Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • başbağlar katliamı03.07.2006 - 16:02

    AĞLAR BAŞBAĞLAR

    “Başbağlar’ın 33 Şehidine Rahmetle…”

    Civanlar vurulur, hain kin kusar
    Mermi konuşunca insanlık susar
    Dağın yamacından kasırga eser

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Damardan akar da kan oluk oluk
    Gönül yas içinde, benizler soluk
    Mümine bayramdır Hakk’a yolculuk

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Dünya bizim için dert otağıdır
    Kabir Hak dostuna İrem bağıdır
    Ölüm hakikatte gençlik çağıdır

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Göğün yücesinden nur iner yere
    Günlerce durulmaz kan akar dere
    Biz bu filmi gördük bilmem kaç kere

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Vampirler ruhunu kanla doyurdu
    Vahşet canı candan çekip ayırdı
    Ermeni’nin dölü böyle buyurdu!

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Güller boyun büktü, kana bulandı
    Bebelerin gözü yaşla sulandı
    Bir gece yarısı yürekler yandı

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Nefret bahçesine beyaz gül dikin
    Yürek bozkırına muhabbet ekin
    Kurusun kökleri, tarih olsun kin

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Gönlüm kaldıramaz hicran yükünü
    Kim kurutabilir Türk’ün kökünü
    Hayalimi süsler ceddin akını

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Silahı kuşanmış mayası bozuk
    Dost yüzlülerden yedik hep kazık
    Türk-İslâm ülküsü ruhlara azık

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Bir güneş doğacak, karanlık gebe
    Emin adımlarla aşılır tepe
    Çabuk büyü, yürü; hesap sor bebe

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Gönül surlarında açılır gedik
    Hakikat burcunda her dem “Hak” dedik
    İninden çıkmış da ötüyor hödük

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Göz görür vahşeti, yürek kan ağlar
    Kırağı çaldı da bozuldu bağlar
    Mazlumun sesine ses verir dağlar

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Rüzgâr ekenler hep fırtına biçer
    İnsan dost elinden zehir de içer
    Gün doğar ufuktan, karanlık göçer

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Sözü geçmez olmuş evde eşine
    Takılmışlar çulsuz, itin peşine
    İstesek koyarız sansür düşüne

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    Bozbulanık sular durulur bir gün
    Hesap terazisi kurulur bir gün
    Kahpenin hesabı sorulur bir gün

    Hainler gülerken ağlar Başbağlar
    Yaralı yüreği dağlar Başbağlar

    M.NİHAT MALKOÇ

  • ateist02.07.2006 - 17:46

    ATEİZMİN MANTIKSIZLIĞI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Her insan bir şeylere inanmak, bağlanmak ve ondan güç almak ister. Âdemoğlunun iç dünyasında var olan bir ihtiyaçtır bu; giderilmezse ruhsal rahatsızlıklara zemin hazırlar. Çağımızın manevî hastalıklarından birisi de inançsızlıktır. Bilindiği üzere Tanrı’nın varlığını inkâr eden öğretiye “ateizm” diyoruz. Türkçede “tanrıtanımazlık” kavramıyla karşılanmaktadır. Bunlara “kâfir, müşrik, zındık” ve özellikle “mülhit” de denmektedir. Ateistler Allah’a inanmayı ve ona sığınmayı bir acizlik olarak görürler. Kulluk onların gururuna dokunur. İnsanın acizliğini kabul etmezler. Oysa ne kadar da acizdirler, bir bilseler! ...
    Ateizm bugün fikri dayanaklarını kaybetmiştir. Ateistlerin fikir babaları olan Darvin’in evrim teorisi geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Bu durum ateistlere büyük bir darbe vurmuştur. Önemli bir kaleleri düşmüştür. Fakat hâlâ akılları başlarına gelmemiştir. Bir adım önünü görmekten acizdirler; aynı bataklıkta debelenmektedirler. Gözleri kör, kulakları sağırdır. Hakikatlerden kaçıp durmaktadırlar.
    Zor zamanlarda sığınılacak bir gücün varlığına inanmak büyük bir rahatlık sağlar insana. Ona dayanır ve ondan kuvvet alırsınız. Bu durum, teşebbüs gücünüzü artırır. Hayata daha sıkı tutunmanızı sağlar. Tesadüflerin kör kavşağında bocalamazsınız. Her adımınızı bilerek atarsınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi bilir, ona göre yol alırsınız. Bunların yanında öteki dünya inancı bize huzur verir, ebedîliğin hazzını yaşarız.
    Geçmişten bugüne kadar ateistlerin samimiyetinden hep şüphe etmişimdir. Çünkü akıllı bir insanın Allah’ı bilememesi ve bulamamsı için ya kör ya da ahmak olması gerekir. Kişi en basitinden aynaya baksa, yaratılışındaki harika nizama akıl erdirse gerisi gelecektir. Özellikle bazı bilim adamlarının ateist olmasını hiç anlayamıyorum. Çünkü pozitif bilim, yaratılışın eninde sonunda Allah’a dayandığını ortaya koyuyor. Adına ne derseniz deyin bu kusursuz kâinatı yaratan bir güç var. Hiçbir şey kör tesadüfün eseri değildir. Bu âlemde tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir. Ateizmin mantıksızlığı güneş gibi aşikârdır.
    İnsanın bir yeri acısa ya anne, ya Allah der… Ondan aldığı güvenle kendini toparlar. İçimizin huzura ermesi için kâinatın yaratıcısına inanmak zorundayız. Aksi hâlde içimizdeki şüphe ve vehimlerin gölgesi altında eziliriz. Allah’a inanmak ve her şeyin ondan geldiğini bilmek, meselelerimizin çözümü için şarttır. Böyle olmasa, dünyanın kurşundan ağır dertlerini sırtında taşıyan bir binek hayvanından farkımız olmaz. Fakat nedense ateistler rahatlamaktan ve huzurdan yana değildirler. Daima bir keşmekeş ortamı içerisinde yaşarlar; hatta böyle bir ortamın oluşması için çalışırlar. İnsanların iç huzurunu dinamitlerler. Bu açıdan baktığımızda ateizmin ruhî bir hastalık olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu hastalığa müptelâ olanların hem dünya huzuru, hem de ahiret selâmeti kalmaz. Bu cinnetten tez elden kurtulmak lâzım…
    Ateistler, pozitivizme inanmış ve dayanmışlardır. Pozitivizmde sadece fiziksel veya maddî dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Her şey deneye dayanır, bunun dışındaki veriler ve anlayışlar kabul görmez. Oysa iç dünyamızla ilgili her konuda deneysel veriler elde etmek mümkün değildir. Bazen veriler de kişiyi yanılgıya götürür. İslâmî inanç her şeyin ötesinde bir değerdir. Bilimin izah edemediği şeyler de vardır. Hem düşünüp hem de gülmeniz için bununla ilgili anlatılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
    “Bilim adamı Temel, laboratuarda, beyaz tezgâh başında oturmaktadır. Önünde bir kavanoz, sivri uçlu minik bir makas ve cımbız vardır. Kavanozun içinde bir miktar pire; yan tarafta bir defter, kalem….Cımbızla kavanozdan bir pire çıkarır, tezgahın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ diye haykırır; pire sıçrar. Temel deftere bir şeyler yazar. Bir pire daha alır, itinayla tutar ve bacaklarını keser. Tezgâhın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ der. Pirede yok bir hareket! Yine defterine döner ve yazar: “Pirelerin bacakları kesildiğinde kulakları duymaz.”
    Ateistler dogmalara karşıdır. Dogma, belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesidir. Ateist bu konuda da özgürlüğünü yanlış şekilde kullanır. Onlara göre sorgulamak, yüzleşmek özgürlüktür. Hiçbir konuyu dogmatik olarak kabulden yana değildirler. Onlara göre din bir dogmadır. Çünkü sorgulamadan kabul edilmektedir. Bunun için de uyuşturucu niteliğindedir. Kimseye fayda getirmez; özgürlüğü kısıtlar. Hatta daha da ileri giderek Marks’ın “Din afyondur” sözünü de benimserler; ilâhî kaynaklara var güçleriyle savaş açarlar. Tanrı’nın varlığıyla ve âhiret hayatıyla ilgili olarak ileri sürdükleri itirazları, Peygamberlerle ilgili tenkitleri bitmek bilmez. Bu konularda yeterli bilgiye de sahip değillerdir; hisleriyle hareket ederler. İşlerine gelince bilimsel yola başvururlar, bilimden şamar yiyince de hakikatleri saptırırlar.
    Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah’ı kabul etmek yeterli değildir. İmanın diğer şartlarını da yerine getirmek gerekir. Onun için bazılarının yarım yamalak inanmaları Hakk katında geçerli değildir. Tevhidin gereği neyse öyle inanılmalı ve amel edilmelidir.
    Ateistlere kızmaktan öte acıyorum. Bir an evvel hakikatleri görüp, sapık yoldan uzaklaşmalarını Rabbimden diliyorum. Yüce İslâm dini onları kucaklamaya hazırdır. Mevlâna’nın deyimiyle ‘tövbelerini bin kere bozmuş olsalar bile bu kapı onlara ardına kadar açıktır.’ Ne diyelim… Allah hidayet nasip eylesin.









  • Arif Mardin27.06.2006 - 23:54

    BİR MÜZİK DEHASI ARİF MARDİN ÜZERİNE

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüz dünyasında müzik, hayatımızın bir parçası hâline geldi. Müzik deyince aklımıza gelen büyük isimlerden biri de Arif Mardin’dir. Dünya çapında müzik otoriteleri arasında yer alan bu Türk prodüktör(yapımcı) adından sıkça söz ettirmiştir. Dünya çapında büyük başarılara imza atmıştır. Peki, kimdir yakın zamanda kaybettiğimiz bu müzik dâhisi? Onu biraz da yakından tanıyalım:
    Arif Mardin, 1932 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Berklee Koleji’nde müzik eğitimi gören Mardin, Quincy Jones Bursu’nu kazandı. Kariyerine 1963 yılında Atlantic Records şirketinde Nasuhi Ertegün ile çalışarak başlayan Arif Mardin, 1969’da başkan yardımcısı oldu. Ahmet Ertegün ve yapımcı Jerry Wexler ile birçok projede birlikte çalışan Arif Mardin, 2001 yılında Atlantic Records’tan ayrıldı ve kendi markası olan Manhattan/EMI Records için çalışmalara başladı.
    Mardin, şarkıcı Norah Jones’u bu dönemde büyük üne kavuşturdu. 40 yılı aşkın sürelik kariyeri boyunca 40 altın ve platin albüm ödülü kazanan Mardin, 15 kez aday gösterildiği Grammy ödülünü 12 kez kazandı. Mardin, Bee Gees, Bette Midler, Diane Ross, Aretha Franklin, Barbra Streisand, Phil Collins, Jewel, Chaka Khan ve son olarak Norah Jones gibi çok sayıda ünlü sanatçıyla çalıştı, prodüksiyon ve müzik aranjmanlarını yaptı. Müzik alanında pek çok kez onurlandırılan Arif Mardin, müzik endüstrisine önemli katkılarından dolayı Şubat 2001’de NARAS (National Recording Academy of Arts and Sciences) Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü de değer görüldü.
    Bilindiği gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dünya çapında başarı gösteren Türk sanatçılarına verilen Kültür ve Sanat Başarı Ödülü’ne bu yıl müzik prodüktörü Arif Mardin layık bulunmuştu. New York’ta düzenlenen törende rahatsızlığı sebebiyle bulunamayan Arif Mardin adına ödülü oğlu Joe Mardin almıştı. Mardin artık aramızda değil… Müzik dünyasının efsanevi ismi Arif Mardin 25 Haziran 2006 günü New York’a yaşama gözlerini yumdu. Arif Mardin’in pankreas kanserinden hayatını kaybettiği bildirildi.
    Ömrünün çoğunu Amerika’da geçirmesine rağmen Arif Mardin doğma büyüme İstanbulluydu. Türklüğünü her fırsatta ileri süren bir kişiydi. Yani konumu itibariyle kimliğini ve kişiliğini gizlemiyordu. Kendisini Türkiyeli diye tanıtanlara kızıyor ve bu ifadenin düzeltilmesini istiyordu. “Ben Türkiyeli değilim, Türk'üm” diyordu. Türklüğüyle gurur duyuyordu. Bu sıfatın ön planda olmasını istiyordu. Türk olmasına rağmen, kişisel başarısından dolayı önünü kesemiyorlardı. Çünkü Amerika’da müzik işi ondan soruluyordu. Evrensel müzik deyince onun adından bahsetmemek haksızlıktır. O, ünlü bir plak yapımcısı, besteci ve aranjördü. Bu alanlarda rüştünü ispatlamıştı. O, cazın yanında klasik müziğe de çok değer veriyordu. Fakat dünyanın kabul ettiği ve sevdiği müzik alanında daha çabuk yol alabilirdi. O da öyle yaptı ve dünya çapında adından söz edilen bir müzik adamı oldu. Dünyada müzik piyasalarında tanınan ve sevilen Türk müzik adamı olarak tarihe geçti. Dünya müzik tarihi onun adından bahsedecektir.
    Aslında Arif Mardin ekonomi eğitimi almasına rağmen müzikte karar kıldı. Genç yaşında Amerika’ya giderek her geçen gün müzik piyasasında adından söz ettiren bir isim oldu. Sonunda Amerika gibi bir yerde ödül avcısı oldu. “Alem” dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda hayata ve müziğe dair pek çok konudaki görüşlerini dile getirmiştir. Bunlardan bir kısmını dikkatinize sunuyorum:
    “Türkiye'de en beğendiğim sanatçı olarak Tarkan’ı söyleyebilirim. Dünya çapında birisi. Zaman zaman görüşürüz. Tabii Sezen Aksu’yu da unutmamak lazım. Ben kendisine milli hazine diyorum. Daha çok var ama saymakla bitmez. Caz benim için en önemli müzik türlerinden biri. Çünkü serbest çalınabilecek bir müzik. Solistlere daha çok yaratıcılık tanıyor. 10 yaşındaydım ve anneme Duke Ellington diye biri varmış dedim, çünkü ablalarım dinliyorlar. Beni bir plakçıya götürdü. 1940’lı yıllarda Beyoğlu’nda ‘Sahibinin Sesi’ mağazası vardı. 10 yaşımda oradan ilk plağımı aldım. Müzik dışında hobim var ama artık biraz dizlerim ağrıdığı için ne bisiklete binebiliyorum, ne de yürüyüş yapabiliyorum. Zaman zaman ilginç resimler, karikatürvari şeyler yaparım. Bunun yanı sıra çok kitap okurum.
    Bizim İstanbul’da da evimiz olduğu için sık sık gidip geliyoruz. Türkiye’yi tabii çok seviyorum. En başında da İstanbul geliyor diyebilirim. Bütün Amerikalı arkadaşlarımı oraya götürdüğüm zaman, onlar da hayretler içerisinde kalıyorlar. Ne kadar güzel yermiş, ne kadar sıcakkanlı insanlar var, diyorlar. Onun için biz Atatürk’ü unutmayalım. Benim en önemli mesajım bu. Atatürk’ün ilkeleri benim için en önemli şey.”
    Müzik ile geçen 74 yıl, 40 yıllık meslek hayatına sığdırılan 12 Grammy ödülü, 40’dan fazla altın ve platin plak... Arif Mardin, Türkiye’nin adını yurt dışında başarı ile duyurmakla kalmayıp prodüktörlüğünü üstlendiği sanatçılar ile neredeyse yarım asırlık Amerikan müzik piyasasına da damgasını vurdu. Müzik sektöründe Mardin’in tezgâhından kimler geçmedi ki... Aretha Franklin, Bee Gees, Chaka Khan, Diana Ross, Bette Midler, Whitney Houston, Phil Collins, Norah Jones bu isimlerden sadece bir kaçı.
    Arif Mardin, Türk olduğu için ülkemizin adını yurt dışında duyurdu. Fakat Türk müziğine pek katkısı olmadı. Pek çok dünya müzik yıldızına şirketinin kapılarını açtı, onların elinden tuttu. Nedense herhangi bir Türk müzisyenin elinden tutup onu dünya müziğine takdim etmedi. Dünya hesabına çalıştı hep… Yine de Türk kimliğiyle dünyada ses getiren ve Türkiye’yi dünya gündemine taşıyan bu müzik dehasına Türkiye adına teşekkür ediyorum. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Her nefis ölümü tadacaktır. Bugün O, yarın bizler… Ona göre teyakkuzda olalım. Unutmayalım ki her yaprak daldan düşmeye adaydır.

  • Sami Yusuf18.06.2006 - 20:37

    SAMİ YUSUF RÜZGÂRI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eskiden dinî müzik alanında dünya çapında isimler yoktu. Pop ve rock yıldızları gençleri ayağa kaldırıyordu. Bütün gençler onlarla yatıp onlarla kalkıyordu. Artık dinî-tasavvufî müzikte de dünya çapında isimler ortaya çıkmaya başladı. Önceleri Cat Stevens adlı İngiliz şarkıcı Müslümanlığı seçerek Yusuf İslâm adıyla dinî müzik yapmaya başladı. Dinî duyguları inkişaf etmiş insanlar onun dinî içerikli İngilizce parçalarını dinler oldu. Bir hayli ilgi gördü bu müzik… Çünkü bir buçuk milyarın üstünde bir kitle olan Müslümanlar müziğin dışında kalmak istemiyordu. Onlar pop tarzı şarkıları dinlemeyi kişilikleriyle ve bağlı oldukları inançla bağdaştıramıyorlardı. Yeni durum bir ihtiyaçtan doğdu ve gelişerek devam ediyor.
    Din eksenli müzik alanında son zamanlarda bir büyük isim daha inkişaf etmeye başladı. Bu, Azerî kökenli Sami Yusuf’tur. Sami Yusuf’un dinî temalı müzikleri büyük bir hayran kitlesi topladı. Özellikle İslâm dünyasında büyük bir ses getirdi. Sami Yusuf’un İslâm âleminde geniş bir hayran kitlesi oluşmaya başladı. Bazı müzik otoriteleri, yaptığı müzik ve mevcut altyapısı bakımından onu Yusuf İslâm’a benzetmektedirler. Çünkü o da Yusuf İslâm gibi insan sesini ön plana çıkarırken, enstrümanları geri plana itiyor. Müslüman müzikseverler onu Yusuf İslâm’ın halefi olarak görüyorlar. Bence bu iki isim, benzer işleri yapsalar da ikisi de farklı meziyetlere sahip iki değerli ses ustasıdır. İkisinin de ses rengi başkadır ve kendilerine mahsustur.
    Sami Yusuf 2003’te “Al-Muallim”, 2005’te ise “My Ummah” adlı kasetler çıkardı. Bu kasetler kısa zamanda bütün İslâm dünyasında hatta Avrupa’nın pek çok ülkesinde sevilerek dinlendi. Birinci kasetinde bütün parçalar İngilizce söylenmişti. İkinci albümünde İngilizce parçalarının yanında iki Arapça, iki de Türkçe parça seslendirdi. Bu da gösteriyor ki kasetini hazırlarken 250 milyonluk Türk dünyasını da dikkate almış. İyi de yapmış, çünkü Türkiye’de çok geniş bir hayran kitlesi var. Bu kendisi için önemli bir avantajdır.
    Türk ve dünya gençliği Sami Yusuf sayesinde ilâhî dinlemeye başladı. Böylelikle de dinî mesajları zihnine yerleştirme imkânı buldu. Bazıları onun sesinin güzelliğini ve verdiği mesajları bir kenara bırakıp fizikî güzelliğiyle ilgilenir oldu. Bu hayra alâmet değil şüphesiz. Çünkü o, bir manken değildir. Dinî içerikli müzik yapan bir sanatçıdır. O, İslâmî güzellikleri ve dinî hakikatleri müzikle yoğurarak bütün insanlığa ulaştırıyor. Bu açıdan bakınca çok büyük bir vazife ifa ettiğini söyleyebiliriz. Onun bir avantajı da bugünün dünya dili olan İngilizceye vakıf olmasıdır. Onun sayesinde bazı Avrupalılar ve Amerikalılar müzikle de olsa İslâm’ın barış mesajını almaktadır. Onun vesilesiyle İslâm’ı seçen kişilere de rastlıyoruz. Bu güzel bir gelişmedir, hayırlı bir neticedir. Bir kişinin İslâm’ı seçmesine aracı olmak Hakk katında kurtuluşa vesiledir. Bu açıdan bakınca Sami Yusuf’un yaptığı müziği önemsiyorum. Hatta onlarca Sami Yusuf yetişmesini istiyorum.
    Sami Yusuf’un parçaları genelde İngilizce olsa da müziği kalbe değiyor. Allah lâfızları bile yüreğimizi okşamaya yetiyor. Özellikle Arapça-Türkçe-İngilizce karışık olarak söylediği “Hasbi Rabbi” adlı ilâhisi bir yelpaze gibi ruhumuzu serinletiyor. Bazıları onun Hıristiyanlık hesabına çalıştığını, İsa’nın yolunda ilerlediğini söyleseler de bence bu koca bir iftiradır. Ben, yaptıklarından bugüne kadar öyle bir izlenim edinemedim; bu bağlamda bir beyanı da olmadı. Fakat bizim sivri akıllılar, nasıl anladıysalar onu yüz seksen derece zıt bir dünya görüşüne mensup olarak gösterdiler! İftiradan Allah’a sığınmak, tek kurtuluş yoludur.
    Bence Sami Yusuf, İslâm’ın gülen yüzünü temsil ediyor. Bu dinin engin hoşgörüsünü ve sevgisini onun müziğinde soluyabilirsiniz. Bazıları da onu fazla modern olması yüzünden eleştiriyor. Bu çağdaki Müslümanlar biraz da modern olmak zorundadır. Tasavvuftaki “bir lokma bir hırka” inancımızda sadece bir tercih unsurudur. Böyle bir mecburiyet yoktur. Haram dairesine tevessül etmedikten sonra Müslümanların da çağın nimetlerinden yararlanma hakkı vardır. Hiçbir Müslüman Asrı Saadetteki hayatın maddî yüzünü yaşamak zorunda değildir. O zaman bazı şeyler olmadığı için öyle davranılması gerekiyordu. Sünneti yorumlarken bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi hâlde bizi cendereye sokmaya ve yerin dibine batırmaya çalışan Batının maskarası oluruz. İnancımız meşru dairede olmak şartıyla, rahat yaşamaya karşı değildir. Amelle teknolojik gelişmeleri ve onların hayata yansımasını ayrı değerlendirmek gerekir. Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktır.
    Sami Yusuf, Müslüman bir aileden geliyor. O sonradan Müslüman olmadı. Gerçi böyle de olsa bu durum, onun gözümüzdeki değerini azaltmazdı. Azerbaycan kökenli bir ailenin evlâdı O… Londra’da yaşamış ve bugünlere gelmiştir. Onun hakkında ileri geri konuşanlar acaba onun kadar şöhret olsalar neler yapmazlardı? Peki, yerdikleri Sami Yusuf ne yaptı? Evlenip yuva kurdu. Onun bunun peşinden koşmadı. Belli ki Londra gibi bir yerde İslâmî bir terbiyeyle yetişmiş. Biz zarfa değil, mazrufa bakarız. Mühim olan şekil değil, içeriktir.
    Onun İngilizce ilâhî söylemesini eleştirenler, Sertap Erener’in Türkiye’yi İngilizce bir şarkıyla temsil etmesine ne derler acaba? İslâm’ı evrensel platformda temsil etmek için gerekirse İngilizce, gerekirse Japonca da söylenebilir. Mühim olan bunun ne amaçla yapıldığıdır. Türkçe söyleyen yeterince var zaten. Üretilenlere biraz da bu açıdan bakalım. Ben Sami Yusuf’u seviyorum ve yolunun açık olmasını Allah’tan diliyorum.

  • babalar günü18.06.2006 - 18:25

    EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARAN FEDAKÂR BABALAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Rahat ve huzurlu yaşamak için geçim şartlarının iyi olması gerekir. Bu da sanıldığı kadar kolay değildir. Özellikle nüfusu yetmiş milyonu aşmış Türkiye gibi ülkelerde ekmek aslanın ağzında değil boğazındadır. Sıkıysa al. Nüfus bazen avantaj, bazen de dezavantaj olarak karşımıza çıkmaktadır. İşsizliğin yoğun olduğu ülkelerde şişkin nüfus avantaj değildir. Bu, ekmeğin daha da küçülmesi manasına gelir. Ekmek küçülünce her bir ferde düşen pay da azalmaktadır. Ülkemiz bunu canlı olarak yaşıyor.
    Kim ne derse desin ailenin geçimi babanın sorumluluğundadır. Her ne kadar ülkemizde kadınların bir kısmı çalışıyorsa da bu yük babaların omzundadır. Çünkü kadın evin maddî yükünü taşımak zorunda değildir. Gerçi günümüzde tek maaşla geçinmek de nerdeyse imkânsız hâle gelmiştir. Durum böyle olunca kadınlar da çoluk çocuğunu bakıcılara bırakıp ekmek kavgasına dâhil olmaktadırlar. Bunun sayısız zararları vardır çocuk ve aile düzeni için. Sevgiye hasret bir toplum haline gelişimiz biraz da bundandır.
    Toplumumuzda babalar genellikle annelerin gölgesi altında kalmışlardır. Herkes anneleri yüceltip dururken nedense babaların fedakârlığını görmezden gelir. Annelerin emeklerine ve cefakârlığına diyeceğim yok. Olamaz da zaten… Onlar bizim başımızın tacıdır. Cennet onların ayakları altındadır. Gül kokuludur anneler... Fakat babalar da unutulmamalıdır. Onların emekleri görmezden gelinmemelidir. Hayatın çilesini çeken bu insanlar, sevgi ve saygıya ne kadar da lâyıktırlar.
    Baba güven demektir. Babası hayatta olan insanlar yüce bir dağa yaslanmış gibidirler. Baba aradan çıkınca o dağ üzerlerine çöker. Onların varlığı yüreğimizi ısıtır. Çocukların başarılarında ve elde ettikleri her şeyde babaların payı vardır. Bunu ancak büyüyünce, baba olunca anlarız.
    Ben, Türkiye’de ve dünyada anne ve babalara ithaf edilen günlerin samimiyetten uzak, ekonomik çıkar amaçlı olduğuna inandığım için bu günlere pek değer vermiyorum. Mağazalar, bu günleri çıkar amaçlı kullanıyor. Saf duyguları ranta(getirim) çevirmenin kavgasını veriyorlar. Oysa bu duyguların ticarete alet edilmesi hiç de şık değil. Fakat günümüz dünyasında her şey para olarak görüldüğü için bu devran böylece yürüyüp gidiyor. Aslında saf sevgiye maddenin soğuk yüzü değmemelidir.
    Siz siz olun babanız hayattayken kıymetini bilin. Ölüm araya girince hasret dağ gibi oluyor yüreğinizde. Geri dönüşü olmayan ötelere seyahat, hepimizin burukluğunu çoğaltıyor. Pişmanlıklar ve “keşke”ler yürek yangınımızı kor alevlere dönüştürmeden, babamıza sevgimizi açalım. İçimizde gizli kalan sevgi ve muhabbetin muhataba tesiri yoktur. Sevgi teşhir edilince tesirli olur. Aksi halde içimize hapsolan bir mahkûmdan farksızdır. Ben babamı kaybettiğimde sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Kendime geldiğimde, içinde aşağıdaki dizelerin de bulunduğu hasret dolu bir şiir yazmıştım. Bu şiirin bir bölümünü dikkatlerinize sunmak istiyorum:
    “Bir gönülün merkezine har düştü
    Yaz ortası yüreğime kar düştü
    Hayalimde yüceleşen yâr düştü
    Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Rengârenk bahardın, ağır kış oldun
    Gerçek idin, şimdi bize düş oldun
    Gözden akan bir damlacık yaş oldun
    Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
    Babalar gününde öpecek bir el varsa yanınızda, dünyanın en bahtiyar insanısınız. Bu ele özlem duyanlar o kadar çok ki! .... Kıymetini bilin ve hazzını yaşayın. Unutmayın ki babasızlık, içini acıtır insanın. Kol kanat geren bu sevgi yorganından mahrumsanız üşürsünüz temmuz sıcağında bile. Burukluk oturur yüreğinizin orta yerine. Ötelere göçen bir baba, size dair düşlerini de alır götürür. Can acılarına dair tortular kalır yanınızda. Onun gölgesinin de gerçekte bir nimet olduğunu anlarsınız ama onu bile arayıp bulamazsınız. Müebbet bir acıya mahkûm olursunuz zindanlara girmeden. Uyuşur bütün hissiyatınız, donar sanki.
    Babamı ötelere uğurlayalı tam iki yıl oldu. Bir 19 Mayıs günü toprağa koyduk onu. Herkes bayram ederken benim içim kan ağlıyordu. Dünya böyledir işte. Çelişkiler dünyası. Birileri bayram eder, birilerinin yüreği yanar gider. Yine bir babalar günü arifesindeyiz. İçimdeki acı, özlem ve burukluk tazelendi yine. Neylersin bu acı kader herkesin adına yazılmış çok önceden. Bu hüznü yaşamayacak olan var mı? Hayattayken doyasıya yaşayın baba sevgisini. Sevgilerinizi içinize hapsetmeyin… Ve asla ertelemeyin. Babalar gününüz kutlu olsun. Dünyadan göçen babalara da gani gani rahmet diliyorum.

  • dabbe'tül arz18.06.2006 - 18:23

    “DABBE” FİLMİ VE DABBET-ÜL ARZ GERÇEĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya sinema tarihine bakınca ülkemizin bu sahada emekleme aşamasında olduğunu görürüz. Fakat son yıllarda Türk sinemasında müthiş bir hareketlilik yaşanıyor. Ay geçmiyor ki yeni ve kaliteli bir yapım seyirciye sunulmasın. Bu, millet olarak bizi gururlandırıyor. Sinemamız emekleme döneminden, tutunarak yürüme aşamasına geldi. Böyle giderse yakın bir zamanda desteksiz olarak da yürüyebilecek. Bunun en büyük sebeplerinden birisi şüphesiz ki Türk seyircisinin yapılan filmlere olan ilgisidir. Büyük paralar harcanarak yapılan filmler, aynı zamanda büyük paralar kazandırıyor.
    Artık Türk sinema seyircisi kaliteli yapımların hakkını veriyor. Bilet fiyatları ülkenin mevcut ekonomik durumuna göre yüksek olsa da halkımız bir fırsatını bulup gösterimdeki filmleri izliyor. Malumdur ki marifet iltifata tabidir. Talep olmadan arz bir mana ifade etmez. Sinemada arz talep dengesi hızla düzeliyor. Bunu yapılan filmler de gösteriyor.
    Bildiğim kadarıyla Türk sinemasının en büyük eksiklerinden birisi gerilim ve korku filmleri alanında kayda değer yapım olmamasıydı. Bu alanda Amerika kökenli filmleri büyük ilgiyle izlerdik. Fakat artık bizimkiler de korku ve gerilim filmleri yapmaya başladı. Bunun son örneğini genç yönetmenlerimizden Hasan Karacadağ “Dabbe” isimli yapımla verdi.
    Dabbe, Arapçada hayvan ve canlı anlamlarına gelen, 'Debbe' kökünden türemiş bir isimdir. 'Debbe' hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve haşereler için kullanılır. Kuran'da “Dabbe” kelimesinin geçtiği pek çok ayet vardır, ancak ahir zamanda gerçekleşen bu özel olayı anlatan tek ayet Neml Suresi'nin 82. ayetidir: “O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir “Dabbe” çıkarırız; o da, insanların Bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.”
    Dabbeyle ilgili kesin hükümler yoktur. Bazıları çağımızın iletişim araçlarından olan televizyonu “dabbe” olarak görür. Bazı rivayetlerde ise “dabbe” ve onun özellikleri şöyle sıralanır: “Dabbe yaşıyor, hiç kimse tarafından tanınmıyor, insan türünden değildir ve korkunç bir şekli vardır. Saçı ve kılı var. Bütün renklerden oluşmuş olup dört ayağı var. Bulutlara ulaşan uzunca bir boynu var. Doğuda olan batıda olan gibi onu görür, ahir zamanda hacılar Mina'ya çıktığı akşam Sefa dağından ve bir rivayete göre de Teşrik günleri Ciyad dağından çıkacaktır. Ona ulaşmak isteyen ulaşamaz, kaçan ondan kurtulamaz, insanlara iman ve küfürden bahseder. Müminin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve “mümindir” yazar. Kâfirin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve “kâfirdir” yazar.”
    Bunun yanında Dabbet-ül arzla ilgili olarak Resulullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: “Kıyametin alâmetleri Deccal, Dabbet-ül arz, Ye'cuc ve Me'cuc, duman ve güneşin batıdan doğmasıdır.” Son olarak şunu söyleyebiliriz ki İslâm tarihinde “dabbe” hakkında çok tartışmalar yaşanmış ve hiçbir zaman kesin bir hükme varılamamıştır.
    Son zamanlarda gösterime giren ve büyük ilgi toplayan “Dabbe” filmi bu konunun bir kez daha gündeme gelmesine sebep olmuştur. Filmin senaristi ve yönetmeni Hasan Karacadağ bu hususta şöyle diyor: “Arapçaya Sanskrit dilinden geçen Dabbe’nin Sanskrit dilinde örümcek ağı gibi yayılan şey olduğunu hatırlayın. İnternetin world wide web(www) olduğunu düşünün. Yeri ve göğü aynı anda doldurabilen Dabbe’nin ve internetin çalışma mekanizması arasındaki ilişkiyi kurun.”
    Son zamanların en güzel korku ve gerilim filmi olan “Dabbe” bu kavramla internet ağının kastedilmiş olabileceği görüşünden hareket ediyor ve film bu şekilde kurgulanıyor. Japonya'da “Yılın Sanatçısı Ödülü'” alan genç yönetmen Hasan Karacadağ, senaryosunu da yazdığı 'Dabbe' adlı korku filmiyle, kıyametin son alametinin internetten yayılacağını ileri sürüyor. Aslında dabbeyle televizyon kastedildiğini ileri sürenler ne kadar haklı ve tutarlıysa bu kelimeyle çağımızın en büyük buluşu olan internetin kastedildiğini düşünenler de o kadar haklıdır. Kelimeyi nereye çekersen oraya geliyor. Bu açıdan bakınca elastiki bir yapıya sahip olduğu görülüyor. “Dabbe” filminin konusu şöyle özetlenebilir:
    “2005 yılının sonlarına doğru süper güç Amerika’yı bir intihar salgını sarar... Ülkenin her tarafında birbirinden bağımsız insanlar çok farklı ve tüyler ürpertecek yöntemlerle kendini öldürmektedir. Çok kısa bir süre sonra bu intihar olaylarının benzeri Türkiye’de de yaşanmaya başlar. Türkiye’deki ilk tuhaf intihar olayı İzmir’in Selçuk ilçesinde yaşanır. Tarık isimli kendi halinde bir genç internete girdiği uzun gecelerin ardından birden dünyayla ilişkisini keser ve kısa bir süre sonra korkunç bir yöntemle kendini öldürür. Selçuk Emniyet Amirliği, Tarık’ın intiharını özel incelemeye alır ve bu hususta en yakın arkadaşları olan Hande, Cem ve Sema’yı sorgular...
    Bu arada Tarık’ın bu üç arkadaşına internet aracılığıyla tuhaf görüntüler eşliğinde mailler gelmeye başlar. Mailleri gönderen kişi ise kısa bir süre önce intihar edip ölen Tarık’tır. Bir ölüden mail gelmesinin mantıksız olduğunu düşünen Tarık’ın arkadaşları, zaman içerisinde çevrelerinde ortaya çıkan garip varlıklar görmeye başlarlar. Bu varlıklar kim tarafından ve nereden kontrol edildiklerini hissettirmeden göründükleri insanlara korkunç anlar yaşatmaktadırlar. Kişilerin bilinçlerini ele geçirerek gerçek ve rüya arasındaki ayırımı yapmalarını engellemekte ve kısa süre içerisinde kendilerini öldürmelerine yol açmaktadır.
    Tarık’ın arkadaşlarından Hande yaptığı araştırmaları komiser Süleyman’la paylaşır. Ona göre dünyadaki bütün ölümleri Dabbet-ül-arz isimli bir varlık gerçekleştirmektedir. Dabbe bunun için iki şeyi kullanmaktadır: Dünyaya bir örümcek ağı gibi yayılan internet ve de aynı mekânda fakat farklı boyutta yaşayan cinler... Dabbe perdeyi aralamış ve gerçekler ters-yüz olmaya başlamıştır. Kıyametin son alâmeti artık her yerdedir. Hareket noktası olarak da Türkiye’yi seçmiştir....”
    Çekimleri İzmir Selçuk'ta gerçekleştirilen filmin ön hazırlıkları üç ay sürmüş. Çekimler ise 21 günde Selçuk ve civar bölgede tamamlanmış. Filmde Ümit Acar, Serdar Özer, Ebru Aykaç, Serhat Yiğit gibi deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları rol alıyor. Bu da gösteriyor ki filmde seyirci toplayacak olan unsur sanatçıların adları değil, filmin kalitesi ve alanında iddialı bir yapım oluşudur. İzleyiciler bambaşka bir Türk yapımı korku ve gerilim filmiyle karşılaşıyorlar. Filmin müzikleri de konuyla uyumlu ve de çok enteresan ritimlerle bezenmiş.
    Dabbe filmi ilhamını Kur’an’dan almakla birlikte dinî mesajlar veren bir yapım değil. Bu filmi seyredenler ve özellikle yalnız yaşayanlar, gece korkularına hazır olmalıdır. Türk sinemasına gerçek manada ilk korku ve gerilim filmini kazandıran ve çok da başarılı olan yönetmen Hasan Karacadağ’ı kutluyorum.
    E-mektup: [email protected]

  • gazi18.06.2006 - 17:49

    GAZİLİK BERATI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletimiz zor zamanlarda birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmiştir. Barış zamanlarında dağınık görülen bu millet, zoru görünce kenetlenmesini bilmiştir. Tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Barış zamanlarındaki dağınıklığımız eleştirilecek bir durum olsa da, kötü günlerde bir ve beraber olmamız takdir edilecek bir davranıştır. Bu milletin yiğitliği dillere şayandır. Tarihte cepheler şanlı ordumuzun 'Allah Allah' nidalarıyla yankılanmıştır. Büyük şairlerimizden Yahya Kemal, '26 Ağustos 1922' başlıklı şiiri ile Türk Milletinin hissiyatını ve cengâverliğini şöyle dile getirmiştir:
    'Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi!
    Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi!
    Ta ki yükselsin ezanlarda müeyyed namın,
    Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.'
    Müslümanlıkta düşmanla savaşan, savaştan sağ olarak dönen kimselere gazi denmektedir. Aynı zamanda olağanüstü yararlılıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara devlet tarafından verilen onur unvanıdır gazilik… Milletimizin kahraman bekçileri savaşa giderken 'Ölürsem şehit, kalırsam gazi' anlayışını taşımışlardır. Şehit olanlar cenneti kazanmış, geri dönenler de gazilikle teselli bulmuştur. Şehitlik ve gazilik manevî rütbelerin en yücesidir. Bunlar milletimizin ortak değeri ve paydasıdır.
    Hiç kimse 'şehit veya gazi olayım' diye içten pazarlıklı savaşa girmez. Gaye, vatanın düşmana karşı savunulmasıdır. Bu uğurda gereken neyse o yapılır. Neticede ölüm vaki olursa şehit olunur. Zaferle sağ salim dönülürse kişi gazilikle taçlandırılır. Bu manevî unvanların büyüklüğü cana bedel olmalarından ileri gelir. İşin ucunda ölüm vardır. Hiçbirimizin de yedek canı yoktur. Hayat karşılığında elde edilen şehitlik ve gazilik Hakk'ın ve halkın gözünde muteberdir. Her gazinin niyeti sonuna kadar savaşıp zafer elde etmektir. Hatta bu uğurda gerekirse ölmektir. Gazi ölmeyi göze aldığı için onun makamı da yücedir.
    Hayatta risk almak herkesin yapabileceği iş değildir. Cesur insanlar risk alabilir. Neticede bunun bir bedeli vardır. Savaşmak da riskli bir iştir. Bundan dolayı Allah için savaşanlar her zaman yüceltilmiştir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: 'Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine cennet vaat etmiştir, ama savaşanları, oturanlardan pek büyük ecirle üstün kılmıştır.'(Nisa S. 95. Ayet) Şanlı Türk milletini cepheden cepheye koşturan ve ona kahramanlık destanları yazdıran şey şehitlik ve gazilik ruhudur. Türk milleti bu ruh sayesinde üç kıtada at koşturmuş, Haçlı ordularını yerle bir etmiş, 1071'de Anadolu'yu Müslümanlaştırmış ve 1453'te peygamberin övgüsüne mazhar askerlerle İstanbul'u Bizans'ın elinden alarak Müslüman Türk payitahtı yapmıştır. Kurtuluş Savaşı bu mantıkla kazanılmıştır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti de bu anlayışın ürünüdür.
    Yurdun bütünlüğü ve bekası için her türlü tehlikeyi göze alan gaziler; bu milletin gören gözü, tutan elidir. Askerî makamların en yücelerinden biridir gazilik. Kurtuluş Savaşı'mızın şanlı kumandanı Mustafa Kemal de bu namı şerefle taşımış bir büyük kahramandır. Askerler bir yana, şehirler bile gazilik beratıyla ödüllendirilmiştir. Gaziantep bu şerefe erişen tek şehir olma özelliğini onurla taşımaktadır.
    Batılılar bizdeki bu manevî makamları anlayamıyorlar. Şehitlik ve gaziliği havsalaları almıyor. Çünkü Batıda manevi değerlerin bağlayıcılığı yoktur. Onlarda kurullar her şeyin üstündedir. Oysa biz Doğulular duyguyu ön planda tutan bir anlayışın temsilcileriyiz. Örf ve adetler, töreler kanun derecesinde etkili ve bağlayıcıdır bizde. Batılı milletlere maneviyatı anlatmak pek güçtür. Hayatında muz yemeyen bir kişiye bunu anlatmak ne derece mümkündür. Şeklini anlatsanız da tadını anlatamazsınız. Bizdeki manevî dinamikler de Batılılar için bundan farksızdır. Bu kıymetler bizim onlara karşı üstünlüklerimizdir.
    Bu topraklar nice savaşlar, nice kahramanlıklar ve nice kahramanlar gördü. Serdengeçtiler sayesinde ateş çemberini aştık. Ocağımıza dikilmek istenen incir ağaçlarının dallarını ve eşkinlerini ölüm zehiriyle budadık. Yiğitlerimiz ölümü Mevlana'nın gözüyle şeb-i arûs(düğün gecesi) olarak gördüler. Dünyadaki zevk ve eğlenceleri ellerinin tersiyle ittiler. Ölenler cenneti, sağ kalanlar tükenmeyen asaleti kazandılar.
    Son yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde pek çok gencimiz hain teröristlerin zalimane tuzaklarına düşerek şehit veya gazi olmuşlardır. Ömürlerinin baharında elini, ayağını veya bir başka organını vatan için feda eden bu kahramanlarımızın hakkını hiçbir şekilde ödeyemeyiz. Onlar bizim baş tacımızdır. Yurdumuzun solmayan çiçekleridir onlar. Vatan bu cesur yüreklere minnettardır. Bu toprağa can veren yiğitlerimiz; ölümü, olmazsa gaziliği bir şeref olarak iki cihanda taşımaktan onur duymuşlardır. Bu vatan sevdalılarını mahzun ve kederli bırakmaya hakkımız yoktur. Yiğit Türk gazilerini çok seviyoruz, onlara minnettarız. Hâlâ yaşayanlara sağlık, ölenlere rahmet diliyorum

  • bayrak17.06.2006 - 12:32

    BAYRAK SEVGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk milleti vatan ve bayrak için neler yapmadı ki! ...En son yapılabilecek işi, ölmeyi en evvel denedi. Türk töresinde vatan, millet ve bayrak sevgisi her sevginin önünde gelir. Bunun içindir ki, Türk insanı vatan için ölmeyi bir vazife bilmekte, oğlunu şehit veren anne ve baba acısını yüreğine gömerek “Vatan sağ olsun” diyebilmektedir. Bu ruhu Batılıların anlaması mümkün değildir. Çünkü onlar için vatan maddî değeri olan bir toprak parçasıdır. Onlarda şehitlik kavramı olmadığı için vatan uğruna ölme riski ancak çok büyük maaşlar karşılığında taşınabilir. Onlarda paralı askerlik söz konusudur. Ancak paranın hatırı için cephede mücadele edilir. Maaş kesilince çatışmada kesilir. Ne kadar para o kadar mücadele… Bunun en güzel örneğini ABD’nin Irak’taki paralı askerlerinde açıkça görüyoruz. Doların hatırına Irak bataklığında sivrisinek avlıyorlar.
    Bizim askerlerimiz için para hesapta yoktur. Her Türk genci yirmi yaşına gelince büyük şenlik ve merasimlerle Peygamber ocağı olarak nitelendirilen askere uğurlanır. Bazılarının saçına kına bile yakılır. Bunun anlamı vatana kurban olması için gönderildiğidir. Evden çıkan genç, artık ailenin değil vatanın evlâdıdır. Her şey vatan içindir bundan sonra. Al bayrağın gölgesinde vatan düşlerine dalmanın zamanıdır artık. Ana, baba, yavuklu ve sıla hasreti vatan duygusuna yenilmiştir.
    Türk milletinde askerlik kutsaldır. Onun için vatan borcu olarak nitelendirilmiştir. Vatanımızın en buhranlı ve sıkıntılı dönemlerinde topraklarımızı düşman saldırılarından, zulümden, felâket ve musibetlerden korumak azmiyle asırlar boyunca üç kıtada amansız mücadelelere girerek şehit olmuş ecdadımızın evlatları, bizlere şanlı bir mazi bırakmıştır. Bizler bu şerefli tarih sayfalarıyla ne kadar övünsek azdır.
    Bayrak bağımsızlığın sembolüdür şüphesiz. Böyle olduğu içindir ki toplumumuzda apayrı bir yere ve değere sahiptir. Hemen her milletin kendine mahsus bayrağı vardır. Üzerindeki işaretler ülkelere göre değişir ve mana taşır. Tarihin çok eski devirlerinden beri bayrak vardır. Divanü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak geçmektedir. Günümüz Türkiye’sinin bayrağı bambaşka bir manaya bürünmektedir. Bayrağımızdaki kırmızı, bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimizin kanını sembolize etmektedir. Bayraktaki hilâl Müslümanlığımızın alâmetidir. Yıldız ise genç Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bütün halinde düşünürsek Türklerin birlik ve bütünlüğünün simgesidir bayrak. Bunun altında toplanınca her şeyimiz “bir” olur.
    Merhum şair Arif Nihat Asya, adı bayrakla özdeşleşmiş bir gönül adamıdır. Bayrak denince nedense hep o akla gelir. Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta yazdığı “Bayrak” şiiri her Türk’ün zihnine kazınmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ünü fazlasıyla hak etmiştir. Bu şiir genç yaşlı birçok insanın ezberindedir. Bu şiirden bir bölümü sizlere sunmak istiyorum:
    “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
    Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
    Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
    Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
    Sana benim gözümle bakmayanın
    Mezarını kazacağım.
    Seni selâmlamadan uçan kuşun
    Yuvasını bozacağım.
    Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
    Gölgende bana da, bana da yer ver!
    Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
    Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.”
    Bayrak nazenin bir yârdır gözümüzde. Onu bağrımızda büyütürüz. Ülküdür, sevdadır, candır, mazidir, namustur, iradedir, anadır, sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, şereftir, namustur, hayattır, aşktır, muhabbettir, mukaddesattır, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlığımızdır, şanlı tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur. Bize yol gösteren ışıktır.
    Bu millet üç kıtada at sürdü ve cihan devleti olan Osmanlı’yı dünyaya egemen kıldı. Bünyesinde onlarca ırkı, barış ve huzur içerisinde barındırdı. Bizlere çok zengin bir medeniyet mirası bıraktılar. Bizler de Türkiye olarak onların bıraktığı emaneti hakkıyla muhafaza edeceğiz. Vatanımızın sınırlarını gerekirse bir kez daha kanla çizmeye hazırız. Topraklarımızda gözü olanların bunu böyle bilmesi gerekir. Bu bayrak ilelebet gönderde dalgalanacaktır. Hiçbir güç onu yücelerden indiremez. Çünkü yedisinden yetmişine kadar Türk milleti olarak gece gün nöbetteyiz. Sözlerimi Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle noktalamak istiyorum:
    “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
    Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

  • Ali Ekber Çiçek29.04.2006 - 17:31

    ŞİMDİ TÜRKÜLER YASTA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kültürümüzün vazgeçilmezlerinin başında gelir türküler… Onlarla sesleniriz dünyaya. Aşkımızı, özlemimizi, yürek yangınımızı türkülere gömeriz. İnsanlıkla yaşıttır onlar. Zaman onları hiç de yaşlandıramaz. Seneler geçse de türküler genceciktir. Gülistanda goncadır yüreklerimizi fetheden türküler… Dünya durdukça onlar da yaşayacaktır sonsuza dek…
    Geçtiğimiz günlerde türkülerimizin gülen yüzlerinden biri olan Ali Ekber Çiçek’i türkülerle ebediyete uğurladık. Uzun azmandan beri şeker hastalığı yüzünden tedavi görüyordu. Türk Halk Müziği sanatçısı Ali Ekber Çiçek, 26 Nisan 2006 tarihinde İstanbul’da vefat etti, Edremit’in Tahtakuşlar Köyü mezarlığında toprağa verildi. Pop müziğiyle tepinen genç nesil belki de bu ismi bilmez ama türkülerle haşır neşir olanlar için çok önemli değerleri çağrıştırır bu güzel isim…
    Türkülerimizin gülen yüzü Ali Ekber Çiçek, Erzincanlıydı. Çocuk yaşta başlamıştı bağlama çalmaya. Babasının genç yaşta ölümünün getirdiği hüznü bağlama çalarak atıyordu üzerinden. Maddî imkânsızlıklar belini bükmüştü bu genç yüreğin. İlkokuldan sonra okuyamadı onun için... Ömrü boyunca da bunun ezikliğini yaşadı. Fakat o okumuşlardan daha büyük değerler kattı kültürümüze. Müziğe ayırdı bütün mesaisini. İyi ki de öyle yaptı, aksi olsaydı bugün dört yüzün üzerindeki türküden mahrum kalacaktık. Genç yaşlarında, ilhamının kaynağı olan doğduğu şehir Erzincan’dan doyacağı şehir olan İstanbul’a göç eyledi. Askerden sonra TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, Muzaffer Sarısözen döneminde TRT Ankara Radyosu’na ve Yurttan Sesler Korosu’na girdi. Burada çok verimli müzik çalışmaları yaptı. Ali Ekber Çiçek, bir söyleşide ömrü boyunca gittiği yolu şöyle özetliyordu:
    “Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygıyla küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddî menfaat sağlamadım; insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.”
    Merhum Ali Ekber Çiçek, yüzlerce türkü kazandırmıştı halk müziği repertuarına. Ondan derlenen türküler arasında şunları sayabiliriz: “Böyle İkrarınan Böyle Yolunan, Bunca Olan Emeğimi, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım, Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin, Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim, Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma, Gurbet Elde Yadellerin Derdini, Gül Yüzlü Sevdiğim, Hazin Hazin Esen Seher Yelleri, İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum, Nasıl Yâr Diyeyim Ben Böyle Yâre, Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar) …vb.
    Bugün TRT arşivlerinde onun 54 kaseti vardır. Bu kasetler bizim için hazine değerindedir. Çünkü O artık yok aramızda. Onun güzel sesini ve yorumunu geri getiremeyiz. O bir TRT sanatçısıydı. TRT’den emekli olmuştu. Devletimiz sahip çıkmıştı bu kıymetli türkücü ve derlemeciye. Zamanın hoyrat elinden nice kıymetli türküleri kurtarmış ve kültür hayatımıza kazandırmıştı. Sözlerini Pir Sultan Abdal’ın yazdığı “Derdim Yoktur Hangisine Yanayım” türküsü onun en kıymetli derlemelerinden birisidir. İlk dörtlüğünü aşağıya aldığım türküyü dinleyip de mest olmayan var mıdır? Bizim müziğimiz budur, biz buyuz. Birileri bize pop müziğini süsleyip sunsa da bizler o müzikten haz almayız:
    “Derdim çoktur hangisine yanayım
    Yine tazelendi yürek yarası
    Ben bu derde nerden derman bulayım
    Meğer şah elinden ola çaresi”
    Görüldüğü üzere son yıllarda halk müziğinde bir canlanma var. Artık yeni nesil sanatçılar, pop müziğin kısır muhtevasının yüreklerimizi tatmin etmediğinin farkındalar. Bunun için pop tarzı okuyan şarkıcılar da kasetlerine halk müziğinden parçalar koyuyorlar. Fakat eski parçalara kendi yorumlarını katarak onları tanınmaz hâle getiriyorlar. Merhum Ali Ekber Çiçek, AA muhabiriyle ölmeden evvel yaptığı son röportajında buna ve genel olarak türkülerimize dair şu sitem dolu açıklamaları yapmıştı:
    “Türk Halk Müziği tekrar popüler oldu; ancak ben bu gelişmeyi hazırcılığa bağlıyorum. Şimdi şöhret olmuş kişiler benim 40–50 yıl önce yazdığım parçalardaki ezgilerin üzerine güfte yapıp söylüyorlar. Bir de bu okuduğum parçalarda leyleği kuşa çevirerek okuyorlar. Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok.
    Hazırcılığa alışmışlar. Ben gençlere çok değerli bir miras bıraktım. O eser asla aslını inkâr etmemeli. Yorum üzerine yorum katılmamalı. Her şey aslına bağlı olarak tabiatıyla birlikte yaşatılmalı. Ben 60 yıldır bu parçaları yapıp gençliğin önüne serdim ki onlara sağlam bir doküman bırakalım. Şimdi onlar bu müziğin aslını inkâr ederse, ben buna gücenirim. Yozgat Sürmelisi’ne sen nasıl yorum katarsın? Bu parça için Nida Tüfekçi on sene çalışmış. Haydar’a nasıl yorum katabilirsin? Bu parça üzerinde ben üç sene çalışmışım. Bu parçalara yorum katılmasından çok rahatsız oluyorum. Biz geleneklerimizi nasıl koruyacağız. Gelenekler aslıyla birlikte korunur. Bu insanlar kendileri çalışıp bir şey üretmiyor, hazırı da bozuyorlar. Bu insanlar piyasanın en kariyerli kişileri. Bunların işleri güçleri ticaret. Amaçları ceplerini doldurmak. Böyle şey olmaz. Ama bu insanlar hazırcılığa alıştığı gibi bir de bizim ürettiğimiz türkülerin üzerine, sanki çok iyi bir şey biliyormuş gibi, yorum katıyorlar.”
    Türk halk müziğinin ustalarından birini, türkülerin duayenini kaybettik. Saza her dokunuşunda yüreğimizi titreten sanatkâr parmakların sahibiydi O… Onun “Haydar Haydar” türküsünü dinlerken trans hâline girmeyen kaç insan vardır? Merhum Çiçek, bağlamayla duygusal bağlar kurabilen ve bağlamaya sevdalı olan bir gönül eriydi. O yetmiş yıldan beri dünya gurbetindeydi. Onun için de “Yolumuz Gurbete Düştü” türküsünü bir başka içten söylüyordu. O artık ruhlara gurbet olan dünyadan, asli yurdumuz olan ahrete göçtü. Mavera aşkıyla yanıp tutuşan ruh, sükûna erdi. Türküleri çalınıp söylendikçe gönüllerimizde yaşayacak. Allah rahmet eylesin.

  • Ahmet Musaoğlu19.04.2006 - 16:40

    Ahmet Musaoğlu, 1950 yılında Trabzon'da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Bölümü'nden, Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun olduktan sonra, Ankara'da, 'Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü'nde göreve başladı. Daha sonra bu kurumun, 'Trabzon Bölge Müdürlüğü'nde görev alan Musaoğlu, çeşitli projeleri ´Kamp (Proje) Şefi´ olarak gerçekleştirdikten sonra aynı kurumda, ´Maden Haklan ve Ruhsat Servis Şefliği´ ve ´Araştırma Plan Koordinasyon Başmühendisliği´ görevlerini sürdüren Yazar, 1998 yılı içerisinde kendi talebi üzerine, yürütmekte olduğu Başmühendislik görevinden istifa etmiş, bilahare 2002 Ocak ayı itibariyle de memuriyet hayatına son vermiş, emekli olmuştur.


    Yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış farklı yazılarının yanında, 'Tarihsel Bir Gerçek: Nuh (a.s.) Tufanı', 'insanoğluna Biçilen Yazgı: Uygarlığın Tarihi', 'Kendiliğinden Oluşa inanmak: Yaratılışın Altı Günü' ve 'Ölüm Yeniden Doğuş İçin: Kıyamet' isimli dört kitap eseri yayınlanmış bulunmaktadır. Yazarın ayrıca, Adem Aleyhisselam ile Hz. MUHAMMED (S.a.v.) arasındaki baba-oğul ilişkisini kronolojik olarak da ortaya koyan 'Peygamberler Şeceresi' isimli tablo eseri ile, söz konusu bu eserle uyumlu 'Peygamberler (insanoğlunun) Tarihi' isimli bir başka tablo eseri de yayınlanmış bulunmaktadır.

    Hâlen, İLESAM (İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği) Trabzon İl Temsilciliği görevini de yürütmekte olan Yazar, ´bilimsel yaratılışçılık´ olarak tanımladığı çalışma alanındaki konuları, gazete yazarlığı veya yerel-bölgesel yayın yapan radyo-televizyon kuruluşlarında hazırladığı veya katıldığı programlar ile okuyucularına ulaştırmaktadır.