Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • şiir03.12.2005 - 18:19

    ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLENENLER

    M.NİHAT MALKOÇ
    Dünyada ve Türkiye’de geçmişten günümüze kadar edebî türler içerisinde üzerinde en çok kalem oynatılan tür, hiç şüphesiz ki şiirdir. Neredeyse insanlıkla yaşıt olan şiir, hep birinci sıradaki yerini korudu. Her gelen şâir, şiir zincirine kendince bir halka ekledi.
    Şiire aşırı derecede rağbet edilmesinin en büyük sebebi ruhumuza hapsettiğimiz insanî hisleri geniş kitlelerle paylaşma temayülüdür. Diğer bir neden de şiirin kolaylıkla, bir çırpıda okunabilme özelliğidir. Durum böyle olunca şiirin okuyucusu da diğer türlere göre daha çok oluyor. Yazmadaki pratiklik de bir başka etken olarak gösterilebilir. Bunu derken şiirin diğer türlere göre üretme açısından kolay olduğunu kastetmiyoruz. Şiir belki de ez zor yazılan türdür. Çünkü şiirde kelimeleri tasarruflu kullanmak zorundasınız. Diğer bir deyişle az sözle çok ve derin mânâlar ifade etme mecburiyeti vardır. Bu da duygu yoğunluğunu ve hissiyat üzerinde odaklaşmayı zorunlu kılıyor.
    Bugüne kadar milyonlarca şiir yazıldığı gibi, bu tür üzerinde fikir jimnastiği de yapıldı. Şâirler, yazarlar ve düşünürler şiire kendi pencerelerinden baktılar. Bakış açıları ölçüsünce gördüler ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaştılar. Şimdi şiir üzerine sesli düşünen yerli ve yabancı aydınların düşüncelerini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
    “Şiir, güzellikte çarpışan tek gerçektir.” (GLFİLLON)
    “Bilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer.” (FUZULİ)
    “Şiirin, düzyazıdan ayrıldığı nokta şudur: Az sözcükle çok şey söylemek.” (VOLTAİRE)
    “Şair ve sanatçı için iki şey gerek: Gerçeğin üzerine çıkmak, maddenin dışında kalmak.” (SCHİLLER)
    “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, /Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” (M.EMİN YURDAKUL)
    “Şiir, düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılır.” (MALLARME)
    “Şiir benim içimde bir amaç değil, tutkudur.” (EDGAR ALLEN POE)
    “Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.” (NERUDA)
    “Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.” (NERUDA)
    “Yemiş gibi, güzel şiir de yavaş yavaş olgunlaşır.” (ALAİN)
    “Resim, dili olmayan bir şiir, şiir de kör bir resimdir.” (LEONARDO DA VİNCİ)
    “Resim, sözcüksüz şiirdir.” (HORATİUS)
    “Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır.” (CHATEAUBRİAND)
    “Şiir, ruhun müziğidir.” (VOLTAİRE)
    “Şâir, şiiri ve eylemleriyle halkının gelişip olgunlaşmasına katkıda bulunmalıdır.” (NERUDA)
    “Şiir demek, ıstırap demektir.” (BALZAC)
    “Şiir, bir akıl hastalığıdır.” (ALFRED DE VİGNY)
    “Şâir, doğa gibidir,kendisinde gizlenmiş güzellik hazinesini ancak onu keşfedebilmesini bilenlere verir.” (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
    “Şâir, bir dünya yapar ve ona can verir.” (MAUROS)
    “Şiir, yalnızlığın dostudur.” (CERVANTES)
    “Şiir, tanrıların dilidir.” (TURGENYEV)
    “İçimizdeki şiir ikliminde her yıl, yepyeni ve taze istekler açılır.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Gerçek şiirler, nesir hâline getirildiğinde bile, dizeye gereksinim duymazlar.” (VALERY)
    “Şiir, salgındır, bulaşıcıdır.” (ELUARD)
    “Şiir, bir süs eşyası değil, yararlı bir nesnedir.” (ELUARD)
    “Şiiri yirmi dört saat yaşamak gerek.” (RİTSOS)
    “Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum.” (RİTSOS)
    “Şiir, hem ozanın hem de yazıldığı çağın resmidir.” (ERİK STİNUS)
    “Düzyazı yürümeye, şiir ise dansa benzetilebilir. Yürümenin kendisi dışında bir amacı vardır. Dansın amacı ise, kendisidir.” (VALERY)
    “Şiir, bizi ruh ve bedenimizle içine almadıkça nesirdir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Tüm çağlarda, yazarın soylusu ezilenden yana, soysuzu ezenden yana olagelmiştir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Şiir, güzellik işçisi ozanın sanatıdır.” (AHMET İNCE)
    “Halk, kendi yazarını buldukça uyanır, bulmadıkça uyur.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı, insana ancak şiir sevdirir.” (SAİT FAİK ABASIYANIK)
    “Halk, şâirden aydınlıkta ve karanlıkta olduğu gibi, sokakta ve dövüşte de yerini almasını ister.” (NERUDA)
    “Bahar nasıl isyancı ise, şiir de başkaldırıdır.” (NERUDA)
    “Ben kendimi şiire, şiirimi de evrensel sevgiye adadım.” (AHMET MUHİP DRANAS)
    “Şâir, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur.”
    (NERUDA)
    Şiir üzerine söylenenler tabiki bunlardan ibaret değil. Bunları daha da çoğaltabiliriz.Fakat maksat hasıl olduğu için bu kadarla yetiniyorum. Bu tarz değerlendirmeler şiirin ufkunun genişlemesine katkıda bulunacaktır. Yerel şiirden evrensel şiire ulaşmak için sadece dar çerçevede kalmayıp ufkumuzu dünyaya çevirmek durumundayız. Her alanda olduğu gibi şiirde de kabuğumuzu kırıp evrensel olana yönelmeliyiz. Sanatta kalıcılık yerellikten öte, dünyaya ayak uydurmakla mümkündür.

  • bayram03.12.2005 - 18:18

    BAYRAMLAR BAYRAM OLA! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zaman bir su misali akıp gitti yine…Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalayıp durdu…Yepyeni ve taptaze coşku ve heyecanlarla dolu bir Ramazan bayramını idrak ediyoruz. Bu bizim için bahtiyarlıkların en heyecan vericisi olsa gerek…
    Fakat bu yıl bayramı biraz daha buruk yaşıyoruz. Çünkü Müslüman toprakları kan ve gözyaşıyla sulanmış…İnananların feryadı ve elemi dinmiyor. Irak’ta yıllardan beri Amerikan zulmü yaşanıyor. Sahabe kabirleri düşman çizmeleri altında…
    Müslüman devletler arasında Türkiye’ye kayıtsız ve şartsız bir sevgi besleyen Pakistan, depremin acılarını henüz üzerinden atamamış…O Pakistan ki bize en zor zamanlarımızda kucak açmış, kadınları kollarındaki bilezikleri çıkararak millî mücadelemize kendilerince katkıda bulunmuştur. Bugün onlar bizlerden medet umuyor. Yardım elimizi uzatmamızı bekliyor. Tarihî bir imtihan veriyoruz bu anlamda….
    Bu şartlar altında olsa da bayramlar diğer günlere nazaran farklı bir atmosferi hayatımıza taşıyorlar. İçimizin kıpır kıpır olmasını sağlıyorlar. Gönül dünyamızı şenlendiriyorlar. Akrabalarımızı ve cümle dostlarımızı görüyoruz bu mânâda…Bayramlar olmasa sıla-ı rahim mevhumu lügâtimizden silinecek …
    Bayramlar merhamet duygularımızın inkişaf ettiği müstesna zaman dilimleridir. Barış ve kardeşliğe vesiledirler. Dostlukların pekiştiği, sevinçlerin çoğaldığı, hayallerin gerçek olduğu, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu sevgi dolu anların hayatımıza aksidir bu güzide günler…
    Kainatın yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki Ramazan bereketiyle, bolluğuyla geldi, tüm insanlık için hayırlara vesile oldu. Gönüllerimizin pası silindi. Bir ay da olsa hayatımız düzene girdi. Cinayet ve kavgalar önceki zamanlara nazaran kat kat azaldı. İnsanlar hâl ve hareketlerinde vicdanının sesine kulak verdi. Büyük bir imtihanı hayırlısıyla geçtiler.
    Edebiyatımızın en büyük isimlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde bayramın manevî cephesini o harikulâde üslûbuyla şöyle yansıtıyordu bizlere:
    “Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
    Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
    Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
    Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
    Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
    Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
    Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
    Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
    Bir geliş var! .. Ne mübarek, ne garip âlem bu! ..
    Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
    Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
    O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
    Bu sükunette karıştıkça karanlıkla ışık
    Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
    Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
    Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
    Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
    Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.”
    Biz Yahya Kemal’in bu asil hissiyatını tadamıyoruz bugün….Zaman pek çok şeyle birlikte bayram coşkumuzu da aldı yüreğimizden…Bayramlar eskisi gibi haz vermiyor inananlara…Çünkü dünyaya ve hayata bakışı değişti insanların…Maddiyat, manevîyata tercih edildi. İnsaf duyguları törpülendi. Böyle de olsa bayramları bayram gibi yaşamalı ve yaşatmalıyız. Biz yaşayamıyorsak bile bu ulvî hisleri geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza yaşatmalıyız. Bütün Müslümanların mübarek Ramazan bayramını kutluyor, herkes için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

  • attila ilhan03.12.2005 - 18:16

    AN GELDİ…ATTİLA İLHAN ÖLDÜ
    M.NİHAT MALKOÇ
    Ömür sayılı günlerden ibaret…Uzun veya kısa…Ne fark eder ki! ...Neticede belirli günlerden ötesi yok… Bir türküde geçtiği üzere “Bin sene de yaşasan son durak kara toprak” Büyük usta Attila İlhan “An Gelir” adlı şiirinde şöyle diyordu kendi hayatı ve ölümüne dair:
    “görünmez bir mezarlıktır zaman
    şâirler dolaşır saf saf/ tenhalarında şiir söyleyerek
    kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yüksek-
    saatli bir bombadır patlar
    an gelir/attilâ ilhan ölür”
    Öyle de oldu…An geldi…Ve aşklarımızın büyük şâiri Attila İlhan aramızdan ayrıldı. O an ki, seksen yıllık bir çınarı yerinden söktü. Ama bu çınarın kökleri, yüreği sevgiyle atan, gönlü maddeden arınmış sevdalıların kalbini sarıp sarmalamıştı.
    15 Haziran 1925’te Menemen’de filizlenen çınar, bir sonbahar vaktinde 11 Ekim 2005 tarihinde İstanbul'da kurudu. Çok verimli ve hareketli bir ömür geçiren İlhan, hayatı başkalarının tayin ettiği şekilde yaşamamak için insanüstü bir çaba harcadı. Başına ne geldiyse de bu yüzden geldi.
    İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza Nazım Hikmet’in şiirini göndermesi nedeniyle 1941’de tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında tutuldu. İki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı.
    Gencecik bir insanın, hayatının baharında bunca sıkıntıyla karşılaşması onu fevkalâde üzdü doğal olarak…Fakat bu onun direncini ve mücadele gücünü daha da inkişaf ettirdi.
    Ömrünün önemli bir kısmı İstanbul-Paris hattında geçti.
    Bir yığın şiir, roman, öykü, senaryo, deneme, anı, söyleşi, çeviri türünde eser bıraktı geriye… Sevenleri bu eserlerle avunacak bundan sonra.
    Onun şiirimize bambaşka bir hava ve ufuk kazandırdığı inkâr edilemez. Şu kitaplar aşklara yelken açan aşıkların elinden düşmeyen sevgi nâmeleri değil de nedir? .. Duvar Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Belâ Çiçeği, Yasak Sevişmek, Tutuklunun Günlüğü, Böyle Bir Sevmek, Elde Var Hüzün, Korkunun Krallığı, Ayrılık Sevdaya Dâhil, Kimi Sevsem Sensin… Bu kitaplar, bu şiirler duygularımıza tercüman oldu yıllarca….Aşk mektuplarımızın bir köşesine işlendi yaldızlı kalemlerle….
    Attila İlhan romanlarıyla da duygularımızı harekete geçirmiştir. Hayatın en büyük gerçeği olan aşkı ve sevgiyi satır satır nakşetmiştir kitapların bizi kucaklayan aydınlık göğüne… Sokaktaki Adam, Zenciler Birbirine Benzemez, Kurtlar Sofrası, Aynanın İçindekiler, Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz, Fena Halde Leman, Haco Hanım Vay, Allahın Süngüleri, Reis Paşa
    Attila İlhan çok yönlü bir yazardı hiç şüphesiz. Edebiyatın ve hayatın her alanında “ben varım “ diyebilen bir kalem ustasıydı. Başarılıydı da üstelik… Romanlarının yanında öyküleri de hayatın bin bir rengini sunuyordu okuyucularına… “Yengecin Kıskacı” öykülerini içine alan güzel bir eserdi.
    Denemelerini Abbas Yolcu, Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler isimli kitaplarda iki kapak arasına almıştı. “Anılar ve Acılar” adını vermişti hayata dair yazdığı düşünce külliyatına… Hangi Sol, Hangi Batı, Hangi Seks, Hangi Sağ, Hangi Atatürk, Hangi Edebiyat, Hangi Laiklik, Hangi Küreselleşme isimli kitaplarında hayatı ve kavramları sorguluyordu kendince…
    “Attila İlhan’ın Defteri” adlı seride de kendini yetiştirmiş bir aydının hayatı anlamlandırma, duygu ve düşüncelerini geniş kitlelerle paylaşma arzu ve temayülü var… Gerçekçilik Savaşı, ‘İkinci Yeni’ Savaşı, Faşizmin Ayak Sesleri, Batı’nın ‘Deli Gömleği’, Sağım Solum Sobe, Ulusal Kültür Savaşı, Sosyalizm Asıl Şimdi, Aydınlar Savaşı, Kadınlar Savaşı bu serinin düşünce dünyamıza akan olukları hükmündeydi. Bu kitaplarda doğru bildiklerini ve inandıklarını eğilip bükülmeden tam bir aydın sorumluluğu içerisinde ifade ediyordu.
    Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazdı. Toplumsal gerçeklere ışık tuttu. İçindeki hissiyatı geniş kitlelerle paylaştı. Fakat saldırmadı, aydınca bir üslûp kullandı. Ondan da bu beklenirdi zaten…Cumhuriyet Yazıları’nı Bir Sap Kırmızı Karanfil, Ufkun Arkasını Görebilmek, Sultan Galiyef, Dönek Bereketi, Yıldız-Hilâl ve Kalpak adlarıyla efkâr-ı umumiyenin nazarına sundu.
    Aynı zamanda çevirileri de vardı Attila İlhan’ın… “Bir lisan bir insan” gerçeğini kavramış ve gereğini yerine getirmiş ender bir kişiydi O… Kanton’da İsyan (Malraux) , Umut (Malraux) , Basel’in Çanları (Aragon) çeviri alanında verdiği eserlerden birkaçıdır.
    Zorlama bir şair değildi Attila İlhan…Gerçek bir şâirdi. Dili son derece iyi bilen ve hamur misali muhayyilesinde yoğuran bir duygu eriydi. Onun dizeleri hepimizin hafızalarına kazınmıştır adeta…Özellikle “Ben Sana Mecburum” adlı şiiri hemen her aşığın ezberindedir:
    “Ben sana mecburum bilemezsin
    Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
    Büyüdükçe büyüyor gözlerin
    Ben sana mecburum bilemezsin
    İçimi seninle ısıtıyorum”
    Nefes aldığı sürece hep yazdı O.. Fakat hiç tekrara düşmedi. Hep yeni, güzel ve özel şeyler söyledi. Sevda çiçeğini yüreğinin derinliklerinde büyütüp rayihasını sevenleriyle paylaştı. Şiirleri Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı dergilerinde yayınlandı. Toplumsal gerçekçilik anlayışının sesi ve sözcüsü oldu. Garip ve İkinci Yeni şiir akımlarını benimsemedi.
    Attilâ İlhan eski şiirin(divan şiiri) imkânlarından da yararlandı çoğu zaman…Kendine özgü bir imge dünyası oluşturdu. Yazdıkları yaşadıklarının akisleriydi bir bakıma.. Bu pek çok şâirin ortak özelliğidir zaten. Kişi yaşadıklarını söze dönüştürürse daha etkili ve inandırıcı olacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Attila İlhan’ı büyük yapan da hayata büyük bir şevkle tutunması ve hayattan ilham almasıydı. Son dönemin büyük şâiri Attila İlhan’a Allah’tan rahmet diliyorum. O ölse de şiirleriyle sevenlerin gönlünde hep yaşayacak… Sevgi sürgün edilinceye dek! …
    E-Mektup: [email protected]

  • söz03.12.2005 - 18:15

    SÖZ OLA KESE SAVAŞI! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya belli bir zaman diliminde imtihan için gelmiş olan insanoğlu hiç ölmeyeceğini sanır. Oysa yaşayacağımız günler sayılıdır. Sayılı günler de çabuk geçer. Bunu dikkate alarak hareket etsek kimseye kırıcı davranamayız. Her geçen günün ömür ağacımızdan kopan bir yaprak olduğunu hesap ederek kendimize çeki düzen vermeliyiz.
    İnsanlar konuşurken çok dikkatli olmalıdır. Tabir caizse kırk ölçüp bir biçmelidir. Çünkü ağızdan çıkan sözün geri dönüşü yoktur. Özür bile, söylenen ağır bir sözün bıraktığı tahribatı tamir edemez.
    İnsanlar ne çekerse dilinden çeker. Sözler kurşundan daha tesirlidir. Kalp kırmak Allah’ın evini yıkmak mânâsına gelir aynı zamanda... Çünkü kalpler Yüce Rabbimizin tecelligâhıdır.
    Nice sözler vardır ki insanı ipe götürür.Öyle sözler de vardır ki kişiye ulu sarayların kapısını açar. Büyük Tasavvuf şâiri Yunus Emre sözün tesirini bakın ne kadar güzel dile getiriyor:
    “Söz ola kese savaşı
    Söz ola götüre başı
    Söz ola ağulu aşı
    Yağ ile bal ede bir söz

    Kişi bile söz demini
    Demeye sözün kemini
    Bu cihan cehennemini
    Sekiz uçmağ ede bir söz”
    Yunus’un belirttiği gibi bazı güzel sözler zehirli aşı bile yağ ve bal eder. Yukarıdaki dizelerde ifade edildiği üzere hoş sözler dünya denen cehennemi bile cennetin sekiz ulu tabakasına dönüştürür. Yersiz ve yanlış bir sözümüz bize hapishanenin kapılarını açabilir. Hatta ölümümüze neden olabilecek derecede ağır sözler sarf edebiliriz.
    İnsanın ne yediğinden çok, ne dediğine dikkat etmesi elzemdir. Sarf ettiğimiz gereksiz bir söz, zor zamanlarda karşımıza çıkıp dengemizi sarsabilir. İşlerimizin düz gitmesine engel olabilir. Arkasında durulan her söz her zaman iyi bir referanstır.
    Tanzimat edebiyatının büyük şâirlerinden Ziya Paşa ne güzel söylemiş: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” Mühim olan yaptıklarımızdır. Sözümüzün eri olmalıyız. Sözlerimizi icraata dönüştürmeliyiz. Lâfla peynir gemisinin yürümeyeceğini bilmeyen yoktur. Onun için söz söylerken ne söylediğimizin farkında olmalıyız. Üstesinden gelemeyeceğimiz söz ve vaatler kişiliğimizin zedelenmesine ve toplumsal itibarımızın alaşağı edilmesine zemin hazırlayabilir.Aşağıdaki vecizeler sözün ehemmiyetini ifade etmede fazla söze gerek olmadığını ispatlıyor:
    “Düşmanın tatlı sözlerine aldanma, balın içinde zehir de bulunabilir.” (Şeyh Sadi)
    “Suratı ekşi olanın balı da acı olur.” (Şeyh Sadi)
    “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.” (Kaşgarlı Mahmut)
    “Başların belası, dillerden gelir.” (Nizami)
    “Tatlı dil, her kapıyı açan sihirli bir anahtardır.” (Montaigne)
    “Kullanıldıkça keskinleşen tek alet dildir.” (Washington Irwing)
    “Söz ok gibidir. Senden çıktı mı, artık sen ona değil, o sana hakim olur.” (İmam-ı Şafii)
    Gayemiz her zaman hak ve hakikati söylemek olmalıdır. Güzel sözün sadaka hükmünde olduğunu unutmamalıyız. Güzel sözle ilgili olarak bir ayet-i kerimede şöyle buruluyor: “ … Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir...” (İbrahim Suresi, 24-25)
    İnsanları hak yola davet ederken de güzel sözlü ve güler yüzlü olmalıyız. Güzel sözün açamayacağı hiçbir kapı yoktur. Yüce Allah Hz. Musa'ya şöyle buyurmuştur:
    “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır…. / Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Tâ-Hâ Suresi, 43-44)
    Bu ayetler bize çok mühim mesajlar vermektedir. Demek ki tarihin gelmiş geçmiş en büyük zalim ve inkârcılarından biri olan Firavun gibi sapmış ve azmış bir insana bile yumuşak söz söylememiz bizzat Allah tarafından emrediliyor. Durum bu iken insanî ilişkilerimizde nasıl davranmamız gerektiğini, bu bariz örneklerden de yola çıkarak, iyi bellemeliyiz. Zira atalarımızın dediği gibi “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.„

  • sigara03.12.2005 - 18:10

    O SENİ BIRAKMADAN SEN ONU BIRAK! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Sigaranın zararlarını bilmeyenimiz yoktur. İnsanda bağımlılık yaratan bu madde belli bir zamandan sonra elimizi ayağımızı bağlıyor. O noktaya gelmeden evvel bu kelepçeden kurtulup ruhumuzu ve bedenimizi azat etmenin yolunu aramalıyız.
    Sigaranın içindeki etkin maddelerin başında gelen “nikotin” bağımlılık yaratmaktadır. Onun için bir kere bile denemeye kalkışılmamalıdır. Bir, iki, üç derken bir de bakmışsınız ki tiryaki olmuşsunuz. Bunun şakası yoktur. Aşağıdaki bilgiler, ABD Gıda ve İlaç İdaresi'nin sigara içme ve bağımlılık üzerine düzenlediği 1995 yılı raporunun sonuçlarıdır:
    Sigara içenlerin %87'si her gün sigara içiyor.
    Sigara içenlerin neredeyse üçte ikisi ilk sigaralarını uyandıktan sonra yarım saat içinde içiyor.
    Günde 20 ya da daha fazla sigara içenlerin %84,3'ü içtikleri sigaranın sayısını azaltma konusunda başarısız girişimlerde bulunmuşlardır.
    Sigara içenlerin %70'i sigarayı tamamen bırakmayı istediklerini söylediler.
    Günde 26 sigaradan fazla içen sigara tüketicilerinin % 83-87'si bağımlı olduklarına inanıyorlar.
    Akciğer kanseri yüzünden ameliyat geçiren sigara tüketicilerinin neredeyse yarısı sigara içmeye yeniden başlıyor.
    Gırtlakları alınan sigara tüketicilerinin % 40'ı, bunun sonrasında bile, yeniden sigara içmeyi deniyor.
    Sigara her yönüyle vücudun düşmanıdır. Sigara denen zehirli madde hayatımızı felç ediyor. Tıp otoritelerinin belirttiğine göre sigara içen kişilerde akciğer kanseri, kalp hastalıkları, anfizem ve diğer ciddi hastalıklar görülüyor. Sigara kullanıcılarında akciğer kanseri riski, sigara kullanmayanlara göre çok daha yüksektir.
    Şunu açık seçik belirtmeliyiz ki zararsız sigara yoktur. İster “light” olsun, ister “medium” veya “mild” sıfatlarını taşısın hepsi zararlıdır. Bu sıfatlara sığınıp sigarayı sevimli göstermek isteyenlere kanmak saflıktan öte nedir ki? ...
    Yapılan istatistiklere göre her yıl dünyada üç milyon dolayında kişi sigaraya bağlı rahatsızlıklardan dolayı ölüyor. Bu da her on saniyede bir kişinin sigaraya kurban gitmesi anlamına geliyor. İçilen her sigara ömürden beş buçuk dakika çalıyor.
    Son yıllarda kadınlarımız da sigara tiryakisi olup çıktı. Eskiden özellikle kırsal kesimlerde kadınların sigara içmesi ayıp sayılırdı. Oysa günümüzde sigara içen kadınların sayısı hiç de azımsanacak bir boyutta değildir. Bunun en büyük sebebi stres ve iş hayatının olumsuz etkileridir. Fakat yapılan araştırmalarda sigara içen kadınları çok büyük sağlık problemlerinin beklediği ortaya konulmaktadır. Özellikle hamilelik döneminde içilen sigaranın, bebeğin sağlığı ve normal gelişimi için önemli bir risk teşkil ettiği konusunda tıp otoriteleri hemfikirdir. Bununla ilgili olarak hamile kadınlarımızı ve dünyaya gelmeyi bekleyen bebeklerini şu olumsuzluklar tehdit ediyor:
    Sigara içen kadınlarda, gebeliğin gecikmesi, kısırlık, hamilelik komplikasyonları, prematüre doğum, düşük ve ölü doğum riski daha fazladır. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların doğurduğu bebekler, sigara içmeyenlerin doğurduklarıyla karşılaştırıldığında, daha düşük bir ortalama doğum ağırlığına sahiptir. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların bebekleri arasında ani çocuk ölümü sendromu riski yüksektir. Hamilelik öncesinde ya da sırasında sigarayı bırakan kadınlarda bu tür olumsuz üreme sonuçlarının ortaya çıkma riski azalmaktadır. Sigara içmek, hamile kadınların bebeklerini, zayıf akciğer gelişimi, astım ve solunum yolu enfeksiyonları riskiyle de karşı karşıya bırakabilir.
    ABD’de sigara paketleri ve reklamlarında yer alan sigara uyarılarından biri şudur(Sağlık Bakanlığı’nın Uyarısı) : “Sigarayı şimdi bırakmanız, sağlığınız için ciddi riskleri büyük ölçüde azaltır.” Gerçi Türkiye’de de sigara paketlerinin üzerine “Sigara sağlığa zararlıdır” ibaresi yazmaktadır. Fakat bu etkili ve caydırıcı olmaktan uzaktır. Bu uyarı, incecik harflerle yazılarak adeta tiryakilerin gözünden kaçırılmaktadır. Son yıllarda bazı yabancı marka sigaraların içinde sigaranın zararlarını anlatan uyarıcı ve bilgilendirici bilgileri içeren yazılar bulunmaktadır. Bunu güzel bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü bu yazıyı okuyanlardan bir kişi bile sigarayı bıraksa, bu ülkemiz ve insanlık için kârdır. Fakat bu uygulama yerli markalar tarafından da yaygınlaştırılmalıdır.
    Aslında her şey insanın kendi içinde, öz belleğinde olup bitmektedir. Kişi kendini düşünmedikten sonra başkaları ona ne kadar yardımcı olabilir. Epey zamandan beri sigara satışlarıyla ilgili kanunî bir uygulama yürütülmektedir. 18 yaşından küçüklere sigara satılmasının yasaklanmasından söz ediyorum. Bu güzel bir karar şüphesiz…Fakat ne kadar uygulandığı konusuna gelince bu hususta olumlu şeyler söylemek pek mümkün değildir.Satıcı, dükkanın kapısına kadar gelen müşteriyi, yaşı küçük olduğu için sigara vermeden göndermez. Bu anlayışta ve incelikte insan bulmak pek güçtür. Demek ki her şey kanun ve yönetmelikle olmuyor. En büyük ve etkili polis kişinin vicdanıdır. Vicdanın devre dışı kaldığı yerde polisiye önlemler fazla tesirli olamaz.
    Kamu sağlığı yetkilileri, pasif içimin sigara içmeyen yetişkinlerde, akciğer kanseri ve kalp hastalıkları dahil olmak üzere hastalıklara sebep olduğunu, çocuklarda ise astım, solunum enfeksiyonları, öksürük, hırıltı, orta kulak iltihabı ve ani bebek ölümü sendromu gibi hastalıklara yol açacak koşulları oluşturduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca, kamu sağlığı yetkilileri pasif içimin yetişkinlerde astımı kötüleştirdiği ve göz, boğaz ve burun tahrişine sebep olduğu sonucuna varmışlardır. Çevreye yayılan sigara dumanı olarak da bilinen pasif içim, sigaranın yanan ucundan çıkan dumanla, sigara içen kişinin nefes verirken çıkardığı dumanın birleşimidir.
    Bu arada pasif içicilikten yana şikâyetlerim de var. Son zamanlarda pek çok kanunî önlem alınsa da bazı sorumsuz tiryakiler kendi sağlıklarını düşünmedikleri gibi çevrelerindeki insanların sağlığını da riske atmaktadırlar. Kalabalık mekânlarda sigara içerek halkın sağlığını tehlikeye düşüren bu insanlara karşı alınacak bir önlem de yoktur. Çünkü bu tamamen nezaket ve sorumluluk duygusuyla alâkalı bir meseledir.
    Son olarak şunu söylemek istiyorum: Anneler ve babalar, çocuklarınızı sigaradan uzak tutun. Onların yanında sigara içmeyin. Sigara içen kişilerle olan arkadaşlıklarını kontrol altına alın. Son pişmanlık fayda etmez. Tiryakiler sigarayı bırakamıyor. Öyle ise en geçerli çözüm sigaraya sempati duyanlara karşı tiryakiliğe varmadan önlem almaktır.Allah sigara içenleri bu zararlı müptelâdan, onların çevresinde yaşayanları da sigara içenlerin şerrinden korusun.

  • sabah namazı03.09.2005 - 19:09

    SABAH NAMAZINI KIL(MA) MAK! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    İslam dininin en mühim ibadetlerinin başında gelir namaz…Yüce Rabbimiz namazı Müslüman olmanın şiarı olarak görüyor. Namaz, Hicret'ten bir buçuk yıl önce Mirac gecesi farz kılınmıştır.Namaz ibadeti Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de yetmiş kez emredilmiştir.
    Namazla ilgili olarak Kur'ân’da şöyle denmektedir: 'Gündüzün iki tarafında (sabah ve akşam) ve gecenin(gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür' (Hûd Suresi - 114. Ayet) …Yine namazla ilgili olarak 'Öyle ise akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih (etmeniz gerekir) . Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zamanda da hamd, O’na mahsustur. ” (Rum Suresi-17 - 18. Ayetler) buyuruluyor.
    Arapça'da sabah namazına 'salatül-fecr' denmektedir. Günümüzde sabah namazını kaza etmeyen Müslüman göstermek pek mümkün değildir. Hemen hemen takva sahipleri bile bu namazı ömürlerinde birkaç kez kazaya bırakmışlardır. Çünkü sabah namazının vakti uykumuzun en tatlı vaktine tekabül etmektedir.
    Bu namazı kılanların önemli bir kısmı da üstüne başına bulaştırmaktadırlar. Yataktan kalktıklarında tuvalete gitme ihtiyaçları olsa da bir an evvel yataklarına dönüp uykularına kaldıkları yerden devam etmek için sıkışık olarak abdest alıp namaza durmaktadırlar. Hâl böyle olunca dört rekatlık namazı kıvrana kıvrana kılmak zorunda kalmaktadırlar. Yani abdestin bozulmaması için ellerinden gelen her türlü manevrayı yapmaktadırlar.
    Taharet için zaman ayırmayan kişinin namazı bütün erkânlarına uyarak kılması beklenemez. Onu da alelacele uykuyla uyanıklık arasında pat küt kılmaktadırlar. Durum böyle olunca namazdan beklenen haz alınamamaktadır.
    Sabah namazına uyanamayıp güneş doğduktan sonra uyanan bir Müslüman güneşin doğmasından bir süre sonra (kırk beş dakika kadar) sünneti de dahil olmak üzere namazını kaza eder. Öğle vaktine yakın bir zamana kadar geciktirebilir, ancak öğleden sonraya bırakamaz.
    Hz. Peygamber sabah ve ikindi namazlarına diğer namazlardan daha çok önem vermiş ve bunların hiç bir zaman kaçırılmamasını tembihlemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: '... Güneşin doğuşundan ve batışından evvelki namazların hiç birisinden alıkonmamak elinizden gelirse, (bunu yapmaya) çalışınız'.
    Bir başka hadiste de Resulullah şöyle diyor: “Bir grup melek geceleyin, diğer bir, grup da gündüz ardarda size gelirler ve aranızda kalırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştuktan sonra (gündüz) aranızda kalmış olanlar semaya çıkarlar. Rableri kullarının halini en iyi bilen olduğu halde meleklere 'Kullarımı ne halde bıraktınız? ' diye sorar. Onlar da 'Onları namaz kılarken bıraktık, zaten namaz kılarken bulmuştuk' cevabını verirler; Biriniz ikindi namazından bir secdeyi gün batmadan evvel yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın. Sabah namazından da bir secdeyi gün doğmadan yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın'
    Peygamber Efendimiz sabah namazının sünnetine diğer sünnetlerden daha çok önem vermiş ve bunun terkedilmemesini istemiştir. Şu hadis-i şerif bunun önemini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “ Düşman süvarisi kovalasa bile sabah namazının iki rekât sünnetini terketmeyin” Bu önemden dolayıdır ki, diğer namazların sünnetleri kaza olarak kılınamazken, sabah namazının sünneti güneş doğduktan sonra kaza edilebilmektedir. Ancak başka bir hadiste ise cemaat farza durduktan sonra sünnetin terkedilmesi istenerek cemaatin önemi vurgulanıyor: “Farza kametlendikten sonra, farzdan başka namaz kılınmaz'
    Rasûlüllah Efendimiz buyuruyor ki: 'Münafıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır gelen hiç bir namaz yoktur. (Halbuki) bu iki namaz (ın cemaatin) de olan (sevap ve fazileti) bilseler emekleye emekleye, sürüne sürüne de olsa gelip onlara hazır olurlardı'
    Yukarıdaki hadisteki ifadeler işin ehemmiyetini fazlasıyla ortaya koyuyor. Oysa en çok ihmal ettiğimiz namazlardır yatsıyla sabah….Yatsı namazını yorgunluğumuzu, sabah namazını ise genelde uykusuzluğumuzu bahane ederek kılmayız. Oysa bunlar şeytanın içimize soktuğu basit gerekçelerden başka bir şey değildir. Bunların mazeret olarak hiçbir kıymeti yoktur. Bunlarla ancak kendimizi kandırabiliriz.
    Sabah ezanında diğer ezanlardan farklı olarak şu ilâve kısım okunur: “essalâtu hayrun mine'n-nevm...”…”Yani namaz uykudan hayırlıdır” mealindeki uyarı ifadesi….Bu ihtar her sabah yapılıyor bizlere. Fakat basiretimiz köreldiği için bu haykırışı duyamıyoruz.
    Namazların en mükâfatlısı olan sabah namazı vaktinde müminlerin üzerine rahmet ve bereket yağar. Bu rahmet ve bereketten istifade edenlerimiz ne kadar da azdır. Hele havanın soğuk olduğu kış mevsiminde sabah namazını adeta nadasa bırakırız. Kılmamak için onlarca mazeret üretiriz. Şeytan dört bir taraftan sarıp sarmalar bizi. Yatağımızı iyice ısıtır. Kılmamamız için ne gerekiyorsa yapar. Oysa sabah namazını huşu ile kılan insan güne bambaşka bir manevî huzurla başlar. İlâhî vazifesini yapmış olmanın getirdiği rahatlığı tüm hücreleriyle hisseder.
    Her tarafın sükûnete büründüğü o mübarek vakitte kuşlar bile kendi dillerince Hakk’ı zikrederken kendini mümin olarak vasıflandıran kişinin beş dakikalık bir ibadeti ihmal etmesi ne kadar hazindir. Sabah namazını kılmamak futbol tabiriyle söylemek gerekirse güne 1-0 yenik başlamak demektir. Günün ilk imtihanını kaybetmektir. Resulullah’ın 'Dünya ve içindekilerden hayırlıdır.' dediği sabah namazını kaçıranların bahanelere sığınması işledikleri günahı örtmez. Sabah namazını ihmal etmek birkaç kez olursa hoş görülebilir. Fakat devamlılık arz ederse ileri sürdüğümüz hiçbir mazeret işlenen günahı örtemez.
    Müslüman düzenli yaşayan insandır. Onun ne zaman yatacağı, ne zaman kalkacağı hep planlıdır. Mümin planlarını yaparken Müslüman olduğunu ve inancının gereklerini düşünür ve günün yirmi dört saatini ona göre değerlendirir. Gece yarılarına kadar televizyonun karşısında pinekleyip, sabah namazını terkedip öğleye kadar uyumak müslümana yakışmaz.
    E-Mektup: [email protected]

  • baba03.09.2005 - 14:06

    BABA! ...

    (Rahmetli Babamın Şahsında Tüm Babalara! ...)

    Sen gittin gideli ruhum tarûmar
    İnsanlar cihandan acep ne umar?
    Terk edilen için ömür bir kumar

    O gün bugün günler geçmiyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Bir gönülün merkezine har düştü
    Yaz ortası yüreğime kar düştü
    Hayalimde yüceleşen yâr düştü

    Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Hasret kaldık, aylar geçti sesine
    Bülbüller ram olur gül nefesine
    Ruhun veda etti ten kafesine

    Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Rengârenk bahardın,ağır kış oldun
    Gerçek idin,şimdi bize düş oldun
    Gözden akan bir damlacık yaş oldun

    Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Cennette saraylar,cehennemde nar
    Kimine ağır kış,kimine bahar
    Vuslat ötelerde,bize hasret var

    Ömür bize ışık saçmıyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Bu âleme dair tükendi sözler
    Perdeler inince kapandı gözler
    Güneşim battı,karardı gündüzler

    Huzur,talih bizi seçmiyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Rızamızla teslim olduk kadere
    Ölüm bizi götürmesin kedere
    Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere

    Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    M.NİHAT MALKOÇ

  • neşet ertaş03.09.2005 - 14:05

    TÜRKÜ BABA…NEŞET ERTAŞ…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk müziği tarihten bugüne kadar pek çok büyük isim yetiştirmiştir. Bu dev isimlerin başında gelenlerden birisi de halk müziğimizin yaşayan efsanelerinden olan Neşet Ertaş’tır.
    Özellikle günümüz halk müziğini Neşet Ertaş’tan ayrı düşünemezsiniz. Çünkü O, halk türkülerinin babasıdır.Türkü Baba’dır O… Türküler onunla çağlamış ve yüreklere ulaşmıştır. Bilindiği gibi babası da çok meşhur bir halk sanatçısı olan Muharrem Ertaş’tı. O, Orta Anadolu Abdal müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birisidir. 1943 yılında Çiçekdağı'na bağlı eski adıyla Abdallar yeni adıyla Gırtıllar köyünde dünyaya gelen Neşet Ertaş, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ sesinden ve yorum gücünden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Beste ve güfteleri dilden dile dolaşmaktadır. Aşağıdaki türkü sözleri hangimizin gönül telini titretmez ki? ...
    “Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor,
    Hiçbir tabip şu yarama merhem olmuyor.
    Boynu bükük bir Garibim yüzüm gülmüyor,
    Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen? ”
    Yedi kardeşi olan Neşet Ertaş, ailenin ikinci çocuğudur ve kardeşlerinden müzikle ilgilenen yoktur. Beş-altı yaşlarında bağlama ve keman çalmaya bağlayan Neşet Ertaş, babası Muharrem Ertaş ile birlikte gittikleri düğünlerde babasına kemanla eşlik ediyordu. Geçimlerini düğünlerde aldıkları paralardan sağlayan Ertaş'lar birlikte sekiz yıl Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kırıkkale, Keskin, Yerköy, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek bu işi sürdürdüler. Neşet Ertaş bu işlerle uğraşmaktan okula da hiç gidememiştir. Neşet Usta, kendisi gibi bir bağlama ve bozlak ustası olan babası için şöyle diyor:
    “Babam sazıynan sesiynen tanınmış engin gönül, hoşgörüsüynen sevilen bir sanatçıydı. Geçinmemizi sazıyla temin ederdi. Anamı Keskin'den almış, kendisi Kırşehirli olmasına rağmen uzun yıllar Keskin'de kalmış, Hacı Taşan’ı yetiştirmiş. Kırıkkale ve Yozgat'ın köylerini, İç Anadolu'nun birçok köylerini sazı omzunda gezmiş, her yerde türküler avazlar bırakmış. 5-6 yaşımda babam beni yanına aldı. Gittiği yerlere beni de götürürdü. Birlikte sekiz yıl Yozgat, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Kırıkkale, Keskin ve Yerköy'ü köyleriyle beraber gezip düğünlerde çalardık. Geçimimiz de verilen bahşişlerden olurdu.”
    Kırşehir bozkırlarında açan bir çiçektir Neşet Ertaş….O bir gönül adamıdır. Orta Anadolu türkülerine ve bozlaklarına gerek sazı, gerekse sesi ile getirdiği yorum ve icra biçimleri sonucunda ün yapmış, mahallî sanatçılarımızdandır.
    Orta Anadolu bozkır türkülerinin, bozlaklarının ve yöresel Türkmen müziğinin günümüzdeki son büyük temsilcisidir Neşet Ertaş…..Yorumda kendisine özgü tavrı ve üslûbu vardır. Bir saz ve söz sultanıdır O…. Yaklaşık yarım asra varan bir süreden beri hakiki mânâda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu harikulâde ses, Anadolu’nun bağrından yankılanan ezilmişliğin ve horlanmışlığın haykırışıydı.
    O, bağlamayı adeta konuşturmuştur. Bu mânâda O, tabir caizse bir ses mühendisidir. Olağanüstü bir gırtlak zenginliği vardır. Sesini kullanmada büyük bir beceri sahibidir. Aşıklık geleneğine katkıları büyüktür. Yerel kültürü şehre taşıması, onun bir antropolog gibi kültürü yaşayıp yaşatması bariz hususiyetleri arasında gösterilebilir. Bu özellikleriyle o çağımızın Karacaoğlan’ıdır. Kendine ait güftelerinde de “Garip” mahlâsını kullanıyordu. Aşağıdaki türkü sözleri onun aynı zamanda iyi bir şâir,söz üstadı olduğunu gösteriyor:
    “Gönül dağı yağmur yağmur, boran olunca
    Akar can özümden sel gizli gizli
    Bir tenhada can cananı bulunca
    Sinemi yaralar yâr oy yâr oy dil gizli gizli”
    Neşet Ertaş, yaşadığı hayat itibariyle mâziye bağlı ve geleneğe hâkimdir. Fakat beste yaparken günümüzün gidişatını ve ihtiyaçlarını da dikkate almıştır.Müthiş bir müzik kabiliyeti vardır. Sanki “türkü işte böyle söylenir “ demek için bu dünyaya teşrif etmiştir. Müziğimizin bugünüyle alâkalı görüşü sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Halk müziği ölümsüzdür. Yeter ki yürekten okuyan, yürekten çalan olsun. Şu anda çalan olsun okuyan olsun verimlilik göremiyorum.'
    Bugün her alanda olduğu gibi müzikte de büyük bir yozlaşma ve dejenerasyon sancısı yaşıyoruz. Modern müzik kisvesiyle ne idüğü belirsiz hilkat garibesi babından eserler çalınıp söyleniyor. Bunlar geleneksel müziğimizi baltalıyor. Yeni nesiller o muhteşem türkülerden yoksun büyüyor. Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Bayram Aracı, Muharrem Ertaş, Neriman Tüfekçi ve Muzaffer Sarısözen gibi halk müziğinin gerçek devleri mâzinin karanlığına gömülüyor. Bu değerleri yaşatmazsak yozlaşma ve kültürel depremler şiddetlenerek devam edecektir. Bu da millî hususiyetlerimizi alıp götürecektir. Bizi bize bağlayan çimento kabilinden ortak değerlerimiz yok oldukça millet olarak yaşayabilme imkânlarımız azalacak ve parçalanma riski ve endişesi içimizi kemirecektir.
    Türkü Baba(N.E.) hâlâ misyonunu sürdürüyor. İlerleyen yaşına rağmen mahallî kültür ile şehir kültürü arasında köprü olmaya devam ediyor. Böyle büyük ustaların varlığı birliğimizin garantisidir. Ömürleri uzun olsun.

  • lev nikolaevich tolstoy02.08.2005 - 00:47

    RUS YAZAR TOLSTOY VE HZ.MUHAMMED(S.A.V.)
    M.NİHAT MALKOÇ

    İslâmiyet üzerinde görüş beyan eden pek çok müsteşrik vardır.Hakikati teslim eden bu âlim ve sanatkârlar, müslümanlık, Allah ve İslâm peygamberi Hz.Muhammed(SAV) hususlarında düşüncelerini ifade etmişlerdir.
    Rus edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Tolstoy da Resulullah Efendimizle alâkalı güzel sözler söylemiştir. Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina”, “Diriliş” gibi dünya klasiklerinin yazarıdır.
    Tolstoy, İslâm’a ilgi duyduğu için,1908 yılında, Abdullah El-Sühreverdi’nin Hindistan'da basılmış “Hz. Muhammed'in Hadisleri” kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın “Posrednik” adlı yayınevinde bastırmıştır.Resulullah Efendimizin özellikle şu hadisleri Tolstoy’u etkilemiştir:
    “Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”
    “Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir. ”
    “Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin. ”
    “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz. ”
    “Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur. ”
    “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. ”
    Karakutu Yayınları tarafından okuyucuya sunulan “Hz. Muhammed: Bilinmeyen Kitap”, Arif Arslan tarafından dilimize çevrilmiş…Tolstoy’un dinimizle ve Peygamberimizle ilgili böyle güzel ifadelerle dolu bir eser kaleme alması İslâm’ın tanıtılması açısından bir şanstır.Fakat bunun İslâm âlemi tarafından müspet yönde kullanıldığı söylenemez.Her zamanki gibi “görmedim,duymadım,söylemedim” mantığıyla hareket ediyoruz.
    Kitabın editörü Azerî yazar Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev, Tolstoy’un Müslümanlığa ve bu dinin önderi Hz.Muhammed’e yaklaşımıyla ilgili şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:
    “Rus halkı ve özellikle Rus aydınları, L. N. Tolstoy'u ilâhî bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun İslamiyet’i kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed'in hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda “fakirlik” ve “eşitlik” gibi kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte olmasına özen göstermiştir.
    Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakarlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...”
    Tolstoy gibi evrensel bir kalemin İslâmî hakikatleri benimsemesi ve övmesi bu dinin mensupları olan bizleri fevkalâde sevindirmelidir.Çünkü Hıristiyan âleminin baş tacı ettiği Tolstoy, İslâm güneşinin Avrupa’da,Rusya’da veya daha geniş mânâda dünyada doğması için bir fırsat ve şanstır.Tolstoy, Hz.Muhammed(SAV) ile ilgili şu görüşlere yer veriyor eserinde:
    ' Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanlığın) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.'
    ' Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haç'a tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yükseklikte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve onun peygamberini kabul ederdi. '
    “Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır”
    “Müslümanlık Hıristiyanlık karşısında üstündür.”
    Tolstoy, 82 yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalar yüzünden evini terk etti. 20 Kasım 1910’da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömülmüştür.
    Tolstoy’un Resul-i Ekrem Efendimizle ve yüce dinimiz İslâmla ilgili birbirinden kıymetli görüşlerinin dünya kamuoyuyla paylaşılması gerekir.Bunu başarabilirsek üç yüz milyonluk Rus âlemi ve onun kat kat fevkinde olan Hıristiyan âlemi teslis inancının zehrinden kurtularak hakikatle yüzleşmiş olacaktır. Ama öncelikle bu kıymetli kitabı kendimiz alıcı bir gözle ve dikkatlice okumalıyız. Sonra da okutmalıyız.

  • şair27.07.2005 - 14:14

    ŞÂİRLİK MESLEK MİDİR?
    M.NİHAT MALKOÇ

    Yürek ve duygu işçisidir şâirler… Dış dünyayı geniş ufuklarıyla algılayarak insanlığa sunarlar. Üçüncü gözleri vardır onların… Bizim iki gözle göremediklerimizi onların üçüncü gözü görür. Yürek gözü de diyebiliriz buna…Kelimeleri hamur gibi yoğurur şâirler… Onlara sözlüklerde yazmayan gizli mânâlar yüklerler. Kendilerine mahsus yürek lügatleri vardır onların… Kelimeler raks eder dillerinde… Her bir harflerinde onlarca çiçek açar. Kelimeler, şiir bahçesinin iri gülleridir. Şiirler gönül tarlasının mahsulü…
    Rahmetli Cemil Meriç şâirler için şöyle derdi: “Gözyaşlarından inci yapmak... Şairin kaderi bu... Bu incilerin bir sevgili kâkülünde parıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı...” Şâirlerin silahı kelimelerdir.Fakat bu silâhın şarjöründe kurşun değil sevgi saklıdır.Yüreklere sıkılır sevgi mermileri..Fakat bunlar muhatabını öldürmez, aksine güldürür. Fakat karşılık göremezse süründürür.
    Kur’an’da şâirlerle ilgili Şuara Suresi vardır. O surede şâirlerle ilgili şöyle denir: “Şâirlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar… Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler… Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka… Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.(Şuara (Şairler) Suresi 224-227.Ayetler)
    Bu sure İslâm’a cephe almış şâirleri zemmediyor. Bunu son ayette görebiliyoruz. Yoksa bazı kaba softaların dediği gibi şiir İslâm’da yasaklanmamıştır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Keza İslâm şiiri yasaklasaydı Mehmet Akif gibi bir Allah dostu şiir yazar mıydı? Mühim olan yazdıklarımızın muhtevasıdır.
    Zaman zaman şu sorulur: “Şâirlik bir meslek midir,yoksa boş zamanlarımızı dolduran zevkli bir uğraş mı? ..” Bu soruya cevap vermeden evvel meslek kavramını açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Nedir meslek? Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türkçe Sözlük’te meslek için şunlar yazıyor: “Bir kimsenin geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş…”
    Demek ki meslek para getiren bir vasıtadır. Yani kişi mesleği sayesinde karnını doyurur. Vaktini ona ayırdığı için başka bir iş yapmaz. Ekmeğini o yolla kazanır. Peki günümüzde veya dünümüzde geçimini yazdığı şiirlerle sağlayan bir isim gösterebilir misiniz? Halk ağzıyla söylemek gerekirse, yazdığı şiirlerle köşeyi dönerek zengin olan bir şâiri yazmış mıdır tarih?
    Yahya Kemal,Orhan Veli,Mehmet Akif,Necip Fazıl şiir yazarak mı geçimini sağlamıştır? Buna “evet” demek hakikatleri perdelemekten başka ne anlama gelir ki? Şâirler, ömürleri boyunca yarı aç,yarı tok yaşayıp gitmişlerdir. Refah içerisinde yaşayan şâirlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır.Geçim sıkıntısı çekmeyen şâirlerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir. O da babadan kalan mirasıyla mamur yaşamıştır. Yoksa “Çile” adlı şiir kitabının satış hasılatı onu zengin etmemiştir. Aksine kitaplarını bastırmak için yüklü miktarlarda parayı hiçbir beklenti gözetmeden, körü körüne, eserlerine harcamıştır.
    Türk şiirinin abide isimlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı şiirlerini ömrü boyunca iki kapak arasında görememiştir. Yani şiir kitapları kendisinin ölümünden sonra basılabilmiştir. Gerçi bu durum daha çok şâirin mükemmeliyetçi bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Hiçbir şiirini tamamlanmış kabul etmiyordu. Zaman zaman şiirleri üzerinde çalışıp ufak tefek değişiklikler yapıyordu. Fakat bunun maddî sebepleri de var şüphesiz…Zamanında bu kadar beğenilen bir şâir şiirden beş kuruş para kazanamamıştır.
    Türk şiirinin serbest dalda üstadı sayılan Orhan Veli,ömrü boyunca beş parasız yaşamıştır. Bir şişe rakı alacak parayı bulmada zorlanmıştır. Çevresinden borç alarak günü kurtarma peşinde koşup durmuştur. Keza Cahit Sıtkı’nın ve Ziya Osman Saba’nın ondan farkı yoktur.İstiklâl Marşı’mızın millî şâiri olan Mehmet Akif Ersoy kış soğuklarında sırtına bir palto alacak para bulamamıştır. O kadar şöhretli bir insanın yazdığı onca şiir bir palto etmemiştir.
    Bütün bunlar gösteriyor ki şâirlik bir meslek değildir. Çünkü şiir belli bir zamanla ve mekanla sınırlandırılamaz.Bazen gece yarısı,bazen kuşluk vakti kaleme sarılır şâirler…Onlar için zaman ve mekan sınırlaması mevzubahis değildir. Belli bir süre zihinde olgunlaşan hisler kemale erince şiir olup çıkar iki dudak arasından….Buna kem vurmak,ezip büzmek mümkün değildir.Şiirin doğuşunun maddeyle ve parayla alâkalı tarafı yoktur.
    Gazetecilik ve yazarlık bir meslektir ama şâirlik hiç de öyle değil. Günümüzde büyük gazetelerde kalem oynatan köşe yazarları yüklü miktarlarda para kazanıyorlar. Hatta tıpkı şöhretli futbolcular gibi başka bir yayın organına geçtiklerinde milyon dolarlarla telâffuz edilen transfer ücreti alıyorlar. Gündemin nabzını tutan bir kitap milyarlar kazandırıyor. Fakat güzel bir şiir yazan şâirin bu işten büyük paralar kazandığını duyan oldu mu?
    Peki duygu işçisi olan şâirler bunca çilelere ve ruh burkuntularına karşılık ne elde ederler? Şâirlerin şiir yazarken bir beklentileri olmaz zaten. İçindeki sancıları, ruh dünyalarında biriken his tortularını gün yüzüne çıkarıp efkâr-ı umumiyeyle paylaşmak için yazarlar. Zaten bir çıkar için yazılan şiir, şiirsel incelikleri taşıyamaz. Birilerine yaranmak için yazılan gündelik ısmarlama manzume olmaktan öteye gidemez. Bu da şâirane üslûbu ortadan kaldırır.
    Şâirlik iyiki meslek değildir.Şayet meslek olsaydı duyguların samimiyetinden şüphe ederdik. Çünkü bir işin içine gönül yerine para girdi mi samimiyet koşar adım uzaklaşır. Oysa şâirler yüreklerini koyuyorlar ortaya… Onların tek ve en büyük sermayeleri sevgidir. Böyle evrensel bir sermayesi olanın cihanda sırtı yere değmez. Unutulmamalıdır ki şiiri ve şâirleri sevdikçe insanî hususiyetlerimiz inkişaf eder.