım küçük atölyeler dışında sanayi tesisi yoktur. Bu işletmelerin bir kısmı şehrin yakınında veya içinde yer almaktadır. Bunların bir merkezde toplanması şarttır. Trabzon’un gelecekteki Organize Sanayi Bölgelerinden birinin Akçaabat sınırları içerisinde uygun bir yerde kurulması şehre ticari anlamda çok şey kazandıracaktır. Akçaabat gerek nüfusu ve gerekse il merkeziyle bütünleşmesi yönüyle bu yatırımı fazlasıyla hak etmektedir. Yetkililerin bu konuyu ısrarla takip etmesi şarttır.
Akçaabat bizim gözbebeğimizdir. Burada yaşayan insanlar her türlü hizmetin en iyisine layıktırlar. Fakat her şey maddi güçle, yani parayla olmaktadır. Şehirlerin devletten aldığı kaynaklar nüfuslarına göredir. Bu da büyük bir yekûn tutmamaktadır. Belediyelerin bir noktadan sonra eli kolu bağlanmaktadır. Bizler gelecekte, 2018 yılında, yani bu şehrin kurtuluşunun yüzüncü yılında Akçaabat’ı daha mamur ve müreffeh görmek istiyoruz. Bu saydıklarımızın gerçekleşmesini ümit ediyoruz.
Arzular hayal olarak doğar, güçlü insanların muhayyilesinde hakikate dönüşürler. Bizler bu şehrin evlatlarında geleceğe dair bu gayreti, isteği ve dayanışma ruhunu fazlasıyla görüyoruz. Yarınlar güzel Akçaabat’ımız için bugünden daha umutlu, iyimser, hayat dolu ve mamur olacaktır. Çok zamanımız kalmamıştır. Yarın artık bugündür. 2018 yılında, yani Akçaabat’ın kurtuluşunun yüzüncü yılında gülümseyen bir Akçaabat görmek dileğiyle! ...
ÇOCUKLARIMIZ VE GÜVENLİ İNTERNET
M.NİHAT MALKOÇ
Yenilikler hayatımızı müspet çizgide değiştirirken bir kısım olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Bunu göz ardı edemeyiz. Fakat sırf bu yüzden teknolojiyi reddetmek ve çağın gerisinde yaşamak asla kabul edilemez. Büyüklere düşen görev, çocukları internetten tamamen uzak tutmak değil, onları kontrol altına almaktır. Çünkü internetin zararları yanında sayısız faydaları da vardır. İnternetin zararı var diye faydasını görmezlikten gelemeyiz. Dünyayla bütünleşmek ve yarışmak istiyorsak interneti daha da yaygınlaştırmalıyız.
Türkiye’de internete duyulan ilgi her geçen gün katlanarak artıyor. Yetkili mercilerin verdiği istatistikî bilgilere göre Türkiye’de internet kullanıcısı sayısı yaklaşık 17 milyona ulaşmıştır. Bunların 16,8 milyonu ise aynı zamanda MSN Messenger kullanıcısıdır. Bunların yanında Türkiye’de 7,2 milyon PC bulunmaktadır. Bu verileri iyi okumak ve yorumlamak gerekir. Bu rakamlar, gençlerimizi gelecekte büyük tehlikelerin beklediğinin de ifadesidir. Zira gençlerin otokontrolleri erişkinlere nazaran çok daha mukavemetsizdir.
Türkiye’de ruhsatsızlarla birlikte 17–20 bin internet kafe olduğu söyleniyor. Bunların çoğu işsizliğin kol gezdiği doğu bölgelerinde yer alıyor. Gençlerimizi bekleyen tehlikelerin başında internet kafeler geliyor. Fakat bu demek değildir ki internet kafeler muzır yerlerdir. İnternet kafeler öğrenme ve araştırma amaçlı kullanılırsa kütüphaneler kadar faydalıdırlar. Fakat öbür yanda kötü emellerin odağı haline getirilirseler geleceğimizi karartan fitne odaklarına dönüşebilirler. Bu şuna benzer: Bıçak katlin elinde cinayet aracı olur, hayat söndürür. Oysa usta bir cerrahın elinde şifa aracı olur, hayat kurtarır.
Evde internet kullanan çocukların kontrolü, kafelerde internet kullananlara göre çok daha kolaydır. Ev dışında internetle meşgul olan çocuğun hangi kafede, hangi bilgisayarda, hangi siteye girdiğini, kimlerle görüştüğünü, hangi sohbet odalarında görüşmeler yaptığını tespit etmek mümkün değildir. Fakat evde çocuğun hangi sitelere girdiğini, kimlerle irtibatlı olduğunu öğrenebilirsiniz. Gerekirse koruyucu filtre bile oluşturabilirsiniz.
Çocuklarımıza güven duymak gerekir. Onları potansiyel suçlular olarak görmek yanlıştır. Fakat bu demek değildir ki onları başıboş bırakalım. Çocuklarınızın yanlış kişi ve akımların tesiri altında geleceklerinin kararmasını istemiyorsanız onların hangi sitelere girip çıktıklarını muhakkak öğrenin. Onları saldırgan içerik taşıyan sitelerden uzak tutun. Sizden habersiz olarak sanal alışveriş sitelerinden alışveriş yapmalarına izin vermeyin. Çocukların kumar ve bahis sitelerinden uzak durmalarını sağlayın. Kumara bulaşmamaları için onlara faydalı uğraşlar bulun. Çocukları kültür, sanat ve edebiyat sitelerine yönlendirin.
Evinde internet bağlantısı olan ebeveynlerin çocuklarını kontrol altında tutmaları diğerlerine göre daha kolaydır. Onun için evde internet bağlantısının bulunması tehlike değildir, aksine nimettir. Asıl tehlike dışarıdadır. Sosyal ortam içerisinde çocukların kendilerini yaşıtlarına kabul ettirme temayülleri onları çıkmaz sokaklara sürükleyebilir. Bunun yanında yaygın olarak bilgisayar kullanımı çekingen çocukları yaşıtlarından daha da uzaklaştırabilir ya da ev ödevi, alıştırma, uyku veya başkalarıyla zaman geçirme gibi diğer etkinliklere zaman ayırmalarını engelleyebilir. Aileler çocuklarının bir gün içerisinde ne kadar müddetle internete girebileceklerini önceden belirlemeleri gerekir. Bu hususu çocukların insafına bırakmamalıyız. Her konuda olduğu gibi bunda da prensipler koymalı ve koyduğumuz ölçütlerin takipçisi olmalıyız. Tutumlarımızı sürekli değiştirmemeliyiz.
Bilgisayara ve internete bağımlılık derecesinde kapılmamalıyız. Görünen o ki internetin varlığı okuma alışkanlığını iyice köreltiyor. Zaten okumayan bir milletiz. Durum bu iken internetle yatıp kalkan çocuklar gittikçe kitaptan uzaklaşacaklardır. Okumak onlar için işkenceye dönüşecektir. Bu da geleceğimize dinamit koymaktan farksızdır.
Türkiye’de internet denetimi istenilen düzeyde değildir. Bilişim suçları her geçen gün bir çığ gibi artıyor. İnterneti denetim altına alacak RTÜK misali köklü bir resmi teşkilatın kurulması şarttır. Bu zor olsa da imkânsız değildir. Devletin isteyip de yapamayacağı şey yoktur. Bu hususta Avrupa ülkeleri ve ABD büyük yol almıştır. Bizler de geleceğimizin aydınlık olmasını istiyorsak interneti kontrol altına alıp yaygınlaştırmalıyız. İnterneti yasaklamak ve öcü gibi göstermek çağın değerlerine sırt çevirmektir.