Toplulukları millet hâline getiren unsurların başında millî ve manevî değerler gelir.Bunları yaşadıkça ve yaşattıkça milletçe kenetleniriz.Nasıl ki çimento taşları sıkı sıkıya birbirine bağlarsa örf ve adetler,kültürel birikimler de değişik unsurlardan meydana gelen toplulukları birbirine bağlar. Türküler bu değerlerin sese bürünmüş, nağmelere gömülmüş,notalarla örülmüş hâlidir. Türküler bizim sesimiz,yürek burkuntularımızdır çoğu zaman…Türküler Anadolu demek….O coğrafyada acıları bal eden ve tahammülü destanlaşan şahsiyet abidelerinin gönül çağlayanı…Sinelere hapsedilen aşkların dilidir türküler…Kerem’in Aslı’sına,Mecnun’un Leylâ’sına,Ferhat’ın Şirin’ine,Tahir’in Zühre’sine söylediği yürek mektuplarıdır onlar… Ege türküleri yiğitlik,Akdeniz türküleri melânkoli,Orta Anadolu türküleri hüzün,Doğu ve Güneydoğu Anadolu türküleri ağıt,Karadeniz türküleri kıpır kıpır hareket ve hayata bağlılık duygularıyla örülüdür.Her bölgenin türküleri ayrı bir yönümüzü işler nağmelerin sihirli atmosferinde… Türküler beni benden alır,bambaşka dünyalara götürür.Bir uzun havada hüzünlenirim…. “Oy Trabzon Trabzon İçin Kalaylı Kazan” türküsü memleket özlemimi doruğa çıkarır.Yozgat Sürmelisi’nde sevdam alevlenir. Dedim ya türküler beni bana bırakmaz.Vaktiyle türkülere ilişkin hislerimi “Âh bu Türküler! ” adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim: “Anadolu’muzun dili, gönülde harman türküler Soframda tuzum ekmeğim yarama derman türküler
Mehtabın koynuna girip her gece yatar türküler Can evime mihman olup cana can katar türküler
Şu bahtsız gönlümü alıp zindana koyar türküler Seyyid Nesimi misali derimi soyar türküler
Dün,bugün,yarın fark etmez, her çağda yaşar türküler Önünde engel tanımaz bendini aşar türküler
Gözlerimden süzülen yaş, sazımda teldir türküler Buram buram hasret kokan, bahçemde güldür türküler” Adamı işte böyle söyletir türküler….Böyle yakar sevda ateşini…Efkâr bırakırlar sinemizin derûnunda…Ezilmişliğin haykırışıdır türküler…Bazen isyan,bazen buram buram sevgi kokarlar…Neticede hayat kazanında pişirir, bizi biz yaparlar… Türkülerin bağrı yanık çocuklarıyız biz…Hissedip de ifade etmekte zorlandığımız duyguların tercümanıdır türküler…Türküler yalan söylemez hiçbir zaman …Hile,riya,gurur nedir bilmezler…Yürek dağlarından kopup gelen bengisu çağlayanıdırlar… Globalleşen dünyaya meydan okuyan millî sesimizdir türküler…Batı kökenli her türlü müziğe rakiptirler.Daha doğrusu pop müziğinin saçtığı zehiri izale ederler.Onların sıcaklığını ancak ana kucağında bulabiliriz.Onları yok edemez hiçbir güç…Çünkü yürek devletinin başkentidir türküler…En son başkentler düşer. Yaşamak da uzun bir türkü değil midir zaten? …Bazen coşkulu,bazen hüzünlü,bazen deli dolu…Türk’ü anlatır türküler…Onun yere göğe sığmayan engin muhayyilesini ifade ederler. Özümüzdür,sözümüzdür,ayı kıskandıran nurlu yüzümüzdür türküler…. Çocuklarımızı türkülerle büyütelim….Türkü ikliminde büyüyen nesiller daha hoşgörülü ve sevecen olur. Pop onların ruhunu asabileştirir. Çünkü pop bu toprağın mahsulü değildir. Yaşasın bu toprağın bin yıllık sahibi Türkler ve Türk’ü anlatan türküler…Ebedî ezgimiz olsunlar.
Tiyatro hayatın sahnede canlandırılmasıdır bir bakıma…İnsanlık var olduğundan beri tiyatro da var olmuştur.Fakat zamanla değişmiş,başkalaşmış ve her geçen gün gelişmiştir. Türk tiyatrosu Osmanlı’dan günümüze kadar her geçen gün hızla gelişerek bugünlere gelmiştir.Cumhuriyetten evvel,daha çok geleneksel Türk tiyatrosu mevcuttu.Cumhuriyetle beraber tiyatromuzda da diğer alanlarda olduğu gibi batılılaşma açılımları gerçekleşmiştir. Tiyatromuzun bugünlere gelmesinde en büyük katkıyı sağlayanlardan birisi hiç şüphesiz ki Muhsin Ertuğrul’dur. 1927'de, Darülbedayi'nin başına geçen Ertuğrul kısa zamanda tiyatromuzun batıyla bütünleşmesini sağlamıştır. Günümüzde tiyatrolarımızın en büyük meselelerinden birisi yerli oyunların azlığıdır.Türk Milleti çok derin bir kültürel geçmişe sahiptir.Çağlar açıp kapayan bir neslin evlâtlarıyız biz…Fakat gelin görün ki yıllardan beri Batılı yazarların yazmış olduğu oyunlara mahkûm tiyatromuz… Türkiye’de niçin yeterince yerli oyun yazıl(a) mıyor? Yeni yetme bir millet olmadığımıza göre bunun sebeplerini araştırarak nerede hata yaptığımızı gün yüzüne çıkarmalıyız. Konu mu yok yazacak….Bu kadar savaşlar geçirmiş,bu kadar medeniyetler kurmuş bir millet,yazacak konu bulamıyorsa doğru dürüst bir tarihî geçmişi olmayan Amerika gibi milletler ne yapsın? Aksine onlar bu hususta bizden kat kat ilerden gidiyorlar. Bu konu da nerden çıktı diye düşünmüş olabilirsiniz.Biliyorsunuz ki Türk tiyatrosunun önemli oyun yazarlarından birisi olan Recep Bilginer geçtiğimiz günlerde(17 Haziran 2005 Cuma) geçirmiş olduğu kalp krizi sonucu 83 yaşında iken aramızdan ayrıldı.Gazeteci ve tiyatro yazarıydı O…Kimdi Recep Bilginer? Ne kadar tanıyorduk onu? …Dilerseniz bir hatırlatalım… 1922'de Adana'da doğan Bilginer, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Gazetecilik mesleğine 1944'te Vatan gazetesinde başlayan Bilginer, Akın ve Tasvir gazeteleriyle Düşünce ve Yeni Çağ adlı dergileri çıkardı. Daha sonra tarihsel konulu oyunlar yazmaya başlayan Bilginer'in pek çok oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu ile Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ile Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibi de olan Bilginer, “İsyancılar”, “Sarı Naciye”, “Yunus Emre”, “Mevlâna” adlı oyunlarla “Politikada Bir Sarıçizmeli”, “Hapiste Bir Gazeteci” ve “Zenginler Hükümeti” gibi kitapların yazarıydı. Pek çok oyunu sahnelenmişti Bilginer’in…Bu oyunlardan birisi de “Yunus Emre” adını taşıyordu.Geçtiğimiz yıllarda Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde gösterilmişti.Fakat beğenmemiştim bu oyunu….Adından da anlaşıldığı gibi Yunus Emre’nin hayatını anlatıyordu bu oyun… Bildiğiniz gibi Yunus Emre 13.yüzyılda yaşamış bir mutasavvıftır.Ömrünü Allah yolunca geçirmiştir.Sevgisinin merkezinde hep Allah vardır.Diğer varlıkları da Allah’ın kulu oldukları için sevmiştir.Bunu da “Yaradılanı hoş gör Yaratandan ötürü” dizesiyle dile getirmiştir. Fakat Recep Bilginer yazmış olduğu biyografik tiyatro eserinde Yunus’u tabir caizse tam bir zampara olarak tasvir etmiştir.Oyun boyunca genç ve güzel kızlarla hemhâl etmiştir Yunus’u….Oysa Yunus’un şiirlerindeki aşk Allah aşkıdır.Onu Karacaoğlan gibi mecazî aşklarla meşgul göremezsiniz.Çünkü o bir veli âşıktır.Başka türlü davranması da mümkün değildir. Oyunun ilerleyen bölümlerinde de Yunus Emre’yi Batılı mânâda insanı putlaştıracak derecede kutsayan bir hümanist olarak sunmuştur tiyatro severlere…Bu bir bakış açısıdır elbette.Fakat bu bakış açısı gösteriyor ki Bilginer Yunus’u ya hakkıyla tanıyamamış ya da fikrine alet etmiştir. Recep Bilginer,yazdığı kıymetli eserlerle yerli oyun boşluğunu dolduran bir kalemdi.Hakikaten yerli eser hususunda çok büyük boşluklar var tiyatro sahasında….Bu millet yabancı oyun seyretmekten bıktı artık…İçimiz dışımız Shakespeare ve Moliere oldu. “On İkinci Gece”, “Cimri”…Hep aynı şeyler….Sıktı bizi,cendereye soktu…Tamam bu oyunların kalitesine diyeceğimiz yok.Fakat hep de aynı aş ısıtılıp ısıtılıp insanların önüne koyulmaz ki….Meselâ Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunu çocukluğumdan beri oynanır durur.Nerdeyse benden yaşlı bir oyun….Ezberledik satır satır… Recep Bilginer’in aramızdan ayrılması tiyatromuz için çok mühim bir kayıp….Kaliteli yerli oyun kıtlığının hat safhaya ulaştığı bu zaman diliminde ona çok ihtiyacımız olacak.Fakat onu takip edecek yeni isimler,bu boşluğu doldurmak için gayret sarfedecektir.Büyük devletlerde gidenlerin yerini dolduracak isimlerin olması kaçınılmazdır.Aksi takdir de o devletin ve milletin büyüklüğü kuru bir sözden öteye gidemez.Recep Bilginer aramızdan ayrılsa da bugüne kadar yazmış olduğu oyunlar,bundan sonra da oynanmaya devam edecektir.O oyunlar oynandıkça da Recep Bilginer sevenlerinin yüreğinde yaşayacaktır.
İnsanları birleştiren bir kısım unsurlar vardır.Bu unsurlardan biri de müziktir.Müziğin dili de kanaatimce evrenseldir.Tabiki siyasî içerikli müzikleri bunun dışında kabul ediyoruz.Çünkü o tarz müziklerde farklı gayeler bulunabilir. Karadeniz müziği de ülkemizin zengin müzik yelpazesinin bir parçasıdır.Bu müziğin ana enstrümanı kemençedir.Bunun dışında tulum da özellikle Artvin taraflarında yaygın olarak kullanılır. Ülkemizde farklı ırklardan insanların bulunduğu bir gerçektir.Fakat hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında birleşiyoruz.Zaten bugünkü dünyamızda saf bir ırktan oluşan devlet ve millet göstermek mümkün değildir.Bu belki gerekli de değildir.Zira bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı'da onlarca ırktan insanlar ortak bir eksende daha mutlu ve refah içinde yaşamanın mücadelesini vermişlerdir.Bu mücadele altı asrı aşkın bir süre başarılı bir biçimde devam etmiştir. Müzikte de farklı renklerin olması bir zenginliktir.Aksi hâlde yeknesak ve sıkıcı olur.Bundan dolayı farklı dillerde müzikler yapılmaktadır ülkemizde…Bu dillerden birisi de Lazca'dır.Fakat gerçekten kendi grameri ve kelime dağarcığı olan Lâzca'dan bahsediyoruz.Hani yaygın bir yanlış kanı vardır ya…Karadeniz'de yaşayanları Laz olarak nitelerler.Onların konuşmalarına da Lazca derler.Oysa Karadeniz'de sadece Rize ve Artvin civarında az miktarda Laz vardır.Bunlar kendi aralarında Lazca konuşurlar.Fakat ırklarını asla ön plana çıkarıp tartışma konusu yapmazlar.Kardeşçe yaşarlar…Zira bu devlet hepimizindir.Herhangi bir ayrım yapmak ihanettir. Kansere yenilerek ebediyete göçen Kâzım Koyuncu da Laz müziği yapan değerli bir insandı.Çok kaliteli ve özgün müzikler yapıyordu.Kaçkarlar'ın gür sesini Türkiye'ye ve dünyaya duyuran bu yürekli insan,Karadeniz ezgilerine hayat veriyordu. Peki kimdi Kâzım Koyuncu? ...Biraz daha yakından tanıyalım merhumu…. Hopa'da 1972 yılında doğan Koyuncu, müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul'a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşan Koyuncu, 1992'de profesyonel müzik yaşamına geçti. Karadenizli genç şarkıcı Kazım Koyuncu, Türkiye'nin ilk laz-rock grubunu kurmuştu. Türkiye'nin ilk laz-rock grubu olan 'Zuğaşi Berepe' yi kuran Koyuncu, bu grupla 1995'te 'Va Mişkunan' (Bilmiyoruz) , 1998'de de 'İgsaz' (Gidiyor) isimli albümleri yaptı. Koyuncu, 1998'in sonunda 'Zuğaşi Berepe' nin dağılmasının ardından tek başına müziğe devam etti ve 'Salkım Söğüt' isimli projelerin ikincisinde üç şarkıyla yer aldı. Kazım Koyuncu, 2001 yılında ilk solo albümü 'Viya' yı çıkardı. Daha sonra bir TV kanalında yayınlanan ve çok sevilen 'Gülbeyaz' adlı dizinin hem müziklerini yapan, hem de dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev alan Koyuncu, 'Sultan Makamı' dizisinin de müziklerini hazırladı. İkinci solo albümü 'Hayde' yi Nisan 2004'te çıkaran Koyuncu, yaklaşık altı aydan beri kanser hastalığıyla mücadele ediyordu. Çok genç yaşta ayrıldı aramızdan Koyuncu….Henüz 33 yaşında iken….Yaşasaydı kim bilir neler yapacaktı.Karadeniz ezgilerini dünyanın öbür ucuna taşıyacaktı. Geleneksel Karadeniz çalgıları olan kemençe, tulum ve kavalın yanı sıra zamanın sesleri olan gitarlar da Kâzım Koyuncu'nun müziğini besliyordu. Kanser asrımızın vebası…Son yıllarda kanser vakalarında hızlı bir artış var.Kimin ne zaman kanser olacağı belli değil.Hepimizde bir korku var kansere dair! ...Ya sıradaki bensem…Kim bilir,kader deyip geçiyoruz.Acaba bu kadarı da kader mi? Çernobil'den sonra kanserden ölen kişilerin sayılarının artması tesadüf mü? Parça parça ölüyoruz. Uzun saçlı,yakışıklı ve sempatik insan Kâzım Koyuncu yok artık aramızda…Tekrarı yok bu filmin….Onu yaşatacak tek şey var… O da kısa ömrüne sığdırdığı birbirinden güzel müzikler…Müziğin sıradanlaştığı ve üretkenliğin azaldığı bu dönemde onu kaybetmek üzücü…Fakat onun yolundan gidecek ve bu alanda yeni ezgiler üretecek yeni insanlar da gelecektir elbette….Hayat iyisiyle kötüsüyle devam ediyor.Genç ölüye Allah'tan rahmet diliyorum.
Şâirler yüreklerimizin tercümanıdır.Onlarla görürüz,onlarla düşünür,onlarla hayal ederiz.Bu yürek dostları olmasa nasıl ifade ederdik hislerimizi? ....Dünya onlarla güzel…Kanın ve barut kokusunun gök kubbemizi sardığı bu çağda şâirler az da olsa hayatımıza renk katıyorlar.Bize insanî hislerin ölmediğini haykırıyorlar.Katılaşan yüreklerimizi yumuşatıyorlar. Hislerimizin soylu tercümanlarından olan Cahit Zarifoğlu’nu bundan 18 yıl evvel kaybettik.1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başlayan hayat serüveni 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul'da tamamlandı.Bu kısa ömre çok şey sığdırdı O…Dördü şiir, biri hikâye, biri roman, biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser bıraktı bizlere... Bir elinde birden çok karpuz tutan ender şahsiyetlerden biri olan Cahit Zarifoğlu,edebiyat dünyasında şâir olarak tanıttı kendini.Her ne kadar hikâye,roman,deneme,günlük ve tiyatro türlerinde eserler yazsa da şiirde yoğunlaştı. “İşaret Çocukları” adını taşıyan şiir kitabı onun şiirinin çıkış ve zirve noktasıdır. O da pek çok şâir gibi Maraşlı’dır.Maraş’ın bu kadar çok ve büyük şâirler çıkarması da ayrı bir merak ve araştırma konusudur. Onun dört tane şiir kitabı var,demiştik.Bunlar: “İşaret Çocukları (1967) ”, “Yedi Güzel Adam (1973) ”, “Menziller (1977) ”, “Şiirler (1989) ” adlarını taşıyor. Zor şiirlerdir Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları….Vasat bir okuyucu onu anlamakta hayli zorlanır.Onun için de geniş kitlelere hitap edememiştir.Fakat bu durum onun şiirinin edebî açıdan kıymetini asla düşürmez; aksine artırır. O,şiirlerinde sürekli bilinçaltını kurcalar durur.Bununla beraber felsefî uzantıları var şiirlerinin…Yazdığı pek çok şiirde gözle görülür bir derinlik mevcuttur.Bazen kelimeleri şifreler…Anahtar rolü oynayan mazmunu bulduktan sonra mânâ,çorap söküğü gibi gelir.Onu ve şiirlerini anlamak için okuyan kişinin belli bir fikri altyapısı olması gerekir.Bu yönüyle onu Behçet Necatigil’e benzetenler de olmuştur. Aslında Zarifoğlu,şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır.Bu yönüyle anlaşılır gözükse de şiirsel derinliği çözme bakımından zordur eserleri…İlk bakışta sıradan gözükür yazdıkları….Fakat her kelimede bir derinlik ve mesaj yükü vardır.Bunu anlamak için köklü bir şiir bilgisi ve felsefi birikim gerekir.Bu demek değildir ki bütün şiirleri böyledir.Vasat okuyucunun vakıf olabileceği şiirleri de vardır. Onun şiirlerinde ölçü ve kafiye bulamazsınız.Bu boşluğu mânâ derinliğiyle doldurmuştur.Yani kafiyenin ahenginden istifade etmemiştir.Lâkin şiirlerinde zaman zaman bir iç kafiye sezilir.Kelimeleri kullanışı ölçülüdür.Görünürde basit gözükse de yazmaya kalktığınızda zor olduğunu fark ettiğimiz şiirlerdir bunlar….Bu şiirlerin çok uzun zaman dilimlerinde yazıldığı da bir gerçektir.Bazı insanların sandığı gibi bir çırpıda yazılmamıştır bu şiirler….Bir çilenin ve fikir sancısının ürünüdürler.Dostlarıyla ve şiirle ilgili enteresan kanaatleri vardır Zarifoğlu’nun...Bunları kendisinden dinleyelim isterseniz: “Biri benimle şiirim yüzünden ilgilenirse ve hele beğenirse, çok sıkılırım.Tepeleme bir şâir gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır. Bilmelerini de hiç istemem, zira hemen tavır alırlar. Onlar bu yönde belli bir tavır alınca da benim şâir yaşamımı etkiler. Zira, dostlarım 'halktan' tabir edilen kişilerdir. Esnaf, küçük memur, şoför, balıkçı, küçük muhasebeci, işçi vs. gibi kişiler…. Ben yaşarım. Hareketli, canlı, kıvıl kıvıl yaşarım. Ve hayattan sızlandığım hemen hiç görülmez. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgâhlayan bir mekanizma vardır içimde. Aman ne de bencildir. Şiir bir tüm olarak hep kendisinde kalsın ister. Ne zaman ki doymuş bir eriyik gibi, şiire doyar ve benim içeriye habire dolduklarımı artık kabul edemez olup, gelenlerin ısrarı karşısında bir yara gibi zonklamaya başlar, o zaman izin verir, bir-iki şiir yazarım. Onun vekili gibi yaşarım...” Bazı insanların zannettiği gibi Cahit Zarifoğlu,halktan kopuk ve içine kapanık bir insan değildir.Yüreği sevgi dolu,sıcak bir yürek dostudur.Şiirini anladığımızda şüphesiz ki onu daha çok sevecek ve kendimize yakın bulacağız.Bu,kadri bilinmemiş,büyüklüğü göz ardı edilmiş aydını ve şâiri ölümünün 18. yılında rahmetle anıyoruz.Bıraktığı boşluğu her geçen gün daha çok hissediyoruz.
Kays'tım,Mecnûn eyledi yüreğimin sahibi Hiç tanımazmış gibi uzaktan bakıp gitti. Göz kırpmadan bağladı darağacına ipi Büyüttüğü sevdanın pimini çekip gitti
Mevsimlerden sonbahar,vakit bir akşamüstü Karanlıklara inat şafağı söküp gitti Mâziye sünger çekip hatıralara küstü Beyaz gül bahçesine kaktüsler dikip gitti
Bilinmeze yol alıp açılırken her gemi Gönül limanlarını nefretle yıkıp gitti Büyüyüp korlaşırken yüreğimin matemi Bana dudaklarını,gülerek,büküp gitti
İlhama pusu kurdu,yarım kaldı şarkımız Sözümü boğazıma bir güzel tıkıp gitti Kanatları kırılmış kuşlardan yok farkımız Evvelki duyguları başıma kakıp gitti
Rüya gibi,gözümden gitmez o gül endamı Nazlı bir ceylan gibi önümden sekip gitti Değişmezdim Ferhat'la büyüttüğüm sevdamı Mâziyi hatırlayıp gözyaşı döküp gitti
Bir dünya kuruyorum pembe hayallerin üstüne Bir dünya ki geceleri gündüze gebe Pembe duyguların kol gezdiği, Her aşığın vuslata erdiği, Üç mevsimli, Kışı olmayan, Sahilleri yosun kokan, Güvercinleri,ağlatmayan, Adını saadet koyduğum Bir dünya kuruyorum yine -Hakikatte ne mümkün- Resim defterimin üstüne! ...
ÂH BU TÜRKÜLER TÜRKÜLERİMİZ! …
M.NİHAT MALKOÇ
Toplulukları millet hâline getiren unsurların başında millî ve manevî değerler gelir.Bunları yaşadıkça ve yaşattıkça milletçe kenetleniriz.Nasıl ki çimento taşları sıkı sıkıya birbirine bağlarsa örf ve adetler,kültürel birikimler de değişik unsurlardan meydana gelen toplulukları birbirine bağlar.
Türküler bu değerlerin sese bürünmüş, nağmelere gömülmüş,notalarla örülmüş hâlidir. Türküler bizim sesimiz,yürek burkuntularımızdır çoğu zaman…Türküler Anadolu demek….O coğrafyada acıları bal eden ve tahammülü destanlaşan şahsiyet abidelerinin gönül çağlayanı…Sinelere hapsedilen aşkların dilidir türküler…Kerem’in Aslı’sına,Mecnun’un Leylâ’sına,Ferhat’ın Şirin’ine,Tahir’in Zühre’sine söylediği yürek mektuplarıdır onlar…
Ege türküleri yiğitlik,Akdeniz türküleri melânkoli,Orta Anadolu türküleri hüzün,Doğu ve Güneydoğu Anadolu türküleri ağıt,Karadeniz türküleri kıpır kıpır hareket ve hayata bağlılık duygularıyla örülüdür.Her bölgenin türküleri ayrı bir yönümüzü işler nağmelerin sihirli atmosferinde…
Türküler beni benden alır,bambaşka dünyalara götürür.Bir uzun havada hüzünlenirim…. “Oy Trabzon Trabzon İçin Kalaylı Kazan” türküsü memleket özlemimi doruğa çıkarır.Yozgat Sürmelisi’nde sevdam alevlenir. Dedim ya türküler beni bana bırakmaz.Vaktiyle türkülere ilişkin hislerimi “Âh bu Türküler! ” adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim:
“Anadolu’muzun dili, gönülde harman türküler
Soframda tuzum ekmeğim yarama derman türküler
Yaslı nağmelerde hasret, mazluma ağıt türküler
Akan gözyaşımı dindir, efkârı dağıt türküler
Kerem’i nâra yandıran,yürekte Aslı türküler
Onulmaz dertlere salan,elemli, yaslı türküler
Gurbetten sılaya nâme,ruhuma akar türküler
İbrahim’in ateşinde sinemi yakar türküler
Gönülden gönüle köprü, kıtalar bağlar türküler
Gül bahçesi yangın yeri, bülbülü dağlar türküler
Edirne’den Kars’a kadar,yürekte gezer türküler
Sevgi deryasında yunup düşlerde yüzer türküler
Mehtabın koynuna girip her gece yatar türküler
Can evime mihman olup cana can katar türküler
Şu bahtsız gönlümü alıp zindana koyar türküler
Seyyid Nesimi misali derimi soyar türküler
Dün,bugün,yarın fark etmez, her çağda yaşar türküler
Önünde engel tanımaz bendini aşar türküler
Gözlerimden süzülen yaş, sazımda teldir türküler
Buram buram hasret kokan, bahçemde güldür türküler”
Adamı işte böyle söyletir türküler….Böyle yakar sevda ateşini…Efkâr bırakırlar sinemizin derûnunda…Ezilmişliğin haykırışıdır türküler…Bazen isyan,bazen buram buram sevgi kokarlar…Neticede hayat kazanında pişirir, bizi biz yaparlar…
Türkülerin bağrı yanık çocuklarıyız biz…Hissedip de ifade etmekte zorlandığımız duyguların tercümanıdır türküler…Türküler yalan söylemez hiçbir zaman …Hile,riya,gurur nedir bilmezler…Yürek dağlarından kopup gelen bengisu çağlayanıdırlar…
Globalleşen dünyaya meydan okuyan millî sesimizdir türküler…Batı kökenli her türlü müziğe rakiptirler.Daha doğrusu pop müziğinin saçtığı zehiri izale ederler.Onların sıcaklığını ancak ana kucağında bulabiliriz.Onları yok edemez hiçbir güç…Çünkü yürek devletinin başkentidir türküler…En son başkentler düşer.
Yaşamak da uzun bir türkü değil midir zaten? …Bazen coşkulu,bazen hüzünlü,bazen deli dolu…Türk’ü anlatır türküler…Onun yere göğe sığmayan engin muhayyilesini ifade ederler. Özümüzdür,sözümüzdür,ayı kıskandıran nurlu yüzümüzdür türküler….
Çocuklarımızı türkülerle büyütelim….Türkü ikliminde büyüyen nesiller daha hoşgörülü ve sevecen olur. Pop onların ruhunu asabileştirir. Çünkü pop bu toprağın mahsulü değildir. Yaşasın bu toprağın bin yıllık sahibi Türkler ve Türk’ü anlatan türküler…Ebedî ezgimiz olsunlar.
AĞLAR BAŞBAĞLAR
“Başbağlar’ın 33 Şehidine Rahmetle…”
Civanlar vurulur,hain kin kusar
Mermi konuşunca insanlık susar
Dağın yamacından kasırga eser
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Damardan akar da kan oluk oluk
Gönül yas içinde,benizler soluk
Mümine bayramdır Hakk’a yolculuk
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Dünya bizim için dert otağıdır
Kabir Hak dostuna İrem bağıdır
Ölüm hakikatte gençlik çağıdır
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göğün yücesinden nur iner yere
Günlerce durulmaz kan akar dere
Biz bu filmi gördük bilmem kaç kere
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Vampirler ruhunu kanla doyurdu
Vahşet canı candan çekip ayırdı
Ermeni’nin dölü böyle buyurdu!
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Güller boyun büktü,kana bulandı
Bebelerin gözü yaşla sulandı
Bir gece yarısı yürekler yandı
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Nefret bahçesine beyaz gül dikin
Yürek bozkırına muhabbet ekin
Kurusun kökleri,tarih olsun kin
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönlüm kaldıramaz hicran yükünü
Kim kurutabilir Türk’ün kökünü
Hayalimi süsler ceddin akını
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Silahı kuşanmış mayası bozuk
Dost yüzlülerden yedik hep kazık
Türk-İslâm ülküsü ruhlara azık
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bir güneş doğacak,karanlık gebe
Emin adımlarla aşılır tepe
Çabuk büyü,yürü; hesap sor bebe
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönül surlarında açılır gedik
Hakikat burcunda her dem “Hak” dedik
İninden çıkmış da ötüyor hödük
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göz görür vahşeti,yürek kan ağlar
Kırağı çaldı da bozuldu bağlar
Mazlumun sesine ses verir dağlar
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Rüzgâr ekenler hep fırtına biçer
İnsan dost elinden zehir de içer
Gün doğar ufuktan,karanlık göçer
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Sözü geçmez olmuş evde eşine
Takılmışlar çulsuz,itin peşine
İstesek koyarız sansür düşüne
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bozbulanık sular durulur bir gün
Hesap terazisi kurulur bir gün
Kahpenin hesabı sorulur bir gün
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
M.NİHAT MALKOÇ
TİYATRO YAZARLARININ DUAYENİ: RECEP BİLGİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Tiyatro hayatın sahnede canlandırılmasıdır bir bakıma…İnsanlık var olduğundan beri tiyatro da var olmuştur.Fakat zamanla değişmiş,başkalaşmış ve her geçen gün gelişmiştir.
Türk tiyatrosu Osmanlı’dan günümüze kadar her geçen gün hızla gelişerek bugünlere gelmiştir.Cumhuriyetten evvel,daha çok geleneksel Türk tiyatrosu mevcuttu.Cumhuriyetle beraber tiyatromuzda da diğer alanlarda olduğu gibi batılılaşma açılımları gerçekleşmiştir.
Tiyatromuzun bugünlere gelmesinde en büyük katkıyı sağlayanlardan birisi hiç şüphesiz ki Muhsin Ertuğrul’dur. 1927'de, Darülbedayi'nin başına geçen Ertuğrul kısa zamanda tiyatromuzun batıyla bütünleşmesini sağlamıştır.
Günümüzde tiyatrolarımızın en büyük meselelerinden birisi yerli oyunların azlığıdır.Türk Milleti çok derin bir kültürel geçmişe sahiptir.Çağlar açıp kapayan bir neslin evlâtlarıyız biz…Fakat gelin görün ki yıllardan beri Batılı yazarların yazmış olduğu oyunlara mahkûm tiyatromuz…
Türkiye’de niçin yeterince yerli oyun yazıl(a) mıyor? Yeni yetme bir millet olmadığımıza göre bunun sebeplerini araştırarak nerede hata yaptığımızı gün yüzüne çıkarmalıyız.
Konu mu yok yazacak….Bu kadar savaşlar geçirmiş,bu kadar medeniyetler kurmuş bir millet,yazacak konu bulamıyorsa doğru dürüst bir tarihî geçmişi olmayan Amerika gibi milletler ne yapsın? Aksine onlar bu hususta bizden kat kat ilerden gidiyorlar.
Bu konu da nerden çıktı diye düşünmüş olabilirsiniz.Biliyorsunuz ki Türk tiyatrosunun önemli oyun yazarlarından birisi olan Recep Bilginer geçtiğimiz günlerde(17 Haziran 2005 Cuma) geçirmiş olduğu kalp krizi sonucu 83 yaşında iken aramızdan ayrıldı.Gazeteci ve tiyatro yazarıydı O…Kimdi Recep Bilginer? Ne kadar tanıyorduk onu? …Dilerseniz bir hatırlatalım…
1922'de Adana'da doğan Bilginer, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Gazetecilik mesleğine 1944'te Vatan gazetesinde başlayan Bilginer, Akın ve Tasvir gazeteleriyle Düşünce ve Yeni Çağ adlı dergileri çıkardı. Daha sonra tarihsel konulu oyunlar yazmaya başlayan Bilginer'in pek çok oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu ile Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ile Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibi de olan Bilginer, “İsyancılar”, “Sarı Naciye”, “Yunus Emre”, “Mevlâna” adlı oyunlarla “Politikada Bir Sarıçizmeli”, “Hapiste Bir Gazeteci” ve “Zenginler Hükümeti” gibi kitapların yazarıydı.
Pek çok oyunu sahnelenmişti Bilginer’in…Bu oyunlardan birisi de “Yunus Emre” adını taşıyordu.Geçtiğimiz yıllarda Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde gösterilmişti.Fakat beğenmemiştim bu oyunu….Adından da anlaşıldığı gibi Yunus Emre’nin hayatını anlatıyordu bu oyun…
Bildiğiniz gibi Yunus Emre 13.yüzyılda yaşamış bir mutasavvıftır.Ömrünü Allah yolunca geçirmiştir.Sevgisinin merkezinde hep Allah vardır.Diğer varlıkları da Allah’ın kulu oldukları için sevmiştir.Bunu da “Yaradılanı hoş gör Yaratandan ötürü” dizesiyle dile getirmiştir.
Fakat Recep Bilginer yazmış olduğu biyografik tiyatro eserinde Yunus’u tabir caizse tam bir zampara olarak tasvir etmiştir.Oyun boyunca genç ve güzel kızlarla hemhâl etmiştir Yunus’u….Oysa Yunus’un şiirlerindeki aşk Allah aşkıdır.Onu Karacaoğlan gibi mecazî aşklarla meşgul göremezsiniz.Çünkü o bir veli âşıktır.Başka türlü davranması da mümkün değildir.
Oyunun ilerleyen bölümlerinde de Yunus Emre’yi Batılı mânâda insanı putlaştıracak derecede kutsayan bir hümanist olarak sunmuştur tiyatro severlere…Bu bir bakış açısıdır elbette.Fakat bu bakış açısı gösteriyor ki Bilginer Yunus’u ya hakkıyla tanıyamamış ya da fikrine alet etmiştir.
Recep Bilginer,yazdığı kıymetli eserlerle yerli oyun boşluğunu dolduran bir kalemdi.Hakikaten yerli eser hususunda çok büyük boşluklar var tiyatro sahasında….Bu millet yabancı oyun seyretmekten bıktı artık…İçimiz dışımız Shakespeare ve Moliere oldu. “On İkinci Gece”, “Cimri”…Hep aynı şeyler….Sıktı bizi,cendereye soktu…Tamam bu oyunların kalitesine diyeceğimiz yok.Fakat hep de aynı aş ısıtılıp ısıtılıp insanların önüne koyulmaz ki….Meselâ Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunu çocukluğumdan beri oynanır durur.Nerdeyse benden yaşlı bir oyun….Ezberledik satır satır…
Recep Bilginer’in aramızdan ayrılması tiyatromuz için çok mühim bir kayıp….Kaliteli yerli oyun kıtlığının hat safhaya ulaştığı bu zaman diliminde ona çok ihtiyacımız olacak.Fakat onu takip edecek yeni isimler,bu boşluğu doldurmak için gayret sarfedecektir.Büyük devletlerde gidenlerin yerini dolduracak isimlerin olması kaçınılmazdır.Aksi takdir de o devletin ve milletin büyüklüğü kuru bir sözden öteye gidemez.Recep Bilginer aramızdan ayrılsa da bugüne kadar yazmış olduğu oyunlar,bundan sonra da oynanmaya devam edecektir.O oyunlar oynandıkça da Recep Bilginer sevenlerinin yüreğinde yaşayacaktır.
KARADENİZ'İN ASİ ÇOCUĞU: KÂZIM KOYUNCU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanları birleştiren bir kısım unsurlar vardır.Bu unsurlardan biri de müziktir.Müziğin dili de kanaatimce evrenseldir.Tabiki siyasî içerikli müzikleri bunun dışında kabul ediyoruz.Çünkü o tarz müziklerde farklı gayeler bulunabilir.
Karadeniz müziği de ülkemizin zengin müzik yelpazesinin bir parçasıdır.Bu müziğin ana enstrümanı kemençedir.Bunun dışında tulum da özellikle Artvin taraflarında yaygın olarak kullanılır.
Ülkemizde farklı ırklardan insanların bulunduğu bir gerçektir.Fakat hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında birleşiyoruz.Zaten bugünkü dünyamızda saf bir ırktan oluşan devlet ve millet göstermek mümkün değildir.Bu belki gerekli de değildir.Zira bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı'da onlarca ırktan insanlar ortak bir eksende daha mutlu ve refah içinde yaşamanın mücadelesini vermişlerdir.Bu mücadele altı asrı aşkın bir süre başarılı bir biçimde devam etmiştir.
Müzikte de farklı renklerin olması bir zenginliktir.Aksi hâlde yeknesak ve sıkıcı olur.Bundan dolayı farklı dillerde müzikler yapılmaktadır ülkemizde…Bu dillerden birisi de Lazca'dır.Fakat gerçekten kendi grameri ve kelime dağarcığı olan Lâzca'dan bahsediyoruz.Hani yaygın bir yanlış kanı vardır ya…Karadeniz'de yaşayanları Laz olarak nitelerler.Onların konuşmalarına da Lazca derler.Oysa Karadeniz'de sadece Rize ve Artvin civarında az miktarda Laz vardır.Bunlar kendi aralarında Lazca konuşurlar.Fakat ırklarını asla ön plana çıkarıp tartışma konusu yapmazlar.Kardeşçe yaşarlar…Zira bu devlet hepimizindir.Herhangi bir ayrım yapmak ihanettir.
Kansere yenilerek ebediyete göçen Kâzım Koyuncu da Laz müziği yapan değerli bir insandı.Çok kaliteli ve özgün müzikler yapıyordu.Kaçkarlar'ın gür sesini Türkiye'ye ve dünyaya duyuran bu yürekli insan,Karadeniz ezgilerine hayat veriyordu. Peki kimdi Kâzım Koyuncu? ...Biraz daha yakından tanıyalım merhumu….
Hopa'da 1972 yılında doğan Koyuncu, müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul'a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşan Koyuncu, 1992'de profesyonel müzik yaşamına geçti. Karadenizli genç şarkıcı Kazım Koyuncu, Türkiye'nin ilk laz-rock grubunu kurmuştu.
Türkiye'nin ilk laz-rock grubu olan 'Zuğaşi Berepe' yi kuran Koyuncu, bu grupla 1995'te 'Va Mişkunan' (Bilmiyoruz) , 1998'de de 'İgsaz' (Gidiyor) isimli albümleri yaptı.
Koyuncu, 1998'in sonunda 'Zuğaşi Berepe' nin dağılmasının ardından tek başına müziğe devam etti ve 'Salkım Söğüt' isimli projelerin ikincisinde üç şarkıyla yer aldı.
Kazım Koyuncu, 2001 yılında ilk solo albümü 'Viya' yı çıkardı. Daha sonra bir TV kanalında yayınlanan ve çok sevilen 'Gülbeyaz' adlı dizinin hem müziklerini yapan, hem de dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev alan Koyuncu, 'Sultan Makamı' dizisinin de müziklerini hazırladı.
İkinci solo albümü 'Hayde' yi Nisan 2004'te çıkaran Koyuncu, yaklaşık altı aydan beri kanser hastalığıyla mücadele ediyordu.
Çok genç yaşta ayrıldı aramızdan Koyuncu….Henüz 33 yaşında iken….Yaşasaydı kim bilir neler yapacaktı.Karadeniz ezgilerini dünyanın öbür ucuna taşıyacaktı.
Geleneksel Karadeniz çalgıları olan kemençe, tulum ve kavalın yanı sıra zamanın sesleri olan gitarlar da Kâzım Koyuncu'nun müziğini besliyordu.
Kanser asrımızın vebası…Son yıllarda kanser vakalarında hızlı bir artış var.Kimin ne zaman kanser olacağı belli değil.Hepimizde bir korku var kansere dair! ...Ya sıradaki bensem…Kim bilir,kader deyip geçiyoruz.Acaba bu kadarı da kader mi? Çernobil'den sonra kanserden ölen kişilerin sayılarının artması tesadüf mü? Parça parça ölüyoruz.
Uzun saçlı,yakışıklı ve sempatik insan Kâzım Koyuncu yok artık aramızda…Tekrarı yok bu filmin….Onu yaşatacak tek şey var… O da kısa ömrüne sığdırdığı birbirinden güzel müzikler…Müziğin sıradanlaştığı ve üretkenliğin azaldığı bu dönemde onu kaybetmek üzücü…Fakat onun yolundan gidecek ve bu alanda yeni ezgiler üretecek yeni insanlar da gelecektir elbette….Hayat iyisiyle kötüsüyle devam ediyor.Genç ölüye Allah'tan rahmet diliyorum.
ZARİF BİR YÜREK: CAHİT ZARİFOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ
Şâirler yüreklerimizin tercümanıdır.Onlarla görürüz,onlarla düşünür,onlarla hayal ederiz.Bu yürek dostları olmasa nasıl ifade ederdik hislerimizi? ....Dünya onlarla güzel…Kanın ve barut kokusunun gök kubbemizi sardığı bu çağda şâirler az da olsa hayatımıza renk katıyorlar.Bize insanî hislerin ölmediğini haykırıyorlar.Katılaşan yüreklerimizi yumuşatıyorlar.
Hislerimizin soylu tercümanlarından olan Cahit Zarifoğlu’nu bundan 18 yıl evvel kaybettik.1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başlayan hayat serüveni 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul'da tamamlandı.Bu kısa ömre çok şey sığdırdı O…Dördü şiir, biri hikâye, biri roman, biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser bıraktı bizlere...
Bir elinde birden çok karpuz tutan ender şahsiyetlerden biri olan Cahit Zarifoğlu,edebiyat dünyasında şâir olarak tanıttı kendini.Her ne kadar hikâye,roman,deneme,günlük ve tiyatro türlerinde eserler yazsa da şiirde yoğunlaştı. “İşaret Çocukları” adını taşıyan şiir kitabı onun şiirinin çıkış ve zirve noktasıdır.
O da pek çok şâir gibi Maraşlı’dır.Maraş’ın bu kadar çok ve büyük şâirler çıkarması da ayrı bir merak ve araştırma konusudur.
Onun dört tane şiir kitabı var,demiştik.Bunlar: “İşaret Çocukları (1967) ”, “Yedi Güzel Adam (1973) ”, “Menziller (1977) ”, “Şiirler (1989) ” adlarını taşıyor.
Zor şiirlerdir Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları….Vasat bir okuyucu onu anlamakta hayli zorlanır.Onun için de geniş kitlelere hitap edememiştir.Fakat bu durum onun şiirinin edebî açıdan kıymetini asla düşürmez; aksine artırır.
O,şiirlerinde sürekli bilinçaltını kurcalar durur.Bununla beraber felsefî uzantıları var şiirlerinin…Yazdığı pek çok şiirde gözle görülür bir derinlik mevcuttur.Bazen kelimeleri şifreler…Anahtar rolü oynayan mazmunu bulduktan sonra mânâ,çorap söküğü gibi gelir.Onu ve şiirlerini anlamak için okuyan kişinin belli bir fikri altyapısı olması gerekir.Bu yönüyle onu Behçet Necatigil’e benzetenler de olmuştur.
Aslında Zarifoğlu,şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır.Bu yönüyle anlaşılır gözükse de şiirsel derinliği çözme bakımından zordur eserleri…İlk bakışta sıradan gözükür yazdıkları….Fakat her kelimede bir derinlik ve mesaj yükü vardır.Bunu anlamak için köklü bir şiir bilgisi ve felsefi birikim gerekir.Bu demek değildir ki bütün şiirleri böyledir.Vasat okuyucunun vakıf olabileceği şiirleri de vardır.
Onun şiirlerinde ölçü ve kafiye bulamazsınız.Bu boşluğu mânâ derinliğiyle doldurmuştur.Yani kafiyenin ahenginden istifade etmemiştir.Lâkin şiirlerinde zaman zaman bir iç kafiye sezilir.Kelimeleri kullanışı ölçülüdür.Görünürde basit gözükse de yazmaya kalktığınızda zor olduğunu fark ettiğimiz şiirlerdir bunlar….Bu şiirlerin çok uzun zaman dilimlerinde yazıldığı da bir gerçektir.Bazı insanların sandığı gibi bir çırpıda yazılmamıştır bu şiirler….Bir çilenin ve fikir sancısının ürünüdürler.Dostlarıyla ve şiirle ilgili enteresan kanaatleri vardır Zarifoğlu’nun...Bunları kendisinden dinleyelim isterseniz:
“Biri benimle şiirim yüzünden ilgilenirse ve hele beğenirse, çok sıkılırım.Tepeleme bir şâir gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır. Bilmelerini de hiç istemem, zira hemen tavır alırlar. Onlar bu yönde belli bir tavır alınca da benim şâir yaşamımı etkiler. Zira, dostlarım 'halktan' tabir edilen kişilerdir. Esnaf, küçük memur, şoför, balıkçı, küçük muhasebeci, işçi vs. gibi kişiler….
Ben yaşarım. Hareketli, canlı, kıvıl kıvıl yaşarım. Ve hayattan sızlandığım hemen hiç görülmez. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgâhlayan bir mekanizma vardır içimde. Aman ne de bencildir. Şiir bir tüm olarak hep kendisinde kalsın ister. Ne zaman ki doymuş bir eriyik gibi, şiire doyar ve benim içeriye habire dolduklarımı artık kabul edemez olup, gelenlerin ısrarı karşısında bir yara gibi zonklamaya başlar, o zaman izin verir, bir-iki şiir yazarım. Onun vekili gibi yaşarım...”
Bazı insanların zannettiği gibi Cahit Zarifoğlu,halktan kopuk ve içine kapanık bir insan değildir.Yüreği sevgi dolu,sıcak bir yürek dostudur.Şiirini anladığımızda şüphesiz ki onu daha çok sevecek ve kendimize yakın bulacağız.Bu,kadri bilinmemiş,büyüklüğü göz ardı edilmiş aydını ve şâiri ölümünün 18. yılında rahmetle anıyoruz.Bıraktığı boşluğu her geçen gün daha çok hissediyoruz.
GURBETTEN SILAYA TRABZON
Ana yurdum Trabzon’um yoktur bir eşin
Şimdi burnumda buram buram tütersin
Soldurdun aşklarımı,yıktın ümitlerimi
Yakarsın hasretle yüklü yüreğimi
Boztepe’m yine dimdik mi bakarsın gene
Limanda yük boşaltan gemilere
Maraş Caddesi burda anlatıyorum seni
Gazipaşa yokuşu ne tez unuttun beni
Ganita çırılçıplak mısın öyle denize nazır?
Sen ya Değirmendere yine isyana hazır
İsmim yazılıdır her sokağa,her taşa
Bilirim hep susarsın yorgunsun İskenderpaşa
Atapark dindi mi kanayan yaran?
Var mı beni Fatih’te dostlardan soran?
Ya sen Moloz,acaba öyle bet kokar mısın?
Erdoğdu,Trabzon’a güvenle bakar mısın?
Yakışır mı sana Uzunkum bu işve,bu naz?
Beşirli güzelliğin sana da kalmaz
Duydum ki unutmuşsun ben vefalı dostunu
Ne yapalım Mumhane bu kaderin oyunu
Bir başka olurdu,çekilmezdi nazları
Kunduracılar’ın narin tezgâhtar kızları
Yığın insanla dolu Çömlekçi,Rus Pazarı
Hatırasını korur Esentepe yazları
Trabzon hamsisiyle meşhurdur dünyada
Dolaşır mı turistler gene Ayasofya’da?
Bak,gör ki Tabakhane tarihe şahit olur
Soğuksu çamlıkları temiz havayı solur
Boşuna akmış değil Trabzon’daki kanlar
Göğsümüzü kabartır Gülbahar’da ezanlar
Ortahisar’da evler fetihi canlandırır
Kalepark geceleri bir başka şenlendirir
Sahil boyu şahit ol balıkların hasına
Kaptırırsın kendini denizin havasına
Kalkınma’da dolaşır üniversite kızları
Söğütlü’de kızların yürek yakar sözleri
Yıldızlı bir başına yaşar sahil boyunda
Trabzon insanının asalet var soyunda
Meydan’da sosyeteler oturur,eğlenirler
Uzunsokak’ta kızlar endamı gösterirler
Bazı yerde içkiler,mezeler katılıyor
Bahçecik’te Akif’in ruhu yaşatılıyor
Karanlığa bir güneş gibi doğ Trabzon’um! ...
Ortaçağı parçala,süpür boğ Trabzon’um! ...
Taşın toprağın altın,yakuttur Trabzon’um! ...
Hatıralarım sende,sendedir çocukluğum
Sana olan borcumu veremem Trabzon’um! ...
Masmavi denizine,insanına hayranım
Seni anlatmak çok zor azizim Trabzon’um! ...
Sende doğdum,büyüdüm,sendedir sonum…
(23 MART 1993/GÜMÜŞHANE)
M.NİHAT MALKOÇ
PULATHANE(AKÇAABAT)
Sen Pulathane’yi gezdin mi dostum?
Bir görmeden tarif etmek zor şimdi
Güzelliği sen de sezdin mi dostum?
Sualini yavaş yavaş sor şimdi
Güzellikler bölüşülür,paylanır
Ağıtlarda hasret,acı söylenir
Hıdırnebi Yaylası’nda yaylanır
Kavranlara basılmıştır lor şimdi
Buralarda fitne,fesat az olur
Müminin yüzünde nurdan iz olur
Hakikate giden yollar düz olur
Gerçekleri görmeyenler kör şimdi
Bahçelerde çiçek açar,yaz gelir
Baharla birlikte bize haz gelir
Koca ömür insanlığa az gelir
Aç gözünü hakikati gör şimdi
Yücesinde boz bulanık kör duman
Hasat vakti gelir kurulur harman
Çiçeklerde saklı bin çeşit derman
Yeşilliği gözlerimde fer şimdi
Sabah namazında kalkılır işe
Tez vakitte haber salınır eşe
Haram yiyip asla dönülmez köşe
Köylünün sırtından akar ter şimdi
Mutluluk ışığı yansıyor gözde
Samimiyet elbet gizlidir sözde
Seher vakti rızk aranır denizde
Deryalara atılmıştır tor şimdi
Muhabbetler büyür dönüşür aşka
Aşk varsa gönülde gerek yok köşke
Ömrüm bu toprakta geçseydi keşke
Hicrandan vuslata erer yâr şimdi
İrem’i andırır yeşil bağları
Yücelere kanat gerer dağları
Afiyetle yenir taze yağları
Doğru mu,yanlış mı,karar ver şimdi
Gecenin kör vakti garipler ağlar
Denizler köpürür,ırmaklar çağlar
Yeşile bürünür çiçekli bağlar
Menekşeler bahçelerde mor şimdi
Hiçbir yer değildir gönlüme göre
Hicran ateşine,kavuşmak çare
Gitmeye meylim yok başka bir yere
Şuraya bir yatak,yorgan ser şimdi
On Yedi Şubatlar bayramdır bize
Döküldü düşmanın leşi denize
İmanla Salip’i getirdik dize
Hakk’a karşı kenetlenmiş şer şimdi
Övünmek hakkımız düşman utansın
Ülkemi bölüşen ferman utansın
Türk’e kefen biçen cihan utansın
Olanları hayırlara yor şimdi
Akçabatlı’m Sargana’yı unutma
Garibi hor görüp zalimi tutma
Ceddinin sözünü yabana atma
Hayatını muhabbetle ör şimdi
Hasret hançer olur, boynumu vurur
Ruhumu bedenden alıp savurur
Yüreğimi baştan başa kavurur
İbrahim’in ateşinde kor şimdi
Sılanın zehiri,kederi gurbet
Ölümün ötesi,beteri gurbet
Garibin azığı,kaderi gurbet
Piştik artık yakmaz bizi nâr şimdi
Köftesi,horonu mühürdür çağa
Başlasın eğlence,dizilin sağa
Çek dizleri,tenin değsin toprağa
Dört bir yanda oynanıyor bar şimdi
Ne söylesem el âleme söz olur
Söylemesem yüreklerim köz olur
Bahar gelir,benim ruhum güz olur
Karadağ’da üşür yağan kar şimdi! ...
M.NİHAT MALKOÇ
KAHIR KURŞUNLARI
Kays'tım,Mecnûn eyledi yüreğimin sahibi
Hiç tanımazmış gibi uzaktan bakıp gitti.
Göz kırpmadan bağladı darağacına ipi
Büyüttüğü sevdanın pimini çekip gitti
Mevsimlerden sonbahar,vakit bir akşamüstü
Karanlıklara inat şafağı söküp gitti
Mâziye sünger çekip hatıralara küstü
Beyaz gül bahçesine kaktüsler dikip gitti
Bilinmeze yol alıp açılırken her gemi
Gönül limanlarını nefretle yıkıp gitti
Büyüyüp korlaşırken yüreğimin matemi
Bana dudaklarını,gülerek,büküp gitti
İlhama pusu kurdu,yarım kaldı şarkımız
Sözümü boğazıma bir güzel tıkıp gitti
Kanatları kırılmış kuşlardan yok farkımız
Evvelki duyguları başıma kakıp gitti
Rüya gibi,gözümden gitmez o gül endamı
Nazlı bir ceylan gibi önümden sekip gitti
Değişmezdim Ferhat'la büyüttüğüm sevdamı
Mâziyi hatırlayıp gözyaşı döküp gitti
Sermayemi yükledim gayri ecel atına
Zehirli akrep gibi ruhumu sokup gitti
Kıymet vermem dünyanın fâni saltanatına
Kahır kurşunlarını bağrıma sıkıp gitti
Gamzeler belirirdi yanağında gülünce
Tuna nehri misali kalbime akıp gitti.
Kurtlara yem olacak güzelliğin ölünce
Meydan okudu aşka,şimşekler çakıp gitti
Tükendi umut faslı,sakınmadı sözünü
Fitne tohumlarını gönlüme ekip gitti
Düşürdü can evime intizarın közünü
Kalbin aysberglerini hışımla yakıp gitti
M.NİHAT MALKOÇ
İŞTE GELDİK GİDİYORUZ
Bâkî sandık bu dünyayı
Heder ettik günü,ayı
Koskoca ömrümüz zâyi
Her geçen gün bitiyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Ümit yok yarına dair
Manzara ortada,zâhir
Fitnede,fesatta mâhir
Söze yalan katıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
İnsanlar suçlu avında
Demir dövülür tavında
Gör ki haksız yok savında
Çırpındıkça batıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Para olmuş anayasa
Gayri tanımayız tasa
Boş gönlümüzdeki kasa
Ruhumuzu satıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Beğenmez amiri memur
Hepimizin özü çamur
Çok su götürür bu hamur
Her gelene çatıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Kafalar akşamdan demli
Garibanın gözü nemli
Patronlar yukardan yemli
Zehir zıkkım tadıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Çalışanı mumla ara
Nasıl düşmeyelim dara?
Çekil aradan Ankara! ...
Hep yan gelip yatıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
(13 OCAK 2005 PERŞEMBE)
M.NİHAT MALKOÇ
ÜÇ MEVSİMLİ DÜNYA
Bir dünya kuruyorum pembe hayallerin üstüne
Bir dünya ki geceleri gündüze gebe
Pembe duyguların kol gezdiği,
Her aşığın vuslata erdiği,
Üç mevsimli,
Kışı olmayan,
Sahilleri yosun kokan,
Güvercinleri,ağlatmayan,
Adını saadet koyduğum
Bir dünya kuruyorum yine
-Hakikatte ne mümkün-
Resim defterimin üstüne! ...
M.NİHAT MALKOÇ