18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.
Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.
Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi
Fazilet yarışında önde gider yiğitler Zekeriya misali bölse de hızar bizi
Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi
Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar Kendimize getirir ilâhî nazar bizi
Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta Çağların göbeğine tarihler yazar bizi
Gök kubbenin altında dolaşırken avare Hicran ateşlerine atar intizar bizi
Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi
Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi
Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi
Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar Maziden arda kalan sermaye bakar bizi
Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi
Doğar Anafartalar alacakaranlığa Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi
Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi
Kirli çizmeleriyle girer de haremime Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi
Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi
Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi
Diner Çanakkale’de esen acı karayel Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi
İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.
Uzakları yakın eden bir hissiyatın tercümanıdır Çanakkale… Vatan sevgisinin şahsi duygulara galebe çaldığı müstesna bir dönemin adıdır. Henüz bıyıkları bile terlemeyen delikanlıların bütün dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itip vatan savunmasına, şahadete koştukları olağanüstü bir ruh halinin yansımasıdır. Bunu barış zamanlarında anlamak zordur.
Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal’in de adının duyulmasına vesile olmuştur. O, Türk’ün ateşle imtihan edildiği bir dönemde cesaretiyle ve ileri görüşlülüğüyle ordumuza büyük güç vermiştir. O, Anafartalar’da kahramanca savaşarak zaferde büyük pay sahibi olmuştur. Bütün dikkatler üzerinde toplanmıştır.
Gelecekte Atatürk olacak olan Mustafa Kemal bu savaşta adeta bir efsane miti haline gelmiştir. Türk edebiyatının ünlü yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Atatürk” adlı eserinde bu büyük kahramanın Çanakkale’deki rolüyle ilgili olarak şunları söyler: “Bu genç kumandan, yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden gelen sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor kollarıyla, kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi sıra sıra topların üstüne saldırıyor. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların (savaş gemilerinin) attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş, yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu”
Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’in dediği gibi:“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale Savaşı’nın efsaneleşen kahramanları sadece etten kemikten askerler değildir. Bir metal yığını olan Nusret Mayın Gemisi de bu savaşın kahramanları arasında sayılmalıdır. Çünkü bu küçük gemi güçlü müttefik donanmasını dağıtmış, müstakbel zaferi çok yakın gören ecnebileri hayrette bırakmıştır. Bu geminin döşediği 26 mayın, bir zamanlar tarihe altın harflerle adını yazdırmış bir milletin namusunu ve aziz topraklarını güvence altına almıştır. Bu gemi savaşın gidişatını değiştirmiş, adeta Türk’ün kaderini belirlemiştir.
Çanakkale sömürgecilerin korkaklıklarına sahne olmuştur. Bu savaşta İngilizler kendileri savaşmamış, sömürgelerini savaştırmıştır. Anzaklar bu coğrafyada sömürge olmanın ağır bedelini canlarıyla ödemişlerdir. Zira “ANZAC”(Australian and New Zealander Army Corps) kelimelerinin ilk harflerinden doğmuş bir kavramdır. ‘Avustralya-Yeni Zelanda Ordu Birlikleri’ anlamına gelir. İnsan içinden ‘Çanakkale nere, Avustralya nere’ diyesi geliyor. Fakat İngilizlerin canları tatlı olduğu için bu harpte Anzakları kalkan olarak kullanmışlardır.
Savaş aslında en son başvurulması gereken bir yoldur. Fakat savaş, yurdunuzu paylaşmak için kollarını sıvayanlara karşı lüzumlu ve onurlu bir direniştir. Savaşın da bir ahlakı vardır aslında… Savaş ahlakı da olur mu demeyin, olur elbette… Bizim milletimiz her zaman savaş ahlakını ön planda tutmuştur. Askerlerimiz hiçbir zaman çocuklara ve kadınlara dokunmamıştır. Aman dileyen ve teslim olan yaralıları tedavi etmişlerdir. Bu insani tavır ve davranışlarımızla düşmanların bile övgüsüne mazhar olmuşuz. Bu duruma şahit olan Avustralya Genel Valisi Lord Casey’in anlattığı şu hadise dikkate değerdir:
“Bir gün Türklerle çok şiddetli bir çarpışmaya girdik, adeta göğüs göğüse idik. Her iki taraf da çok can kaybı vermişti. Aramıza biraz mesafe koymak için siperlerimize dönmek istedik; büyük bir bölümümüz yerlerinizi almıştık. Bir İngiliz teğmen iki siper arasında, nerden atıldığı belli olmayan bir top mermisi ile bacağını kaybetti ve orada yığılıp kaldı. Feryat ediyordu, bizim siperlerden kimse kalkıp onu oradan almaya cesaret edemedi. Bekliyorduk… Bu arada Türk siperinden bir asker mevziinden ayağa kalktı; elindeki tüfeğini siperin önüne koydu. Uzun boylu, bıyıklı, bu yiğit asker, ağır adımlarla yaralı subaya yürüdü. Durumu kavradım. Bizim siperlerdeki askerlere kesinlikle ateş etmemelerini söyledim, Türk askeri yaralı subayı kucağına alarak bizim siperlerin önüne getirdi ve yere yavaşça bıraktı... Türk askeri arkasına dönerek, yine ağır adımlarla mevzinin önüne koyduğu tüfeğini alarak siperine girdi. ‘Ya Rabbi bu ne cesaret, bu ne asalet, bu ne ruh gücü’ demekten kendimi alıkoyamadım. Biz çok kahraman bir milletle savaştık.”
Bizim atalarımız, Çanakkale’de insanlığını kaybedip adeta vahşileşenlere karşı şefkat ve merhametin en güzel örneklerini göstermişlerdir. Tüm dünya savaşın da bir ahlakı olabileceğine onlar sayesinde şahit olmuştur. Bu tutum imandan kaynaklanan bir ruh genişliğiydi. Onlarla ne kadar gurur duysak azdır. Bu ülke onların kanlarıyla bugünkü hürriyetini elde etmiştir. Çanakkale Zaferi’nin 92. yılında bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, onlara şükranlarımızı da sunmayı mühim bir vazife addediyoruz.
Milletçe siyasi bağımsızlığımızı kazansak da, görünen o ki kültürel bağımsızlığımızı hâlâ tam anlamıyla elde edebilmiş değiliz. Gelişmesini hızla tamamlama yolunda olan Türkiye gibi bir ülke için bu, çok acıklı bir durumdur. Bu ülke insanlarının önemli bir kısmı bilerek veya gafletinden dolayı öz kültürünü reddederek yabancıların kapısında iki büklüm arzı endam etmektedir. Bunu hemen her dönemde üzülerek görmekteyiz.
Türkiye olarak yıllardan beri Eurovision Şarkı Yarışması’na katılırız. Bu uzun zaman içerisinde sadece bir kez Sertap Erener isimli şarkıcımız İngilizce bir şarkıyla birincilik kazanmıştır. Fakat o zamanlar buna bir Türk olarak hiç mi hiç sevinemedim. Çünkü sadece şarkıyı söyleyen sanatçı Türk’tü. Şarkının sözleri İngilizceydi. Yarışmada ülke olarak birinci olsak da bu durum millet olarak bizi fevkalade üzmüştür. Çünkü bu yarışmada milli kimliğimizle temsil edilmemişiz. Bu gelecekteki sanatçılara da kötü örnek olmuştur. Müzik çevreleri kerameti müzikte değil, dilde arar olmuşlardır. Böylelikle yanlış bir yola sapılmıştır.
Bu yıl 52’ncisi düzenlenecek Eurovision Şarkı Yarışması, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de 10 Mayıs’ta yarı final, 12 Mayıs’ta ise final olarak gerçekleştirilecek. Hatırlayacağınız gibi Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” isimli şarkısıyla katılmış, 2003 yılında Sertap Erener’in “Everyway That I Can” isimli şarkısıyla da birincilik almıştı. Türkiye, TRT’nin organizasyonunda 2004 yılında yarışmaya ev sahipliği yapmıştı. Birinciliğimiz bazı çevreleri heyecanlandırsa da milli ve manevi değerlere sahip çevreler tarafından şiddetle eleştirilmişti.
Bilindiği gibi Eurovision Şarkı Yarışması’nı Türkiye’de TRT organize ediyor. Devletin kurumu olan TRT şarkıcıyı ve şarkıyı kendisi tespit ediyor. Bu yıl Eurovision’da ülkemizi popçu Kenan Doğulu temsil edecek. Geçenlerde seçici kurul Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eseri belirlemek üzere TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney başkanlığında toplandı. Kenan Doğulu eleme için hazırladığı üç şarkıyı kurula dinletti. Aralarında Genel Müdür Yardımcısı Muhsin Mete, Müzik Dairesi Başkan Vekili Deniz Çakmakoğlu ve Ankara Televizyon Müdürü Muhsin Yıldırım’ın da bulunduğu kurul, ülkemizi temsil edecek şarkıyı seçti. Yapılan değerlendirmeler sonucunda İngilizce bir şarkı uygun bulundu. Bu yıl Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Shake It Up Şekerim” adlı eser ile yarışacak. Kenan Doğulu’nun seslendireceği eser 9 Mart’ta kamuoyuna açıklandı.
“Shake It Up Şekerim”in dilimizdeki karşılığı “Çalkala Şekerim”… Bu haliyle şarkı ne Türkçe ne de İngilizce… Hilkat garibesi bir şey… Bu parçada Türkçe olan sadece “Şekerim” kısmıdır. Öbür sözler tamamen İngilizcedir. Böyle bir şeyi şuurlu insanların gururuna yedirmesi ve kabullenmesi mümkün değildir. Bu ancak sömürge ülkelerde olur. Anlaşılan o ki Kenan Efendi bu ülkenin milli ve manevi değerlerinden haberdar değildir, şayet haberdarsa bu hareketiyle Türkçeye ve milli değerlerimize saygıda kusur etmektedir.
Bir konuşmasında Türkçe şarkı söyleme konusunda ısrarcı olmayı “eski kafalılık” olarak değerlendiren Kenan Efendi’yi millet olarak kınıyoruz. Onun bizi Avrupa’da temsil etmesini istemiyoruz. Türk’e ve Türkçeye saygı duymayan birisinin elde edeceği netice birincilik de olsa bizim için utanç vericidir. Bir zamanlar Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal, Erol Büyükburç, Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço gibi sanatçılar, yabancı parçalara Türkçe söz yazarak onları bir anlamda adaptasyondan geçirdiler. Müziğin bile yabancısına tahammül edemeyen bu millet şimdilerde İngilizce sözlü parçalarla Avrupa’da temsil ediliyor.
İngilizce sözlü şarkı söylemek Türkçeye ve Türkiye’ye güvensizliğin açık göstergesidir. Hafızanızı bir zorlayın… Sertab Erener İngilizce ile birinci olduğu yıl, İngiltere İngilizce bir parçayla sonuncu olmuştu. Demek ki mühim olan İngilizce değildir. Eğer böyle olsaydı İngilizler sondan birinci olmazdı. Asıl önemli şey milli motifler ve müziktir. Fakat bizler bunu henüz anlayabilmiş değiliz. Daha doğrusu anlayacak kapasitede olanlara görev vermiyoruz. Başarma derdi ve heyecanı olmayan popüler isimleri seçerek asıl yanlışı burada yapıyoruz. Oysa bu ülkede nice genç, bilinçli ve başarılı müzisyenler var.
Başında “Türkiye” ifadesi olan TRT gibi bir kurumun Türkçeye ihanet etmesi yenilir yutulur cinsten bir densizlik değildir. Aslında TRT bu yarışmaya katılacak şarkının Türkçe sözlü olmasını ön şart olarak belirlemeliydi. Onlar ne yaptılar? Türkçe şarkılar varken İngilizceleri tercih ettiler. Türk milletinin paralarıyla ayakta duran TRT’yi Türkçeye ettiği ihanetten dolayı kınıyorum. Artık TRT milli olmaktan çıkmıştır. Bu kurum sırtımızda duran bir kamburdan başka bir şey değildir. Daha fazla zarar vermeden kapatılmalıdır veya vakit geçirmeden ıslah edilmelidir. Milletimize ve milletimizi bir arada tutan Türk diline saygısı olmayanlar bu kurumdan uzaklaştırılmalıdır. Onlar olmazsa olmazlardan değildir. Fakat Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Onun çekildiği yerler vatan olmaktan çıkar. Bunun böyle bilinmesi, kurumların ve şahısların bu çerçevede hareket etmesi gerekir.
Son olarak İngilizce bir parçayla bizi Eurovision’da temsil etme kararı aldıkları için bir kez daha Kenan Doğulu’yu ve TRT’yi kınıyorum. Milletimizin bu kişiye ve kuruma tepki göstermesini istiyorum. Bir Türk evladı olarak böyle bir şarkıyla temsil edilmekten utanç duyuyorum. Bizi anlamayan ve Türklük şuurundan nasiplenmeyen bu kişilere ve kurumlara başarı filan da dilemiyorum. Allah herkese uzağı görme öngörüsü, akıl ve fikir versin.
Milli marşlar milletlerin bağımsızlık hareketlerini anlatan destan niteliğindeki eserlerdir. Onlar kalemle değil, ruhla yazılır. Bu marşlar milletleri bir ve beraber tutar. Yeni nesillerin ruhu bu marşların maneviyatından beslenir. Nitekim öyle de olmuştur. Türk gençleri bu marşın verdiği heyecanla düşman güçlerini büyük bir cesaretle bertaraf etmişlerdir.
Bir zamanlar 'Hasta Adam' olarak nitelendirilen ve şer güçler tarafından paylaşılmaya çalışılan Osmanlı, bir daha hasta yatağından kalkamamış, onun ruhundan ve küllerinden yepyeni bir Cumhuriyet doğmuştur. Eşi ve benzeri olmayan bu coğrafyada milletimiz adeta emsalsiz bir diriliş destanı yazmıştır. İnsanlarımız canavarlaşan bir medeniyete karşı ölüm kalım mücadelesi vermiştir. Bu mücadelede İstiklal Marşı'mız itici bir rol oynamıştır. Bu marşta ileri sürülen irade hayatın temel dinamiği olmuştur. Bu güçle bütün engeller aşılmıştır. O yıllarda yurdumuzun durumu hiç de iç açıcı değildi. Bu durumu şöyle tasvir edebiliriz:
3 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. 1920 yazı içinde ülke topraklarının büyük bir bölümü işgal altındadır. Ankara düzenli bir ordu kurma çalışmaları içindedir. İstanbul Hükümeti Mondros Ateşkes hükümleri gereğince orduyu terhis etmiştir. Yeni bir ordu kurma çalışmalarında ise sayısız güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Meclis hükümeti yeni bir ordu kurarken bu orduyu ayakta tutacak, ona moral verecek güçleri de harekete geçirme çabasındadır. Yayınlanan gazeteler halkı işgal güçlerine karşı direnmeye, birlik olmaya, cesaret vermeye uğraşmaktadırlar. Gazete ve dergilerden önemli bir bölümü hükümet tarafından satın alınarak cephelere yönlendirilmekte, mitingler düzenlemekte ve camilerde vaazlar verilmektedir. İstiklal Marşı da halkın ve ordunun moral gücünü yükselteceği düşünülerek o zamanlar gündeme getirilmiştir.
O yıllarda Kurtuluş Savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. Henüz bağımsız olmamıştık; fakat bağımsızlığa dair inancımız dipdiriydi. İstiklal Marşı bu zor günlerimizde milletimize ruh ve heyecan kazandırdı. Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı olarak kabul edilen ve okurken hepimizi heyecanlandıran İstiklal Marşı'nın öyküsünü sanırım bilmeyeniniz yoktur. Bilindiği gibi İstiklal Marşı bir yarışma neticesinde seçildi. Maarif Vekâleti 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Bu yarışmanın duyurusunu dikkatinize sunmak istiyorum:
'Şairlerimizin dikkatine: Milletimizin dâhili ve harici İstiklâl uğruna girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklâl Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi'nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından, gönderilen eserler arasından intihap edilecektir ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine lâakal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara'da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâleti'ne yapılacaktır.'
Yukarıdaki duyuruyu okuyanlar eline kâğıdı kalemi alarak o zor dönemlerdeki milli duyguları terennüm etmeye başladılar. Bu hususta da adeta bir seferberlik havası yaşandı. Bu yarışmaya 724 şiir katıldı. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Mehmet Akif; Maarif Vekâleti Hamdullah Suphi'nin ısrarı üzerine Kahraman Ordumuza adadığı şiirini yarışmaya soktu. TBMM'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda Mehmet Akif'in şiiri oybirliğiyle milli marş olarak kabul edildi.
Bu güzide marşın bestesi de bir yarışma neticesinde belirlenmiştir. Bunda da asıl gaye en güzeli elde etmekti. Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 müzik adamı katıldı. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu.
Takdir edersiniz ki İstiklal Marşı'nın tılsımlı bir manası ve ruhu vardır. Milletimizin hemen her ferdi onun atmosferine girince kendinde bambaşka bir güç ve inanç bulmaktadır; adeta başkalaşmaktadır. Büyük küçük hemen her yaştan öğrencimiz onu büyük bir zevk ve iştiyakla kısa zamanda ezberlemektedir. Benim yedi yaşındaki kızım Gülşah da bir hafta gibi kısa bir sürede bu marşın on kıtasını da ezberlemiş, bu arzusu beni ve çevremizdekileri çok şaşırtmıştır. Demek ki İstiklal Marşı bildiğimiz şiirlerden değildir. Çünkü onun her kelimesi büyük bir inançla ve titizlikle seçilmiştir. Bu marş çoraklaşan ruhlarımızı yeşertmiştir.
İstiklal Marşı şairi Akif'in hayatı her bakımdan bizlere örnek teşkil edecek niteliktedir. Onun İstiklal Marşı yarışması sırasındaki kararlı ve şahsiyetli duruşu gençlerimize aşılanmalıdır. Bunu başarabilirsek pırlanta gibi bir nesil yetiştirmiş oluruz. Akif bu nesle 'Asım'ın Nesli' diyordu. Bu ülke ancak böyle bir nesille düzlüğe çıkabilir. Geleceğimiz bu nesille aydınlık ufuklara açılacaktır. Akif'in dediği gibi Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazmayı nasip etmesin. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olsun.
Çocuklara “Büyüyünce ne olacaksınız? diye sorduğumuzda çoğunun doktor olmak istediğini görürüz. Bizim zamanımızda böyleydi çocukların bu soruya verdiği cevaplar… Bugün Türkiye’de buna alternatif cevaplar verilse de yine doktor olma eğilimi devam etmektedir. Bunun en büyük sebebi ailelerin çocuklarını doktor olarak görme isteğidir. Toplumumuzda aileler arasında nedense doktorluk hep revaçta olan bir meslektir.
Sağlık her şeyin başı… Sağlıksız yaşamaya, yaşamak denir mi bilmem. Sıhhatin öneminden dolayı doktorları hayatımızın en müstesna köşesine oturtuyoruz. Gerçi günümüzde doktorluk o eski cazibesini ve tercih edilme yoğunluğunu kaybetmiştir. Bunun sebeplerinin başında tahsilinin uzun olması geliyor. Günümüz gençleri kısa zamanda hayata atılmanın hesabını yapmaktadır. Bugünkü gençlerimiz, zorluğu ve uzunluğu nedeniyle tıp öğrenimine tahammül edememektedir. Fakat bunlara rağmen yine de tıp tahsili cazibesini korumaktadır.
Doktorlar hayatımızın her yerinde bizimle beraber… Onların kapısını zor zamanlarda çalıyoruz. Sağlıkta görüşmüyoruz genellikle… Bu belli ki hastalıktan kaynaklanan zorunlu bir görüşme oluyor. Zor zamanlarımızda onların şefkat iklimine sığınıyoruz. Bazen de hastalığın getirmiş olduğu sıkıntı ve gerginlikle onları üzüyoruz. Fakat onlar bu gerginliğin sebebini bildikleri için bizleri hoşgörüyle karşılıyorlar.
Ülkemizde tıp tarihi bir hayli eskilere dayanmaktadır. “Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Fakat “Tıp Bayramı” bu tarihten daha sonra kutlanmaya başlanmıştır. İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmıştır. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. 1933’te “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş; peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te ise Ege Tıp Fakültesi kurulmuştur. Bugün bu fakültelerin sayısı yüzlere yaklaşmıştır.
Ülkemiz Cumhuriyetten beri sağlık konusundaki meseleleri tümüyle aşabilmiş değildir. Bu hususta çok mühim aşamalar kat edilse de köklü çözümler getirilememiştir. İstatistiklere göre 2000’li yılları yaşayan ülkemizde her gün 175 bebek, 3 anne kaybediyoruz. Bu Türkiye’ye yakışan bir tablo değildir. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen son yıllarda sağlıkla ilgili atılımları da görmezlikten gelemeyiz. Özellikle hastanelerin dağınık yapılanmadan kurtarılıp tek çatı altında toplanması olumlu bir gelişmedir. Artık hangi kurum elamanı olursa olsun herkes istediği hastaneye gidebilmektedir. Fakat bu durum özellikle bazı hastanelere aşırı yüklenme sunucunu doğurmuştur. Bunlar zamanla aşılacaktır.
Son dönemde sağlık alanında ciddi yenilikler yapıldı. Bu yenilikler daha çok hastaları kollamaya yöneliktir. Artık hastalar doktorlarını kendileri seçebiliyor. Bu sadece yönetmelikte kalan bir şey değil. Doktor sayısının yeterli olduğu hastanelerde bilfiil uygulanıyor. Bunun yanında Avrupa’da uygulanan aile hekimliği bizde de hayata geçiriliyor. Bundan sonra her ailenin bir hekimi olacak. Bu ailedeki fertlerin sağlık bilgileri bu hekim tarafından bir araya getirilecek. Hasta öncelikle bu hekime tedavi edilecek, gerekirse başka sağlık kurumlarına gönderilecek. Bu sistem çağdaş sağlık politikalarının bir yansımasıdır.
Türkiye’de hekim başına düşen hasta sayısı Batı ülkeleriyle kıyaslanınca çok fazla olduğu açıkça görülür. Doktorlarımız hastalara yeterli zamanı ayıramıyorlar. Hastalarımız bu hususta haklı olarak müştekiler... Fakat bu durumda yapılacak fazla bir şey yok. Doktorları da suçlamamak gerekir. Onların da imkânlarını zorladıklarına bizzat şahit oluyoruz. Fakat her meslekte olduğu gibi doktorlar arasında da işini hakkıyla yapmayan, savsaklayan tipler de yok değildir. Bunları, diğerlerine zarar vermeden ayıklamak gerekir. Bizler doktorlarımızın yaşadığı zorlukları biliyor ve onlara, gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı teşekkür ediyoruz.
DÜNYA KADINLAR GÜNÜNDE KADINA KARŞI ŞİDDET MESELESİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya bahçesinin gülüdür kadınlarımız… Onların olmadığı bir dünyayı düşünmek başlı başına bir kâbustur. Zira kadının olmadığı bir dünya nerden baksanız eksiktir. Bazen aralarında küçük tatsızlıklar yaşansa da, birbirlerini üzseler de kadınla erkek bir elmanın iki eşit yarısı gibidir. Bütünü oluşturmak için muhakkak bir araya gelmeleri gerekir.
Dünya kültürünün ve medeniyetinin vücut bulmasında kadınların rolü büyüktür. Kadına hak ettiği değeri fazlasıyla veren ve onun toplumda itibar sahibi onurlu bir fert olmasını sağlayan Atatürk, bu emsalsiz varlıklar için şu mühim vecizeyi söylemiştir: 'Şuna kani olmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir...'
Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.
Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Ezilmeyi göz önüne almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman ezenlerden olmamışlardır.
Günümüzde kadınlar erkeklerle birlikte tahsil görerek cehalet karanlığından uzaklaşmışlardır. Artık onlar da hayatın tam ortasında bulunmakta, tüketen değil, üreten kesinim içinde yer almaktadırlar. Artık onlara yiyici, ekmek düşmanı gözüyle bakılmamaktadır. Zira onlar sadece evde hamur yoğurmakla kalmayıp aynı zamanda eve ekmek getirmektedirler. Buna ilave olarak evde de ağır bir işçi gibi çalışmaktadırlar. Atatürk'ümüzün kadının eğitimiyle ilgili olarak sarf ettiği şu sözler ne kadar manidardır:
'Kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmaya mecburdurlar. Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmalarımızda ortak kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlâki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı ve yardımcısı yapmak yoludur. Bir toplum aynı amaca bütün kadınlar ve erkekleriyle beraber yürümezse fen ve bilimde yükselmesine imkân ve ihtimal yoktur.'
Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye'nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.
Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; 'ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma' (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına 'kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak' da dâhil edilmiştir.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanılan kadının insan hakları ihlallerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye'nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu insanlık dışı bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.
Kadın anadır, bacıdır, abladır, teyzedir, haladır, ninedir, en mühimi de sadık bir eştir. Kadınlar dövülmek için değil sevilmek içindir. Onlar dövülmeye değil, bir gül misali koklanmaya, sevilmeye layıktırlar. Erkek kadınsız her zaman eksiktir, yarımdır. Dünya kadınların omuzlarında yükselmeye devam edecektir. Onları çok seviyoruz.
Yöneticilik, hüner gerektiren meşakkatli bir iştir. Çünkü insanları memnun etmek, doğru yönlendirmek, verimli çalışmalarını sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu sadece okumakla, yani eğitimle gerçekleştirilemez. Kişinin şahsiyeti ve olaylara yaklaşımı çok önemlidir. Sert mizaçlı olmak her zaman otoriteyi sağlamaya yetmez. Hatta çok kere iticiliğe zemin hazırlar. Hoşgörünün fazlası da gevşekliğe yol açar. Bu hususta dengeyi sağlamak gerekir. İnsanlara ufuklarının genişliği hesaba katılarak yaklaşılmalıdır.
Ülkemizde yaşanan krizlerin çoğu idarecilerin yerinde ve zamanında doğru tavır ve davranış gösterememesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin idareci profili aslında başarısız değildir. Bu konuda sürekli serzenişlerde bulunuruz; fakat çok olumlu idareci örneklerini de görmek gerekir. Ülkemizde örnek idarecilerin sayısı görmezlikten gelinemeyecek kadar çoktur. Fakat bizler nedense daha çok olumsuz örnekleri dilimize pelesenk ederiz.
Merkezde bulunan genel idarenin taşradaki uzantıları vardır. Bunların başında valiler gelir. Bilindiği gibi iller Türkiye’de merkezi idarenin en büyük taşra teşkilatıdır. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında 47 olan il sayısı, 1933’te 57’ye; günümüzde ise 81’e ulaşmıştır. İl idaresinin başı olan vali, devlet tüzel kişiliğinin, hükümetin ve ayrı ayrı her bakanlığın temsilcisidir. Vali İçişleri Bakanı’nın önerisi, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı’nın onaması ile atanır. Valinin ildeki tüm merkezi idare kurumlarının ve personelinin başı olması nedeniyle oldukça geniş bir alana nüfuzu vardır. Bununla beraber adli ve askeri kurumlar valinin yönetim ve denetimi altında değildir.
İllerin en büyük mülki idare amiri olan valilerin yetkileri çok olduğu gibi sorumlulukları da çoktur. İşlerin düz gitti zamanlarda göze batmazlar. Bir de işler aksamaya görsün en büyük hedef tahtası olurlar. Bunun en bariz örneğini Trabzon’da gördük. Güvenlik zaafı gerekçesiyle Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir makamından oldu. O şimdi merkez valisi olarak Ankara’da görev yapacak. Aslında o da iyi niyetle çalıştı ve bu şehre hizmet etti. Fakat işler bir anda çığırından çıkınca yerinden oldu. Trabzonlular ona hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyor. Ona yeni görevinde başarılar diliyoruz.
Son Valiler Kararnamesiyle 12 ilimizin valisi değişti. Konya Valisi Arif Atilla Osmançelebioğlu ve Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir merkeze alındı. Vali Oğuz Kağan Köksal’ın Emniyet Genel Müdürlüğüne atanmasıyla boşalan İzmir Valiliğine Adana Valisi Mustafa Cahit Kıraç atandı. Kahramanmaraş Valisi İlhan Atış Adana Valiliğine, İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri Dr. Recep Kızılcık Batman Valiliğine, Batman Valisi Haluk İmga Afyon Valiliğine, Van Valisi Mehmet Niyazi Tanılır Kahramanmaraş Valiliğine, Sakarya Valisi Nuri Okutan Trabzon Valiliğine, Merkez Valisi Hüseyin Atak Sakarya Valiliğine, Sivil Savunma Genel Müdür Yardımcısı Özdemir Çakacak Van Valiliğine, Kütahya Valisi Osman Aydın Konya Valiliğine, Giresun Valisi Şükrü Kocatepe Kütahya Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Taşkesen Giresun Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Toprak ise Çorum Valiliğine getirildi. Valilerimize yeni görevlerinde başarılar diliyoruz.
Son kararnameyle bütün gözlerin üzerine çevrildiği Trabzon Valiliğine atanan Sakarya eski valisi Nuri Okutan’a “Trabzon’a hoş geldiniz” diyoruz. İlimizin yeni valisi Nuri Okutan’ı yıllardan beri icraatlarıyla takip ve takdir eden bir kişiyim. “Bir gün şehrimizin valisi olsa” diye hep içimden geçerdi. Özellikle Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin kaymakamı iken çok sınırlı imkânlarla ses getiren işler yapmıştı. İsminin kamuoyunun vitrinine çıkmasını sağlayan Kelkit kaymakamı iken yaptıklarıdır. Bu küçük Anadolu şehrini ayağa kaldırmıştı.
Trabzon’a genç ve başarılı bir vali olan Nuri Okutan’ın atanması bu şehre verilmiş en güzel hediyedir. Devletimiz Trabzon’u her zamanki gibi önemsemiş ve vali atarken titiz ve seçici davranmıştır. Çünkü yeni valimizin son derece başarılı ve ak bir sicili vardır. Ben onu yaptığı cesur ve sıra dışı atılımlarıyla merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na benzetiyorum. Henüz 45 yaşında olan ve gelecekte adından sıkça söz ettirecek olan Okutan’ın bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır bence.
Peki, nedir Okutan’ın ak sicili? Yani neler yapmıştır geçmişte? Nuri Okutan, valilik yaptığı Siirt’te okulöncesi okullaşma oranını yüzde 4’ten yüzde 64’e yükseltmiştir. Sakarya Valiliği sırasında da yüzde 7 olan okulöncesi okullaşma oranını yüzde 80’e çıkarmayı başarmıştır. Eğitime katkılarından dolayı “Vehbi Koç Ödülü”ne layık görülmüştür. 100 bin dolarlık bu ödülün bir kuruşuna bile dokunmamış, onu da eğitime harcamıştır. O, bu onurlu davranışıyla geçmişte Mehmet Akif’in İstiklal Marşı yarışmasında yaptığını yapmıştır.
Yeni valimiz Okutan tam bir eğitim tutkunudur. Soyadına layık bir insan olduğunu her fırsatta göstermiştir. Özellikle Siirt Valisi iken kızların okuması için çok mücadele etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Emrindeki pahalı mercedesleri satarak elde ettiği kaynağı ilin kalkınmasına aktarmıştır. Resmi araçların özel işlerde kullanılmasına asla göz yummamıştır. Resmi kurum ve kuruluşlarda israfın ter türlüsüne savaş açmıştır. Öyle ki açılışlara çiçek göndermeyi bile yasaklamıştır. Eğitimi esas gündem maddesi olarak hep önde tutmuştur. İşini hakkıyla yapmayan idareci ve memurların korkulu rüyası olmuştur. İşini güzel yapan memurları da ödüllendirerek onlara şevk ve heyecan vermiştir.
Bana göre Trabzon aradığı valiyi buldu. Eğer kent olarak ona sahip çıkarsak Trabzon’da çok güzel işler yapacaktır. Kısa zamanda şehrin imajını ve çehresini değiştirecektir. Artık Trabzon menfi hadiselerle anılmayacaktır. Trabzonlular olarak yeni valimiz Nuri Okutan’ın emrine amadeyiz. Onu bağrımıza basmaya hazırız. Kıymetli valimize tekrar “Şehrimize hoş geldiniz” diyor bundan sonraki vazifesinde üstün muvaffakıyetler diliyoruz. Haydi, geleceğin aydınlık Trabzon’u için el ele, gönül gönüle verelim.
Hayatımızın öznesidir çocuklar… Onlar dünya bahçesinin gonca gülüdürler… Gülü olmayan bahçe ne kadar renksizse çocuk olmayan ev de o derece sönük bir viranedir. Onların sonu gelmeyen istek ve şikâyetlerinden 'illallah' desek de onlarsız bir gün bile yapamayız. Hayatımıza renk ve ahenk katar onlar… Onların öfkesi camdaki buğu gibidir. Azıcık sıcaklık görünce yok olur gider yüreklerine sinen öfke ve alınganlık…
Yarınların yükünü onların omzuna yükleyeceğiz. Gelecekte bugünkü makam ve mevkileri çocuklarımıza teslim edeceğiz. Günü gelince her şeyden elimizi eteğimizi çekeceğiz. Onlar emaneti alarak daha ileriye götürecekler şüphesiz... Vazifelerinde başarılı olmaları için donanımlı olmaları şarttır. Onlara o bilgi birikimini bugünden kazandırmalıyız. Körpe beyinlerini zehirli düşüncelerden uzak tutmalıyız. Onlara vatan ve millet sevgisi, saygı, hoşgörü, vefa, adalet, doğruluk gibi ölümsüz kavramları aşılamalıyız.
Kim demiş çocuk küçük bir şeydir? Belki çocuk her şeydir... Zira onlar bizim istikbalimizin sönmeyen güneşidir. Onları mutlu etmek ve güzel şartlarda büyütmek biz ebeveynlerin en büyük ödevidir. Bizler onlara sağlıklı bir hayat ortamı sağlamanın mücadelesini vermeliyiz. Sorumluluklarımızı askıya alarak görevlerimizi ihmal etmemeliyiz.
Çocuğun fiziki ihtiyaçlarını karşılamak asla yeterli değildir. Ona iyi bir eğitim ve terbiye vermek de bizim asli vazifelerimiz arasında yer alır. Kim ne derse desin her şeyin başı eğitimdir. Fakat eğitim terbiyle takviye edilmedikçe pek bir mana taşımaz. Bilgilerimiz ne kadar geniş ve derin olursa olsun bunları terbiyeyle taçlandırmadıkça solda sıfırdırlar. Yani müspet bir değerleri yoktur. Eğitimle terbiye bir bütün olmalıdır. Bu dengeyi iyi sağlamalıyız.
Çocuklara pozitif ilimlerin yanında sosyal bilimleri ve güzel sanatları da sevdirip öğretmeliyiz. Çünkü pozitif ilimler tek başına eksik kalırlar. Küçük yaşlardaki fertlere hayatı anlamlı kılacak ve maneviyat dengesini sağlayacak değerler de kazandırılmalıdır. Çocuklara şiiri, hikâyeyi, romanı sevdirirsek onların sosyal zekâsını da takviye etmiş oluruz. Nasıl kuş tek kanatla uçamazsa çocuklar da tek yönlü bilgi ve becerilerle hedeflerine varamazlar.
Ülkemizde çocuklar nedense kimlik ve kişilik sahibi fertler olarak görülüp muhatap kabul edilmezler. Onları ite kalka bir noktaya getiririz. Oysa çocuk da bir ferttir. Onun da, tam gelişmemiş olsa da, bir benliği ve kimliği vardır. Eğer onları hep kendi dairemiz içerisine hapsedersek ufuklarının gelişmesini ve genişlemesini engelleriz.
Dünya edebiyatına, özellikle de Avrupa edebiyatına baktığımızda çocuklara yönelik eserlerin büyüklere yönelik olanlardan eksik olmadığını görürüz. Demek ki elin Avrupalısı çocuğu bir fert olarak kabul edip önemsiyor. Onun ruh cephesini yok saymıyor. Ona hayatı öğretmek için elinden geleni yapıyor. Fakat bizdeki gibi aşırı derecede kollayıp gözetmiyor.
Çocukların zekâlarının gelişmesinde edebiyatın(şiir, hikâye, roman) tesiri çok büyüktür. Fakat ülkemizin bunun bilincine yeterince vardığı söylenemez. Onun içindir ki bizde çocuk edebiyatı nüfusla kıyaslandığında zengin olmadığı ortaya çıkar. Bunun yanında yetişkinlere yönelik eserler, küçüklere hitap edenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Demek ki yazarlar olarak bu hususta biraz büyükleri(kendi akranlarımızı) kayırıyoruz.
Çocuk edebiyatı deyip geçmeyin. Çocuklar için yazan yazarları sakın küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın, destek olun, el verin. Çocuklara yönelik yazılan eserleri basit(sıradan) bulabilirsiniz. Lakin o eserlere biraz da çocukların dünyasından, onların gözüyle bakmaya çalışın. Onların bu eserlerden aldığı keyfi tahmin bile edemezsiniz.
Çocukların en çok sevdiği türlerden birisi şiirdir. Şiirler onların dünyasında çok şey ifade ediyor. Kısa ve sade oldukları için şiirleri daha kolay anlayabiliyorlar. Fakat ülkemizde çocuklara yönelik şiir yazanların sayısı iki elin parmakları sayısıncadır. Nedense bu alana ilgi duyulmuyor. Bu alanda kalem oynatanlar anlaşılmaz bir mantıkla küçümseniyor. Oysa çocuk şiirleri vaktiyle hepimizin hafızalarını süslemiş, zihnimizde kalıcı izler bırakmıştır.
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu sanırım bilmeyenimiz yoktur. Şayet bu ülkede yaşıyorsanız bu gerçeği bilmeli ve kabul etmelisiniz. Korkudan azade yaşamak istiyorsanız hayatınızı ona göre düzenlemelisiniz. Peki, bizi korkutan ve hayatımızı zindan eden deprem gerçekte nedir? Yerkabuğuyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamları depremi ‘yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayı’ olarak tanımlıyorlar.
Bilindiği gibi ülkemiz deprem kuşağının tam üstünde oturuyor. Bunun içindir ki istatistiklere göre son 103 yıl içerisinde ülkemizde 154 yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Bu depremlerde 92 bin 250 kişi hayatını kaybetmiştir, 550 bin civarında yapı ya yıkılmış, ya da büyük oranda hasar görmüştür. Jeofizik Mühendisleri Odası’nın bu istatistik verileri aslında söylenmesi gereken her şeyi açıkça söylüyor. Bu rakamlardan sonra fazla söze hacet yoktur.
Bu ülke insanı tarih boyunca ne depremler gördü… Adana-Ceyhan Depremi’ni 27 Haziran 1998’de, Marmara Depremi’ni 17 Ağustos 1999’da, Düzce Depremi’ni 17 Kasım 1999’da yaşadık. Bu depremlerde çok büyük miktarlarda can ve mal kayıpları verdik, binlerce insanımız yaralanıp sakat kaldı. Yuvalar dağıldı. Çocuklar yetim ve öksüz kaldı. Nice civanlar toprağın kara bağrına gömüldü. Ocaklara ateş düştü. Düzen, yerini keşmekeşe bıraktı.
Son yaşadığımız deprem hâlâ hafızalarımızdan silinmedi. Onun içindir ki Türkiye’yi alt üst eden ve derinden yaralayan zaman dilimlerinden birisidir 17 Ağustos 1999… Saat 03.02… Türkiye için yeni ve sıkıntılı bir dönemeç.…Merkez üssü Gölcük olmak üzere Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğünde 45 saniye sallandı.. Resmî raporlara göre 17 bin ölü, gerçekte ise en az 30 bin ölü, 25 bin yaralı vardı. Bunların ardından yüzlerce artçı deprem gerçekleşti. Halk ölülerine günlerce ağladı. Ülkece yas tutuldu.
Bunun ardından üç ay bile geçmeden 12 Kasım 1999 akşamı, saat 18.58’de Bolu’nun Düzce ve Kaynaşlı bölgesinde yeni bir deprem yaşandı. 7,2 büyüklüğünde 30 saniye süreli... Bu depremde toplamda 100 bin konut, 25 bin işyeri yıkılmış ya da hasar görmüş... Halk büyük tedirginlik içerisinde sokaklara dökülmüş… Türkiye makûs talihine günlerce ağlamış.
Bundan sekiz yıl evvel böyle bir senaryo yaşadı güzel ülkemiz… Bu aslında senaryodan öte bir hakikatti. Son büyük depremden(17 Ağustos 1999) bugüne kadar sekiz yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Türkiye olarak o acı günlerden ders alacak yerde, deprem gerçeğini unutur olduk. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladık. Öyle ki etrafta açıkça gözüken deprem çatlaklarını sıvalarla kapatarak güya acılara set çektik. Yıkılması gereken binaları eğreti kolonlarla ayakta tutmaya çalıştık. Yeni yapılar inşa edilirken eski kör mantığı bir kenara bırakamadık. Pansuman çözümlerle durumu idare ettik, günü kurtardık. Deprem hücrelerini kuranlar çok geçmeden aklanarak(!) hapisten çıktı.
Son günlerde İstanbul için yeni bir deprem ihtimali üzerinde duruluyor. Gerçi günümüzde depremin ne zaman olacağını bilmek mümkün değildir. Fakat İstanbul’la ilgili deprem ihtimalleri, istatistiklere dayanılarak ileri sürülüyor. Bu haberlerin ortada dolaşması İstanbul halkını huzursuz ediyor. Fakat ileriye dönük önlemler de alın(a) mıyor.
Mademki deprem bizim bir anlamda kaderimiz, o zaman onunla barışık yaşamaya, ona karşı gerekli tedbirleri almaya çalışmalıyız. Lakin deprem gerçeğini çabuk unutmuş bir halimiz var. Yine müteahhitler bildiğini okuyor, kontroller yetersiz…
Depreme karşı aslında o kadar da çaresiz değiliz. Yapmamız gerekenler eksiksiz olarak yerine getirilse en az zayiatla işin içinden çıkabiliriz. Onun için öncelikle yerleşim bölgelerinin zemin etütlerini yaptırarak, yerleşim alanlarını bilimsel bir bakış açısıyla ve titizlikle belirlemeliyiz. Binaları deprem etkilerine karşı dayanıklı yapmalıyız. Ev alırken uyanık olmalıyız. Ucuz evlere şüpheyle yaklaşmalı, bunlarla ilgili olarak bir ön araştırma yapmalıyız. Çünkü böyle evler belli ki sağlam değildir, malzemeden çalınarak yapılmıştır. Paranızla aldığınız evin mezarınız olmaması için alınması gerekli acil önlemler öncelikle ve özellikle alınmalı, bu hususta daima uyanık olunmalıdır. Deprem riski zihnimizden silinmemelidir. Her an bu afete hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.
Dünyada deprem ülkesi sadece biz değiliz şüphesiz… Japonya bizden daha büyük deprem riski altındadır. Fakat onlar buna uygun bir inşaat teknolojisi geliştirmişlerdir. Bizler de söz konusu hadiseye onlar gibi makul ve mantıklı yaklaşmalıyız. Bu hususta bilimi rehber tayin etmeliyiz. Allah ülkemizi deprem gibi büyük afetlerden korusun.
Hayat, atılgan ve cesur insanların omzunda yükselir. Bütün yenilikler merak unsurunun meyveleridir. Hayatı diri kılan ve yaşanılacak güzelliklerle bezeyen girişimcilik ruhudur. Bu ruh bizi hayata bağlar. Hepimiz yaşamın güzelliklerini ve meyvelerini girişimcilere borçluyuz. Onların gayretleri ve teşebbüsleri olmasaydı kim bilir bundan kaç yüzyıl öncesinde kalakalırdık. Demek ki çağı aydınlatan ışık, girişimcilerin gözlerinden yansır. Bu ışığın hiç sönmemesi milletçe en büyük dileğimizdir.
İnsanca ve onurla yaşamak için çalışmak ve üretmek şarttır. Zira ihtiyaçların ardı arkası kesilmiyor. Her günün ihtiyaçları birbirinden farklılıklar arz ediyor. Karşılanamayan ihtiyaçlar üst üste binince sosyal meseleler baş gösteriyor. Demek ki her şeye rağmen çalışmak ve üretmek gerekir. Üstat Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle şiirleştirmiştir:
“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, Dostunun yüz karası; düşmanın maskarası! ”
Demek ki her fert milleti için, memleketi için, kendisi için çalışıp çırpınmalıdır. Aslında üretmeyenin tüketmeye de hakkı yoktur. Üretmeden tüketmek yüzsüzlüktür. Herkes kendi imkân dairesi içerisinde girişimci olmanın yollarını aramalıdır. Girişimcilik ille de ağır sanayi veya fabrika kurmak olarak algılanmamalıdır. Avcılık, çiftçilik, hayvancılık, zanaatkârlık, ticaret de girişimcilik kollarından sayılır. Hepsi de gereklidir.
“Yaşam kalitemizi yükselten insanlar kimdir? ” diye bir soru sorulsa hiç tereddüt etmeden ‘Girişimciler’ cevabını veririm. Bunun böyle olduğunu hepimiz yaşayarak öğrenmişiz sanırım. Çünkü hayatın her yanında onların atılımlarının izlerini görmekteyiz.
Peki, girişimcilik nedir? Girişimci kimdir? Bu soruların cevabı aslında kelimenin kökünde saklıdır. Zira girişimcilik teşebbüs cesaretine sahip olmak ve yerinde uygulamalarla üretime katkıda bulunmaktır. Girişimci kâr amacıyla yola çıksa da asıl derdi üretmektir.
Girişimci, mal ve hizmet üretiminin yapılabilmesi için, üretim öğelerini en iyi şartlar altında bir araya getiren kişidir. Girişimci, riski üzerine alarak, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, üretim öğelerinin alımını yapar, bunların bir araya getirilmesi imkânını sağlar. Girişimci kâr amacı güder ancak tek amaç para kazanmak değildir.
Girişimcilik bugün başlayan bir eylem değildir. İnsanlar dünyayla tanıştıkları ilk yaratılış döneminden beri girişimcilik hususunda ilkel de olsa kendilerince adımlar atmışlardır. Fakat girişimciliğin zirveye ulaştığı ve ciddiyetle ele alındığı dönem Rönesans dönemidir. Sanayinin ciddi bir sektör olarak hayatımızı şekillendirmesi girişimciliği hızlandırmıştır. Sanayi devrimi üretimi ve tüketimi hızlandırmıştır. Böylelikle girişimcilik hayatın olmazsa olmazları arasına girmiştir. Fakat girişimcilik belli bir birikimi gerektirir. Girişimciler sıradan insanlar değildir. Onlar hayata daha farklı bir gözle bakarlar, sıradan insanların göremediğini görürler, fırsatları asla kaza etmezler.
Girişimciler kendine mahsus karakterleri ve özellikleri olan insanlardır. Girişimci öncelikle ve özellikle kendine güven duymalıdır, kendisine güvenilen biri olmalıdır. Yeri gelince geri adım atabilmeli ve yeniden başlayabilme kararlılığı taşıyabilmelidir. Geleceğe dönük sonuçları değerlendirebilmelidir. Mesleki riskleri üstlenebilmelidir. Toplumsal özellikleri ağır basmalıdır. Asgari fırsatlardan bile azami derecede yararlanabilmelidir. Yeniliklere açık, işini seven biri olmalıdır. Her ortamda ekip çalışmasına inanmalıdır.
Girişimciler fırsatları gören, piyasanın ve çevrenin farkında olan, karakteri güçlü, risk alabilen, organizasyon ve analiz yeteneği yüksek olan kişilerdir. Problemlere yenilikçi, yaratıcı bakış açısıyla yaklaşırlar; değişiklikleri yönetme becerisine sahiptirler. Onun için çoğumuzun akıl edemediklerini düşünür, uygun bir zamanlamayla gerekli teşebbüslerde bulunurlar. Bunlar girişimciliğin kalıcılığını sağlayan mühim meziyetlerdir.
Türkiye’de girişimci potansiyeli çok olmasına rağmen girişimci sayısı nüfusa oranla son derece azdır. Çünkü bu ülkede düne kadar ayakları yere basan, sağlıklı bir ekonomi yoktu. Türkiye gibi kırılgan ve fazlaca değişken ekonomilerde girişimcilik ruhunu besleyen kaynaklar yetersizdir. Onun içindir ki girişimcilik istenildiği hızda yürümez.
Ülke olarak girişimcilerin yanında olmalıyız. Onların daha büyük işler yapmaları için devlet olarak ekonomik altyapıyı sağlıklı bir çerçeveye oturtup onlara zemin hazırlamalıyız. Yazımı Çin’de Silk-Cashmere(Kaşmir) markasını oluşturup zirveye çıkaran iş kadını Ayşen Zamanpur’un girişimcilerle ilgili söylediği güzel bir sözle tamamlıyorum: “Girişimciler meraklıdır ama mütecessis değildir. Girişimciler hırslıdır ama haris değildir. Girişimciler risk alır ama gözü kara değildir. Girişimciler başarıyı sever ama başarısızlıktan yılmaz.”
ÇANAKKALE’DE UYANIŞ
M.NİHAT MALKOÇ
18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.
Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.
Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi
Fazilet yarışında önde gider yiğitler
Zekeriya misali bölse de hızar bizi
Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi
Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
Kendimize getirir ilâhî nazar bizi
Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
Çağların göbeğine tarihler yazar bizi
Gök kubbenin altında dolaşırken avare
Hicran ateşlerine atar intizar bizi
Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi
Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi
Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi
Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
Maziden arda kalan sermaye bakar bizi
Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi
Doğar Anafartalar alacakaranlığa
Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi
Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi
Kirli çizmeleriyle girer de haremime
Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi
Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi
Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi
Diner Çanakkale’de esen acı karayel
Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi
İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.
ÇANAKKALE HÜR İRADENİN ZAFERİDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Uzakları yakın eden bir hissiyatın tercümanıdır Çanakkale… Vatan sevgisinin şahsi duygulara galebe çaldığı müstesna bir dönemin adıdır. Henüz bıyıkları bile terlemeyen delikanlıların bütün dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itip vatan savunmasına, şahadete koştukları olağanüstü bir ruh halinin yansımasıdır. Bunu barış zamanlarında anlamak zordur.
Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal’in de adının duyulmasına vesile olmuştur. O, Türk’ün ateşle imtihan edildiği bir dönemde cesaretiyle ve ileri görüşlülüğüyle ordumuza büyük güç vermiştir. O, Anafartalar’da kahramanca savaşarak zaferde büyük pay sahibi olmuştur. Bütün dikkatler üzerinde toplanmıştır.
Gelecekte Atatürk olacak olan Mustafa Kemal bu savaşta adeta bir efsane miti haline gelmiştir. Türk edebiyatının ünlü yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Atatürk” adlı eserinde bu büyük kahramanın Çanakkale’deki rolüyle ilgili olarak şunları söyler: “Bu genç kumandan, yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden gelen sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor kollarıyla, kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi sıra sıra topların üstüne saldırıyor. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların (savaş gemilerinin) attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş, yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu”
Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’in dediği gibi:“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale Savaşı’nın efsaneleşen kahramanları sadece etten kemikten askerler değildir. Bir metal yığını olan Nusret Mayın Gemisi de bu savaşın kahramanları arasında sayılmalıdır. Çünkü bu küçük gemi güçlü müttefik donanmasını dağıtmış, müstakbel zaferi çok yakın gören ecnebileri hayrette bırakmıştır. Bu geminin döşediği 26 mayın, bir zamanlar tarihe altın harflerle adını yazdırmış bir milletin namusunu ve aziz topraklarını güvence altına almıştır. Bu gemi savaşın gidişatını değiştirmiş, adeta Türk’ün kaderini belirlemiştir.
Çanakkale sömürgecilerin korkaklıklarına sahne olmuştur. Bu savaşta İngilizler kendileri savaşmamış, sömürgelerini savaştırmıştır. Anzaklar bu coğrafyada sömürge olmanın ağır bedelini canlarıyla ödemişlerdir. Zira “ANZAC”(Australian and New Zealander Army Corps) kelimelerinin ilk harflerinden doğmuş bir kavramdır. ‘Avustralya-Yeni Zelanda Ordu Birlikleri’ anlamına gelir. İnsan içinden ‘Çanakkale nere, Avustralya nere’ diyesi geliyor. Fakat İngilizlerin canları tatlı olduğu için bu harpte Anzakları kalkan olarak kullanmışlardır.
Savaş aslında en son başvurulması gereken bir yoldur. Fakat savaş, yurdunuzu paylaşmak için kollarını sıvayanlara karşı lüzumlu ve onurlu bir direniştir. Savaşın da bir ahlakı vardır aslında… Savaş ahlakı da olur mu demeyin, olur elbette… Bizim milletimiz her zaman savaş ahlakını ön planda tutmuştur. Askerlerimiz hiçbir zaman çocuklara ve kadınlara dokunmamıştır. Aman dileyen ve teslim olan yaralıları tedavi etmişlerdir. Bu insani tavır ve davranışlarımızla düşmanların bile övgüsüne mazhar olmuşuz. Bu duruma şahit olan Avustralya Genel Valisi Lord Casey’in anlattığı şu hadise dikkate değerdir:
“Bir gün Türklerle çok şiddetli bir çarpışmaya girdik, adeta göğüs göğüse idik. Her iki taraf da çok can kaybı vermişti. Aramıza biraz mesafe koymak için siperlerimize dönmek istedik; büyük bir bölümümüz yerlerinizi almıştık. Bir İngiliz teğmen iki siper arasında, nerden atıldığı belli olmayan bir top mermisi ile bacağını kaybetti ve orada yığılıp kaldı. Feryat ediyordu, bizim siperlerden kimse kalkıp onu oradan almaya cesaret edemedi. Bekliyorduk… Bu arada Türk siperinden bir asker mevziinden ayağa kalktı; elindeki tüfeğini siperin önüne koydu. Uzun boylu, bıyıklı, bu yiğit asker, ağır adımlarla yaralı subaya yürüdü. Durumu kavradım. Bizim siperlerdeki askerlere kesinlikle ateş etmemelerini söyledim, Türk askeri yaralı subayı kucağına alarak bizim siperlerin önüne getirdi ve yere yavaşça bıraktı... Türk askeri arkasına dönerek, yine ağır adımlarla mevzinin önüne koyduğu tüfeğini alarak siperine girdi. ‘Ya Rabbi bu ne cesaret, bu ne asalet, bu ne ruh gücü’ demekten kendimi alıkoyamadım. Biz çok kahraman bir milletle savaştık.”
Bizim atalarımız, Çanakkale’de insanlığını kaybedip adeta vahşileşenlere karşı şefkat ve merhametin en güzel örneklerini göstermişlerdir. Tüm dünya savaşın da bir ahlakı olabileceğine onlar sayesinde şahit olmuştur. Bu tutum imandan kaynaklanan bir ruh genişliğiydi. Onlarla ne kadar gurur duysak azdır. Bu ülke onların kanlarıyla bugünkü hürriyetini elde etmiştir. Çanakkale Zaferi’nin 92. yılında bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, onlara şükranlarımızı da sunmayı mühim bir vazife addediyoruz.
“SHAKE IT UP ŞEKERİM” YAHUT YUH OLSUN SİZE…
M.NİHAT MALKOÇ
Milletçe siyasi bağımsızlığımızı kazansak da, görünen o ki kültürel bağımsızlığımızı hâlâ tam anlamıyla elde edebilmiş değiliz. Gelişmesini hızla tamamlama yolunda olan Türkiye gibi bir ülke için bu, çok acıklı bir durumdur. Bu ülke insanlarının önemli bir kısmı bilerek veya gafletinden dolayı öz kültürünü reddederek yabancıların kapısında iki büklüm arzı endam etmektedir. Bunu hemen her dönemde üzülerek görmekteyiz.
Türkiye olarak yıllardan beri Eurovision Şarkı Yarışması’na katılırız. Bu uzun zaman içerisinde sadece bir kez Sertap Erener isimli şarkıcımız İngilizce bir şarkıyla birincilik kazanmıştır. Fakat o zamanlar buna bir Türk olarak hiç mi hiç sevinemedim. Çünkü sadece şarkıyı söyleyen sanatçı Türk’tü. Şarkının sözleri İngilizceydi. Yarışmada ülke olarak birinci olsak da bu durum millet olarak bizi fevkalade üzmüştür. Çünkü bu yarışmada milli kimliğimizle temsil edilmemişiz. Bu gelecekteki sanatçılara da kötü örnek olmuştur. Müzik çevreleri kerameti müzikte değil, dilde arar olmuşlardır. Böylelikle yanlış bir yola sapılmıştır.
Bu yıl 52’ncisi düzenlenecek Eurovision Şarkı Yarışması, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de 10 Mayıs’ta yarı final, 12 Mayıs’ta ise final olarak gerçekleştirilecek. Hatırlayacağınız gibi Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” isimli şarkısıyla katılmış, 2003 yılında Sertap Erener’in “Everyway That I Can” isimli şarkısıyla da birincilik almıştı. Türkiye, TRT’nin organizasyonunda 2004 yılında yarışmaya ev sahipliği yapmıştı. Birinciliğimiz bazı çevreleri heyecanlandırsa da milli ve manevi değerlere sahip çevreler tarafından şiddetle eleştirilmişti.
Bilindiği gibi Eurovision Şarkı Yarışması’nı Türkiye’de TRT organize ediyor. Devletin kurumu olan TRT şarkıcıyı ve şarkıyı kendisi tespit ediyor. Bu yıl Eurovision’da ülkemizi popçu Kenan Doğulu temsil edecek. Geçenlerde seçici kurul Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eseri belirlemek üzere TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney başkanlığında toplandı. Kenan Doğulu eleme için hazırladığı üç şarkıyı kurula dinletti. Aralarında Genel Müdür Yardımcısı Muhsin Mete, Müzik Dairesi Başkan Vekili Deniz Çakmakoğlu ve Ankara Televizyon Müdürü Muhsin Yıldırım’ın da bulunduğu kurul, ülkemizi temsil edecek şarkıyı seçti. Yapılan değerlendirmeler sonucunda İngilizce bir şarkı uygun bulundu. Bu yıl Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Shake It Up Şekerim” adlı eser ile yarışacak. Kenan Doğulu’nun seslendireceği eser 9 Mart’ta kamuoyuna açıklandı.
“Shake It Up Şekerim”in dilimizdeki karşılığı “Çalkala Şekerim”… Bu haliyle şarkı ne Türkçe ne de İngilizce… Hilkat garibesi bir şey… Bu parçada Türkçe olan sadece “Şekerim” kısmıdır. Öbür sözler tamamen İngilizcedir. Böyle bir şeyi şuurlu insanların gururuna yedirmesi ve kabullenmesi mümkün değildir. Bu ancak sömürge ülkelerde olur. Anlaşılan o ki Kenan Efendi bu ülkenin milli ve manevi değerlerinden haberdar değildir, şayet haberdarsa bu hareketiyle Türkçeye ve milli değerlerimize saygıda kusur etmektedir.
Bir konuşmasında Türkçe şarkı söyleme konusunda ısrarcı olmayı “eski kafalılık” olarak değerlendiren Kenan Efendi’yi millet olarak kınıyoruz. Onun bizi Avrupa’da temsil etmesini istemiyoruz. Türk’e ve Türkçeye saygı duymayan birisinin elde edeceği netice birincilik de olsa bizim için utanç vericidir. Bir zamanlar Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal, Erol Büyükburç, Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço gibi sanatçılar, yabancı parçalara Türkçe söz yazarak onları bir anlamda adaptasyondan geçirdiler. Müziğin bile yabancısına tahammül edemeyen bu millet şimdilerde İngilizce sözlü parçalarla Avrupa’da temsil ediliyor.
İngilizce sözlü şarkı söylemek Türkçeye ve Türkiye’ye güvensizliğin açık göstergesidir. Hafızanızı bir zorlayın… Sertab Erener İngilizce ile birinci olduğu yıl, İngiltere İngilizce bir parçayla sonuncu olmuştu. Demek ki mühim olan İngilizce değildir. Eğer böyle olsaydı İngilizler sondan birinci olmazdı. Asıl önemli şey milli motifler ve müziktir. Fakat bizler bunu henüz anlayabilmiş değiliz. Daha doğrusu anlayacak kapasitede olanlara görev vermiyoruz. Başarma derdi ve heyecanı olmayan popüler isimleri seçerek asıl yanlışı burada yapıyoruz. Oysa bu ülkede nice genç, bilinçli ve başarılı müzisyenler var.
Başında “Türkiye” ifadesi olan TRT gibi bir kurumun Türkçeye ihanet etmesi yenilir yutulur cinsten bir densizlik değildir. Aslında TRT bu yarışmaya katılacak şarkının Türkçe sözlü olmasını ön şart olarak belirlemeliydi. Onlar ne yaptılar? Türkçe şarkılar varken İngilizceleri tercih ettiler. Türk milletinin paralarıyla ayakta duran TRT’yi Türkçeye ettiği ihanetten dolayı kınıyorum. Artık TRT milli olmaktan çıkmıştır. Bu kurum sırtımızda duran bir kamburdan başka bir şey değildir. Daha fazla zarar vermeden kapatılmalıdır veya vakit geçirmeden ıslah edilmelidir. Milletimize ve milletimizi bir arada tutan Türk diline saygısı olmayanlar bu kurumdan uzaklaştırılmalıdır. Onlar olmazsa olmazlardan değildir. Fakat Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Onun çekildiği yerler vatan olmaktan çıkar. Bunun böyle bilinmesi, kurumların ve şahısların bu çerçevede hareket etmesi gerekir.
Son olarak İngilizce bir parçayla bizi Eurovision’da temsil etme kararı aldıkları için bir kez daha Kenan Doğulu’yu ve TRT’yi kınıyorum. Milletimizin bu kişiye ve kuruma tepki göstermesini istiyorum. Bir Türk evladı olarak böyle bir şarkıyla temsil edilmekten utanç duyuyorum. Bizi anlamayan ve Türklük şuurundan nasiplenmeyen bu kişilere ve kurumlara başarı filan da dilemiyorum. Allah herkese uzağı görme öngörüsü, akıl ve fikir versin.
İSTİKLAL MARŞI VE AKİF'İN ONURLU DURUŞU
M.NİHAT MALKOÇ
Milli marşlar milletlerin bağımsızlık hareketlerini anlatan destan niteliğindeki eserlerdir. Onlar kalemle değil, ruhla yazılır. Bu marşlar milletleri bir ve beraber tutar. Yeni nesillerin ruhu bu marşların maneviyatından beslenir. Nitekim öyle de olmuştur. Türk gençleri bu marşın verdiği heyecanla düşman güçlerini büyük bir cesaretle bertaraf etmişlerdir.
Bir zamanlar 'Hasta Adam' olarak nitelendirilen ve şer güçler tarafından paylaşılmaya çalışılan Osmanlı, bir daha hasta yatağından kalkamamış, onun ruhundan ve küllerinden yepyeni bir Cumhuriyet doğmuştur. Eşi ve benzeri olmayan bu coğrafyada milletimiz adeta emsalsiz bir diriliş destanı yazmıştır. İnsanlarımız canavarlaşan bir medeniyete karşı ölüm kalım mücadelesi vermiştir. Bu mücadelede İstiklal Marşı'mız itici bir rol oynamıştır. Bu marşta ileri sürülen irade hayatın temel dinamiği olmuştur. Bu güçle bütün engeller aşılmıştır. O yıllarda yurdumuzun durumu hiç de iç açıcı değildi. Bu durumu şöyle tasvir edebiliriz:
3 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. 1920 yazı içinde ülke topraklarının büyük bir bölümü işgal altındadır. Ankara düzenli bir ordu kurma çalışmaları içindedir. İstanbul Hükümeti Mondros Ateşkes hükümleri gereğince orduyu terhis etmiştir. Yeni bir ordu kurma çalışmalarında ise sayısız güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Meclis hükümeti yeni bir ordu kurarken bu orduyu ayakta tutacak, ona moral verecek güçleri de harekete geçirme çabasındadır. Yayınlanan gazeteler halkı işgal güçlerine karşı direnmeye, birlik olmaya, cesaret vermeye uğraşmaktadırlar. Gazete ve dergilerden önemli bir bölümü hükümet tarafından satın alınarak cephelere yönlendirilmekte, mitingler düzenlemekte ve camilerde vaazlar verilmektedir. İstiklal Marşı da halkın ve ordunun moral gücünü yükselteceği düşünülerek o zamanlar gündeme getirilmiştir.
O yıllarda Kurtuluş Savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. Henüz bağımsız olmamıştık; fakat bağımsızlığa dair inancımız dipdiriydi. İstiklal Marşı bu zor günlerimizde milletimize ruh ve heyecan kazandırdı. Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı olarak kabul edilen ve okurken hepimizi heyecanlandıran İstiklal Marşı'nın öyküsünü sanırım bilmeyeniniz yoktur. Bilindiği gibi İstiklal Marşı bir yarışma neticesinde seçildi. Maarif Vekâleti 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Bu yarışmanın duyurusunu dikkatinize sunmak istiyorum:
'Şairlerimizin dikkatine: Milletimizin dâhili ve harici İstiklâl uğruna girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklâl Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi'nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından, gönderilen eserler arasından intihap edilecektir ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine lâakal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara'da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâleti'ne yapılacaktır.'
Yukarıdaki duyuruyu okuyanlar eline kâğıdı kalemi alarak o zor dönemlerdeki milli duyguları terennüm etmeye başladılar. Bu hususta da adeta bir seferberlik havası yaşandı. Bu yarışmaya 724 şiir katıldı. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Mehmet Akif; Maarif Vekâleti Hamdullah Suphi'nin ısrarı üzerine Kahraman Ordumuza adadığı şiirini yarışmaya soktu. TBMM'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda Mehmet Akif'in şiiri oybirliğiyle milli marş olarak kabul edildi.
Bu güzide marşın bestesi de bir yarışma neticesinde belirlenmiştir. Bunda da asıl gaye en güzeli elde etmekti. Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 müzik adamı katıldı. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu.
Takdir edersiniz ki İstiklal Marşı'nın tılsımlı bir manası ve ruhu vardır. Milletimizin hemen her ferdi onun atmosferine girince kendinde bambaşka bir güç ve inanç bulmaktadır; adeta başkalaşmaktadır. Büyük küçük hemen her yaştan öğrencimiz onu büyük bir zevk ve iştiyakla kısa zamanda ezberlemektedir. Benim yedi yaşındaki kızım Gülşah da bir hafta gibi kısa bir sürede bu marşın on kıtasını da ezberlemiş, bu arzusu beni ve çevremizdekileri çok şaşırtmıştır. Demek ki İstiklal Marşı bildiğimiz şiirlerden değildir. Çünkü onun her kelimesi büyük bir inançla ve titizlikle seçilmiştir. Bu marş çoraklaşan ruhlarımızı yeşertmiştir.
İstiklal Marşı şairi Akif'in hayatı her bakımdan bizlere örnek teşkil edecek niteliktedir. Onun İstiklal Marşı yarışması sırasındaki kararlı ve şahsiyetli duruşu gençlerimize aşılanmalıdır. Bunu başarabilirsek pırlanta gibi bir nesil yetiştirmiş oluruz. Akif bu nesle 'Asım'ın Nesli' diyordu. Bu ülke ancak böyle bir nesille düzlüğe çıkabilir. Geleceğimiz bu nesille aydınlık ufuklara açılacaktır. Akif'in dediği gibi Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazmayı nasip etmesin. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olsun.
TIP BAYRAMI VE DOKTORLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklara “Büyüyünce ne olacaksınız? diye sorduğumuzda çoğunun doktor olmak istediğini görürüz. Bizim zamanımızda böyleydi çocukların bu soruya verdiği cevaplar… Bugün Türkiye’de buna alternatif cevaplar verilse de yine doktor olma eğilimi devam etmektedir. Bunun en büyük sebebi ailelerin çocuklarını doktor olarak görme isteğidir. Toplumumuzda aileler arasında nedense doktorluk hep revaçta olan bir meslektir.
Sağlık her şeyin başı… Sağlıksız yaşamaya, yaşamak denir mi bilmem. Sıhhatin öneminden dolayı doktorları hayatımızın en müstesna köşesine oturtuyoruz. Gerçi günümüzde doktorluk o eski cazibesini ve tercih edilme yoğunluğunu kaybetmiştir. Bunun sebeplerinin başında tahsilinin uzun olması geliyor. Günümüz gençleri kısa zamanda hayata atılmanın hesabını yapmaktadır. Bugünkü gençlerimiz, zorluğu ve uzunluğu nedeniyle tıp öğrenimine tahammül edememektedir. Fakat bunlara rağmen yine de tıp tahsili cazibesini korumaktadır.
Doktorlar hayatımızın her yerinde bizimle beraber… Onların kapısını zor zamanlarda çalıyoruz. Sağlıkta görüşmüyoruz genellikle… Bu belli ki hastalıktan kaynaklanan zorunlu bir görüşme oluyor. Zor zamanlarımızda onların şefkat iklimine sığınıyoruz. Bazen de hastalığın getirmiş olduğu sıkıntı ve gerginlikle onları üzüyoruz. Fakat onlar bu gerginliğin sebebini bildikleri için bizleri hoşgörüyle karşılıyorlar.
Ülkemizde tıp tarihi bir hayli eskilere dayanmaktadır. “Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Fakat “Tıp Bayramı” bu tarihten daha sonra kutlanmaya başlanmıştır. İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmıştır. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. 1933’te “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş; peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te ise Ege Tıp Fakültesi kurulmuştur. Bugün bu fakültelerin sayısı yüzlere yaklaşmıştır.
Ülkemiz Cumhuriyetten beri sağlık konusundaki meseleleri tümüyle aşabilmiş değildir. Bu hususta çok mühim aşamalar kat edilse de köklü çözümler getirilememiştir. İstatistiklere göre 2000’li yılları yaşayan ülkemizde her gün 175 bebek, 3 anne kaybediyoruz. Bu Türkiye’ye yakışan bir tablo değildir. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen son yıllarda sağlıkla ilgili atılımları da görmezlikten gelemeyiz. Özellikle hastanelerin dağınık yapılanmadan kurtarılıp tek çatı altında toplanması olumlu bir gelişmedir. Artık hangi kurum elamanı olursa olsun herkes istediği hastaneye gidebilmektedir. Fakat bu durum özellikle bazı hastanelere aşırı yüklenme sunucunu doğurmuştur. Bunlar zamanla aşılacaktır.
Son dönemde sağlık alanında ciddi yenilikler yapıldı. Bu yenilikler daha çok hastaları kollamaya yöneliktir. Artık hastalar doktorlarını kendileri seçebiliyor. Bu sadece yönetmelikte kalan bir şey değil. Doktor sayısının yeterli olduğu hastanelerde bilfiil uygulanıyor. Bunun yanında Avrupa’da uygulanan aile hekimliği bizde de hayata geçiriliyor. Bundan sonra her ailenin bir hekimi olacak. Bu ailedeki fertlerin sağlık bilgileri bu hekim tarafından bir araya getirilecek. Hasta öncelikle bu hekime tedavi edilecek, gerekirse başka sağlık kurumlarına gönderilecek. Bu sistem çağdaş sağlık politikalarının bir yansımasıdır.
Türkiye’de hekim başına düşen hasta sayısı Batı ülkeleriyle kıyaslanınca çok fazla olduğu açıkça görülür. Doktorlarımız hastalara yeterli zamanı ayıramıyorlar. Hastalarımız bu hususta haklı olarak müştekiler... Fakat bu durumda yapılacak fazla bir şey yok. Doktorları da suçlamamak gerekir. Onların da imkânlarını zorladıklarına bizzat şahit oluyoruz. Fakat her meslekte olduğu gibi doktorlar arasında da işini hakkıyla yapmayan, savsaklayan tipler de yok değildir. Bunları, diğerlerine zarar vermeden ayıklamak gerekir. Bizler doktorlarımızın yaşadığı zorlukları biliyor ve onlara, gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı teşekkür ediyoruz.
DÜNYA KADINLAR GÜNÜNDE KADINA KARŞI ŞİDDET MESELESİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya bahçesinin gülüdür kadınlarımız… Onların olmadığı bir dünyayı düşünmek başlı başına bir kâbustur. Zira kadının olmadığı bir dünya nerden baksanız eksiktir. Bazen aralarında küçük tatsızlıklar yaşansa da, birbirlerini üzseler de kadınla erkek bir elmanın iki eşit yarısı gibidir. Bütünü oluşturmak için muhakkak bir araya gelmeleri gerekir.
Dünya kültürünün ve medeniyetinin vücut bulmasında kadınların rolü büyüktür. Kadına hak ettiği değeri fazlasıyla veren ve onun toplumda itibar sahibi onurlu bir fert olmasını sağlayan Atatürk, bu emsalsiz varlıklar için şu mühim vecizeyi söylemiştir: 'Şuna kani olmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir...'
Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.
Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Ezilmeyi göz önüne almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman ezenlerden olmamışlardır.
Günümüzde kadınlar erkeklerle birlikte tahsil görerek cehalet karanlığından uzaklaşmışlardır. Artık onlar da hayatın tam ortasında bulunmakta, tüketen değil, üreten kesinim içinde yer almaktadırlar. Artık onlara yiyici, ekmek düşmanı gözüyle bakılmamaktadır. Zira onlar sadece evde hamur yoğurmakla kalmayıp aynı zamanda eve ekmek getirmektedirler. Buna ilave olarak evde de ağır bir işçi gibi çalışmaktadırlar. Atatürk'ümüzün kadının eğitimiyle ilgili olarak sarf ettiği şu sözler ne kadar manidardır:
'Kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmaya mecburdurlar. Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmalarımızda ortak kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlâki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı ve yardımcısı yapmak yoludur. Bir toplum aynı amaca bütün kadınlar ve erkekleriyle beraber yürümezse fen ve bilimde yükselmesine imkân ve ihtimal yoktur.'
Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye'nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.
Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; 'ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma' (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına 'kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak' da dâhil edilmiştir.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanılan kadının insan hakları ihlallerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye'nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu insanlık dışı bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.
Kadın anadır, bacıdır, abladır, teyzedir, haladır, ninedir, en mühimi de sadık bir eştir. Kadınlar dövülmek için değil sevilmek içindir. Onlar dövülmeye değil, bir gül misali koklanmaya, sevilmeye layıktırlar. Erkek kadınsız her zaman eksiktir, yarımdır. Dünya kadınların omuzlarında yükselmeye devam edecektir. Onları çok seviyoruz.
TRABZON’UN YENİ VALİSİ NURİ OKUTAN
M.NİHAT MALKOÇ
Yöneticilik, hüner gerektiren meşakkatli bir iştir. Çünkü insanları memnun etmek, doğru yönlendirmek, verimli çalışmalarını sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu sadece okumakla, yani eğitimle gerçekleştirilemez. Kişinin şahsiyeti ve olaylara yaklaşımı çok önemlidir. Sert mizaçlı olmak her zaman otoriteyi sağlamaya yetmez. Hatta çok kere iticiliğe zemin hazırlar. Hoşgörünün fazlası da gevşekliğe yol açar. Bu hususta dengeyi sağlamak gerekir. İnsanlara ufuklarının genişliği hesaba katılarak yaklaşılmalıdır.
Ülkemizde yaşanan krizlerin çoğu idarecilerin yerinde ve zamanında doğru tavır ve davranış gösterememesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin idareci profili aslında başarısız değildir. Bu konuda sürekli serzenişlerde bulunuruz; fakat çok olumlu idareci örneklerini de görmek gerekir. Ülkemizde örnek idarecilerin sayısı görmezlikten gelinemeyecek kadar çoktur. Fakat bizler nedense daha çok olumsuz örnekleri dilimize pelesenk ederiz.
Merkezde bulunan genel idarenin taşradaki uzantıları vardır. Bunların başında valiler gelir. Bilindiği gibi iller Türkiye’de merkezi idarenin en büyük taşra teşkilatıdır. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında 47 olan il sayısı, 1933’te 57’ye; günümüzde ise 81’e ulaşmıştır. İl idaresinin başı olan vali, devlet tüzel kişiliğinin, hükümetin ve ayrı ayrı her bakanlığın temsilcisidir. Vali İçişleri Bakanı’nın önerisi, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı’nın onaması ile atanır. Valinin ildeki tüm merkezi idare kurumlarının ve personelinin başı olması nedeniyle oldukça geniş bir alana nüfuzu vardır. Bununla beraber adli ve askeri kurumlar valinin yönetim ve denetimi altında değildir.
İllerin en büyük mülki idare amiri olan valilerin yetkileri çok olduğu gibi sorumlulukları da çoktur. İşlerin düz gitti zamanlarda göze batmazlar. Bir de işler aksamaya görsün en büyük hedef tahtası olurlar. Bunun en bariz örneğini Trabzon’da gördük. Güvenlik zaafı gerekçesiyle Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir makamından oldu. O şimdi merkez valisi olarak Ankara’da görev yapacak. Aslında o da iyi niyetle çalıştı ve bu şehre hizmet etti. Fakat işler bir anda çığırından çıkınca yerinden oldu. Trabzonlular ona hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyor. Ona yeni görevinde başarılar diliyoruz.
Son Valiler Kararnamesiyle 12 ilimizin valisi değişti. Konya Valisi Arif Atilla Osmançelebioğlu ve Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir merkeze alındı. Vali Oğuz Kağan Köksal’ın Emniyet Genel Müdürlüğüne atanmasıyla boşalan İzmir Valiliğine Adana Valisi Mustafa Cahit Kıraç atandı. Kahramanmaraş Valisi İlhan Atış Adana Valiliğine, İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri Dr. Recep Kızılcık Batman Valiliğine, Batman Valisi Haluk İmga Afyon Valiliğine, Van Valisi Mehmet Niyazi Tanılır Kahramanmaraş Valiliğine, Sakarya Valisi Nuri Okutan Trabzon Valiliğine, Merkez Valisi Hüseyin Atak Sakarya Valiliğine, Sivil Savunma Genel Müdür Yardımcısı Özdemir Çakacak Van Valiliğine, Kütahya Valisi Osman Aydın Konya Valiliğine, Giresun Valisi Şükrü Kocatepe Kütahya Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Taşkesen Giresun Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Toprak ise Çorum Valiliğine getirildi. Valilerimize yeni görevlerinde başarılar diliyoruz.
Son kararnameyle bütün gözlerin üzerine çevrildiği Trabzon Valiliğine atanan Sakarya eski valisi Nuri Okutan’a “Trabzon’a hoş geldiniz” diyoruz. İlimizin yeni valisi Nuri Okutan’ı yıllardan beri icraatlarıyla takip ve takdir eden bir kişiyim. “Bir gün şehrimizin valisi olsa” diye hep içimden geçerdi. Özellikle Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin kaymakamı iken çok sınırlı imkânlarla ses getiren işler yapmıştı. İsminin kamuoyunun vitrinine çıkmasını sağlayan Kelkit kaymakamı iken yaptıklarıdır. Bu küçük Anadolu şehrini ayağa kaldırmıştı.
Trabzon’a genç ve başarılı bir vali olan Nuri Okutan’ın atanması bu şehre verilmiş en güzel hediyedir. Devletimiz Trabzon’u her zamanki gibi önemsemiş ve vali atarken titiz ve seçici davranmıştır. Çünkü yeni valimizin son derece başarılı ve ak bir sicili vardır. Ben onu yaptığı cesur ve sıra dışı atılımlarıyla merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na benzetiyorum. Henüz 45 yaşında olan ve gelecekte adından sıkça söz ettirecek olan Okutan’ın bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır bence.
Peki, nedir Okutan’ın ak sicili? Yani neler yapmıştır geçmişte? Nuri Okutan, valilik yaptığı Siirt’te okulöncesi okullaşma oranını yüzde 4’ten yüzde 64’e yükseltmiştir. Sakarya Valiliği sırasında da yüzde 7 olan okulöncesi okullaşma oranını yüzde 80’e çıkarmayı başarmıştır. Eğitime katkılarından dolayı “Vehbi Koç Ödülü”ne layık görülmüştür. 100 bin dolarlık bu ödülün bir kuruşuna bile dokunmamış, onu da eğitime harcamıştır. O, bu onurlu davranışıyla geçmişte Mehmet Akif’in İstiklal Marşı yarışmasında yaptığını yapmıştır.
Yeni valimiz Okutan tam bir eğitim tutkunudur. Soyadına layık bir insan olduğunu her fırsatta göstermiştir. Özellikle Siirt Valisi iken kızların okuması için çok mücadele etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Emrindeki pahalı mercedesleri satarak elde ettiği kaynağı ilin kalkınmasına aktarmıştır. Resmi araçların özel işlerde kullanılmasına asla göz yummamıştır. Resmi kurum ve kuruluşlarda israfın ter türlüsüne savaş açmıştır. Öyle ki açılışlara çiçek göndermeyi bile yasaklamıştır. Eğitimi esas gündem maddesi olarak hep önde tutmuştur. İşini hakkıyla yapmayan idareci ve memurların korkulu rüyası olmuştur. İşini güzel yapan memurları da ödüllendirerek onlara şevk ve heyecan vermiştir.
Bana göre Trabzon aradığı valiyi buldu. Eğer kent olarak ona sahip çıkarsak Trabzon’da çok güzel işler yapacaktır. Kısa zamanda şehrin imajını ve çehresini değiştirecektir. Artık Trabzon menfi hadiselerle anılmayacaktır. Trabzonlular olarak yeni valimiz Nuri Okutan’ın emrine amadeyiz. Onu bağrımıza basmaya hazırız. Kıymetli valimize tekrar “Şehrimize hoş geldiniz” diyor bundan sonraki vazifesinde üstün muvaffakıyetler diliyoruz. Haydi, geleceğin aydınlık Trabzon’u için el ele, gönül gönüle verelim.
ÇOCUK ŞİİRLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Hayatımızın öznesidir çocuklar… Onlar dünya bahçesinin gonca gülüdürler… Gülü olmayan bahçe ne kadar renksizse çocuk olmayan ev de o derece sönük bir viranedir. Onların sonu gelmeyen istek ve şikâyetlerinden 'illallah' desek de onlarsız bir gün bile yapamayız. Hayatımıza renk ve ahenk katar onlar… Onların öfkesi camdaki buğu gibidir. Azıcık sıcaklık görünce yok olur gider yüreklerine sinen öfke ve alınganlık…
Yarınların yükünü onların omzuna yükleyeceğiz. Gelecekte bugünkü makam ve mevkileri çocuklarımıza teslim edeceğiz. Günü gelince her şeyden elimizi eteğimizi çekeceğiz. Onlar emaneti alarak daha ileriye götürecekler şüphesiz... Vazifelerinde başarılı olmaları için donanımlı olmaları şarttır. Onlara o bilgi birikimini bugünden kazandırmalıyız. Körpe beyinlerini zehirli düşüncelerden uzak tutmalıyız. Onlara vatan ve millet sevgisi, saygı, hoşgörü, vefa, adalet, doğruluk gibi ölümsüz kavramları aşılamalıyız.
Kim demiş çocuk küçük bir şeydir? Belki çocuk her şeydir... Zira onlar bizim istikbalimizin sönmeyen güneşidir. Onları mutlu etmek ve güzel şartlarda büyütmek biz ebeveynlerin en büyük ödevidir. Bizler onlara sağlıklı bir hayat ortamı sağlamanın mücadelesini vermeliyiz. Sorumluluklarımızı askıya alarak görevlerimizi ihmal etmemeliyiz.
Çocuğun fiziki ihtiyaçlarını karşılamak asla yeterli değildir. Ona iyi bir eğitim ve terbiye vermek de bizim asli vazifelerimiz arasında yer alır. Kim ne derse desin her şeyin başı eğitimdir. Fakat eğitim terbiyle takviye edilmedikçe pek bir mana taşımaz. Bilgilerimiz ne kadar geniş ve derin olursa olsun bunları terbiyeyle taçlandırmadıkça solda sıfırdırlar. Yani müspet bir değerleri yoktur. Eğitimle terbiye bir bütün olmalıdır. Bu dengeyi iyi sağlamalıyız.
Çocuklara pozitif ilimlerin yanında sosyal bilimleri ve güzel sanatları da sevdirip öğretmeliyiz. Çünkü pozitif ilimler tek başına eksik kalırlar. Küçük yaşlardaki fertlere hayatı anlamlı kılacak ve maneviyat dengesini sağlayacak değerler de kazandırılmalıdır. Çocuklara şiiri, hikâyeyi, romanı sevdirirsek onların sosyal zekâsını da takviye etmiş oluruz. Nasıl kuş tek kanatla uçamazsa çocuklar da tek yönlü bilgi ve becerilerle hedeflerine varamazlar.
Ülkemizde çocuklar nedense kimlik ve kişilik sahibi fertler olarak görülüp muhatap kabul edilmezler. Onları ite kalka bir noktaya getiririz. Oysa çocuk da bir ferttir. Onun da, tam gelişmemiş olsa da, bir benliği ve kimliği vardır. Eğer onları hep kendi dairemiz içerisine hapsedersek ufuklarının gelişmesini ve genişlemesini engelleriz.
Dünya edebiyatına, özellikle de Avrupa edebiyatına baktığımızda çocuklara yönelik eserlerin büyüklere yönelik olanlardan eksik olmadığını görürüz. Demek ki elin Avrupalısı çocuğu bir fert olarak kabul edip önemsiyor. Onun ruh cephesini yok saymıyor. Ona hayatı öğretmek için elinden geleni yapıyor. Fakat bizdeki gibi aşırı derecede kollayıp gözetmiyor.
Çocukların zekâlarının gelişmesinde edebiyatın(şiir, hikâye, roman) tesiri çok büyüktür. Fakat ülkemizin bunun bilincine yeterince vardığı söylenemez. Onun içindir ki bizde çocuk edebiyatı nüfusla kıyaslandığında zengin olmadığı ortaya çıkar. Bunun yanında yetişkinlere yönelik eserler, küçüklere hitap edenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Demek ki yazarlar olarak bu hususta biraz büyükleri(kendi akranlarımızı) kayırıyoruz.
Çocuk edebiyatı deyip geçmeyin. Çocuklar için yazan yazarları sakın küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın, destek olun, el verin. Çocuklara yönelik yazılan eserleri basit(sıradan) bulabilirsiniz. Lakin o eserlere biraz da çocukların dünyasından, onların gözüyle bakmaya çalışın. Onların bu eserlerden aldığı keyfi tahmin bile edemezsiniz.
Çocukların en çok sevdiği türlerden birisi şiirdir. Şiirler onların dünyasında çok şey ifade ediyor. Kısa ve sade oldukları için şiirleri daha kolay anlayabiliyorlar. Fakat ülkemizde çocuklara yönelik şiir yazanların sayısı iki elin parmakları sayısıncadır. Nedense bu alana ilgi duyulmuyor. Bu alanda kalem oynatanlar anlaşılmaz bir mantıkla küçümseniyor. Oysa çocuk şiirleri vaktiyle hepimizin hafızalarını süslemiş, zihnimizde kalıcı izler bırakmıştır.
TÜRKİYE’NİN DEPREM GERÇEĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu sanırım bilmeyenimiz yoktur. Şayet bu ülkede yaşıyorsanız bu gerçeği bilmeli ve kabul etmelisiniz. Korkudan azade yaşamak istiyorsanız hayatınızı ona göre düzenlemelisiniz. Peki, bizi korkutan ve hayatımızı zindan eden deprem gerçekte nedir? Yerkabuğuyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamları depremi ‘yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayı’ olarak tanımlıyorlar.
Bilindiği gibi ülkemiz deprem kuşağının tam üstünde oturuyor. Bunun içindir ki istatistiklere göre son 103 yıl içerisinde ülkemizde 154 yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Bu depremlerde 92 bin 250 kişi hayatını kaybetmiştir, 550 bin civarında yapı ya yıkılmış, ya da büyük oranda hasar görmüştür. Jeofizik Mühendisleri Odası’nın bu istatistik verileri aslında söylenmesi gereken her şeyi açıkça söylüyor. Bu rakamlardan sonra fazla söze hacet yoktur.
Bu ülke insanı tarih boyunca ne depremler gördü… Adana-Ceyhan Depremi’ni 27 Haziran 1998’de, Marmara Depremi’ni 17 Ağustos 1999’da, Düzce Depremi’ni 17 Kasım 1999’da yaşadık. Bu depremlerde çok büyük miktarlarda can ve mal kayıpları verdik, binlerce insanımız yaralanıp sakat kaldı. Yuvalar dağıldı. Çocuklar yetim ve öksüz kaldı. Nice civanlar toprağın kara bağrına gömüldü. Ocaklara ateş düştü. Düzen, yerini keşmekeşe bıraktı.
Son yaşadığımız deprem hâlâ hafızalarımızdan silinmedi. Onun içindir ki Türkiye’yi alt üst eden ve derinden yaralayan zaman dilimlerinden birisidir 17 Ağustos 1999… Saat 03.02… Türkiye için yeni ve sıkıntılı bir dönemeç.…Merkez üssü Gölcük olmak üzere Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğünde 45 saniye sallandı.. Resmî raporlara göre 17 bin ölü, gerçekte ise en az 30 bin ölü, 25 bin yaralı vardı. Bunların ardından yüzlerce artçı deprem gerçekleşti. Halk ölülerine günlerce ağladı. Ülkece yas tutuldu.
Bunun ardından üç ay bile geçmeden 12 Kasım 1999 akşamı, saat 18.58’de Bolu’nun Düzce ve Kaynaşlı bölgesinde yeni bir deprem yaşandı. 7,2 büyüklüğünde 30 saniye süreli... Bu depremde toplamda 100 bin konut, 25 bin işyeri yıkılmış ya da hasar görmüş... Halk büyük tedirginlik içerisinde sokaklara dökülmüş… Türkiye makûs talihine günlerce ağlamış.
Bundan sekiz yıl evvel böyle bir senaryo yaşadı güzel ülkemiz… Bu aslında senaryodan öte bir hakikatti. Son büyük depremden(17 Ağustos 1999) bugüne kadar sekiz yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Türkiye olarak o acı günlerden ders alacak yerde, deprem gerçeğini unutur olduk. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladık. Öyle ki etrafta açıkça gözüken deprem çatlaklarını sıvalarla kapatarak güya acılara set çektik. Yıkılması gereken binaları eğreti kolonlarla ayakta tutmaya çalıştık. Yeni yapılar inşa edilirken eski kör mantığı bir kenara bırakamadık. Pansuman çözümlerle durumu idare ettik, günü kurtardık. Deprem hücrelerini kuranlar çok geçmeden aklanarak(!) hapisten çıktı.
Son günlerde İstanbul için yeni bir deprem ihtimali üzerinde duruluyor. Gerçi günümüzde depremin ne zaman olacağını bilmek mümkün değildir. Fakat İstanbul’la ilgili deprem ihtimalleri, istatistiklere dayanılarak ileri sürülüyor. Bu haberlerin ortada dolaşması İstanbul halkını huzursuz ediyor. Fakat ileriye dönük önlemler de alın(a) mıyor.
Mademki deprem bizim bir anlamda kaderimiz, o zaman onunla barışık yaşamaya, ona karşı gerekli tedbirleri almaya çalışmalıyız. Lakin deprem gerçeğini çabuk unutmuş bir halimiz var. Yine müteahhitler bildiğini okuyor, kontroller yetersiz…
Depreme karşı aslında o kadar da çaresiz değiliz. Yapmamız gerekenler eksiksiz olarak yerine getirilse en az zayiatla işin içinden çıkabiliriz. Onun için öncelikle yerleşim bölgelerinin zemin etütlerini yaptırarak, yerleşim alanlarını bilimsel bir bakış açısıyla ve titizlikle belirlemeliyiz. Binaları deprem etkilerine karşı dayanıklı yapmalıyız. Ev alırken uyanık olmalıyız. Ucuz evlere şüpheyle yaklaşmalı, bunlarla ilgili olarak bir ön araştırma yapmalıyız. Çünkü böyle evler belli ki sağlam değildir, malzemeden çalınarak yapılmıştır. Paranızla aldığınız evin mezarınız olmaması için alınması gerekli acil önlemler öncelikle ve özellikle alınmalı, bu hususta daima uyanık olunmalıdır. Deprem riski zihnimizden silinmemelidir. Her an bu afete hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.
Dünyada deprem ülkesi sadece biz değiliz şüphesiz… Japonya bizden daha büyük deprem riski altındadır. Fakat onlar buna uygun bir inşaat teknolojisi geliştirmişlerdir. Bizler de söz konusu hadiseye onlar gibi makul ve mantıklı yaklaşmalıyız. Bu hususta bilimi rehber tayin etmeliyiz. Allah ülkemizi deprem gibi büyük afetlerden korusun.
GİRİŞİMCİLİK RUHU
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat, atılgan ve cesur insanların omzunda yükselir. Bütün yenilikler merak unsurunun meyveleridir. Hayatı diri kılan ve yaşanılacak güzelliklerle bezeyen girişimcilik ruhudur. Bu ruh bizi hayata bağlar. Hepimiz yaşamın güzelliklerini ve meyvelerini girişimcilere borçluyuz. Onların gayretleri ve teşebbüsleri olmasaydı kim bilir bundan kaç yüzyıl öncesinde kalakalırdık. Demek ki çağı aydınlatan ışık, girişimcilerin gözlerinden yansır. Bu ışığın hiç sönmemesi milletçe en büyük dileğimizdir.
İnsanca ve onurla yaşamak için çalışmak ve üretmek şarttır. Zira ihtiyaçların ardı arkası kesilmiyor. Her günün ihtiyaçları birbirinden farklılıklar arz ediyor. Karşılanamayan ihtiyaçlar üst üste binince sosyal meseleler baş gösteriyor. Demek ki her şeye rağmen çalışmak ve üretmek gerekir. Üstat Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle şiirleştirmiştir:
“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası; düşmanın maskarası! ”
Demek ki her fert milleti için, memleketi için, kendisi için çalışıp çırpınmalıdır. Aslında üretmeyenin tüketmeye de hakkı yoktur. Üretmeden tüketmek yüzsüzlüktür. Herkes kendi imkân dairesi içerisinde girişimci olmanın yollarını aramalıdır. Girişimcilik ille de ağır sanayi veya fabrika kurmak olarak algılanmamalıdır. Avcılık, çiftçilik, hayvancılık, zanaatkârlık, ticaret de girişimcilik kollarından sayılır. Hepsi de gereklidir.
“Yaşam kalitemizi yükselten insanlar kimdir? ” diye bir soru sorulsa hiç tereddüt etmeden ‘Girişimciler’ cevabını veririm. Bunun böyle olduğunu hepimiz yaşayarak öğrenmişiz sanırım. Çünkü hayatın her yanında onların atılımlarının izlerini görmekteyiz.
Peki, girişimcilik nedir? Girişimci kimdir? Bu soruların cevabı aslında kelimenin kökünde saklıdır. Zira girişimcilik teşebbüs cesaretine sahip olmak ve yerinde uygulamalarla üretime katkıda bulunmaktır. Girişimci kâr amacıyla yola çıksa da asıl derdi üretmektir.
Girişimci, mal ve hizmet üretiminin yapılabilmesi için, üretim öğelerini en iyi şartlar altında bir araya getiren kişidir. Girişimci, riski üzerine alarak, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, üretim öğelerinin alımını yapar, bunların bir araya getirilmesi imkânını sağlar. Girişimci kâr amacı güder ancak tek amaç para kazanmak değildir.
Girişimcilik bugün başlayan bir eylem değildir. İnsanlar dünyayla tanıştıkları ilk yaratılış döneminden beri girişimcilik hususunda ilkel de olsa kendilerince adımlar atmışlardır. Fakat girişimciliğin zirveye ulaştığı ve ciddiyetle ele alındığı dönem Rönesans dönemidir. Sanayinin ciddi bir sektör olarak hayatımızı şekillendirmesi girişimciliği hızlandırmıştır. Sanayi devrimi üretimi ve tüketimi hızlandırmıştır. Böylelikle girişimcilik hayatın olmazsa olmazları arasına girmiştir. Fakat girişimcilik belli bir birikimi gerektirir. Girişimciler sıradan insanlar değildir. Onlar hayata daha farklı bir gözle bakarlar, sıradan insanların göremediğini görürler, fırsatları asla kaza etmezler.
Girişimciler kendine mahsus karakterleri ve özellikleri olan insanlardır. Girişimci öncelikle ve özellikle kendine güven duymalıdır, kendisine güvenilen biri olmalıdır. Yeri gelince geri adım atabilmeli ve yeniden başlayabilme kararlılığı taşıyabilmelidir. Geleceğe dönük sonuçları değerlendirebilmelidir. Mesleki riskleri üstlenebilmelidir. Toplumsal özellikleri ağır basmalıdır. Asgari fırsatlardan bile azami derecede yararlanabilmelidir. Yeniliklere açık, işini seven biri olmalıdır. Her ortamda ekip çalışmasına inanmalıdır.
Girişimciler fırsatları gören, piyasanın ve çevrenin farkında olan, karakteri güçlü, risk alabilen, organizasyon ve analiz yeteneği yüksek olan kişilerdir. Problemlere yenilikçi, yaratıcı bakış açısıyla yaklaşırlar; değişiklikleri yönetme becerisine sahiptirler. Onun için çoğumuzun akıl edemediklerini düşünür, uygun bir zamanlamayla gerekli teşebbüslerde bulunurlar. Bunlar girişimciliğin kalıcılığını sağlayan mühim meziyetlerdir.
Türkiye’de girişimci potansiyeli çok olmasına rağmen girişimci sayısı nüfusa oranla son derece azdır. Çünkü bu ülkede düne kadar ayakları yere basan, sağlıklı bir ekonomi yoktu. Türkiye gibi kırılgan ve fazlaca değişken ekonomilerde girişimcilik ruhunu besleyen kaynaklar yetersizdir. Onun içindir ki girişimcilik istenildiği hızda yürümez.
Ülke olarak girişimcilerin yanında olmalıyız. Onların daha büyük işler yapmaları için devlet olarak ekonomik altyapıyı sağlıklı bir çerçeveye oturtup onlara zemin hazırlamalıyız. Yazımı Çin’de Silk-Cashmere(Kaşmir) markasını oluşturup zirveye çıkaran iş kadını Ayşen Zamanpur’un girişimcilerle ilgili söylediği güzel bir sözle tamamlıyorum: “Girişimciler meraklıdır ama mütecessis değildir. Girişimciler hırslıdır ama haris değildir. Girişimciler risk alır ama gözü kara değildir. Girişimciler başarıyı sever ama başarısızlıktan yılmaz.”