Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Ahmet Musaoğlu19.04.2006 - 16:38

    AHMET MUSAOĞLU’DAN MÜSTESNA BİR SEÇKİ: “HESAP LÜTFEN”

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanlar vardır içi boştur, insanlar vardır bir başka hoştur… İkinci sınıfa dahil olan mümtaz simalardan birisidir Trabzonlu Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu… İlimle mücehhez, bir o kadar da mütevazı, hoş sohbet bir simadır O… Yaratılış üzerine kafa yormuş, birbirinden değerli eserler vücuda getirmiş bir Hak dostudur Musaoğlu…Onun hayat hikâyesi eğilip bükülmeyen, dimdik yaşayan onurlu bir insanın ilmiyle amil portresidir şüphesiz.
    Ahmet Musaoğlu, 15 Haziran 1950 yılında Trabzon'da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Bölümü'nden, Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Ardından Ankara'da, 'Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü'nde göreve başladı. Daha sonra bu kurumun, 'Trabzon Bölge Müdürlüğü'nde görev alan Musaoğlu, çeşitli projeleri ´Kamp (Proje) Şefi´ olarak gerçekleştirdikten sonra aynı kurumda, ´Maden Hakları ve Ruhsat Servis Şefliği´ ve ´Araştırma Plan Koordinasyon Başmühendisliği´ görevlerini sürdürdü. Yazar, 1998 yılı içerisinde kendi talebi üzerine, yürütmekte olduğu Başmühendislik görevinden istifa etti. 2002 Ocak ayı itibariyle de emekli oldu. Şu anda Trabzon’daki bürosunda ilmi çalışmalarını devam ettirmektedir.
    Yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış farklı yazılarının yanında, 'Tarihsel Bir Gerçek: Nuh (a.s.) Tufanı', 'İnsanoğluna Biçilen Yazgı: Uygarlığın Tarihi', 'Kendiliğinden Oluşa İnanmak: Yaratılışın Altı Günü' ve 'Ölüm Yeniden Doğuş İçin: Kıyamet' isimli dört eseri yayınlanmış bulunmaktadır. Yazarın ayrıca, Adem Aleyhisselam ile Hz. Muhammed (S.A.V.) arasındaki baba-oğul ilişkisini kronolojik olarak ortaya koyan 'Peygamberler Şeceresi' isimli tablo eserinin yanında, söz konusu bu eserle uyumlu 'Peygamberler (İnsanoğlunun) Tarihi' isimli bir başka tablo eseri de yayınlanmış bulunmaktadır.
    Hâlen, İLESAM (İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği) Trabzon İl Temsilciliği görevini de yürütmekte olan Musaoğlu, “bilimsel yaratılışçılık” olarak tanımladığı çalışma alanındaki konuları, gazete yazılarıyla yerel-bölgesel yayın yapan radyo-televizyon kuruluşlarında hazırladığı veya katıldığı programlarla okuyucularına ulaştırmaktadır.
    Ahmet Musaoğlu’nun son eseri olan “Osman ile Mozart-Hesap Lütfen” Sancak Yayıncılık’ın ilk eseri olarak okuyucuların ilgisine sunuldu. Kitabın kapak resmi çok ilgimi çekti. Kapakta Batı ile Doğu kültürü arasına sıkışıp kalan Türkiye’nin tasviri yapılıyor. 270 sayfadan meydana gelen kitapta birbirinden ilginç konu başlıkları var. Dokuz bölümden oluşan eserde ilmî, dinî, siyasî ve güncel meseleler farklı açılardan sorgulanıyor. Bu eserde anlatılanlar, daha evvel yazar tarafından Karadeniz Haber gazetesinde köşe yazısı olarak okuyuculara sunulmuş. Fakat sözü edilen yayın organı yerel bir gazete olduğu için belli sayıda kişilere ulaşmış. Onun için bu mühim yazıların geniş kitlelerce okunabilmesi gayesiyle bu eser vücuda getirilmiş. Çok da isabetli olmuş.
    Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu eserine çarpıcı bir önsözle başlıyor. Hepinizin altına imzasını atacağına inandığım yazarın şu ifadeleri Türkiye’nin yakın zaman gerçeğini ve umumî manzarasını gözler önüne seriyor:
    “Ülkemizde bilgisizliğin bilginin yerine değer ölçüsü olduğu bir toplumsal yapı yaşanıyor. Bu yapıda ‘ölçü’ ‘ölçüsüzlük’ olduğu için muhatabınıza doğruyu sunsanız da sizi anlaması mümkün olmuyor. Çünkü normal olan ‘anormal’, anormal olan da ‘normal’ gibi görünüyor. Bu sebeple ‘yaşanan hâl’ kavranamıyor, her şey normal seyrinde gidiyor zannediliyor. Oysa, normal olan hemen hiçbir şey yok, anormal davranışlar normal, normal davranışlar da anormal olarak sürüyor. Bu sebeple de, kimse farkında bile olamıyor anormalliğin artık.”
    Sayın Musaoğlu yaşanan hayatımızı ne güzel resmetmiş. Umumî görüntümüz bu değil mi? Aksini iddia etseniz de kim inanır bu deli saçmalarına. Toplum hasta…Bu hastalığı tedavi edecek bir ehil doktor bekleniyor. İlâç belli: Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak…. Mâziye, o görkemli tarihe ibret nazarıyla bakıvermek… Hatalardan ders, güzelliklerden ilham almak…. Aşağılık kompleksinden kurtulmak… Büyük millet olmanın ve büyük kalmanın şuuru ve inancıyla geleceğe emin adımlarla ilerlemek… “Hesap Lütfen” de bunun yolları anlatılıyor okuyucuya… Eseri bir solukta okuyacağınızdan eminim…. Çünkü kitapta ne ağır bir bilimsel dil, ne de kırık dökük sokak ağzı kullanılıyor. Yazılar her dönemde güncelliğini koruyor. Çünkü hastalık hâlâ olanca şiddetiyle sürüyor.
    Ahmet Musaoğlu bir derya… Bu deryadan bir katre alanlara ne mutlu. Anne babamızdan görüp inandığımız güzel İslâm dinine dair kabullerimiz, ilme dayandıkça imanımız kâmilleşecektir. Bu mânada Musaoğlu’nun eserleri bulunmaz bir nimettir.
    Harun Yahya müstear adıyla evrim teorisine savaş açan Adnan Oktar’dan eksiği yok Musaoğlu’nun. Hatta fazlası bile var. Çünkü Harun Yahya bir ekiple çalışıyor. Sınırsız maddî güçleri de var. Fakat Ahmet Musaoğlu tek başına, sınırlı imkânlarla adeta iğneyle kuyu kazıyor. Tabir caizse tek kişilik ordu…İçinden çıktığı şehir olan Trabzon’dan bile yeterli ilgi ve destek görmüyor.
    Harun Yahya’yla Musaoğlu’nu kıyaslayanlar, bu iki ismin benzerlikleri üzerinde yoğunlaşıyorlar. Musaoğlu’nu Harun Yahya’nın Trabzon uzantısı gibi görüyorlar. Fakat bu kanaatlerinde yanılıyorlar. Çünkü bu iki isim, yaratılışı farklı yönlerden ele alıyorlar. Üstelik bu iki isim tıpatıp aynı konularda yazmıyorlar. Onları birbirlerinin sureti diye tavsif edenler her ikisine de haksızlık ediyor. Çünkü eserlerden yola çıkınca her ikisinin de orijinal kimliklerde ve görüşlerde oldukları rahatlıkla görülebilir. Fakat eserleri okuyan kim? Varsa yoksa dayanaksız polemik… Üstelik bu iki yazarın organik bir bağları da yoktur. Hatta farklı düşündükleri alanlar da az değildir. Fakat ucuz ve sığ malumatlardan yola çıkınca hakikatle gölgeleniyor.
    Trabzon’dan böyle bir araştırmacı yazarın çıkması bizler için gurur vesilesidir. Fakat ilgisizlik, vurdumduymazlık ve çekemezlik hakikatlerin görmezlikten gelinmesi acı neticesini ortaya koyuyor. Ahmet Musaoğlu’nun Trabzon sınırlarını aşıp Türkiye’ye mal olması ve tesir alanını genişletmesi inananlar için bir zarurettir. Kendisine bundan sonraki çalışmalarında üstün başarılar diliyorum. Meraklılar için internet adresini vermek istiyorum: www.ahmetmusaoglu.org... Girin istifade edin.
    E-mektup: [email protected]


  • mevlid kandili09.04.2006 - 01:36

    MEVLİD KANDİLİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    'Mevlid' kelimesi 'doğum' anlamına gelir. Son peygamber Hz. Muhammed(SAV) 'in dünyayı şereflendirdiği Rebiülevvel ayının on birinci gününü on ikinci güne bağlayan geceye 'Mevlid Kandili' diyoruz. Bu mübarek gece bütün Müslümanlar için bayram hükmündedir. Çünkü Allah'ın sevgilisi(Habibullah) olan Resul-i Ekrem, bu şerefli zaman içerisinde dünyamızı teşrif etmiştir. O, hicretten 53 sene evvel şenlendirmişti arzı… Tarihler milâdi 571'i gösteriyordu o zaman. Nisan ayının yirmisini gösteriyordu takvimler…
    Peygamberlerin kamâlat bakımından en büyüğü olan Hz. Muhammed(SAV) , Rebiülevvel ayında dünyaya gelmekle o ayı sıradanlıktan kurtarıp güzelleştirmiştir. Onun gelişiyle bu ay bambaşka bir mana yüklenmiştir. O kutlu doğumdan beri Pazartesi daha bir sevimli gelir bize. Resülullah'ın değdiği her şey diğerlerine nazaran ne kadar da bahtlıdır. Onu dünya gözüyle görmek en büyük saadet olsa gerek…
    Kadir gecesinden sonra en mühim ve faziletli gece olarak adlandırılan Mevlid gecesi, Müslüman âlemince lâyıkıyla ihya edilir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz bu güzel gecede hakkıyla anılır ve doğumundan dolayı duyulan sevinç, kalben ve lisanen dile getirilir. Zira bu hususta İmam Celâlüddîn Abdürrahmân bin Abdi'l-Melik Kettânî şöyle diyor: 'Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın (Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) varlığı, vefatından sonra, ona tâbi olanlar için, kurtuluş vesilesidir.
    Onun mevlidi için sevinmek, Cehennem azabının azalmasına sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazileti, Cuma günü gibidir.
    Cuma günü, Cehennem azabının durdurulduğu, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bunun gibi, mevlid gününde de azap yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, davet olunan (uygun) ziyafetlere gitmelidir.'
    Bilindiği gibi Süleyman Çelebi isimli büyük şairimiz 'Vesîletü'n-Necât'(Kurtuluş Sebebi) isimli kitabında doğumundan ölümüne kadar peygamberimizi şiir diliyle anlatmıştır. Bu güzel kaside Türk halkı arasında çok rağbet görmüş ve mübarek gecelerde okunmuştur. Bugün bile ölen kişiler için düzenlenen mevlitlerde bir ibadet aşkıyla okunmaktadır. Bu şiirin 'Vilâdet' bahrinde Süleyman Çelebi Peygamberimizin doğumunu şöyle anlatıyor:
    'Amine hatun Muhammed annesi
    Ol sadeften doğdu ol dür danesi
    Çünki Abdullah'dan oldu hâmile
    Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
    Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
    Çok alametler belirdi gelmedin
    Ol Rebiul evvel ayı nicesi
    On ikinci gice isneyn gecesi
    Ol gice kim doğdu ol hayrûl beşer
    Anesi anda neler gördü neler
    Dedi gördüm ol Habibin ânesi
    Bir acep nur kim güneş pervanesi'
    Karanlık gecelerimizi aydınlatan, hayatımızı anlamlandıran kâinatın serveri Resulullah Efendimiz her yönüyle mükemmel bir insandı. Bununla ilgili olarak bir hadis-i şerifinde 'Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.' buyurmuştur. Gerçekten de o güzel ahlakı hakkıyla sundu ümmetine. Bu konuda en güzel model kendisi oldu. Bu hususta Yüce Kur'an'da Peygamberimize hitaben şöyle buyrulmuştur: 'Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin'(Kalem S. 4. Ayet)
    Resulullah'ı sevmek kişinin iman kemalâtına işarettir. Çünkü Allah, bu kâinatı onun yüzü suyu hürmetine yaratmıştır. 'Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım' kutsi hadisi bunu ifade ediyor. Rabbimizin bu kadar yücelttiği bu mübarek simayı her şeyimizden çok sevmeliyiz. Bu sevgi kuru bir ifadeden öteye gitmelidir. Ona çokça selâtü selâm getirmeliyiz. Onun şefaatine sığınmalıyız.
    Günümüz gençliği, uğruna kâinatın yaratıldığı peygamberini ne kadar tanıyor? Bu soruya müspet cevap vermeyi ne çok isterdim. Fakat mevcut durum bundan ibaret değildir. Kitapçı vitrinlerinde yüzlerce siyer kitabı olmasına rağmen bunları alıp okuyan ve fikreden insanların sayısı ne kadar da azdır. Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımız günlerini hayal mahsulü Harry Potter maceraları okumakla geçiriyor. Mafya dizilerindeki çetecileri kendilerine model olarak alan ve haksız kazancı meşrulaştıran bugünkü nesil, Resulullah Efendimizin mesajlarına ne kadar da muhtaçtır. Bu mesajlar onların yitik hazineleridir. Fakat zihinlerimiz öyle bir uyuşturulmuş ve bulandırılmış ki bunları kaybettiğimizden de haberdar değiliz. Kaybettiğinden haberdar olmayanın yitik hazineleri bulmaya koyulmasını ve onlardan istifade etmesini bekleyemezsiniz.
    Peygamber Efendimiz hakkında yazı ve şiir yazmak büyük bir şereftir. Aynı zamanda büyük bir sorumluluktur da… Onu hakkıyla anlatmak her kalem erbabının kârı değildir. Vaktiyle ben de Resulullah'a dair bir naat denemesi yapmıştım. Sözlerimi 'Efendim 'adlı bu şiirin son bölümüyle tamamlamak istiyorum. Allah bizi o mübarek insanın şefaatine nail eylesin:
    'Ne ağır zemheriler geçiriyor ümmetin
    Günah galerisinde öksüz kaldı sünnetin
    Müminin kokusuna şimdi hasret cennetin
    Bu ne garip asırdır ahir zaman Efendim
    Bizi bize bırakma, kayır aman Efendim'
    Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) 'in doğum günü bizim için müstesna bir gündür. Her Mevlid Kandili'nde biraz daha tazeleniyoruz, biraz daha büyüyor ona dair hasretimiz… Güneş bir mızrak boyu yaklaşıp da insanların beyinleri fokur fokur kaynamaya başladığı o anda(mahşer meydanında) Onun mübarek 'Livaül Hamd' sancağı altında toplanan bahtiyar insanlardan olmak ne büyük bir mükâfattır. Bu vesileyle Müslümanların mübarek Mevlid Kandili'ni tebrik eder, insanlığın kurtuluşuna vesile olmasını Yüce Allah'tan dilerim.

  • rasim özdenören04.04.2006 - 22:50

    RASİM ÖZDENÖREN’İN 50. SANAT YILI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk edebiyatı zengin muhtevasıyla eşiz bir hazinedir. Geçmişten günümüze kadar binlerce kalem, bu zengin kültür arşivine katkıda bulunmuştur. Damlalar birikerek çağlayana dönüşmüştür. Edebiyatımızdaki bu eşsiz zenginliğe katkıda bulunan kalemlerden birisi de Rasim Özdenören’dir. O, edebiyat havuzuna koca bir damla olarak düşmüş ve bu havuzu tabir caizse taşırmıştır. Çünkü onun yazdıkları alelâde şeyler değildi.
    Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından biri olan Özdenören, deneme sahasında da etkin bir isim olduğunu, verdiği güzel eserlerle ispatlamıştır. O, ülkemizin verimli kalemlerinin ortaya çıktığı Kahramanmaraş’ta doğmuş ve fikirlerini, yazdığı onlarca eserle yurt sathına yaymıştır. İşte eserlerinden bazıları: İpin Ucu, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, Yaşadığımız Günler, Acemi Yolcu, Red Yazıları, Çözülme, Yeni Dünya Düzenin Sefaleti, Köpekçe Düşünceler, Ben ve Hayat ve Ölüm, Çok Sesli Bir Ölüm, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Hışırtı, Kafa Karıştıran Kelimeler, Müslümanca Yaşamak, Çapraz İlişkiler, Gül Yetiştiren Adam, Hastalar ve Işıklar, Yeniden İnanmak, Ansızın Yola Çıkmak, Denize Açılan Kapı, Kent İlişkileri, Ruhun Malzemeleri, Kuyu, Çarpılmışlar, İki Dünya, Aşkın Diyalektiği, Toz…. Devamı var ama biz bunları sıralamakla yetiniyoruz. Çünkü pek çok fikir veriyor bize bu eserler…
    Henüz on altı yaşında yazmaya başlamış Rasim Özdenören…. 1957 yılında, Varlık dergisinin Ocak sayısında yayınlanan “Akar Su” adlı ilk hikâyesi, kendisinin edebiyat alanına girmesini sağlamıştır. Geriye bakınca aradan elli yıl gibi uzun bir zaman geçtiğini görüyoruz. Bu yıl onun ellinci sanat yılını kutluyoruz. Kültür, sanat ve edebiyatla iç içe geçen koca bir ömür… Her dakikası düşünülerek ve fikredilerek yaşanmış bereketli bir hayatın akislerini onun her satırında görmek mümkündür. Bir nesil onun kitaplarından ilham alarak yetişti ve hayat çizgisini belirledi. Belki de onun sayesinde çamura batmaktan yanlış yollara sapmaktan kurtuldu. Güzellikleri onun satır aralarında bulup keşfeden ve hayatına yön veren güzel insanlar yaşadıkça Özdenören’i hayır dualarıyla anacaklardır.
    Nice olaylara tanık olmuş bu büyük yazar ve mütefekkir… Kültür, sanat ve edebiyat sahasında zamanın kutbu sayılan pek çok isimle samimi dostluklar kurmuştur. Bunların başında Fethi Gemuhluoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek gelmektedir. Bu güzel insanların ömrü İslâmı anlama ve yaşama çabası içerisinde geçmiştir. Farkında olmadığımız gerçekleri sanat dairesi içerisinde bizlere hatırlatan bu mümtaz isimlere çok şey borçluyuz. Hayatımızda umut ışığı varsa ve yarınlara güvenle bakabiliyorsak bu, onların sayesindedir.
    Özdenören’in hikâyelerinde toplumu tüm çıplaklığıyla görmek mümkündür. Özellikle ilk öykülerine toplumcu bir bakış açısı hâkimdir. Fakat daha sonraki yıllarda yelpazeyi daha geniş tutar ve konularını geniş bir alana yayar. Onun öykülerinde hazır mesajlar ve ham fikirler bulmak mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum onun sanatçı yönünü zedeleyebilirdi. Bu yüzden hazır fikirler sunmaktan uzak durmuştur. Söyleyeceklerini satır aralarına gömmüştür. İyi bir okuyucu define hükmündeki bu fikir kırıntılarını rahatlıkla fark edebilir. Belli bir seviyeyi aşmamış okuyucular onu zaten hakkıyla anlayamaz.
    Onun yazdığı öykülerde yerli malı kültür unsurları kendini gösterir. Çünkü o, bu milletin özü olan değerleri yaşamış ve içine sinenleri her fırsatta eserlerine aksettirmiştir. Bir diğer özelliği de öykülerinde insanın bilinçaltını sürekli kurcalamasıdır. Bilindiği gibi insanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan duygu ve düşünceler bilinçaltında depolanır. Bu nedenle o, merkez olarak bilinçaltını alır ve her fırsatta buradan çıkardıklarıyla olaylara yön verir. Ruh çözümlemelerinde son derece başarılıdır. Susturulmuş ve bastırılmış duygular içerisinde çırpınan kahramanlarına çıkış yolları arar, onlardan yola çıkarak topluma göndermelerde bulunur. Yaşanan hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirir ve derin tahliller yapar.
    Denemelerinde toplum ve fert ikilemi üzerinde düşünen, felsefî analizlerde bulunan Özdenören, insanlığın geçirdiği fikrî girdapları bir sarmal olarak görüp dikkate alarak açılımlarda bulunur. Cemiyetin kafasını karıştıran kavramlara açıklıklar getirir. Yabancılaşma ve özünden kopma, ele aldığı meselelerden bir başkasıdır. Geçmişinden zorla koparılan, alışık olmadığı kültürel ortamlarda yaşamaya zorlanan ferdin yaşadığı çelişkilere ve çıkmazlara değindiği yazılarında aslında bizi anlatır. Toplumun resmini kelimelerle çizer. Toplumsal değişime ayak uyduramayanların ızdıraplarına merhem olmaya çalışır. Fakat kendi de çıkamaz bu karmaşık durumun içinden. Çünkü toplumun temel direği olan ailenin zayıflaması ve çökertilmeye çalışılması meselelerin ana nedenidir. Bunu bilmek çözüme giden yolda fazla bir şey ifade etmez. Çünkü çözüm için fırsat tanınmaz, her geçen gün daha da karmaşık bir hâle bürünür yaşananlar…
    Rasim Özdenören ismi bize Alâeddin Özdenören’i çağrıştırır hep… Çünkü Alâeddin Özdenören de iyi bir şâir olarak bilinir şiir ve edebiyat dairesi içerisinde… Rasim’le Alâeddin ikiz kardeştiler. 26 Haziran 2003 tarihinde İkiz kardeşlerden biri olan Alâeddin Hakk’a kavuşur. Bu ölüm hadisesi diğer ikiz olan Rasim Özdenören’i kelimenin tam anlamıyla çökertir. Kolay mı insanın ikizini kaybetmesi? Fakat inanmış bir insan olan Özdenören ölümün yokluk olmadığını, aslında ebediliğe atılan bir adım olduğunu bildiği için çabuk toparlanır. Çünkü hep göz önündeydi, insanları aydınlatmak gibi sorumluluk gerektiren bir vazifesi vardı onun.
    Bu yıl Rasim Özdenören’ın yarım asırlık yazarlık dönemini geride bırakıyoruz. Elli yıl boyunca tam bir ibadet aşkıyla insanları aydınlatmak, halkı ve Hakkı anlatmak, hakikat çizgisinde sabit kalmak, sermayeye yaranmak için takla atmamak, adam gibi adam olmak, geleceğe miras olarak faydalı eserler bırakmak bereketli bir hayatın hayırlı semeresidir. Böyle dolu dolu yaşadıktan sonra, günlerin geçmesinden elem duymamak gerekir. Çünkü boş geçen gündür kaybolan… İçi doldurulan gün, kazanılmış ve yokluktan kurtarılmış bir hazine hükmündedir. Rasim Özdenören’in ellinci sanat yılını kutluyor, nice hayırlı eserlere imza atması temennisiyle uzun ve bereketli bir ömür sürmesini diliyorum.

  • sezai karakoç04.04.2006 - 22:48

    SEZAİ KARAKOÇ’UN ŞİİR COĞRAFYASI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinin bereketli pınarlarından birisidir Sezai Karakoç… Şiirimizin tükenmez rezervlerinden biri olan bu onurlu kalemi şiirimizde yer alan grupların birine dâhil etmek zorlama bir gayret olur. Onu İkinci yeni içerisinde ansalar da bu onun şiir dünyasını ifade etmekte yetersiz bir sınıflandırmadır. Doğrusunu söylemek gerekirse o başlı başına bir ekoldür. İkinci Yeni sınıfına dâhil edilenlerin hiçbiri Sezai Karakoç’la aynı dinî inançları paylaşmamaktadır. Bu bile onları aynı safta gösterme gayretlerine engeldir. Onun şiirini ancak şekil açısından İkinci Yeni grubunun içerisinde sayabilirsiniz. İçerik olarak farklı kaynaklardan beslenmişlerdir. Karakoç, Necip Fazıl’ın dünya görüşünden ve üslûbundan etkilenmiş olmasına rağmen şiirleri bambaşka bir renkte ve tattadır. Bu iki şairi bağdaştırmak sadece fikir yönüyle doğrudur.
    Diriliş adını verdiği bir fikir kozasını örmekle geçirmiştir ömrünü. Bu koza ilimde, fikirde, sanatta, siyasette, kısaca her alanda ruhların kıyama kalkmasını ifade etmektedir. Öyle ki bir ara aktif siyasetin mücadelesine girişmiş bu kozanın kelebeği… Fakat gayesi politika çarklarından geçip ilerlemek, görüşlerinden taviz vererek bir yerlere gelmek olmadığı için tez zamanda vazgeçmiştir bu çıkmaz yolun kavşağından.
    Karakoç, Doğunun haysiyetli çocuğudur. Aslen Diyarbakır’ın Ergani kazasındandır. Çocukluğu ve ilk gençliği bu topraklarda geçmiştir. Onun için dünyaya ve eşyaya hep Doğulu bir gözle bakmıştır hayatı boyunca. Bunun yanında yörenin pek çok hususiyetini taşır karakterinde. İçine kapanıktır, sıkılgan ve kırılgan bir ruh yapısına sahiptir. Kalabalıklardan, övgüden ve ön planda görülmekten rahatsız olur. Şöhretinin onurunu ağız tadıyla yaşayamaz. Ağızlarda dolaşan adını unutturmayı yeğler. Kimliğinin ve şiirinin, adından önde yürümesini tercih eder. Şayet şöhretten hoşlansaydı bugün milletin dilinde dolaşıp dururdu adı.
    Sezai Karakoç her yönüyle, eskilerin deyimiyle şahsına münhasır(özgün) bir insandır. Etkisi altında kaldığı isimler olsa da bu onun özgünlüğüne zarar getirmez. Kendi şiir ağını büyük bir gayret ve emekle ören bu büyük şahsiyet, kendisinden sonra gelecek olan sanatkâr ruhlu nesle de güzel bir numune olmuştur.
    Onun şiire el attığı yıllarda Türk şiiri kısır bir döngünün sancılarını yaşıyordu. Böyle bir dönemde şiirimize güçlü bir soluk olarak hayat vermiştir. Seven kalplerin yüreğini titreten “Monna Rosa “şiiri uzun yıllar elde çoğaltılarak gönüllerin tercümanı olmuştur. Bu adı taşıyan kitaptaki şiirler çok sonraki yıllarda iki kapak arasına alınarak yayınlanmıştır. Karakoç, Monna Rosa’yı yayınlamamakla sanki okurlarının sevgisini ve samimiyetini test etmiştir. Fakat kendisini sevenler bu şiiri elle veya fotokopi ile çoğaltarak yakın ve uzak çevresindekilere dağıtmayı bir vazife olarak addetmişlerdir. Günümüzde kitapları rafları doldurmasına rağmen yine de okunmayan şairlerin Karakoç’tan ders almaları gerekir.
    Şiirimizin can çekiştiği bir dönemde ortaya çıkarak şiire ivme ve hareket kazandıran Sezai Karakoç, Diriliş dergisini ve aynı adla kurduğu yayınevini şiirin ve genel anlamda İslâmî sanatın emrine sunmuştur. Millî ve manevî duygularla beslenen fikir doktrini etrafında yepyeni bir neslin filizlenmesine zemin hazırlamıştır. Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Körfez, Şahdamar, Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Çeşmeler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati, Monna Rosa, Hızırla Kırk Saat adlı şiir kitapları onun değişik dönemlerde ortaya koyduğu ve her biri kendine mahsus özellikler taşıyan özgün şiir anıtlarıdır. Bunlarda onun keskin çizgilerini ve hayata bakışını kapalı bir şekilde de olsa görebilirsiniz. “Hızırla Kırk Saat” adlı eserinde İslâm tarihine ayna tutan Üstat Karakoç, şiirini faydacı bir anlayışla okuyucunun sesine dönüştürmüştür. Onun imgeleri zordur. Vasat okuyucu ondan çabuk sıkılabilir. Şiirlerini anlamak için belli bir birikim şarttır. Ama imge yumağını bir çözdünüz mü okuması ve fikretmesi bambaşka haz verir insana.
    Onun şiirlerinde insanımızın asırlardır çekmiş olduğu sancılar ağırlıklı bir yer tutar. Kendisi de Doğu kökenli olduğu için bu yöre insanının yaşama tutunma çabasını ve karşılaştığı maddî ve manevî güçlükleri şiirine yansıtır. Bazı şiirlerinde Doğu-Batı çatışmasını konu edinir. Bunları yaparken şiirin olmazsa olmazlarından taviz vermez; şiirselliği ön planda tutar.
    O, Doğu kaynaklarından beslenmiş olmasına rağmen Batının fikir ve sanat akımlarına yabancı değildir. Aydın bir insan olmanın getirdiği sorumluluk içerisinde hareket ederek iki farklı medeniyetin analizini ve sentezini yaparak geniş bir yelpaze oluşturmuştur. Çok zengin ve esnek bir dil kullanmıştır eserlerinde. O, dil konusunda hiçbir zaman aşırıya kaçmadı. Eski dilin imkânlarından yararlanırken yeni dilin güzel yanlarına sırtını dönmedi. Bu konuda da denge politikası güttü. Bunu inanarak yaptı ve kelimeleri kullanırken çok titiz davrandı. Kelimelerin milliyeti onun için belirleyici bir unsur olmadı. Şiire yakışanı, iç ahengi sağlayanı tercih etti. Bir sanatkâra da bu yakışırdı.
    Karakoç’un şiirine biçim açısından da özgünlük hâkimdir. Ne Osmanlı şiirindeki şekil unsurlarına körü kürüne bağlanmış, ne de Batı şiir formlarını olduğu gibi tercih etmiştir. Onun şiiri bunlardan izler taşımasına rağmen tek başına bunların hiçbiri değildir. O bütün şiir geleneklerinden yararlanarak kendi şiir formlarını oluşturmuştur. Onu başkalarından ayıran ve zamana karşı güçlü kılan herhalde her konuda kendi olma çabasıdır. Bu tavır edebiyatta ve genel anlamda sanatta ayakta kalmanın en önemli şartıdır.
    Karakoç’un şiirlerinde konu zenginliği dikkat çeken unsurlardan biridir. O bazen metafizik kaygılarla alır başını gider, bazen de aşkın deriliklerinde kaybolur. Maddenin sınırlarına hapsolmaz hiçbir zaman… Duygularını dizginlemez ama hissiyatın dağılmasına, başıboş seyretmesine de izin vermez. Coşkuyla hüzün, vuslatla ayrılık, sevgiyle nefret, kâinatı yorumlamadaki derinlikle sığlık iç içedir mısralarında. Birini öbürüne tercih etmez. Bu hususta müdahaleci değildir, her şeyi doğal akışına bırakır. Her mısrada çağın insanının buhranlarına ve genel manada iç dünyasına ayna tutar.
    O, maziye sığınıp kalmadı hiçbir zaman. Daima dinamik olmayı, geçmişle gelecek arasında köprü kurmayı yeğledi. Zamanı uzun bir süreç olarak gördü ve zamanın bir noktasında kalakalmadı. Metafizik öğeleri kullanması, şiirin imkânlarını zorladıysa da dizeleri kütük kalmaktan kurtardı. Capcanlı, diri ve estetik bir içyapı çıktı ortaya
    Onun şiirlerinde hecenin zorlayıcı kalıpları yoktur. Serbest şiir yazmasına rağmen hiçbir zaman şiirin iplerini boş bırakmaz, dizginler daima elindedir. Şiirlerindeki iç ahenk, ölçülü ve kafiyeli şiirlerdeki ahengi aratmaz. Hafızalarda kalan şiirler yazması, onun kelimeleri ustalıkla, adeta oya işler gibi dizmesinden kaynaklanır. Onun şiir üzerine söylediği şu sözler bize sanat anlayışıyla ilgili olarak pek çok ipucu verecek değerdedir:
    “Şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekâyla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Yani, anlam, yeni şiirde kendi öz fonksiyonlarını yitirmiştir. Bir uyurgezerdir. Hafızasını kaybetmiştir belki. Şüphesiz şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Gerçi yeni şiir, yer yer anlamsızlığı dener. Yer yer anlam boşlukları bırakabilir, anlam tatilleri yapabilir. Ama büsbütün anlamsız şiir düşünülemez. Çünkü şiir mantığı ne kadar değişik olursa olsun, genel mantıktan çıkmadır. Yeni şiirin klasik şiirden farkı, fon olarak, düşüncenin yanı sıra, şuuraltını, davranışları, benliğin en geniş anlamıyla vaziyet alışını da seçmesidir. Yeni şiirin oluşunda zekânın payı eski şiiri kat kat aşkındır gerçi. Ama günümüz şiirinde zekânın hüküm payı, şiiri bağlamaktadır daha çok. Şiirin çıkışı, klasik şiirdeki gibi yalnız zekâdan ötürü değil. Klasik şiir, düşünceyle başlıyor, kafiye ve ölçü ile dinlendiriliyordu. Yeni şiir ise, en az düşünceyle başlıyor, bütün oluş ötesi harekete geçiyor, ancak zekâ ile dinlendiriliyor. Düşünce dediğim, genel mantığa göre düzenlenen ilk kütle.”
    Sezai Karakoç şairliğinin yanında düşünce adamıdır da… Onun değişik yazılarında Müslümanlığının, taşralılığının, Anadolu’nun sesini yakalayabilirsiniz. O fetihler ve bozgunlar arasında gidip gelen milletinin talihini şu dizelerde dile getirir:
    “Halkım yalnız iki duyguyu tanıdı
    Ya birini yaşadı ya öbürünü yaşadı
    Fetih veya bozgun.”
    Gerçekten de doğru bir tespittir bu… Tarihimiz bu çizgide gelişmiştir. Zaferlerle coşmuşuz, bozgunlarla yıkılmışız. Genelleme yaparsak zaferlerimiz bozgunlarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Onun için bahtiyar bir millet olduğumuz söylenebilir.
    Çetin mücadelelerden geçmiştir Sezai Karakoç… Fakat dağ gibi sıkıntılardan yılmamış, üzerlerine gitmiştir. Çok yorulduğu, bunaldığı, kendini yalnız hissettiği zamanlar olmuştur şüphesiz. Gücünün tükendiğini hissettiğinde bile içindeki umut ışığı hiç sönmemiştir. Halk tabiriyle söylemek gerekirse güvendiği dallar çok kere eline gelmiştir. Lâkin o yılmamış, “yılgınlık” tabirini adeta lügatinden silmiştir.
    Sezai Karakoç her zaman inançlı kesimin çağdaş sesi olmuştur. Bugün bir derviş edasıyla bir köşeye çekilmiş umumî manzarayı temaşa etmektedir. Umarım üretkenliğinden bir şey kaybetmemiştir. Bugün onun sesine ve soluğuna olan ihtiyacımız dünden fazladır. Nice güzel şiirler yazması dileğiyle kendisine Allah’tan uzun ve bereketli bir ömür diliyoruz. Sezai Karakoç ve onun gibi yerli sesler bizim rengimiz, avazımız ve nefesimizdir. Allah onları başımızdan eksik etmesin

  • Yaman Dede12.03.2006 - 13:44

    YAMAN DEDE’NİN HZ. MUHAMMED(SAV) AŞKI
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanoğlu hak ve hakikatle bütünleştikçe yaradılış gayesine erişir. Bazıları ailesinin inancı üzerine iç dünyasını biçimlendirir; manevî yönünü tayin eder. Aslında çoğumuz bu minval üzere hayatını şekillendirmiş. Bizler Müslüman olmayan bir çevrede yetişmiş olsaydık kaçımız İslâm inancıyla şereflenebilirdi? Buna verilecek müspet cevap sanıldığı kadar çok değildir. İnancımız için bedel ödemediğimiz için de kıymetini bilmiyoruz. Mevcut durumumuzu başka nasıl izah edebiliriz?
    Belli bir zaman gayya kuyularında çırpındıktan sonra İslâm inancına erişenler, İslâm’ı hazır bulanlarla kıyaslandığında daha takva ehli oluyorlar. Batılı aydınlardan pek çoğu Hıristiyan inancını tecrübe ettikten sonra aradığını bu dinde bulamayınca İslâm’a koşuyor. Tarihimiz bu tarz İslâm’a dönüş hikâyeleriyle doludur. Bunlardan birisi de Yaman Dede’nin hikâyesidir.
    Yaman Dede 1888 yılında Talas’ta doğan bir kişidir. Babası katı bir ortodokstu. Rum’du kendisi… O zamanki adıyla Diyamandi, ilköğrenimini Rum Ortodoks mektebinde yapar. Ailesi Kastamonu’ya göç ettiği için liseyi burada okuyarak birincilikle tamamlar. Çevresindekiler ona Yamandî Molla lakabını takar. Çünkü o Hıristiyan olduğu halde Mevlâna’ya çok düşkündür. Arapça ve Farsçayı kısa zamanda öğrenir. Mevlâna’nın Mesnevi’si onun içindeki ateşi kor hâline getirmiştir. Mesnevî’nin ilk beyitlerinden çok etkilenir. Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını ezberlercesine okur. Doğunun bu gizemli kaynakları onu İslâm inancının şefkat iklimine götürür. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirerek avukat olur. Bir ara eğitimcilik ve avukatlık yapar. Artık bu dönemlerde Müslümanlığı içten içe yaşar; fakat bunu ailesinden gizler. Konya’yla İstanbul arasında mekik dokur. Mevlâna’yı dili döndüğünce geniş kitlelere anlatır.
    Gizliden gizliye yaşadığı inancını ifşa etmenin zamanı geldiğine inandığı için elli beş yaşında iken 15 Şubat 1942’de ismini değiştirir ve Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alarak nüfus idaresine yazdırır. Din hanesinde artık “İslâm” yazmaktadır. Durumu ailesine açınca, ailesi tarafından dışlanır. Bu noktadan sonra yapacağı tek şey, ceketini alıp evden çıkmaktır; o da onu yapar. Bundan sonraki hayatında bir evlilik daha geçirir. Zamanını öğrenci yetiştirerek anlamlandırır. Şeyhi olan ve hayatını şekillendiren Ahmet Remzi Dede, ona “Yaman Dede” adını verir; böylece tanınır.
    Yaman Dede’nin peygamber aşkı dillere destandır. O, Resulullah’ı canından çok severdi. Yaman Dede iyi bir şâirdir aynı zamanda. Dinî ve tasavvufî temalı şiirlerle tanınmıştır. Kâinatın serveri Hz. Muhammed(SAV) ‘le ilgili olarak yazdığı şu şiir, pek çok kişinin hafızasında çiçek açmıştır:
    “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh
    Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
    Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
    Muazzam bir sehâsın sen, dilersen reh-nümâsın sen
    Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Gül açmaz, çağlayan akmaz, İlâhî nûrun olmazsa
    Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
    Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mestûrun olmazsa
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
    Güneş titrer, yanar dîdârının, bak, ihtirâsından
    Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam
    Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
    Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
    Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
    Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

    Boynu büktüm, perîşânım, bu derdin sende tedbîri
    Lebim kavruldu âteşden döner pâyinde tezkîri
    Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i
    Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
    Din ve iman uğruna yârdan ve serden geçmek samimiyetin ve ilâhî aşkın zirvesidir. Bunu gerçekleştirenler, iki cihan saadetini yakalayan ender simalardandır. Yaman Dede(Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu) bu bahtiyar insanlardan birisidir. Misafir olarak ömrümüzü geçirdiğimiz bu fâni dünyada bize kalacak güzellikler, işlediğimiz hayırlı amellerdir; gerisi lâfügüzaftır. Bir gönül dostu ve ahlâk abidesi olan Yaman Dede ile ilgili etraflıca malumat almak isteyenlere, Mustafa Özdamar’ın yazdığı “Yaman Dede Belgeseli”ni ve Muhsin İlyas Subaşı’nın “İki Mevlevi” adlı eserini görmelerini öneririm.

  • atatürkçü düşünce27.01.2006 - 22:51

    ATATÜRK VE TÜRK GENÇLİĞİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsan hayatının ergenlikle orta yaş arasındaki dönemine “gençlik” diyoruz. Gençlik bulunmaz bir nimettir. Fakat insanlar her nedense bunu yaşlandığında anlayabiliyorlar. Vaktinde kıymeti bilinmeyen ve gereğince yaşanılmayan bir gençliğin yaşlılıkta değeri fark edilse ne ehemmiyeti var? Giden gitmiştir, geriye bir sürü, zor seçilen solgun hatıralar kalmıştır. Ama hatıra deyip de geçmeyelim; hatıralardır bizi hayata bağlayan…
    Yarınlarımızın teminatı olan gençleri çağın gereklerine uygun olarak yetiştiren milletlerin gelecek endişesi yoktur. Çünkü gençler istikbalimizin sigortasıdır. Fakat bu sigortayı sağlam tellerle bağlamazsak kısa devre yapma ihtimali vardır. Bunu da ancak millî ve yerli kültür unsurlarıyla besleyerek gerçekleştirebiliriz. Yabancı kültürlerin boyunduruğu altına giren nesiller her an patlamaya hazır saatli bomba gibidir. Ne zaman, nerede patlayacakları belli olmaz.
    Gençlik bir tarlaya benzer. O tarlaya ne ekerseniz orada o biter. Hiçbir şey ekmezseniz yabani otlar ve dikenler biter. Nadasa bırakırsanız siz farkında olmadan başkaları ısırgan diker. Onun içindir ki bu tarlayı büyük bir itinayla ve zamanında ekmeliyiz ki yabani otlar yetişmesin. Gençlerden şikâyet edenler dönüp kendilerini muhasebe etsinler. Acaba ne ettiler, ne buldular. Hiçbir şey sebepsiz değildir.
    Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu eşsiz insan Atatürk, gençliğe olağanüstü derecede kıymet veren bir insandı. Biliyordu ki bugünün orta yaşlıları yarının ihtiyarları olacaktı. Daha sonra onlar bu dünyadan göçecek ve yerlerini gençlere bırakacaklardı. Atatürk bunu biliyor ve emaneti teslim edeceği gençlere güveniyordu. Bunu şu ifadelerde görebiliriz:
    “Gençler, cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz.”
    “Arkadaşlar, Gençliğe bakın, Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum.”
    “Vatanın bütün ümidi ve geleceği size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.”
    “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”
    Her millet gücünü gençlerinden alır. Bu kesim yarınlarımızın umududur. Onların varlığından hız alırız. Fakat gençlerin millî ve manevî değerlerine sahip çıkması ve bu kaynaklardan beslenmesi gerekir.
    “Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir ” diyen Atatürk bu konuda öğretmenlere düşen görevin ağırlığına işaret etmiştir. Gerçekten de öyle değil midir? Yedi yaşında öğretmene teslim ettiğimiz çocuğumuzu 22-25 yaşları arasında meslek sahibi olmuş yetişkin bir kişi olarak teslim alıyoruz. 15 yıl boyunca öğretmenlerin hünerli ellerinde yoğrulan evlâdımız olgun bir insan olarak bize dönüyor. Bu da gösteriyor ki gençler gerçekten de Atatürk’ün de belirttiği gibi öğretmenlerin eseridir.
    Atatürk için gençlik, aydınlık bir geleceğin olmazsa olmazlarındandı. O Kurtuluş Savaşı’nı da gençlerin yardımıyla kazanmıştı. Onun ilke ve inkılâplarını da gençler korumuş, geniş kitlelerce anlaşılmasını sağlamışlardır. Atatürk en zor günlerinde bile etrafındaki gençliğe bakarak onlardan güç almıştır. Şu ifadeler buna delildir:
    “Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan kuvvet yalnız aziz memleket ve millet hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkı ile ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür.
    Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır; geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir. ”
    Atatürk’ün bu millet için nice fedakârlıklar yaptığının şuurundaydı o zamanın gençliği. Bugünün gençleri de çağın bütün olumsuzluklana rağmen Ata’larına olan vefalarından ve saygılarından bir şey kaybetmiş değillerdir. Onlarda bir eksiklik varsa o da bizim onlara verdiğimiz terbiyenin noksanlığındandır. Gençler, Ata’sına onu yorulmadan takip edeceğine dair söz vermiştir. Vatanı yaban ellere vermeyeceğini taahhüt etmiştir. Atatürk gençlerin kendisine verdiği sözden duygulandığını şu sözleriyle dile getirmiştir:
    “Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni izlemeye söz vermişsiniz. İşte ben bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni izleyeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmak ne demek? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni izlemektir. Yorgunluk insan için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir güç vardır ki, işte bu güç yorulanları dinlendirmeden yürütür.”
    Yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi gerçek bir Türk milliyetçisi olarak, millî kültürümüze sadık birer fertler olarak yetiştirmeliyiz. Onlara tarih bilinci vermeliyiz ki ecdadıyla gurur duysunlar. Tekerrürden ibaret olan tarihten ibret almak için yaşanan hadiselerin sebep ve sonuçlarını iyi tahlil etmeliyiz. İstikrarlı, kararlı, cesur, çalışkan, disiplinli, yılmaz, dürüst, adaletli, vicdan ve fikir hürriyetinden yana, ileri görüşlü, tedbirli, aile kurumuna önem veren, güzel ahlâklı, hoşgörülü, sanatkâr ruhlu, azimli, sorumluluk sahibi, hizmete talip bir gençlik yetiştirmek için canla başla çalışmalıyız. Bunu yapmak büyük Atatürk’ün önemli bir vasiyetini de yerine getirmek demektir.
    E-mektup: [email protected]

  • çanakkale şehitleri27.01.2006 - 22:49

    HARBİN GÖLGESİNDE KILINAN NAMAZ VE ÇANAKKALE RUHU
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanlar cesaretleri kadar vardırlar. Bizi diğer insanlardan ayıran ve farklılaştıran yürekliliğimizdir. Fakat deli cesareti değil kastettiğimiz. Ulvî gayeler uğruna gösterilen cesaret mukaddestir. Ötekisi deli cesareti…. Kıymeti yok böyle yürekliliğin… 275 kiloluk mermiyi kaldırıp düşman gemisini batıran ve Çanakkale Savaşı’nın gidişatını değiştiren Koca Seyyitler’in gösterdiği kahramanlıktır cesaret… Kaldı mı böyle kahraman ruhlu insanlar?
    Aslında millet olarak zor zamanlarda kenetleniriz. Felâketler fert fert kenetlenmemizi sağlar. Fakat diğer vakitlerde birbirimizle didişip dururuz. Savaşlar yeni kahramanlar çıkarır bizde. Bunun sayısız örneğini görmüşüz şerefli Türk tarihinin altın sayfalarında. Ahmet Nedim isimli şairin Çanakkale Savaşı’nda gördüğü ibretlik manzara buna örnektir. Ahmet Nedim bu hadiseyi şiirleştirerek şöyle anlatıyor:

    “Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler,
    Güllelerin cehennemlik yağmurundan kaçarken;
    Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer,
    Pervasızca bombalardan, ateşlerden, her şeyden…
    Kendisine, süngüsünden bir mihrabcık kurmuştu,
    Sonra onun karşısında namazına durmuştu.

    Ne havada ıslık çalan ve düştüğü yerlere
    Kızgın çelik sahnelerle ölüm saçan gülleler,
    Ne semada ifrit gibi vızıldayan tayyare...
    Ne dünyalık bir düşünce, ne bir korku, ne keder
    Onun demir yüreğini oynatmaktan acizdi,
    Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz, sessizdi!

    Bir çam ona, gölgesinde yapmış idi seccade.
    Sanki tekbir alıyordu vakit vakit top sesi...
    Gözlerinin sade akı beyaz kalan yüzünde
    Parlıyordu o sarsılmaz imanının gölgesi
    Bir Müslüman nasıl olur? Bu levhadan anladım,
    Hürmetlerle -yavaş yavaş- sokuldum beş on adım

    Başındaki kabalağın gölgesine gömülen
    Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihraba
    Hakk'ın büyük divanında, eli bağlı, dururken
    Artık o, can kaygısını almıyordu hesaba
    Allah Allah, bu ne yüksek bir imandır ya Rabbi
    Bir Müslüman, ne büyük bir kahramandır, ya Rabbi!

    Kahramandır, çünkü toplar etrafında patlarken
    Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı
    Dört yanına ateş saçan türlü türlü afetten
    Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı
    Onun, böyle tevekkülü bana pek çok dokundu
    Yüreğimi bir şey ezdi... İki gözüm sulandı

    Böyle dalgın, düşünerek geçerken ben yanından
    Sağa sola selâm verdi, namazını bitirdi
    Sonra, biraz kımıldandı, ellerini, Yaradan
    Tanrısına dua için gökyüzüne çevirdi.
    Şimdi, artık Allah'ına döküyordu derdini
    Gözlerini kapamıştı, unutmuştu kendini”
    Bu yaşanmış bir hadise… Çanakkale Savaşı’ndan bir tablo… Böyle serdengeçtiler sayesinde uçurumun eşiğinde olan parçalanmış bir topluluktan ışıl ışıl, yepyeni ve güçlü bir cumhuriyet çıkarıldı. Böyle bir milletin torunları olmakla ne kadar iftihar etsek azdır. Fakat bugün ecdadımızın müstesna özelliklerinden ne kadarını taşıyoruz? O mübarek insanlara lâyık olabildik mi? Bugünkü yeni nesil o kahramanların izinden gidiyor mu? Bunlara müspet cevap vermek zordur.
    Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete… Yeni neslin idealsizliği ve tarihe sırt çevirmesi istikbalimizi tehdit ediyor. Bu gençlere millî bir şuur ve tarih bilinci veremedik. Batılılaşma adı altında yitip gitmelerine, avucumuzun içinden kayıp kaybolmalarına göz yumduk. Savaşın gölgesinde namazını büyük bir huşu ile kılabilecek inançta ve cesarette bir nesli nereden bulabiliriz? Davası nefsi olan bugünkü nesille nereye kadar gidebiliriz. Bunları düşününce geleceğe dair umutlarım tuz buz oluyor.
    E-mektup: [email protected]

  • Beşir Ayvazoğlu27.01.2006 - 22:48

    DEFTERİMDE 40 SURET
    M.NİHAT MALKOÇ

    Beşir Ayvazoğlu üretken yazarlarımızdan birisidir. Sağın parmakla gösterilecek aydınlarından kabul edilir. Geçmişimizi bugüne taşıyan bir kültür antropologu gibi çalışmıştır. O aynı zamanda iyi bir şairdir. Aşağıdaki liste onun ne kadar verimli bir yazar olduğunun açık ispatıdır. İşte size Beşir Ayvazoğlu’nun bugüne kadar yazmış olduğu eserlerin külliyatı:
    “Aşk Estetiği (İnceleme, 1982) , Gülname (şiir, 1983) , Yahya Kemal-Eve Dönen Adam (İnceleme, 1985) , Geçmişi Yeniden Kurmak (Denemeler, 1987) , İslâm Estetiği ve İnsan (İnceleme, 1989) , Aslanlar, Tilkiler ve Eşekler (Fabl, 1990) , Türkün Kültür Coğrafyasında Bir Gezinti(Gezi, deneme, röportaj, 1990) , Halk Şiirinden Tarihe (Denemeler, 1991) , Kaknus (Şiir, 1991) , Güller Kitabı (İnceleme, 1992) , Şehir Fotoğrafları (Denemeler, 1995) , Tarık Buğra - Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (Biyografi, 1995) , Şiirler (Toplu şiirleri, 1996) , Geleneğin Direnişi (Denemeler, 1996) , Fuzulî Kitabı (1996) , Defterimde 40 Suret (Biyografi, 1996) , Altı Çizili Satırlar (1997) , Dede Efendi (Flamanca tercümesiyle, Hollanda, 1997) , Peyami, Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (Biyografi-Deneme, 1999) , Sîretler ve Sûretler (Biyografi-Deneme 1999) , Yaza Yaza Yaşamak (Deneme, 1999) .”
    Aslında kastım Beşir Ayvazoğlu’nu tanıtmak değil. Geçenlerde okuduğum “Defterimde 40 Suret” adlı eserinden bahsetmektir muradım. Fakat bu kadar güzel eserler vücuda getiren, millî kültürümüzü deneme tadında yeni nesle tanıtan ve sevdiren böylesine gayretli ve başarılı bir yazardan az da olsa söz etmeyi zorunluluk addettim.
    Biyografiler sırf kişilerin hayatını anlatmakla kalmaz bir döneme tanıklık ederler.
    Beşir Ayvazoğlu’nun yazmış olduğu “Defterimde 40 Suret” biyografiyle anı karışımı bir eser olarak tanımlanabilir. Yazar, kitabının önsözünde şu görüşlere yer veriyor:
    “Eskiler, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud'ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı. Ben mi? Ben sadece kapıları korka korka aralayıp 'hoşça bak'tım, gözlerim kamaştı”
    “Defterimde 40 Suret” i okuduktan sonra sadece Ayvazoğlu’nun değil, benim de gözlerim kamaştı. Çünkü bu kitapta bahsi geçen, geçmişimize damga vuran bu suretler alelâde insanlar değil. Her biri belli meziyetleri olan hareket adamları… Hepsi birbirinden değerli… Gençlerimizin bu suretleri model almasını ne çok isterdim.
    Günümüz gençliği popçuları ve topçuları örnek alıyor. Onlar gibi giyiniyor, onların konuştuğu gibi lâubali konuşuyorlar. Bunlar ne tarihinden, ne de kültüründen haberdar… Hepsi de bir yere kadar okumuş ama okumakla adam olunmuyor. Öğretmenlerin verdiği bilgiler bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor. Onun için de televizyonda boy gösteren yeni yetme bir şarkıcı kadar tesirli olamıyorlar.
    Beşir Ayvazoğlu’nun veya İskender Pala’nın kitaplarını okuyup da geçmişteki edebiyata ve tarihî şahsiyetlere hayran olmamak mümkün değildir. Niçin günümüz gençliği bu tarz kitapları okumaz da Harry Potter gibi hayal mahsulü cadı masallarıyla kıymetli zamanlarını zayi ederler? Bunu anlamış değilim; bundan sonra da anlayacağımı zannetmiyorum. Halimiz pür melâl… Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete.
    “Defterimde 40 Suret” te bizim insanlarımız var. İçimizden çıkan, tarihimizle, kültürümüzle haşır neşir, bu memleketin insanları…Hepsi de yüzde yüz yerli kültür kaynaklarından doldurmuş tasını. Kim mi bunlar: “Necmeddin Okyay, Nezahat Nureddin Ege, Malik Aksel, Necip Fazıl, Münevver Ayaşlı, Nuri Arlasez, Fuat Bayramoğlu, Perihan Arıburun, Ahmet Yakupoğlu, Turgut Cansever, Ahmet Kabaklı, Sedat Umran, Alaeddin Yavaşça, Tosun Bayrak, Turgut Özal, Ziya Nur Aksun, Çelik Gülersoy, Orhan Okay, Erol Akyavaş, Halit Refiğ, Hilmi Yavuz, Yavuz Bülent Bakiler, Erol Güngör, Hüsrev Hatemi, Cinuçen Tanrıkorur, Ayşe Şasa, Saadettin Ökten, Ekmeleddin İhsanoğlu, Sevinç Çokum, Aydın Menderes, Mustafa Kutlu, Ali Birinci, İlhan Kesici, Mustafa Çalık, Ahmet Turan Alkan, İsmail Kara, Mustafa Ruhi Şirin, Annemarie Schimmel, Cengiz Aytmatov, Kenize Murad”
    Bu isimlerin hepsi de kendi alanlarında ekol olmuş üstün yetenekli insanlar. Zaten korkak ve sıradan insanların aksiyon adamı olması mümkün değildir. Saydığımız isimler toplumun ana damarlarıdır. Gölgesinden bile ürken, korkak, sıradan insanlar bırakın ana damarı kılcal damar bile olamazlar. Tarih cesur insanları, kahramanları, bir de hainleri yazar.
    Geçmişte yaşamış bu değerli insanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Tecrübeler milletin ortak malıdır. 224 sayfadan meydana gelen bu biyografi-anı karışımı eseri herkesin, özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlerin okumasını tavsiye ediyorum. Popüler kültürün zararlarından korunmak isteyenler mazinin şefkat iklimine sığınsın, kurtuluş reçetesi oradadır.
    E-mektup: [email protected]

  • dua27.01.2006 - 22:46

    DUA SİLAHINI KUŞANMAK
    M.NİHAT MALKOÇ

    Silah cemiyetimizde kavga aracı olarak bilinse de bizim kastettiğimiz silah bu türden değil. Mümini Rabbine yaklaştıran duadan bahsediyoruz. Bununla ilgili olarak Resulullah’ın “Dua müminin silahıdır” hadisinden yola çıkıyoruz.
    Duayla ilgili olarak yüce Rabbimizin çok açık bir beyanı var. Duayla alâkalı Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: “Ey Resul-i Ekremim! Benim kullarım 'Rabbimiz uzakta mıdır, yakında mıdır? ' diyerek sana beni sordukları zaman sen onlara cevap ver ki: Ben onlara pek yakınımdır. Bana dua eden kulumun duasını kabul ederim. Dua ettiğinde benden dualarının kabulünü istesinler. Ve bana iman etsinler. Umulur ki onlar imanları ve duaları sebebiyle doğru yola vasıl olurlar ve irşat olunurlar. '(Bakara Suresi, 186)
    İnsanoğlu ne kadar da aciz bir varlıktır. Fakat çoğu kişi bu acizliğini ya bilmez ya da kabul etmek istemez. Oysa hiçbir şey, hakikatleri ilelebet gizleyemez. Güçsüzlüğümüz ve muhtaçlığımız ayan beyan ortadadır.
    Hangi birimiz zamanın geçişini durdurabilir ya da yavaşlatabilir. Hastalanmamak için sihirli bir reçeteniz var mı? Herkesin kapısını çalacak olan Azrail’in geliş vaktini hangi birimiz tehir edebiliriz? Bu soruların hiçbirine müspet cevap veremiyoruz. O hâlde acziyetimizi kabul etmek mecburiyetindeyiz. Gerçi kabul etmesek de bu gerçeği değiştirebilir miyiz?
    O hâlde kadir-i mutlak olan Allah’a yönelip ihtiyacımız olan her şeyi ondan istemeliyiz. Çünkü o bütün mevcudatın tek hâkimi ve sahibidir. Mülk onundur. Anahtar onun uhdesindedir. Bizler isteme makamındayız. İstemenin dindeki adıdır dua. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimizin mübarek sözlerinden bazıları şunlardır:
    “Büyük zorluklarla karşılaştığınız zaman 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir' güzel zikrine devam ediniz.”
    “Cenâb-ı Hak, duada fazla ısrar edenleri sever.”
    'Eğer bir kul, Cenâb-ı Hakk'a bir hususta duâ eder de icâbet olunmazsa onun yerine bir hasene, yani bir sevap yazılır.”
    “Bir babanın oğlu için duası, bir peygamberin ümmeti hakkındaki duası gibi makbuldür.”
    “İyilik görenlerin iyilik gördükleri kimseler hakkında ettikleri hayır duaları reddolunmaz.”
    “Kaderden sakınmak kaderi def etmez. Lâkin sâlihlerin duası, nüzul etmiş ve edecek olan elem ve musibeti def etmeğe ve kaldırmağa medar olur. İş böyle olunca ey Allah'ın kulları, dua ediniz.”
    “Mazlumun bedduasından sakınınız. Zira bir kıvılcım süratiyle semaya icabete yükselir.”
    “Fâcir(günahkâr) de olsa mazlumun duası makbuldür.”
    'Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: 'Kim bana dua etmezse ona gadab ederim.”
    'Her kim dualarının kabulünü, gam ve üzüntülerinin def olup kaldırılmasını arzu ederse sıkıntıda bulunanların imdadına yetişsin.”
    Bu mübarek hadisler duanın biz fani kullar için ne derece ehemmiyetli olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. O halde niçin duadan uzak bir hayat süreriz? Dua eden kendini Allah’a teslim eder. Allah’a teslim olan ve ondan isteyen hiçbir zaman aç ve açıkta kalmaz. Resul-i Ekrem Efendimizin bütün Müslümanlara örnek teşkil edecek dualarından bazıları şunlardır:
    “Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru! ”
    “Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım”
    “Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru! ”
    “Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle! ”
    “Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle! ”
    “Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım! ”
    “Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle! ”
    Kendimiz dua etmeyi beceremiyorsak Peygamber Efendimizin dualarını aynen zikredelim. Mühim olan temiz kalple, pişmanlık duyarak, Allah’ı mutlak hâkim olarak görüp istemektir. O kendisine kaldırılan elleri boş çevirmez. Yeter ki niyetimiz halis olsun. Onun hazinesi geniştir. Vermekle hazinesinden hiçbir şey eksilmez.
    Dua kapısını aşındıralım. Kullara el açıp zelil olacak yerde mülkün gerçek sahibine yönelip vezir olalım. Fakat duadan evvel elimizden gelen ne varsa onu gerçekleştirelim. Aşağı yatıp da Allah’tan istemek yüzsüzlükten başka bir şey değildir. Zaten öyle bir durumda edilen dua makbul değildir. Öyle bir duaya icabet de edilmez. Her şey samimiyette ve ihlâsta gizlidir. Rabbim dualarımızı makbul etsin.
    E-mektup: [email protected]

  • kaybolan yıllar27.01.2006 - 22:39

    ÜSTÜME YAĞAN YILLAR
    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayat üstümüze abanan çıngıraklı bir yılandır. Gölgesinde bin bir hayali barındıran yıllar, çıngıraklı yılanın desenleri misali hoş görünse de, ister istemez ürkütür bizi. Renk çizgileri içerisinde dalar gider gözlerimiz. Tonlar koyulaştıkça hissiyat karamsar, açıldıkça da iyimser bir hâle bürünür. Bir su misali, menziline koşar adım gider zaman. Tepeler ırak görünür yaklaştıkça.
    Renk deyip geçmeyin sakın ola… Hayatın şeklini renkler tayin eder kanımca. Yaşamın keskin çizgileridir onlar. Pembeden ibaret değildir yaşamın tuvalindeki hâkim renk… Siyahın matemi yer yer sarar ruhumuzu derinden. Kırmızılar dikkat edilmesi gereken hassas geçiş noktalarıdır insanlık için… Hâl lisanıyla her an her şey olabilir mesajını iletirler beynimizin alıcılarına. Sarısı, moru, mavisi, beyazı da vardır ömrümüzün… Fakat hepsi gelip geçicidir. Şüphesiz ki hiçbir rengin saltanatı ilelebet değildir hayatımızda.
    Renkler de gün gelir çekilir hayatımızdan… Buharlaşır pembenin o alımlı tonları. Rüzgârın ılık nefesi okşar aheste aheste büyüttüğümüz hayat ağacını. Gün gelir fırtınaya dönüşür rüzgârın şiddeti. Onca emekle bugünlere getirdiğimiz fidanlar, kırılır orta yerinden hiç beklenmedik bir anda. Demek ki fırtına yemeyen fidan, hayata tutunma kudretine sahip değildir. Bu böyle biline. Hayatın rotası öylece çizile.
    Durum bundan ibaretken hayallerimizi ne kadar daha erteleyeceğiz bu köhne zaman ağacının koyulaşan gölgeleri altında. Düşlerimiz ne kadar daha direnecek yaşamın katran karası yalnızlığına? Ne zaman bitecek oradan oraya koşturmacamız? Kendimizi boy aynasında seyretmeye ve içimizdeki o ateşîn sesi duymaya vaktimiz kalacak mı? Gelecek günlerin telâşını bugünden duymak ne kadar gereksiz ve ağır bir yük. Gün yaşanandır aslında. Dünle yarın arasında sıkışan hayatımız ne zaman gül misali açılacak? Yarınların ağırlığını çekmez oldu gönül terazimiz. Yirmili yaşlarda, yetmişli yaşların elemini çekmeye mahkûm olmamalı yüreğimiz. Kime göre yetmiş, kime göre altmış yaş? ... Var mı bunun ortasını bulan? Bazılarına göre ömrün yarısı eden otuz beş yaş, kimilerinin nihaî demleri oluyorsa ne ifade eder hayatımızı parselleyen rakamlar? ...
    Rakamlar büyüdükçe dünyadan uzaklaşıyor insan. Her boy atımı toprağa bir adım yaklaşmaktan öte ne ifade eder ki? ...Yukarı büyüdükçe hayata kuşbakışı baksak da bu dünyayla olan bağlarımızı gevşetiyoruz aslında. Sarıp sarmalamıyor bizi hayat eski sıcaklığında.
    Yaşanmış günlere saklarız umutlarımızı. Gelir mi gelmez mi hesabını yapmayız bile. Bilmeyiz ömür defterimizde ne kadar beyaz sayfa kaldığını. İyi ki de bilmeyiz. Sona ramak kaldığını hisseden bir ruhun çırpınışlarını ve hayal kırıklıklarını düşünebiliyor musunuz? Geçen her bir dakika nasıl da bir kurşun misali düşer yüreğimizin orta yerine. Ötelere attığımız hayallerimizi yaşar mıyız bilmem. Ama bildiğim o ki, anı yaşamalı insan doyasıya dek. Ötesi yok bugünün. Yarın diye bir şey yoktur aslında.
    Cemreler düşünce toprağa, tenimi alır bir titreme. Toprak ısındıkça üşür bedenim. Kanım akmaz olur damarlarımdan. Cemreler yüreğimdeki buzları eritmekten acizdir. Buzullar cemreleri dondurur aslında.
    Kışın ortasında Ağrı Dağı’nın zirvesinde tir tir titreyen bir yetim çocuktan farksızdır yüreğim. Cemreler ısıtmıyor içimi. Ancak sevgi dolu tebessümler eritebilir içimdeki buzulları. Çünkü onlar nefretin soğuk ve sevimsiz tortularıdır. Ateşi su nasıl söndürürse içimdeki nefret buzlarını da ancak sevgi gülücükleri eritebilir.
    Mevsimler, yalancı mevsimler… Yazı, kışı, hazanı, baharı… Ömrün güneşi kabul ettik baharı göğümüzde. Fakat kıştan kalma ayazlar yedik günün en taze ve diri demlerimde. O ayazlar ki kırdı körpecik dallarımızı. Demek yalancı bahar dedikleri buymuş. Nerden bilebilirdik bizi kıpır kıpır oynatan baharın yalancı olabileceğini. Yaşanmadan bilinmez hiçbir şey. Ödünç aldığımız nasihatler tez unutulur, netice vermez.
    Doğumla ölüm arasında kurulmuş bir asma köprüdür yaşam. Ne sular akmıştır o köprünün altından. Akan sular asla geri dönmemiştir, dönmeyecek de. Azlar çoğa karışmıştır. Parçalar bütünü oluşturmuştur.
    Köprünün altından akan sular birbirine benzese de aynı değillerdir. Hepsi de bir kez geçer aynı köprünün altından. Akarlar uzun uzadıya menzile doğru. Bir köprünün altından aynı damlanın iki kez geçmesi muhaldir. İnsan da öyledir bir bakıma. Damla misali bir kez geçer dünya sahnesinden. Geçiş o geçiştir. Filmin tekrarı yoktur. Başkaları çıkar sahneye peşi sıra. Böylece uzar gider uzun metrajlı filmler misali yaşam.
    Doğumla ölüm arasında geçen süreye ömür diyoruz müştereken… Ağlayarak geldiğimiz bu koca ömür sahnesinden, ağlatarak çıkıyoruz pervasızca. Nerden bakarsan tezatlar yumağı gel gitlerimiz.
    Yaşamak yürek ister ihanetlerin kol gezdiği bu çorak yamaçlarda. Prangalar vursalar da düşlerimize koparamazlar umutlarımızı yürek coğrafyamızdan. Umudun bittiği yerde yaşamak nefes almaktan öte ne ifade eder ki? .... Nefes almak can taşıdığımıza, yaşadığımıza delil olsa da insanca yaşadığımız manasına gelmez kanımca. Çünkü nefes insanlığın değil, canlılığın alâmetidir yalnızca. Varın siz ad verin bu yaşadıklarımıza.

    E-mektup: [email protected]