Hidayet doğru yola erişmektir. Ne büyük nimettir bu yola revan olmak… Fakat bu emekle, gayretle, kalbi kötü huylardan arındırmakla gerçekleşir. Tabiî ki Allah’ın yardım ve inayeti de şarttır. Yüce Allah, Zümer Suresi’nin 54. ayetinde şöyle buyuruyor: “Allaha dön (ruhunu Allah'a ulaştır) ve (böylece) Allah'a teslim ol, üzerine azap (kabir azabı) gelmeden önce (ölmeden önce) .Yoksa sonra yardım olunmazsın.” Herkes bizler kadar şanslı değil inanç konusunda. Çünkü bizler Müslüman bir toplumda Müslüman anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldik. Avrupa’da ve dünyanın Müslüman olmayan ülkelerinde dünyaya gelenler bizim kadar bahtlı değil. Bunu göz ardı etmeden sahip olduğumuz bu nimetin kadrini bilmeliyiz. Hidayeti istemeli insan… Bunun için her şeyiyle Hakk’a yönelmeli… Gerisi gelir Allah’ın izniyle… Martin Lings de ömrünün yarısına yakınını arayış içerisinde geçirdi. Hakikati bulmak için çırpındı ve sonunda buldu. Allah onu İslam’la şereflendirdi. Öyle ki belli bir süre sonra inandığı dini öyle bir sahiplendi ki bu sefer kendisi tebliğ vazifesine atıldı. Ebubekir Siraceddin adını aldı. “Siraceddin” “nur saçan” anlamına gelen bir kelimedir. Bu yönüyle çok manalı bir ismi tercih etmişti. Hidayetinden sonra ismiyle müsemma olduğunu gösterircesine etrafına hep nur saçtı. Karanlıkları aydınlattı. Onlarca eser yazdı. İslâm’ın özünü ortaya koyan eserler verdi. Enteresan bir ömür sürdü. Dilerseniz sonu hayırla biten bu ömrün aşamalarına bir göz atalım. 1909 yılında İngiltere’de doğan Martin Lings, 12 Mayıs 2005 tarihinde doğduğu topraklarda, İngiltere'de ölmüştür. Sade bir cenaze töreniyle köyündeki evinin bahçesine defnedilmiştir. Önceleri protestandı, sonra ateist oldu. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okudu. Yirmi beş yaşlarında diğer dünya dinlerini incelemeye başladı. 1938’de tanıştığı Kuzey Afrikalı müslümanlar vasıtasıyla büyük sufi Şeyh Ahmed Alevî eş-Şazelî ile buluştu, Müslüman oldu. 1939 yılında Mısır’a gitti. Burada Kahire Üniversitesi’nde, özellikle Shakespeare üzerine on iki yıl ders verdi. 1948’de tekrar İngiltere’ye döndü. Daha sonra British Museum’da çalışmaya başladı ve müzede bulunan çoğunlukla da Arapça olan Doğu elyazmalarının katalogunu hazırladı. Emekli oluncaya kadar da British Museum’da çalıştı. Kur’an yazmalarının bulunduğu bölümlerin sorumlusu oldu. Bu sırada çevresindeki insanlara İslâm’ı anlattı. Lings’in eserlerinden Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir, Onbirinci Saat Türkçeye çevrildi. Üç yılını verdiği 'Hz. Muhammed ’in Hayatı' adlı kitabı ile Pakistan devletince her yıl verilen “Siret Ödülü”nü kazandı. Eser belli başlı birçok dile çevrilmiş ve büyük ilgi toplamıştır. Martin Lings, en güzel siret kitaplarından birine imzasını atmıştır. “Hz. Muhammed'in Hayatı” adını taşıyan bu eser, yayınladığı pek çok ülkede olumlu yankılar uyandırarak zevkle okunmuştur. Bu eseri yazmadan evvel derin araştırmalar yapmıştır. Bu eserinde özellikle yazılanları tekrar etmekten kaçınmıştır. Onun içindir ki bu kitap özgün bir eserdir. Lings aynı zamanda bir şairdi. Edebiyata tam anlamıyla vakıftı. Bu siret denemesinde bu özelliklerinin yansımasını görmek mümkündür. Bu eseri üç yılda tamamlamıştır. Onun bir diğer büyük eseri de Onbirinci Saat/Modern Dünyanın Manevî Bunalımı adını taşımaktadır. Adından da anlaşıldığı gibi bu eserde günümüz dünyasındaki insanların mutsuzluğu ve yaşamlarının anlamsızlaşmasının temelindeki faktörleri ortaya koyuyor. Söz konusu hayatların anlam kazanabilmesi için yapılması gerekenleri sıralıyor. Modern çağın insanlarının mutsuzluğunun perde arkasını aralıyor. Bu durumdan kurtulmanın İslâm inancına sarılmakla mümkün olacağını dile getiriyor. Martin Lings, Müslüman olduktan sonra çok sevdiği Resulü’nün yaşadığı ve hakikat mücadelesi verdiği kutsal topraklara giderek “Hacı” oldu. İçindeki iman nuru daha da parladı, cilâlandı. Hayatını değiştiren ve onun İslâm halkasına dâhil olmasına vesile olan şeyhi ve hocasına olan minnet borcunu, yazmış olduğu “Yirminci Yüzyılda Bir Veli (1961) ” adlı eserle ödedi. Bu eserde çok sevdiği hocasının tebliğ metodunu, kendisine tesirini ve örnek mücadelesini anlattı. Batı’dan çıkıp Hakk’ı ve hakikati haykıran ve asrın sufisi olarak kabul ettiğimiz Ebubekir Siraceddin uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Bu dünyadan sevgililer sevgilisine kavuştuğunda 96 yaşındaydı. Dünya meşgaleleri onu ilgilendirmiyordu. Ömrünün son yıllarını bir münzevi gibi yaşamıştı. Müslümanlığın Avrupa’da, özellikle ülkesi olan İngiltere’de tanınmasına ve yayılmasına vesile oldu. Onun sayesinde pek çok İngiliz din olarak İslâm’ı seçerek kurtuluşa erdi. İslâm’la müşerref olduğu 29 yaşından beri hâl ve hareketleriyle, örnek yaşantısıyla İslâm’ın gülen yüzü oldu. Asrı Saadettekiler gibi yaşamaya gayret etti. “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” düsturunca onu görenler İslâm’a koşmakta tereddüt etmediler. 12 Mayıs 2005’te ebediyete göçen bu Batılı sufi münzeviye Allah’tan rahmet diliyorum. E-mektup: [email protected]
“Safahat” safhalar(evreler) anlamına gelen bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler adlarını taşımaktadır. Safahat yıllardan beri başucu kitabım olmuştur. Canımın sıkıldığı anlarda stresimi atmak için bu büyük eserin sayfalarında dolaşmışım. Benim için ilâhî kaynaklardan sonra en tesirli eser olma özelliğini taşımaktadır. Bu kıymetli kitabı her Türk gencinin ömründe en az bir kere okuması şarttır. Hele kendini aydın diye tarif edenlerin her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi gerekir. Çünkü kıymetli manzumeler zinciri her okunduğunda farklı açılımlar kazandırıyor insana. Ben Safahat’ı her okuyuşumda ayrı bir haz alırım. Gerçi Safahat’ta haz alınacak tablolar pek yoktur. Bin yıllık kültürüne sırt çeviren bir milletin yaşadığı felâketler sıralanmıştır her bir mısrada. Üslûp bakımından haz verir bana. Safahat her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin haykırışlarını sağır sultan da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil. Safahat bir yelpazeye benzer, açıldıkça genişler ve çepeçevre sarar muhayyilemizi. Hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif: 'Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek; Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...” Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gökkubbede hoş sedası bâkî kaldı. Gaflet uykusundan uyanamayanların, basiret gözü körelenlerin Safahat’taki hakikat tablolarına göz atması elzemdir. Azıcık izanı ve irfanı varsa uyanmasına vesile olur buradaki ikazlar… Lâkin Hakk’ı ve hakikati görmek biraz da nasip işidir. Her bakan göremez. Bakmaktan bakmaya dağlar kadar fark vardır. Bazıları gözünün önündekini göremezken, bazıları perde arkasındakini görür. Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı. Mehmet Akif tek başına bir orduydu, çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevi buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı. Teşbihte hata olmaz derler. Nasıl ki Kur’an’ın özü Fatiha Suresi’yse Safahat’ın özü de İstiklâl Marşı’dır. Onun için İstiklal Marşı’nı çepeçevre kavramak için Safahat’ı anlayarak ve de zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak tekrar tekrar okumalıyız. Ancak böylelikle Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünün sırrını daha iyi anlayabiliriz. Safahat sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak bizim gibi düşünenler ve yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor: “Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz; İnler 'Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz! ” Safahat aslında manzum bir belgesel niteliği de taşımaktadır. Bu belgeselde objektifler yerine Akif’in keskin zekâsı ve basiretli bakışları rol oynamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını abartısız yansıtmıştır eserine. Onun içindir ki her bir mısrası bir ok gibi saplanır yüreğinize. Akif, Safahat’ında, içinde yaşadığı cemiyetin buhran ve bunalımlarını anlatır; kendisini hep gizler. Hatta emri-i Hak vaki olunca hatırlardan silinip gideceğini söylüyor bir dörtlüğünde: “ Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? ” Akif,şiirlerini adını duyurmak için yazmamıştır. İçinde yaşattığı ve uğruna onca zorluğa katlandığı davasının sesi olmak için yazmıştır. Akif’in şairliği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu ona sanki Allah tarafından verilmiş bir vazifedir. Bazıları Akif’in eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. O gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Fakat çok şükür ki bu milletin mezhebi, onlara her şeye rağmen hoşgörülü bakacak kadar geniş değil. Sözlerime Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili enteresan bir değerlendirmesini içeren dörtlüğüyle son vermek istiyorum: “Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz; Yalınız, bir yeri hakkında 'hazin işte bu! ' der. Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya? Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! ”
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum: “Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş... Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ” Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli” Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür. Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...” Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir. Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz. Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki? Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor. Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır. Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla… Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır. E-mektup: [email protected]
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum: “Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş... Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ” Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli” Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür. Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...” Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir. Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz. Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki? Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor. Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır. Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla… Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır. E-mektup: [email protected]
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb. Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez” Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere. İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87) Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar. İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir. İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir. Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada. Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir. Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir. Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere. En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır. Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam. Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz. Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz. İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz. Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb. Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez” Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere. İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87) Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar. İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir. İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir. Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada. Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir. Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir. Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere. En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır. Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam. Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz. Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz. İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz. Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
Anlamlı ses veya ses birliğine 'kelime'; insanların birbirleriyle anlaşmasını sağlayan vasıtaya da 'dil' diyoruz. Dili meydana getiren kelimelerdir. Bugün dünyada binlerle ifade edilebilecek sayıda lisan vardır. Dil de tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat bu biyolojik bir canlılık değildir şüphesiz. Buna sosyal canlılık diyebiliriz. Bazı kelimeler zamanla eskiyerek, dilin dışına itilir. Onların yerini yenileri alır. Bu bir silsile hâlinde devam eder. Dil sosyal bir varlıktır. Çocuklar dili taklit yoluyla öğrenirler. Bu durum zamanla şuurlu bir vaziyet alır. Toplumun fertleri dil sayesinde kaynaşır. Milleti meydana getiren soyut öğelerden oluşan dil, birlik ve beraberliğimizin teminatıdır. Büyük şâir Yahya Kemal bu hususta şöyle söylüyor: '…Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle sağlam bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlar. Türkçe'nin çekilmediği yerler vatandır; ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe'dir….' Dil uzun yılların ürünüdür. Onun da kendine göre kanunları ve kısımları vardır. Dilin seslerini fonetik(ses bilgisi) , kelimelerin yapısını morfoloji(kelime bilgisi) , söz dizimini sentaks(cümle bilgisi) , anlam özelliklerini semantik(anlam bilgisi) , kelimelerin kökenini etimoloji(kök bilgisi) inceler. Dünyada kendi kendine yetebilen ve hiçbir dilden etkilenmeyen bir lisan gösteremezsiniz. Etkileşim kaçınılmazdır. Dil bir nehir misali geçtiği her yerden bazı unsurları bünyesine dahil eder. Bu hususta ne bağnazlık, ne de aşırı gevşeklik sağlıklı bir tutumdur. Dil birliği hayatî bir meseledir. Millî ve manevî değerlerimizi yaşatan ve günümüze aktarılmasını sağlayan dil müessesesini itinayla muhafaza etmeliyiz. Aksi takdirde çözülme başlar. Büyük sosyolog Ziya Gökalp bu hususu bir dörtlükte âvâm(halk) lisanıyla şöyle dile getirmiştir: 'Türklüğün vicdanı bir Dini bir, vatanı bir, Fakat hepsi ayrılır Olmazsa lisanı bir.' Dilin kurallarını ele alan bilime 'gramer' adını veriyoruz. Türkçe'nin grameri, maalesef sağlam bir zemine oturtulmamıştır. Hele hele imlâ(yazım) ve noktalama mevzularında ciddi meseleler mevcuttur. Bugüne kadar on-on beş tane, birbirinden az çok farklı imlâ kılavuzu yayınlanmıştır. Bu durum meselenin vahametini göstermek için kâfidir herhalde. Yıllardan beri, sorumsuzca dilimize kattığımız yabancı kelimelerle, pırıl pırıl olan Türkçemizi yozlaştırmışız. Dilimizi iyice içinden çıkılmaz hâle getirdikten sonra aklımız başımıza gelmiş; eteklerimiz tutuşmuş. Bu sefer de başlamışız özleştirme çalışmalarına. Bunu da elimize yüzümüze bulaştırmışız. Mehmet Kaplan Hoca'nın dil konusundaki şu ifadeleri genç yaşlı herkesi düşündürmelidir: 'Kırk iki yıldır üniversitede hocalık yapıyorum. Her yıl üniversiteye gelen öğrencilerin lügat hazinesinin gittikçe fakirleştiğini gö? rüyorum. Kendi atalarının dilini bilmedikleri için onlar, bizim için son derece kıymetli eserleri okumaktan mahrum kalıyorlar. Yeni yetişen nesiller bu yüzden kendi kültür değerlerine karşı yabancılaşıyorlar. Bugün Türkiye'de profesör? ler arasında bile millî kültür kaynaklarına gidebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Millî kültürlerine bu kadar yabancı kalan aydınların kendi milletlerinin tarihini, dilini, dinini, edebiyatını,örf ve âdetini anlaması, doğru olarak değerlendirmesi ve onlardan faydalanarak milletinin hoşuna gidecek yeni eserler meydana getirmesi mümkün müdür? Ben buna imkân gö? remiyorum. Benim yıllardan beri dil ve kültür konuları üzerinde ısrarla durmamın sebebi budur.' Dil hususunda yapmamız gereken öncelikli iş Arapça ve Farsça zarfları; '-hâne; -kâr, -dâr' ekleriyle yapılan isim ve sıfatları, vesika ve mekân isimlerini Türkçeleştirmekti. Kelimeleri tamamen değiştirmektense onarmak daha sağlıklı bir yoldu. Oysa biz kelimeleri hâkiki mecralarından çıkardık. Onların huzurlu dünyalarını zindana çevirdik. O muhteşem sarayları bir anda tarumar ettik. Bu utanç yeter bizlere. Sözlerimi Batılı düşünürlerin dil üzerine söyledikleri güzel sözlerle tamamlamak istiyorum: 'Kelimeler değil, onları konuşan ağızlar önemlidir.'(Baroccıo) 'Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir.' (F. Knebel) 'Kelimelerin kuvvetini anlamadan, insanların kuvvetini anlayamazsınız.' (Konfüçyüs) 'Söylemesi en kısa olan iki kelime vardır ki en ziyade tetkike ihtiyaç gösterir: Evet ve hayır.' (Pythagoras)
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum: “Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum. Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz. Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir. Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz. Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi. Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz. Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.” Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir. Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz. E-Mektup: [email protected]
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum: “Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum. Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz. Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir. Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz. Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi. Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz. Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.” Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir. Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz. E-Mektup: [email protected]
Hangi inançtan olursa olsun mabetler ruh açlığını gideren kutsal mekânlardır. Garpta kiliseler neyse şarkta da camiler o konumdadır. Bu gibi yapılar umumun malıdır. Buralarda kamuoyunun ruh cephesinin nabzı atar. Ülkemizde vaktiyle pek çok sosyal müessese gibi camilerimiz de sosyal çalkantılardan nasibini almıştır. Özellikle ülkemizin düşman işgali altında inim inim inlediği yıllarda cami ve mescitler en hüzünlü tabloyu teşkil etmiştir. Ezanlar adeta buz tutmuş minarelerde… Sadece savaş zamanlarında mı? Hayır…Değişik iktidarlar döneminde de camiler siyasetin keskin çarkları arasında ezilip kanamıştır. Zaman gelmiş ezanlar Türkçe okunmuş, zaman gelmiş camiler kapatılmış, depo yapılmış, hatta ahır olarak bile kullanıldığı olmuştur. Bu vicdan sahibi müminleri üzmüş, ruhlarını yaralamıştır. Bilindiği gibi İstanbul’da Beyoğlu ilçesinde İstiklâl Caddesi’nin Taksim girişi civarında Ağa Camiî namıyla bir ibadethane mevcuttur. Bu, hayli kalabalık nüfusa sahip o bölgede bulunan küçük, şirin ve yalnız bir camidir. Hicri 1007, Milâdi 1598/l599 yılında Galatasarayı Ağası Şeyhül Harem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin inşa tarihi Hicri 1005, Milâdi 1596'dır. Kare planlı kesme taş binanın kenarları taraklı mozaikle çevrelenmiştir. Tek şerefeli minarenin külahı, ahşap üzerine kurşun kaplıdır. Bina ve son cemaat yeri ahşap çatılıdır. Kubbeli olarak yaptırılan Ağa Camii, 19. yüzyılda İkinci Mahmut (1808-1839) tarafından bakıma alınmış, aynı dönemde yangın geçirdikten sonra da neredeyse tümden onarılmıştır. Ağa Camii'nin Şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseridir. Edebiyatımızı sosyal hayattan ayrı düşünmek mümkün değildir. Özellikle dinî hayatımız edebiyata yansımıştır. Camiler, mescitler ve her türlü ibadethanelerin edebiyatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Yahya Kemal’in yazdığı “Süleymaniye'de Bayram Sabahı” şiiri, Mehmet Akif’in “Fatih Kürsüsü’nde adlı manzumesi, Rıza Tevfik’in “Harap Mabet” adlı eseri buna örnektir. Bunların yanında meşhur sosyalist şâir Nazım Hikmet Ran’ın “Ağa Camiî” adlı enteresan bir şiiri vardır. Mensup olduğu inanç itibariyle bize ilginç gelen bu şiirde Ağa Camiî’nin mahzun duruşu onu derinden etkilemiştir. Çünkü etrafta kiliseler bütün ihtişamıyla arz-ı endam ederken Ağa Camiî boynu bükük bir hâlde kaderine terkedilmiştir. Bu manzara dinî bütün olmayan Nazım Hikmet’i de etkilemiş ki bundan esinlenerek şu duygulu şiiri yazmıştır: “Havsalam almıyordu bu hazin hali önce Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; Allah’ımın ismini daha çok candan andım. Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken, Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar, En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, Üstünde orospular yükseltiyor sesini. Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor. Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen! Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla, Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla! ” Gerçekten çok güzel ve derin mânâlar taşıyan bu şiir, Ağa Camiî’nin İstiklâl Caddesi üzerindeki yalnızlığını ve kendi içinden çıkan nesle yabancılığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bu şiir aslında Nazım Hikmet’in hece tarzında, ölçülü ve kafiyeli mükemmel şiirler yazabileceğinin en büyük delili olarak kabul edilebilir. Fakat o sosyalizm bataklığına saplanarak hem şiirini, hem de iç dünyasını boşaltarak ziyan etmiştir.
MARTİN LINGS’TEN EBUBEKİR SİRACEDDİN’E
M.NİHAT MALKOÇ
Hidayet doğru yola erişmektir. Ne büyük nimettir bu yola revan olmak… Fakat bu emekle, gayretle, kalbi kötü huylardan arındırmakla gerçekleşir. Tabiî ki Allah’ın yardım ve inayeti de şarttır. Yüce Allah, Zümer Suresi’nin 54. ayetinde şöyle buyuruyor: “Allaha dön (ruhunu Allah'a ulaştır) ve (böylece) Allah'a teslim ol, üzerine azap (kabir azabı) gelmeden önce (ölmeden önce) .Yoksa sonra yardım olunmazsın.”
Herkes bizler kadar şanslı değil inanç konusunda. Çünkü bizler Müslüman bir toplumda Müslüman anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldik. Avrupa’da ve dünyanın Müslüman olmayan ülkelerinde dünyaya gelenler bizim kadar bahtlı değil. Bunu göz ardı etmeden sahip olduğumuz bu nimetin kadrini bilmeliyiz.
Hidayeti istemeli insan… Bunun için her şeyiyle Hakk’a yönelmeli… Gerisi gelir Allah’ın izniyle… Martin Lings de ömrünün yarısına yakınını arayış içerisinde geçirdi. Hakikati bulmak için çırpındı ve sonunda buldu. Allah onu İslam’la şereflendirdi. Öyle ki belli bir süre sonra inandığı dini öyle bir sahiplendi ki bu sefer kendisi tebliğ vazifesine atıldı. Ebubekir Siraceddin adını aldı. “Siraceddin” “nur saçan” anlamına gelen bir kelimedir. Bu yönüyle çok manalı bir ismi tercih etmişti. Hidayetinden sonra ismiyle müsemma olduğunu gösterircesine etrafına hep nur saçtı. Karanlıkları aydınlattı. Onlarca eser yazdı. İslâm’ın özünü ortaya koyan eserler verdi. Enteresan bir ömür sürdü. Dilerseniz sonu hayırla biten bu ömrün aşamalarına bir göz atalım.
1909 yılında İngiltere’de doğan Martin Lings, 12 Mayıs 2005 tarihinde doğduğu topraklarda, İngiltere'de ölmüştür. Sade bir cenaze töreniyle köyündeki evinin bahçesine defnedilmiştir. Önceleri protestandı, sonra ateist oldu. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okudu. Yirmi beş yaşlarında diğer dünya dinlerini incelemeye başladı. 1938’de tanıştığı Kuzey Afrikalı müslümanlar vasıtasıyla büyük sufi Şeyh Ahmed Alevî eş-Şazelî ile buluştu, Müslüman oldu. 1939 yılında Mısır’a gitti. Burada Kahire Üniversitesi’nde, özellikle Shakespeare üzerine on iki yıl ders verdi. 1948’de tekrar İngiltere’ye döndü.
Daha sonra British Museum’da çalışmaya başladı ve müzede bulunan çoğunlukla da Arapça olan Doğu elyazmalarının katalogunu hazırladı. Emekli oluncaya kadar da British Museum’da çalıştı. Kur’an yazmalarının bulunduğu bölümlerin sorumlusu oldu. Bu sırada çevresindeki insanlara İslâm’ı anlattı.
Lings’in eserlerinden Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir, Onbirinci Saat Türkçeye çevrildi. Üç yılını verdiği 'Hz. Muhammed ’in Hayatı' adlı kitabı ile Pakistan devletince her yıl verilen “Siret Ödülü”nü kazandı. Eser belli başlı birçok dile çevrilmiş ve büyük ilgi toplamıştır.
Martin Lings, en güzel siret kitaplarından birine imzasını atmıştır. “Hz. Muhammed'in Hayatı” adını taşıyan bu eser, yayınladığı pek çok ülkede olumlu yankılar uyandırarak zevkle okunmuştur. Bu eseri yazmadan evvel derin araştırmalar yapmıştır. Bu eserinde özellikle yazılanları tekrar etmekten kaçınmıştır. Onun içindir ki bu kitap özgün bir eserdir. Lings aynı zamanda bir şairdi. Edebiyata tam anlamıyla vakıftı. Bu siret denemesinde bu özelliklerinin yansımasını görmek mümkündür. Bu eseri üç yılda tamamlamıştır.
Onun bir diğer büyük eseri de Onbirinci Saat/Modern Dünyanın Manevî Bunalımı adını taşımaktadır. Adından da anlaşıldığı gibi bu eserde günümüz dünyasındaki insanların mutsuzluğu ve yaşamlarının anlamsızlaşmasının temelindeki faktörleri ortaya koyuyor. Söz konusu hayatların anlam kazanabilmesi için yapılması gerekenleri sıralıyor. Modern çağın insanlarının mutsuzluğunun perde arkasını aralıyor. Bu durumdan kurtulmanın İslâm inancına sarılmakla mümkün olacağını dile getiriyor.
Martin Lings, Müslüman olduktan sonra çok sevdiği Resulü’nün yaşadığı ve hakikat mücadelesi verdiği kutsal topraklara giderek “Hacı” oldu. İçindeki iman nuru daha da parladı, cilâlandı. Hayatını değiştiren ve onun İslâm halkasına dâhil olmasına vesile olan şeyhi ve hocasına olan minnet borcunu, yazmış olduğu “Yirminci Yüzyılda Bir Veli (1961) ” adlı eserle ödedi. Bu eserde çok sevdiği hocasının tebliğ metodunu, kendisine tesirini ve örnek mücadelesini anlattı.
Batı’dan çıkıp Hakk’ı ve hakikati haykıran ve asrın sufisi olarak kabul ettiğimiz Ebubekir Siraceddin uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Bu dünyadan sevgililer sevgilisine kavuştuğunda 96 yaşındaydı. Dünya meşgaleleri onu ilgilendirmiyordu. Ömrünün son yıllarını bir münzevi gibi yaşamıştı.
Müslümanlığın Avrupa’da, özellikle ülkesi olan İngiltere’de tanınmasına ve yayılmasına vesile oldu. Onun sayesinde pek çok İngiliz din olarak İslâm’ı seçerek kurtuluşa erdi. İslâm’la müşerref olduğu 29 yaşından beri hâl ve hareketleriyle, örnek yaşantısıyla İslâm’ın gülen yüzü oldu. Asrı Saadettekiler gibi yaşamaya gayret etti. “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” düsturunca onu görenler İslâm’a koşmakta tereddüt etmediler. 12 Mayıs 2005’te ebediyete göçen bu Batılı sufi münzeviye Allah’tan rahmet diliyorum.
E-mektup: [email protected]
BAŞUCUMDA “SAFAHAT”
M.NİHAT MALKOÇ
“Safahat” safhalar(evreler) anlamına gelen bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler adlarını taşımaktadır.
Safahat yıllardan beri başucu kitabım olmuştur. Canımın sıkıldığı anlarda stresimi atmak için bu büyük eserin sayfalarında dolaşmışım. Benim için ilâhî kaynaklardan sonra en tesirli eser olma özelliğini taşımaktadır.
Bu kıymetli kitabı her Türk gencinin ömründe en az bir kere okuması şarttır. Hele kendini aydın diye tarif edenlerin her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi gerekir. Çünkü kıymetli manzumeler zinciri her okunduğunda farklı açılımlar kazandırıyor insana.
Ben Safahat’ı her okuyuşumda ayrı bir haz alırım. Gerçi Safahat’ta haz alınacak tablolar pek yoktur. Bin yıllık kültürüne sırt çeviren bir milletin yaşadığı felâketler sıralanmıştır her bir mısrada. Üslûp bakımından haz verir bana.
Safahat her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin haykırışlarını sağır sultan da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil.
Safahat bir yelpazeye benzer, açıldıkça genişler ve çepeçevre sarar muhayyilemizi. Hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif:
'Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gökkubbede hoş sedası bâkî kaldı.
Gaflet uykusundan uyanamayanların, basiret gözü körelenlerin Safahat’taki hakikat tablolarına göz atması elzemdir. Azıcık izanı ve irfanı varsa uyanmasına vesile olur buradaki ikazlar… Lâkin Hakk’ı ve hakikati görmek biraz da nasip işidir. Her bakan göremez. Bakmaktan bakmaya dağlar kadar fark vardır. Bazıları gözünün önündekini göremezken, bazıları perde arkasındakini görür.
Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı.
Mehmet Akif tek başına bir orduydu, çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevi buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı.
Teşbihte hata olmaz derler. Nasıl ki Kur’an’ın özü Fatiha Suresi’yse Safahat’ın özü de İstiklâl Marşı’dır. Onun için İstiklal Marşı’nı çepeçevre kavramak için Safahat’ı anlayarak ve de zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak tekrar tekrar okumalıyız. Ancak böylelikle Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünün sırrını daha iyi anlayabiliriz.
Safahat sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak bizim gibi düşünenler ve yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler 'Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz! ”
Safahat aslında manzum bir belgesel niteliği de taşımaktadır. Bu belgeselde objektifler yerine Akif’in keskin zekâsı ve basiretli bakışları rol oynamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını abartısız yansıtmıştır eserine. Onun içindir ki her bir mısrası bir ok gibi saplanır yüreğinize. Akif, Safahat’ında, içinde yaşadığı cemiyetin buhran ve bunalımlarını anlatır; kendisini hep gizler. Hatta emri-i Hak vaki olunca hatırlardan silinip gideceğini söylüyor bir dörtlüğünde:
“ Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? ”
Akif,şiirlerini adını duyurmak için yazmamıştır. İçinde yaşattığı ve uğruna onca zorluğa katlandığı davasının sesi olmak için yazmıştır. Akif’in şairliği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu ona sanki Allah tarafından verilmiş bir vazifedir.
Bazıları Akif’in eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. O gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Fakat çok şükür ki bu milletin mezhebi, onlara her şeye rağmen hoşgörülü bakacak kadar geniş değil. Sözlerime Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili enteresan bir değerlendirmesini içeren dörtlüğüyle son vermek istiyorum:
“Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz;
Yalınız, bir yeri hakkında 'hazin işte bu! ' der.
Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya?
Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! ”
E-mektup: [email protected]
HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız
Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş...
Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ”
Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış.
Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli”
Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür.
Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...”
Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir.
Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz.
Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki?
Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor.
Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır.
Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla…
Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır.
E-mektup: [email protected]
HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız
Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş...
Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ”
Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış.
Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli”
Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür.
Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...”
Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir.
Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz.
Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki?
Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor.
Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır.
Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla…
Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır.
E-mektup: [email protected]
ÜMİTLER HEP TAZEDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb.
Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez”
Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere.
İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87)
Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar.
İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir.
İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir.
Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada.
Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir.
Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir.
Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere.
En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır.
Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam.
Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz.
Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz.
İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz.
Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
ÜMİTLER HEP TAZEDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb.
Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez”
Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere.
İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87)
Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar.
İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir.
İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir.
Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada.
Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir.
Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir.
Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere.
En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır.
Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam.
Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz.
Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz.
İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz.
Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
KELİMELERİN DÜNYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Anlamlı ses veya ses birliğine 'kelime'; insanların birbirleriyle anlaşmasını sağlayan vasıtaya da 'dil' diyoruz. Dili meydana getiren kelimelerdir. Bugün dünyada binlerle ifade edilebilecek sayıda lisan vardır.
Dil de tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat bu biyolojik bir canlılık değildir şüphesiz. Buna sosyal canlılık diyebiliriz. Bazı kelimeler zamanla eskiyerek, dilin dışına itilir. Onların yerini yenileri alır. Bu bir silsile hâlinde devam eder.
Dil sosyal bir varlıktır. Çocuklar dili taklit yoluyla öğrenirler. Bu durum zamanla şuurlu bir vaziyet alır. Toplumun fertleri dil sayesinde kaynaşır. Milleti meydana getiren soyut öğelerden oluşan dil, birlik ve beraberliğimizin teminatıdır. Büyük şâir Yahya Kemal bu hususta şöyle söylüyor:
'…Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle sağlam bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlar. Türkçe'nin çekilmediği yerler vatandır; ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe'dir….'
Dil uzun yılların ürünüdür. Onun da kendine göre kanunları ve kısımları vardır. Dilin seslerini fonetik(ses bilgisi) , kelimelerin yapısını morfoloji(kelime bilgisi) , söz dizimini sentaks(cümle bilgisi) , anlam özelliklerini semantik(anlam bilgisi) , kelimelerin kökenini etimoloji(kök bilgisi) inceler.
Dünyada kendi kendine yetebilen ve hiçbir dilden etkilenmeyen bir lisan gösteremezsiniz. Etkileşim kaçınılmazdır. Dil bir nehir misali geçtiği her yerden bazı unsurları bünyesine dahil eder. Bu hususta ne bağnazlık, ne de aşırı gevşeklik sağlıklı bir tutumdur. Dil birliği hayatî bir meseledir. Millî ve manevî değerlerimizi yaşatan ve günümüze aktarılmasını sağlayan dil müessesesini itinayla muhafaza etmeliyiz. Aksi takdirde çözülme başlar. Büyük sosyolog Ziya Gökalp bu hususu bir dörtlükte âvâm(halk) lisanıyla şöyle dile getirmiştir:
'Türklüğün vicdanı bir
Dini bir, vatanı bir,
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir.'
Dilin kurallarını ele alan bilime 'gramer' adını veriyoruz. Türkçe'nin grameri, maalesef sağlam bir zemine oturtulmamıştır. Hele hele imlâ(yazım) ve noktalama mevzularında ciddi meseleler mevcuttur. Bugüne kadar on-on beş tane, birbirinden az çok farklı imlâ kılavuzu yayınlanmıştır. Bu durum meselenin vahametini göstermek için kâfidir herhalde.
Yıllardan beri, sorumsuzca dilimize kattığımız yabancı kelimelerle, pırıl pırıl olan Türkçemizi yozlaştırmışız. Dilimizi iyice içinden çıkılmaz hâle getirdikten sonra aklımız başımıza gelmiş; eteklerimiz tutuşmuş. Bu sefer de başlamışız özleştirme çalışmalarına. Bunu da elimize yüzümüze bulaştırmışız. Mehmet Kaplan Hoca'nın dil konusundaki şu ifadeleri genç yaşlı herkesi düşündürmelidir:
'Kırk iki yıldır üniversitede hocalık yapıyorum. Her yıl üniversiteye gelen öğrencilerin lügat hazinesinin gittikçe fakirleştiğini gö? rüyorum. Kendi atalarının dilini bilmedikleri için onlar, bizim için son derece kıymetli eserleri okumaktan mahrum kalıyorlar. Yeni yetişen nesiller bu yüzden kendi kültür değerlerine karşı yabancılaşıyorlar. Bugün Türkiye'de profesör? ler arasında bile millî kültür kaynaklarına gidebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Millî kültürlerine bu kadar yabancı kalan aydınların kendi milletlerinin tarihini, dilini, dinini, edebiyatını,örf ve âdetini anlaması, doğru olarak değerlendirmesi ve onlardan faydalanarak milletinin hoşuna gidecek yeni eserler meydana getirmesi mümkün müdür? Ben buna imkân gö? remiyorum. Benim yıllardan beri dil ve kültür konuları üzerinde ısrarla durmamın sebebi budur.'
Dil hususunda yapmamız gereken öncelikli iş Arapça ve Farsça zarfları; '-hâne; -kâr, -dâr' ekleriyle yapılan isim ve sıfatları, vesika ve mekân isimlerini Türkçeleştirmekti. Kelimeleri tamamen değiştirmektense onarmak daha sağlıklı bir yoldu. Oysa biz kelimeleri hâkiki mecralarından çıkardık. Onların huzurlu dünyalarını zindana çevirdik. O muhteşem sarayları bir anda tarumar ettik. Bu utanç yeter bizlere. Sözlerimi Batılı düşünürlerin dil üzerine söyledikleri güzel sözlerle tamamlamak istiyorum:
'Kelimeler değil, onları konuşan ağızlar önemlidir.'(Baroccıo)
'Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir.' (F. Knebel)
'Kelimelerin kuvvetini anlamadan, insanların kuvvetini anlayamazsınız.' (Konfüçyüs)
'Söylemesi en kısa olan iki kelime vardır ki en ziyade tetkike ihtiyaç gösterir: Evet ve hayır.' (Pythagoras)
E-mektup: [email protected]
ATATÜRK VE ÖĞRETMENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.”
Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.
Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz.
E-Mektup: [email protected]
ATATÜRK VE ÖĞRETMENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.”
Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.
Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz.
E-Mektup: [email protected]
NAZIM HİKMET VE AĞA CAMİÎ
M.NİHAT MALKOÇ
Hangi inançtan olursa olsun mabetler ruh açlığını gideren kutsal mekânlardır. Garpta kiliseler neyse şarkta da camiler o konumdadır. Bu gibi yapılar umumun malıdır. Buralarda kamuoyunun ruh cephesinin nabzı atar.
Ülkemizde vaktiyle pek çok sosyal müessese gibi camilerimiz de sosyal çalkantılardan nasibini almıştır. Özellikle ülkemizin düşman işgali altında inim inim inlediği yıllarda cami ve mescitler en hüzünlü tabloyu teşkil etmiştir. Ezanlar adeta buz tutmuş minarelerde…
Sadece savaş zamanlarında mı? Hayır…Değişik iktidarlar döneminde de camiler siyasetin keskin çarkları arasında ezilip kanamıştır. Zaman gelmiş ezanlar Türkçe okunmuş, zaman gelmiş camiler kapatılmış, depo yapılmış, hatta ahır olarak bile kullanıldığı olmuştur. Bu vicdan sahibi müminleri üzmüş, ruhlarını yaralamıştır.
Bilindiği gibi İstanbul’da Beyoğlu ilçesinde İstiklâl Caddesi’nin Taksim girişi civarında Ağa Camiî namıyla bir ibadethane mevcuttur. Bu, hayli kalabalık nüfusa sahip o bölgede bulunan küçük, şirin ve yalnız bir camidir.
Hicri 1007, Milâdi 1598/l599 yılında Galatasarayı Ağası Şeyhül Harem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin inşa tarihi Hicri 1005, Milâdi 1596'dır. Kare planlı kesme taş binanın kenarları taraklı mozaikle çevrelenmiştir. Tek şerefeli minarenin külahı, ahşap üzerine kurşun kaplıdır. Bina ve son cemaat yeri ahşap çatılıdır.
Kubbeli olarak yaptırılan Ağa Camii, 19. yüzyılda İkinci Mahmut (1808-1839) tarafından bakıma alınmış, aynı dönemde yangın geçirdikten sonra da neredeyse tümden onarılmıştır. Ağa Camii'nin Şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseridir.
Edebiyatımızı sosyal hayattan ayrı düşünmek mümkün değildir. Özellikle dinî hayatımız edebiyata yansımıştır. Camiler, mescitler ve her türlü ibadethanelerin edebiyatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Yahya Kemal’in yazdığı “Süleymaniye'de Bayram Sabahı” şiiri, Mehmet Akif’in “Fatih Kürsüsü’nde adlı manzumesi, Rıza Tevfik’in “Harap Mabet” adlı eseri buna örnektir.
Bunların yanında meşhur sosyalist şâir Nazım Hikmet Ran’ın “Ağa Camiî” adlı enteresan bir şiiri vardır. Mensup olduğu inanç itibariyle bize ilginç gelen bu şiirde Ağa Camiî’nin mahzun duruşu onu derinden etkilemiştir. Çünkü etrafta kiliseler bütün ihtişamıyla arz-ı endam ederken Ağa Camiî boynu bükük bir hâlde kaderine terkedilmiştir. Bu manzara dinî bütün olmayan Nazım Hikmet’i de etkilemiş ki bundan esinlenerek şu duygulu şiiri yazmıştır:
“Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla! ”
Gerçekten çok güzel ve derin mânâlar taşıyan bu şiir, Ağa Camiî’nin İstiklâl Caddesi üzerindeki yalnızlığını ve kendi içinden çıkan nesle yabancılığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bu şiir aslında Nazım Hikmet’in hece tarzında, ölçülü ve kafiyeli mükemmel şiirler yazabileceğinin en büyük delili olarak kabul edilebilir. Fakat o sosyalizm bataklığına saplanarak hem şiirini, hem de iç dünyasını boşaltarak ziyan etmiştir.