Teknolojinin zirveye ulaştığı bir çağdayız. Dün hayal bile edemediklerimizi bugün yaşıyoruz. Gerçekten de dünya koşar adım uzay çağına doğru ilerliyor. Gün geçmiyor ki bir büyük yenilik hayatımıza girmesin. Hayatımızı değiştiren ve kolaylaştıran buluşlardan birisi de cep telefonlarıdır. Kısa zamanda hayatımızın olmazsa olmazları arasına giren bu iletişim vasıtaları her geçen gün yayılıyor. Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bu teknoloji harikası, çocuğundan yaşlısına kadar hemen herkesin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Adeta çağdaş bir oyuncağımız oldu bu aletler. Cep telefonu deyip geçmeyin… Çok mühim bir buluş bu… Dilediğiniz yerde ve zamanda dilediğiniz kişiyle iletişim kurabiliyorsunuz. Sabit telefonlarda olduğu gibi bir yere bağımlı değilsiniz. Dileyen kişi sizinle konuşma imkânına sahip… Herkes bir tuşun ucunda… Mekân olarak uzak olsalar da sesleri size çok yakın. Günümüz dünyasında bir cep telefonu çılgınlığı yaşanıyor. İstatistiklere göre 1994 yılında dünyada 692 milyon cep telefonu satılarak rekor kırıldı. Cep telefonu sahipliği oranı önceki yıla göre yüzde 34 arttı. Özellikle renkli ekran ve fotoğraf makinesi özellikli telefonlar sebebiyle rekorlar kırıldı. 2005’te aktif cep telefonu abonesi sayısı dünyada 1,7 milyara ulaştı. Bu rakamlar sizi şaşırtmasın. Bu rakamların yarıya yakını ilk kez cep telefonu alırken bir o kadarı da mevcut telefonunu değiştiriyor. Yeni telefon alanları anlıyorum da, bir yıl evvel aldığı telefonu değiştirme ihtiyacı duyanları anlamakta zorlanıyorum. Hatta bazılarında bu değiştirme süresi bir aya kadar düşebiliyor. Yani bir kısım gençler çorap değiştirir gibi cep telefonu değiştiriyor. Buna anlam vermek müşkül görünüyor. Bilindiği gibi cep telefonu pazarı yabancıların, özellikle de Avrupalıların elinde. Ülkemiz her gün cep telefonu ithal etmek için dış ülkelere milyon dolarlar veriyor. Cep telefonlarının yaygın kullanımına başlandığı 1996 yılından bu yana 30 milyar doların üzerinde bir parayı cep telefonu makineleri ithalatı için harcamışız. Bu yıllık üç milyar doların üzerinde bir rakama tekabül ediyor. Çok ihtiyacımız olan dolarlar ve avrolar gereksiz yere dışarıya çıkıyor. Neymiş efendim! .. Yeni modeli çıkmış, elindekinin kamerası yokmuş, chat yapılan tercih ediliyormuş… Bilmem daha neler… Mesaj çekme, oyun oynama, görüntü-video kaydı ve hatta chatleşme imkânı sunan yeni nesil cep telefonları moda artık. Herkes bunlardan alıyor. Eskiler çöpe giderken bu yeni nesil akıllı telefonlar ceplere giriyor. Bunları elde etmek için de bizim dövizler bazı kodamanların cebine iniyor. Onların cebine dolar inerken bizim de yüreğimize iniyor. Böyle garip bir durum var ortada. Anlayamadığım bir şey daha var ortada… Bunlar telefon mu, yoksa sanal oyun aleti mi? Çoğu insan cep telefonunu asıl amacının dışında kullanıyor. Sabahtan akşama kadar telefonunu kurcalayan insanlar görüyoruz hayatta. Biri oyun oynuyor, öbürü mesaj yazıyor, bir başkası chat yapıyor. Hatta kameralı telefonlarla kısa metrajlı film çekenler bile var! .. Çektikleri görüntüleri şantaj amaçlı kullananlarla ilgili haberleri duymaktan usandık artık. Bu arada numarasını gizleyerek sapıklık yapanlar da cabası… Bu numara gizleme olayı cep telefonlarından kaldırılmalıdır. Buna imkân verilmemelidir. Adam olan adam numarasını gizlemez. Yani iş çığırından çıkmış görünüyor. Piyasaya çıktıklarından bu yana büyük bir hızla yayılan cep telefonları, pek çok faydanın yanında bir kısım mahsurları da beraberinde getiriyor. Bu aletler her şeyden evvel büyük oranlarda radyasyon yayarak kişinin sağlığını ciddi biçimde bozuyorlar. Hatta kısırlık yapacak derecede elektromanyetik dalgalar yaydıkları bile söyleniyor. Bundan epey bir zaman önce Salford Üniversitesi öğretim üyesi Simon Cassidy, düzenli olarak cep telefonu kullanmanın sağlığa sigaradan daha fazla zarar verdiğini iddia etti. Cassidy, kendisinin cep telefonu kullanımını kısıtladığını ve kendi çocuklarını da cep telefonu kullanmamaları konusunda uyardığını belirtti. Bu Pazar, çok büyük bir kitleyi ve yüksek meblağlardaki paraları ilgilendirdiği için bilenler de konuşmaktan çekiniyor. Bazıları da ya yemlenerek ya da tehdit edilerek susturuluyor. Cep telefonlarının asıl zararları sosyal hayatta kendini gösteriyor. Öncelikle insanlar artık birbirini görme ihtiyacı duymuyor. Sılayı rahim unutuldu. Her şey cep telefonuyla hallediliyor. Artık o eski gidip gelmeler olmuyor. Her şey uzaktan kumandayla hallediliyor. Bu da sosyalleşmeyi engelliyor. Birebir insanî iletişimi bozuk, kalas gibi bir insan modeli çıkıyor ortaya. Cep telefonları icat olalı beri nezaket diye bir mefhum kalmadı hayatımızda. İnsanlar en olmadık yerde cep telefonuyla konuşup çevrenin tepkisini çekiyor. Pek çok toplantıda, gösteride cep telefonu çalan insanlara rastlıyoruz. Çok az bir kısmı yüzü kızararak telefonunu kapatıyorsa da çoğu güya çaktırmadan salon içerisinde bağıra çağıra konuşuyor. Gel sen kızma bu işe. Tabi her şey bir anda Arap saçına dönüyor; sinirler geriliyor. Fakat bazı kişiler bunu çok doğal bir işmiş gibi algılayıp “Yavuz hırsız, ev sahibini kovar” misali tepki gösterenleri kınayabiliyor. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete…” Son yıllarda cep telefonlarında sınırsız konuşma tarifeleri çıktı. Bu durum bazı cahil kafalıları telefon manyağı yaptı. Adamlar 24 saat konuşuyor. Arabada, yolda, okulda, camide, salonda, tuvalette durmadan konuşuyorlar. Nede olsa bedava, yani sınırsız. Konuş babam konuş. Sınırsız konuşma hakkını bazıları konuşma mecburiyeti diye algılıyor! .. Okullarda öğretmenler sırf bu yüzden derse zamanında gitmeyebiliyor. Dairelerde memurlar, hastanelerde hemşireler, doktorlar, adliyelerde avukatlar, hâkimler bu zincire eklenebilir. Gece gün konuşuyoruz. Tam bize göre… Millet olarak çok konuşur az iş yaparız ya! .. Otobüste giderken önünüzdeki veya arkanızdaki kişinin dakikalarca telefonla konuştuğunu bir düşünün…. Kafanız şişer vallahi… Tahammülünüz sıfırın altına düşer… Ya tahammül ya sefer misali tercih karmaşası yaşarsınız. Hatta maazallah, katil bile olabilirsiniz. Öte yandan hiç istemeseniz de konuşan kişinin yedi sülalesine ait malumatlara vakıf olursunuz. Özel hayatların yerlerde sürünmesi sizi rahatsız eder. Mesele uzun ve de hayatî… Kısaca söylemek gerekirse cep telefonu da bıçak gibidir. Usta bir cerrahın elinde hayat kurtarır; bir katilin elindeyse hayatlar söndürür. Ne olur bu güzel icadı yerinde, zamanında ve de ölçülü olarak kullanın. Aldığım istihbaratlara göre yersiz kullanımlardan dolayı bu yararlı aletin mucidinin ebesine galiz göndermelerde bulunuluyor! Buna hakkınız yok! ...
İnsanlar zamanla ne kadar da değişiyor. Öyleki tanınmaz hâle geliyorlar. Buna en güzel örnek, altı kere gidip yedi kere siyasî arenaya dönen Demirel’dir. Bir zamanlar inançlı kesimin oylarıyla Türk siyasetine yön veren bu zat bugün, yediği çanağa tükürmekten gocunmuyor. Geçenlerde eski başbakan ve de cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in bir televizyon kanalında söylediği sözler, kamuoyunun büyük tepkisiyle karşılandı. Demirel, tepki toplayan konuşmasında başörtüsüyle ilgili olarak şunları demişti: “Orası üniversite, oranın kuralları var! .. Danıştay, Anayasa Mahkemesi karar vermiş. İlla başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git! .. Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin, orada okuyun! Türkiye geriye gitmez! Türkiye laiklikten vazgeçemez. Herkes aklını başına toplasın. Türban özgürlük falan değildir! .. Bu gericiliktir! ” Bu toprağın Nene Hatunlarının, Kara Fatmalarının mirasçılarını Arabistan’a göndermek hangi akla hizmettir? Sizin özgürlük anlayışınız bu mu? Türk şiirinin üstatlarından sayılan Necip Fazıl Kısakürek sözünü sakınmayan, doğru bildiğini her ortamda ve zamanda dile getiren dürüstlük abidesi bir insandı. Gerçek şairler çok iyi bir gözlemcidir aynı zamanda. Bizler Demirel’in bugünkü sözlerine şaşırsak da Kısakürek, bundan on yıllar evvel bu siyaset cambazının ipliğini pazara çıkarmıştı. Üstat Necip Fazıl, bundan tam otuz beş sene evvel(1971’de) yazdığı bir şiirde Süleyman Demirel’in portresini kelimelerle şöyle resmetmişti: Sen gül diyarının yapma gülüsün! Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün! Yoktur izlediğin bir dava yolu; Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün! Türk’e zıt sermaye merkezlerinden, Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün! Millî yekparelik gelmez işine; Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün Ve devlete mason biraderlerin Tam da maslahata denk ödülüsün! Ne sır sendeki bedava oluş! Problemler içinde en müşkülüsün! Fikir dağlar boyu kocaman kitap; Sen de o kitabın bir virgülüsün! Böyleyken ustasın gözbağcılıkta; Cüceler sirkinin baş Herkülüsün! Gözyaşı ve çığlık vatanında sen, Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün! Büzülmüş susarken mahzun hakikat, Davuldan ziyade gümbürtülüsün! Teokratik rejim olmaz deyip de, Peşinden Müslüman görüntülüsün! Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon; Bir felâketsin ki, bin bir türlüsün! Gelirsiz giderli bütçelerinle, Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün! Okka okka vicdan satın alırsın; Topuzu altından oy baskülüsün! Bir gökdelen sanır seni gören göz; Bilmez ki, temelden çöküntülüsün! Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer; Meclise gelince söküntülüsün! Bağlısın hak bilmez yeminlilere; Hakkı bilenlerden çözüntülüsün! Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark, Kim bilir, ne kadar üzüntülüsün! Millet gökten adam dilensin, dursun! Ümit fakirinin keşkülüsün! Kuzum, senin neren Anadolludur? Türk’e Amerikan püskürtülüsün! Farkın şu ki, eski Başbakanlardan, Sen o belaların son püskülüsün! Bu dörtlüklerden sonra bize söz düşmez doğrusu… Şair muhatabının portresini bir röntgenci gibi kusursuz ortaya koymuş. Bu söylenenlerin hangi birine itiraz edersiniz? Belki az söylemiş, dahası var diyebilirsiniz. Dahasını söylemek de edibe yakışmaz. Yıllarca bu siyaset cambazının arkasından giden mütedeyyin insanlar kim bilir hangi akla hizmet için bu yola revan olmuşlardı. Çünkü son söylenenler, Demirel’in ne ilk, ne de son sayıklamalarıdır. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Oysa Müslüman basiretli olmak zorundadır. Aksi hâlde dost(!) silleleriyle adamın ensesini pazıya çevirirler. Rabbim bizlere basiret nasip eyle, eyle ki böyle tarihî sorumluluğu olan hatalara düşmeyelim.
Yirminci asır dünyaya barış ve huzur getirmedi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşına sahne olan bu yüzyıl, artık geride kaldı. Yepyeni bir asra ‘merhaba’ dedik. Yirmi birinci yüzyılın daha huzurlu ve barış dolu olacağını umuyorduk ama beklediğimiz gibi olmadı. Irak’ta, Çeçenistan’da ve Filistin’de yaşananlar, bu asrın da barıştan uzak geçeceğini gösteriyor. Anlaşılan o ki kan ve kin bu yüzyılda da dünyadan silinmeyecek. Son zamanlarda Çeçenistan’da da huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Zaten Kafkaslarda barış hiçbir zaman tesis edilemedi. Fakat bir ara olaylar durulmuştu. Birileri mevcut sükûneti dinamitleyerek aynı filmi tekrar gösterime koydu. ‘Biz bu filmi çok gördük’ desek de yine de mecburen izleyeceğiz. Çeçenlerin son lideri olarak kabul edilen Şamil Basayev birkaç gün evvel(10 Temmuz 2006) öldürüldü. Bu hadiseden sonra insanlar birbirine şu soruyu soruyor: Bundan sonra Kafkaslar’da neler olacak? Çeçen lider Şamil Basayev’in şahadeti yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. Zira Çeçen direnişçilerin sözcüsü Mevladi Udugov’un, Çeçen lider Şamil Basayev’in öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada, “Basayev öldü, ama cihad devam ediyor” demesi yeni gelişmelerin işareti olarak yorumlanabilir. Çeçenistan jeopolitik açıdan mühim bir yerde bulunmaktadır. Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu durum dikkate alındığında kavgaların ve sürtüşmelerin sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Rusya onlarca ülkeye bağımsızlık hakkı verdiği halde Çeçenlere bu hakkı tanımaması manidardır. Ömrünü Çeçenistan’ın istiklali için geçiren ve bu uğurda canını hiçe sayan Şamil Basayev çok büyük bir vatansever bir insandı.1965’te Çeçenistan’ın Vedeno Bölgesi’nin Vedeno köyünde doğmuştu. 1991 Ağustos’unda Moskova’daki hükümet darbesi sırasında Yeltsin taraftarları arasında yer almıştı. Adını ilk defa Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara’ya indirdiğinde duyurmuştu. 1992 yılında Cahar Dudayev’in emri ile Abhazya’ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya’nın Gürcü işgalinden kurtulmasında birinci derecede etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu birliklerinin komutanlığına getirilmişti. Abhazya’nın ardından Çeçenistan’a dönerek Dudayev’e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili olmuştu. 1994 yılı Aralık ayında Ruslar’ın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline gelmişti. Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995’te, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetmişti. 1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Rus güçleri Çeçenistan’ı boşaltmaya mecbur eden Cahar-Kale(Grozni) operasyonunu komuta etmişti. 1999’da Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan’a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başlamıştı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni’yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan Basayev, son olarak Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Dokka Umarov’un yardımcılığı görevine getirilmişti. Fakat o, savaşçılığıyla tanınıyordu; makamlarla işi olmazdı. Büyük bir vatan sevdalısıydı Şamil Basayev….Vatanı için yapamayacağı bir şey yoktu. Genç yaşına rağmen, bugüne kadar yaptıkları bir destan oluşturacak düzeyde ve önemdeydi. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan ve bir bacağını kaybeden Basayev, yaşasaydı bundan sonra yaptıklarının daha fazlasını gerçekleştirecekti. Onun en büyük hayali Çeçenistan’ı bağımsız olarak göremekti. Fakat nasip olmadı. Fakat bir gün Çeçenistan da bağımsızlığına kavuşacaktır. O, bunu ötelerden seyredecektir. Rus yetkililer Basayev’in bir kaza sonucu öldüğünü söylüyorlar. Büyük bir ihtimalle Çeçenlerin tepkisinden çekindikleri için böyle bir senaryo ortaya koydular. Fakat bu kadar basit bir senaryoya ancak ahmaklar inanır. Bazı kaynaklar olayı farklı biçimde ortaya koyuyorlar. Rus gizli servisinin de aralarında bulunduğu değişik kaynakların verdiği bilgiler, Basayev’in yüz kilo patlayıcı ile yok edildiğini gösteriyor. İstihbarat kaynakları, Rus gizli servisinin operasyonu Çeçenlere silah ve patlayıcı madde gönderen bir ülkede başlattığını ve patlayıcıların içine uzaktan kumandayla havaya uçurulmasını sağlayacak bir cihaz yerleştirildiğini bildirdi. Bu kaynaklara göre, operasyonun son aşaması İnguş Cumhuriyeti'nin Ekajevo köyünde gerçekleştirildi. Patlayıcıları bir kamyona yerleştiren Basayev ve adamlarının birkaç araçlık konvoyla köyden ayrıldığı sırada çok şiddetli bir patlama meydana geldi. İnguş Başbakan Yardımcısı Beşir Auşev, patlamanın şiddetinden Basayev’in başının gövdesinden ayrıldığını ve teşhisin vücudunun değişik parçalarıyla yapılabildiğini, protez bacağının da bulunduğunu açıkladı. Anlatılanlara göre aynı operasyonda Basayev’in yanında bulunan 12 Çeçen de öldürüldü. Rusya Televizyonu ise, Basayev’in füze saldırısı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Bilindiği gibi Çeçenlerin ilk Başkanı Cahar Dudayev de bir Rus savaş uçağından atılan füzeyle öldürülmüştü. Çeçenistan'daki direniş hareketinin en etkili lideri olan Basayev’in vücudunun ortadan kaldırılması Çeçen direnişini bitirmez. Çeçenler onurlu ve inatçı insanlardır. İçlerinden nice Basayevler çıkarırlar. Daha evvel Cahar Dudayev’i öldürmüşlerdi. Fakat onun yerini doldurmak için her fert, canını ortaya koydu. Böyle mühim şahsiyetlerin öldürülmesiyle direnişin duracağını umanlar herhaliyle yanılıyorlardır. Çünkü bu gibi cinayetler, direnişi ve direnişçileri daha da ateşler. Ne diyelim bundan sonrasını Ruslar düşünsün. Bizim inancımıza göre şehitlik yüksek bir mertebedir. Basayev, Hak katında bu makama yükseldi. Allah hayırlı eylesin. Çeçenlerin ve bütün Müslümanların başı sağ olsun. Zulmün sonu abad olmak değil, berbat olmaktır.
Her insan bir şeylere inanmak, bağlanmak ve ondan güç almak ister. Âdemoğlunun iç dünyasında var olan bir ihtiyaçtır bu; giderilmezse ruhsal rahatsızlıklara zemin hazırlar. Çağımızın manevî hastalıklarından birisi de inançsızlıktır. Bilindiği üzere Tanrı’nın varlığını inkâr eden öğretiye “ateizm” diyoruz. Türkçede “tanrıtanımazlık” kavramıyla karşılanmaktadır. Bunlara “kâfir, müşrik, zındık” ve özellikle “mülhit” de denmektedir. Ateistler Allah’a inanmayı ve ona sığınmayı bir acizlik olarak görürler. Kulluk onların gururuna dokunur. İnsanın acizliğini kabul etmezler. Oysa ne kadar da acizdirler, bir bilseler! ... Ateizm bugün fikri dayanaklarını kaybetmiştir. Ateistlerin fikir babaları olan Darvin’in evrim teorisi geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Bu durum ateistlere büyük bir darbe vurmuştur. Önemli bir kaleleri düşmüştür. Fakat hâlâ akılları başlarına gelmemiştir. Bir adım önünü görmekten acizdirler; aynı bataklıkta debelenmektedirler. Gözleri kör, kulakları sağırdır. Hakikatlerden kaçıp durmaktadırlar. Zor zamanlarda sığınılacak bir gücün varlığına inanmak büyük bir rahatlık sağlar insana. Ona dayanır ve ondan kuvvet alırsınız. Bu durum, teşebbüs gücünüzü artırır. Hayata daha sıkı tutunmanızı sağlar. Tesadüflerin kör kavşağında bocalamazsınız. Her adımınızı bilerek atarsınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi bilir, ona göre yol alırsınız. Bunların yanında öteki dünya inancı bize huzur verir, ebedîliğin hazzını yaşarız. Geçmişten bugüne kadar ateistlerin samimiyetinden hep şüphe etmişimdir. Çünkü akıllı bir insanın Allah’ı bilememesi ve bulamamsı için ya kör ya da ahmak olması gerekir. Kişi en basitinden aynaya baksa, yaratılışındaki harika nizama akıl erdirse gerisi gelecektir. Özellikle bazı bilim adamlarının ateist olmasını hiç anlayamıyorum. Çünkü pozitif bilim, yaratılışın eninde sonunda Allah’a dayandığını ortaya koyuyor. Adına ne derseniz deyin bu kusursuz kâinatı yaratan bir güç var. Hiçbir şey kör tesadüfün eseri değildir. Bu âlemde tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir. Ateizmin mantıksızlığı güneş gibi aşikârdır. İnsanın bir yeri acısa ya anne, ya Allah der… Ondan aldığı güvenle kendini toparlar. İçimizin huzura ermesi için kâinatın yaratıcısına inanmak zorundayız. Aksi hâlde içimizdeki şüphe ve vehimlerin gölgesi altında eziliriz. Allah’a inanmak ve her şeyin ondan geldiğini bilmek, meselelerimizin çözümü için şarttır. Böyle olmasa, dünyanın kurşundan ağır dertlerini sırtında taşıyan bir binek hayvanından farkımız olmaz. Fakat nedense ateistler rahatlamaktan ve huzurdan yana değildirler. Daima bir keşmekeş ortamı içerisinde yaşarlar; hatta böyle bir ortamın oluşması için çalışırlar. İnsanların iç huzurunu dinamitlerler. Bu açıdan baktığımızda ateizmin ruhî bir hastalık olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu hastalığa müptelâ olanların hem dünya huzuru, hem de ahiret selâmeti kalmaz. Bu cinnetten tez elden kurtulmak lâzım… Ateistler, pozitivizme inanmış ve dayanmışlardır. Pozitivizmde sadece fiziksel veya maddî dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Her şey deneye dayanır, bunun dışındaki veriler ve anlayışlar kabul görmez. Oysa iç dünyamızla ilgili her konuda deneysel veriler elde etmek mümkün değildir. Bazen veriler de kişiyi yanılgıya götürür. İslâmî inanç her şeyin ötesinde bir değerdir. Bilimin izah edemediği şeyler de vardır. Hem düşünüp hem de gülmeniz için bununla ilgili anlatılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Bilim adamı Temel, laboratuarda, beyaz tezgâh başında oturmaktadır. Önünde bir kavanoz, sivri uçlu minik bir makas ve cımbız vardır. Kavanozun içinde bir miktar pire; yan tarafta bir defter, kalem….Cımbızla kavanozdan bir pire çıkarır, tezgahın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ diye haykırır; pire sıçrar. Temel deftere bir şeyler yazar. Bir pire daha alır, itinayla tutar ve bacaklarını keser. Tezgâhın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ der. Pirede yok bir hareket! Yine defterine döner ve yazar: “Pirelerin bacakları kesildiğinde kulakları duymaz.” Ateistler dogmalara karşıdır. Dogma, belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesidir. Ateist bu konuda da özgürlüğünü yanlış şekilde kullanır. Onlara göre sorgulamak, yüzleşmek özgürlüktür. Hiçbir konuyu dogmatik olarak kabulden yana değildirler. Onlara göre din bir dogmadır. Çünkü sorgulamadan kabul edilmektedir. Bunun için de uyuşturucu niteliğindedir. Kimseye fayda getirmez; özgürlüğü kısıtlar. Hatta daha da ileri giderek Marks’ın “Din afyondur” sözünü de benimserler; ilâhî kaynaklara var güçleriyle savaş açarlar. Tanrı’nın varlığıyla ve âhiret hayatıyla ilgili olarak ileri sürdükleri itirazları, Peygamberlerle ilgili tenkitleri bitmek bilmez. Bu konularda yeterli bilgiye de sahip değillerdir; hisleriyle hareket ederler. İşlerine gelince bilimsel yola başvururlar, bilimden şamar yiyince de hakikatleri saptırırlar. Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah’ı kabul etmek yeterli değildir. İmanın diğer şartlarını da yerine getirmek gerekir. Onun için bazılarının yarım yamalak inanmaları Hakk katında geçerli değildir. Tevhidin gereği neyse öyle inanılmalı ve amel edilmelidir. Ateistlere kızmaktan öte acıyorum. Bir an evvel hakikatleri görüp, sapık yoldan uzaklaşmalarını Rabbimden diliyorum. Yüce İslâm dini onları kucaklamaya hazırdır. Mevlâna’nın deyimiyle ‘tövbelerini bin kere bozmuş olsalar bile bu kapı onlara ardına kadar açıktır.’ Ne diyelim… Allah hidayet nasip eylesin.
Türkler tarihin kaydettiği ender milletlerden biridir. Enderdirler, çünkü bu millet tarih sahnesine çıktığından beri dik ve diri durmayı becermiştir. Eğilip bükülmemiştir hiçbir zaman… Dürüstlüğü mizacının mayası kabul etmiş ve davranışlarını bunun üzerine temellendirmiştir. Müslümanlıkla bütünleşince şanına şan katmış ve imanıyla kıtalar aşmıştır. Bu şanlı millet üzerine, dostu da düşmanı da zaman zaman güzel şeyler söyleyerek hakkını teslim etmiştir. Fakat çamur atanlar da az olmamıştır doğrusu. Lâkin Türklere çamur atanların pislikleri kendi üzerlerine sıçramıştır. Neticede altını çöpe atanlar, onun kıymetinden bir şey eksiltememiştir. Yerli ve yabancı aydınlar yıllarca Türk milleti üzerinde düşünmüşler, fikirlerini değişik şekillerde ve ortamlarda ifade etmişlerdir. Kimileri ise fikri sabitlerden kurtulamayarak yılların terennümlerini aşamamışlardır. Bazıları da hakikatleri tüm çıplaklığıyla görmüş ve göstermiştir. Bir kısmının narası da hesapları doğrultusunda çıkmıştır. Biz hesabı şahsî olanların hezeyanlarını duymak istemiyoruz. Türk aydınları arasında önemsediğim isimlerden birisi de İsmet Özel’dir. Uzun yıllardan beri şiir ve yazılarıyla hayatımıza yön veren bu kalem erbabı, bazen de sivri çıkışlarıyla dikkat çekmiştir. Sözünü sakınmadan söylediği için sevenleri de, sevmeyenleri de çok olmuştur. Fakat lâfını hiç kimseden esirgememiştir. Bazen kendi kendisini de hırpalamasını bilmiştir. Son zamanlarda İsmet Özel’in ince bir kitabı bu yoğun gündemde kendine mühim bir yer edinmiş. “Kalın Türk” adını taşıyan bu kitap aslında bundan çok evvel verilmiş bir konferans metninden ibaret… Bu eser medeniyetler çatışması üzerine İzmir’de yaptığı bir konuşmanın iki kapak arasına alınmış hâlinden başka bir şey değil. Özel’in ‘Kalın Türk’ü Nisan 2006 tarihinde Şule Yayınları’ndan çıkmış. Kitap küçük hacimli; fakat 53 sayfada çok şey anlatılıyor. Geniş içerikli bir konuyu kısaca zihne yerleştiriyor. Bu kitapta da yine ince göndermelerde bulunmuş İsmet Özel… Sözünü harbi ve delikanlıca söylemiş. 13 yıl önce verilen bir konferansın, uzun zaman sonra kitaplaştırılması, Özel’in, söylediklerinin arkasında olduğunu ve durduğunu gösteriyor. Tahminlerinde yanılmamak ve sözünün eri olmak bir aydın için önemli bir değerdir. Özel, ‘Gerçek Hayat’ dergisine verdiği röportajda Türklükle Müslümanlık arasındaki ilişkiyi irdeleyerek ‘Kalın Türk’ kitabında ele aldığı mevzunun çerçevesiyle ilgili olarak da ipucu veriyor: “Allah Resulü, cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescit inşa edenlerin mescidine hiç gitmedi ve o mescit sonunda yıkıldı: Mescid-i Dırar... Ben diyorum ki, Türk olmak, İslamiyet’in ortaya çıkışından bu yana, kâfirle çatışmayı göze almakla mukayyettir. Allah Resulü, cihada gitmedikleri için o insanlara ne münafık dedi, ne kâfir dedi. Ama mescitlerine girmedi. Yani biz, insanların Müslümanlığına bir şey demiyoruz. Herkes Müslüman. Ama Türk olmak başka bir şeydir. Müslüman olmak Türk olmak demek değildir. Fakat Müslüman olmadan Türk olunmaz. Kâfirler bize İslam’dan tamamıyla kopuk bir Türklük yutturdular. Böyle bir şey yok. Türk ırkı diye bir şey tarihin hiçbir döneminde yok. Ama varmış gibi yaptılar. Hâlâ işler böyle yürüyor. Bu yapay ve aşağılayıcı kimlik dayatmasına bir cevabımız olmalı. Müslüman kimliğimize ve ayırıcı vasfımıza sahip çıkalım. Bakın, Müslümanların çoğunluk teşkil ettikleri bütün ülkelerde İslam’ın görüntüsü kâfirler tarafından özel olarak değiştiriliyor. Hoşgörü, temizlik… Bunlar İslam olarak öğretiliyor çocuklara. Kelimetullah uğruna kılıç çekmek yok. Bu, İslamiyet’in Türk’ten, Türk’ün İslamiyet’ten koparılmasıdır. Kılıçsız, güçsüz, meydan okumak yerine sırıtan bir insan tipi üretiliyor. Çünkü Türk’ten korkuyorlar. İnce, incelmiş Türk istiyorlar. Kraker gibi.” Daha evvel Türklükle kalınlık ve inceliğin alakası üzerinde düşünen çıkmış mıydı acaba? Sanmıyorum… Peki, kalınlıkla Türklük bağdaşır mı? Kalınlığın sınırları çizilse nasıl bir numune çıkar ortaya? Kitapçığı okuyunca bu soruların cevabını alabiliyorsunuz. İsmet Özel’in Türklükle ilgili vurguları yeni değil aslında. O eskiden beri bu konu üzerinde kafa yormuştur. O, Türklükle Müslümanlığı etle tırnak gibi iç içe görmüştür hep… Bu kanaatini benimsemeyenler ona dört koldan saldırmıştır. Fakat bu fikrî saldırılar hakikatleri ters yüz edememiştir. İsmet Özel, kitaptan da anlaşılacağı gibi kendini ‘Kalın Türk’ olarak tavsif ediyor. Ömrü boyunca ince Türklerden olmadığını, bundan sonra da olamayacağını söylüyor. Peki, nedir bu kalınlık incelik muhabbeti? Özel’ e göre Türkler önceden kalındı, fakat son zamanlarda incelmeye başladılar. Ona göre bu incelik hayra alâmet değil. Çünkü kıtalar aşan ve imparatorluk kuran Türkler esasında ince değildi. Eskiden beri mukavemetlidir bu sert coğrafyanın insanları. Onları hemencecik kırmak mümkün değildi. Oysa geçen zamanla birlikte Türkler de inceldi. Özel’e göre incelmiş Türkler ‘çıt’ diye kırılıyor. ‘Kalın Türk’ün yazarı bu konuda şöyle diyor: “Türkiye’de incelmiş Türkler var. Türkiye’de çıt deyip inceldiği yerden kopacak Türkler yaşıyor. Ben gevrek Türk değilim. Kalın Türk olduğumu söylüyorum. Şiir, sosyalizm, İslâm dolayısıyla yaşadıklarım beni kalınlaştırdı. Ama sesim Davudî bir ses oldu mu? Mesele orada. Ben başkalarının da kalınlaşmasını öneriyor ve bekliyorum. İncelikten şikâyetim var. Bugüne kadar incele incele geldik. Bizim incelmemiz başkalarına geçiş kolaylığı sağladı. Biz kalınken geçemiyorlardı. Tekrar kalınlaşmalıyız.” Ne diyelim! .... İsmet Özel böyle diyorsa bir bildiği vardır. Bizler de kendimizi boy aynasında seyredip konumumuzu tespit etmeliyiz; mevcut duruma göre yol haritamızı çizmeliyiz. Netice olarak, bir solukta okunabilecek kadar kısa ve net yazılan ‘Kalın Türk’ü bir okuyun derim. Ötesini tasarlamak ve geleceği tanzim etmek size kalmış. Bu okumanın düşünce dünyanıza katkısının olacağı muhakkaktır.
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez unsurlarıdır. Onların gelecekte rahat bir hayata ulaşabilmeleri için neler yapmayız ki! ... Çocuklarımızın mutluluğu için saçımızı süpürge ederiz. Onların mutlu bir gülücüğünü nelere değişmeyiz ki… Başları ağrısa bizim bütün huzurumuz kaçar. Hayatımız adeta onlara endekslidir. Ömrümüzün solmayan çiçekleri olarak gördüğümüz çocukların karınlarını doyurur, üstlerini giydirir, onları ele güne muhtaç etmeyiz. Fakat iç dünyalarına nedense inmeyiz. Onları sadece maddî yönleriyle ele alırız. Çünkü onların ruh dünyalarına yeterince vakıf değiliz. Dışa bakarak hüküm veririz. Çocukları her konuda başıboş bırakmak ve onlara aşırı serbestlik tanımak doğru bir davranış değildir. Her şeyin bir sınırı vardır, olmalıdır. Onları zararlı unsurlardan, özellikle televizyonun olumsuzluklarından korumalıyız. Televizyon programları içerik olarak zararlı unsurlar içermese bile uzun süreli televizyon seyretmek, çocukların fizikî yapılarını ve ruh dünyalarını olumsuz etkiliyor. Televizyonların çocukların ruhsal gelişimi üzerindeki yansımaları üzerinde yüzlerce araştırma yapılmıştır. Bu bilimsel çalışmaların hepsinden benzer sonuçlar çıkmıştır. Neticede çocuklara yönelik hazırlanan programların çoğunun gerçekte onların ruhî gelişimine menfi tesir ettiği hakikati göz ardı edilmemelidir. Bu programlar yapılırken hiç mi psikologlara danışılmıyor, onlardan görüş alınmıyor? Uzun yıllardan beri televizyonlarımızda “Sihirli Annem” adında bir dizi yayınlanıyor. Bu dizi nedense çocuklar tarafından çok tutuluyor, seyrediliyor. Dizide İnci Türkay, Şahap Sayılgan, Nevra Serezli, Gül Onat, Defne Joy Foster, Suna Selen, Suat Sungur, Zuhal Topal, Süeda Çil, Gizem Güven, Buğra Özmüldür, Zeynep Özkaya ve Jess Molho rol alıyor. Dizinin senaryosunu Gamze Özer yazıyor, yönetmenliğini Tülay Kocatürk yapıyor. Söz konusu dizinin yapımcılığını da İnci Kırhan üstleniyor. Çocukların ruhsal gelişimini olumsuz yönde etkilediğine kanaat getirilen “Sihirli Annem” dizisi, izlenme rekorları kırıyor. Kanal D’nin reyting rekortmeni dizisi ‘Sihirli Annem’, ekrana geldiği ilk günden bu yana Tüm Kişiler’de toplam 36 kez günün en çok izlenen programı olarak büyük bir rekora imza attı. Türk aile yapısına aykırı olduğu gün gibi aşikâr olan ve reenkarnasyona(ruh göçü) ait birçok unsur barındıran böyle bir dizinin yayında tutulmasının sayısız zararları vardır. Okul öncesi çocukların temiz dünyalarına sihir, büyü, peri gibi kavramları sokan bu dizinin pedagojik açıdan hiçbir faydası yoktur. Bu diziyle alakalı olarak bugüne kadar RTÜK’e binlerce şikâyet mektubu gelmiştir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) gelen yerli dizi şikâyetlerinden yüzde 70’i ‘Kurtlar Vadisi’ ve ‘Sihirli Annem’e ait... Sihirli Annem ile ilgili ise RTÜK’e başvuranların sayısı 5 bin 81… Bu yılın ilk çeyreğinde Sihirli Annem ile ilgili şikâyetler ise geçen yıla göre yüzde 100 arttı. Arayanların büyük çoğunluğu, söz konusu dizide röntgencilik yapıldığını ve çocukların ruh sağlığının bozulduğunu savunuyor. Dizide peri rolünde olanların bunu saklamak için sürekli yalan söylemesi, yalan söylemenin sıradan bir şey olduğu imajını yerleştiriyor. Bu arada çocukların sevgili edinmesinin normal gösterilmesi, sihir ve cinsellik gibi birçok olumsuz öğeler, çocuklar için sakınca meydana getiriyor. Onların temiz hislerini kirletiyor. Filmde aile reisinin sihirle köpeğe dönüştürülmesi, çocukların büyüklerine duyması gereken saygıyı menfî yönde etkiliyor. İnsanın köpekle eş tutulması ve itibarının alaşağı edilmesi, çocukları güldürse de ebeveynlerini içten içe üzüyor. Bunlar Müslüman Türk milletinin örf ve adetlerine uymuyor. Göz göre göre aşağılanıyoruz. Haftada bir gösterilmesi yetmiyormuş gibi, eski bölümler de her gün yayınlanıyor. Sanki bulunmaz Hint kumaşı… Dizinin tekrarları, çalışan annelerin evde olmadığı saatlerde yayınlanıyor ve çocuklar kendileri açıp seyrediyor. Bir curcunadır kopuyor. Çocukların bilinçaltı gereksiz ayrıntılarla ve zehirli mesajlarla dolduruluyor. Saatler bir su gibi aksa da elde sıfır kalıyor. Gerisini varın siz düşünün! ... Bilgisayar efektleriyle süslenen bu dizide adamakıllı bir mesaj verildiğine rastlayamadım. Biz büyükler de çocuklarımız seyrederken bu lüzumsuz diziye zaman zaman bakmak zorunda kalıyoruz. Çocuklarımızı bu diziden koparmak hiç de kolay olmuyor. Körpe beyinlerin yıkanmaması için çırpınsak da bunda yeterince başarılı olamıyoruz. Dizideki görsel malzemenin alımlılığı çocukları bağımlı hale getiriyor. Bu diziyi seyreden çocuklar belli bir zaman sonra büyü yapmaya uğraşıyor. Oysa gerçek hayatta her şey öyle kolayca, büyüyle elde edilmiyor. Zahmetsiz rahmet olmuyor. Bunlar hayatın gerçekleri ama bu gibi dizilerle büyüyen çocuklar, rüya âleminde yaşıyor. Günün birinde uyanıyorlar ama bu sefer de iş işten geçiyor. Bu dizinin ısrarla yayında tutulması ve aynı yanlış çizgide devam edilmesi, büyüklerin çocuklara bakış açısını da ortaya koyuyor. Onlara göre mühim olan, geleceğimizin mimarı olacak çocuklarımızın ruh sağlıkları değil, reklâmlardan gelecek paradır. Kalite ve derinlik de neymiş, sıradanlık pirim yapıyor günümüzde. Biz böyle oldukça ve böyle kaldıkça birileri sırtımıza binecek ve bizi bir merkep gibi kullanacaktır.
Dünya teknolojik ve sosyal anlamda büyüse de iletişim ve bütünleşme açısından küçülüyor. Artık bazıları dünyayı modern ve büyük bir köy olarak tanımlıyor. Bunda da haksız değiller. Çünkü dünyada hızla sosyal bütünleşmeye doğru gidiliyor. Bu bütünleşme huzursuzlukları da beraberinde getiriyor. Ülkeler arasında giderek gelişen ekonomik, siyasî, sosyal, kültürel ilişkilerin ve devletler arasındaki bağımlılığın artması küreselleşmeye zemin hazırladı. Özellikle ekonomik bütünleşme küresel bir dünyanın eşiğine getirdi bizi. Artık tek başına hüküm vermek ve kendi kabuğuna çekilmek geçer akçe değil modern dünya için. Lâkin benliğini koruyarak bu halkaya dâhil olunmalıdır. Küreselleşmenin yeni bir sömürü sistemini hayata geçirdiğini söyleyenlerin temel aldığı görüşlerin tutarlılığı tartışılabilir; ama bu tezler de yabana atılmamalıdır. Bu kavramın gerçekte kapitalizmin renk değiştirmesi ve sevimli gösterilmesi olduğu hükmünü ileri sürenler de vardır. Hatta bunu politik bir tercih olarak algılayanlar da az değil. Tutarsızlıklar ve görecelikler bu noktada başlamaktadır zaten. Gelir dağılımındaki dengesizlikler ve paylaşımın adilce gerçekleştirilememesi toplumsal rahatsızlıkların temelini teşkil ediyor. Böyle bir sistemde insanın huzur bulmasını beklemek boş bir hayaldir. Adı ne olursa olsun insana kıymet vermeyen ve insanı temel almayan anlayışlar üzerine bina edilen sistemler taraftar bulamazlar; bulsalar bile kalıcı olamazlar. Çünkü esas olan, bir avuç azınlığın değil, kitlelerin refahıdır. Küreselleşen dünya bunu sağlamaktan çok uzaktır. Küreselleşen dünyada kalifiye insan gücüne duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Çünkü yeniliklerin kalıcılığı ve gelişimi bu potansiyelin varlığına endekslidir. Sıradan insanları hazır yiyici olarak gören ve onlara düşman gözüyle bakan bugünkü anlayış, insanı insan olduğu için değil, fayda ürettiği için dikkate almaktadır. Bu görüş nerden bakarsan tutarsızdır; insanî değildir. Modern dünyanın insana bakışı temelden sakattır. Yeni dünya düzeni insanları ideal bir tüketici olup olmamaları yönüyle değerlendirmektedir. Tüketicilik teşvik edilmekte, bu da pazarların canlanmasına zemin hazırlamaktadır. Günümüz sistemlerinde tüketici olduğun kadar varsın ve o oranda itibarlısın. Bu anlayışın temsilcileri yoksul kitleleri kambur olarak görmekte, onlara farklı ve aşağılayıcı bir gözle bakmaktadır. Küreselciler dünyayı bir avuç zenginin çiftliğine dönüştürmenin peşindedir. Günümüzde insanın itibarını maalesef markalar belirlemektedir. ‘Markaların adamı, adamların markası’ anlayışı hâkim durumda. Statüleri markalar belirliyor artık. Markalara bağlı bireyler yetiştiren ve onlara sadakatleri ölçüsünde kıymet biçen sistem, kendisinin dışında hareket edenleri ‘ötekiler’ diye nitelendirerek dışlamaktadır. Bu tutum, huzuru dinamitlemek için yeter de artar da… Dünya ekonomisi hiçbir zamanda ve zeminde günümüzdeki kadar tekelleşmemişti. Bugünkü dünya, az sayıdaki büyük şirketin egemenliği altındadır. Tekeller her geçen gün büyümekte ve semirmektedir. Onlar büyüdükçe sıradan insanların direnci azalmaktadır. Meselâ General Motors ve Ford Company’nin toplam gelirleri tüm orta ve güney Afrika’nın gayri safi yurtiçi hâsılasını aşmaktadır. Gıdacı ve perakendeci WalMat şirketinin ekonomisi İsrail, Polonya ve Yunanistan’ı içeren pek çok ülkeden daha büyüktür. Böyle bir dünya ekonomisinde insanların bağımsızlıkları ve tutunabilme güçleri her geçen gün azalmaktadır. İstatistiklere göre sadece Boeing ve Airbus şirketleri, sivil amaçlı uçak üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştirmektedir. Bugün küresel kahve üretiminin yüzde 80’ini iki, tütün endüstrisinin yüzde 87’sini dört şirket kontrol etmektedir. Uluslararası şirketler, ayrıca, dünyanın endüstriyel kapasitesinin, teknik bilgisinin çoğuna (tüm dünyadaki teknoloji ve patentlerin yüzde 90’ına) sahiptirler. Çokuluslu şirketler ekonomi üzerindeki kontrollerini ve ağırlıklarını olağanüstü boyutlarda arttırmışlardır. Örneğin Mitsubishi şirketi, onu dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya’dan daha büyük yapan birleşik bir ekonomik faaliyeti sürdürmektedir. Mitsubishi grubunu oluşturan firmalar roketten şişeye kadar her şeyi üretmektedir. Şirketin yıllık toplam geliri 175 milyar doları geçmektedir. Mitsubishi Bank 820 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en büyük bankalarındandır. Emperyalizmle birlikte sermaye her geçen gün daha da merkezileşmektedir. Kıyasıya rekabet, kıskançlıkları ve haset duygularını beraberinde getirmektedir. İnsanı amaç değil, araç olarak gören bu düşünce, her tavrını ‘insana rağmen’ gerçekleştirmektedir. Aslında dünyayı politikacıların yönettiği söylense de bu gerçekte doğru değildir. Dünyayı büyük sermaye sahipleri yönetmektedir. Onların bir dediği iki edilmemektedir. Sermayeyi ülkelerine çekmek isteyen siyasiler, tekelleşen şirketlerin önünde kırk takla atmaktadır. Bu bize küreselleşmenin ve kapitalizmin acı hediyesidir. Bu zehiri her geçen gün içmekteyiz. İçtikçe de şuurumuzu, millî ve manevî benliğimizi parça parça yitirmekteyiz. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Küreselleşme yaygaraları bizi bizden koparan bir tuzaktır. Bu tuzağa düşülmemelidir.
Günümüzde hastalıklar arttı. Eskiden bu kadar çeşitli hastalıklar yoktu. Çünkü her şey doğaldı. Artık ne yediğimiz gıdalar, ne de soluklandığımız hava doğaldır. Hormonsuz meyve ve sebze bulmak nerdeyse mümkün değildir. Onun içindir ki çocuklar doğar doğmaz hastalanıyor. Hatta bazıları hasta doğuyor. Oysa eskiden insanlar köylerde yaşardı. Doğal gıdalarla beslenirdi. Yayla peynirini yer, buz gibi suyu içerdi. Nerde o günler? Stres sağlığımızı tehdit ediyor. Bunalımlar içerisinde zaman öldürüyoruz. Hayatından memnun olan pek az… Bugünlerde şehirlerde hapis hayatı yaşıyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi tabiî değil. Çağımız hastalıklarla boğuşma çağı... Bu çağın en büyük ve en tehlikeli hastalığı da şüphesiz ki kanserdir. Son yıllarda tüm yurtta, özellikle de Karadeniz’de büyük kanser vakaları patlaması var. Özellikle Çernobil faciasından sonra bu hastalık aldı başını gidiyor. Her ne kadar yetkililer Çernobil’i kanserle ilişkilendirmiyorsa da bu doğru değildir. Bizim etkili ve yetkililer bu gibi bilgileri hep örtbas etmişlerdir. Anormal hücrelerin kontrolsüz çoğalması ve yayılması olarak tanımlanan kanserin sebepleri üzerinde çalışılsa da pek çok konu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ülkemizde 1970’li yıllarda sebebi bilinen ölümler arasında dördüncü sırada yer alan kanser, son yıllarda kalbe dayalı hastalıklarından sonra ikinci sıraya yükseldi. Kanser, vücut hücrelerinin bir hastalığıdır. Normalde, tüm hücreler sistemli ve denetimli bir şekilde bölünür ve kendi kendilerini yenilerler. Kanserde bu olay denetim dışı kalır, hücreler kontrolsüzce bölünerek tümör tabir edilen bir yumru oluşturur veya lösemilerde olduğu gibi çok fazla miktarda lökosit(akyuvar) hücresi ürer. Onkologlara göre kanserin sebepleri evresel ve içsel nedenler olarak ikiye ayrılabilir. Çevresel nedenler (kimyasal, radyasyon, virüsler gibi) ve içsel nedenler (hormonal, bağışıklık bozuklukları, kalıtsal mutasyonlar ve diğer genetik nedenler gibi) birlikte veya ardışık olarak hücreleri etkileyerek uzun yıllar içinde kansere yol açabilirler. Vücuttaki tüm doku ve organlarda kanser gelişebilir. Erişkinlerde her yıl 100 bin nüfus için 150-300 kişi kansere yakalanır. Ülkemizde her yıl 150 bin kişinin kansere yakalandığı tahmin edilir. Fakat bu sayı son yıllarda katlanarak artmıştır. Resmi istatistikler gerçekleri yansıtmamaktadır. Kanser olan kişiler için düşünülen ilk tedavi kemoterapi(kimyasal tedavi) ve radyoterapidir. Kemoterapi, kanser hücrelerini yok etmek için anti-kanser (sitotoksik) ilaçların kullanılmasıdır. Kemoterapi, kimyasal madde(ilaç) ve tedavi kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu tedavide mevcut bulunan yaklaşık kırk değişik ilaçtan seçilen bir veya birkaç ilaç uygulanır. Kemoterapi, kanser tedavisinde, tek başına veya cerrahi işlemle ve radyoterapi(ışın tedavisi) ile birlikte uygulanabilir. Maalesef kemoterapi ilaçları vücuttaki normal hücreleri de etkileyebilir ve kimi zaman hoş olmayan yan etkilere yol açabilirler. Son yıllarda kemoterapi konusu iyiden iyiye tartışılmaya başlandı. Faydasından çok zararının olduğunu söyleyen doktorlar çıktı. Ben doktor olmadığım için bu konuda yorum yapamayacağım. Sizlere bununla alakalı yazılmış bir kitaptan söz edeceğim. “Kanser Cinayetleri” adını taşıyan kitap Yaşar Gören tarafından kaleme alınmış. Ozan Yayıncılık tarafından yayınlanmış. Kitap 272 sayfadan meydana geliyor. Kitapta kanser tedavisiyle ilgili çok enteresan konulara değiniliyor. Bunları okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Kendisi tıp doktoru filan değil. O bir gazeteci… En mühimi de bir kanser mağduru. Eşinin meme kanseri olması yüzünden bu konuya eğilir olmuş. Yazar, kitabıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu kitap; her şeyden önce, kanserden korunmak amacıyla belirlenmiş doğru beslenme yöntemleri ve alternatif tedavi biçimlerini ortaya koymakla birlikte; alternatif tedaviye övgü kitabı değildir. Kitapta bulunan verilerin tek amacı; Dr. Ivan Illich’in 'Ölüm, acı ve hastalık insan olmanın bir parçasıdır ve kültürler insanlara bu üç sorunla baş etmenin yollarını öğretir.' sözünden yola çıkarak, insanın bu doğal süreçlerini müthiş rant(getirim) mekanizmaları ve bir endüstri haline getiren, aslında çok da karmaşık ve pahalı olmayan tedavi yöntemlerini insanlardan gizleyerek kendi kasalarını doldurmanın peşinde olan, ulusal ve uluslararası 'şebeke'leri deşifre etmektir. Eşimin kansere yakalanmasıyla birlikte bu hastalık hakkında çok şey öğrendim. Ve benim bildiklerimi kamuoyu da bilsin anlayışıyla her şeyi yazıya döktüm. Ben, tıp kitabı yazmadım. Tıp suçlarını yazdım. Kanser suçlarını yazdım. ‘Kanser Cinayetleri’ adlı kitabım, tıbbî polisiye sayılabilir. Bu kitap kendi türünün ilk örneğidir. Yazdıklarım tamamen belgelidir. Yorum yoluyla inkârı mümkün değildir. Eleştiri getirenler, çapları yetiyorsa belgeleri çürütsünler de görelim. Evet, ben bu kitapta açık şekilde söylüyorum: Kanser hastalarını, kanser değil, kanser tedavisi öldürüyor. Kemoterapi öldürüyor, radyoterapi öldürüyor. Kanser hastalarına da yakınlarına da şunu söylüyorum: Bu tedavilerle ömrünüz uzamıyor, tersine kısalıyor. Bu tedavilere hiç başlamayın. Başlamışsanız derhal bırakın. O hastaneden hemen çıkıp evinize dönün. Çünkü geri dönüş mümkün değildir. Kemoterapi ve radyoterapinin öyle yan etkileri var ki, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz. Birkaç yıl yaşasanız bile kısır kalırsınız. Bir daha çocuğunuz olmaz. Kalbiniz, karaciğeriniz, böbrekleriniz, akciğerleriniz, kemik iliğiniz tahrip olur. Kemoterapi ya öldürür, ya da sakat bırakır.” Mağdur gazeteci-yazar böyle diyor. Bu konuda benim de kanaatim alternatif tedavi yöntemlerine başvurmanın isabetli olacağı yönündedir. Çünkü ilaçlar da bitkilerden yapılıyor; sonra bir sürü katkı maddeleriyle zenginleştiriyorlar. Oysa doğal yoldan bitkisel tedaviye yönelirsek belki de daha güzel neticeler alınacaktır. Ben şahsen doktorlarımıza güveniyorum. Fakat Yaşar Gören’in sözlerinin de yabana atılmamasını istiyorum. Allah bizleri bu dehşetli hastalığın şerrinden korusun. Aman ha! ... Sağlığınızı ihmal etmeyin. Sağlıklı ve huzurlu günler sizlerin olsun.
Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın….Her şeyden evvel dünya yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş. Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor. Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz sözde kalacaktır. Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor. İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi? Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugününkiler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz. Bu düğümü ancak düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmasa gerek. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor. Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar. Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur. Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz. Genel kabuller toplumları çoğunlukla bağlar. Kişi bu kabullerin ışığında hayatına yön verir. Fakat bunların da sorgulanması aklın gereğidir. Sorgu neticesinde ya çürükler ayıklanır, ya da sağlamlık tescil edilmiş olur. Bu testten geçen fikriyat, rüzgârın önüne atılan yaprak misali başıboş sürüklenmez. Fırtınaya yakalansa da ayakta kalmasını bilir. Bu dirayetin ve basiretin son basamağıdır. Yozlaşmada biraz da gönüllülük esastır. Siz önünüze gelen her şeyi iştahla midenize indirirseniz yanınızda her zaman panzehir taşımak mecburiyetinde kalırsınız. Hissiyat zehirlenmesi gıda zehirlenmesine de benzemez. Çünkü gıda zehirlenmesi midenin yıkanmasıyla bertaraf edilebilir. Fakat modern tıpta henüz belleği yıkayan ve durulayan bir alet icat edilmedi. Onun için aklınızı başınıza devşirin ve belleğinizi çöplüğe çevirmek isteyenlere müsaade etmeyin.
Roman türü Türk edebiyatına Tanzimat’tan sonra girmiştir. Bundan evvel roman türünün yerini mesneviler tutuyordu. İlk örnekler verilmeden evvel Fransız edebiyatından çeviriler yapıldı. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i çevirdi. Böylece roman türünü tanımaya ve sevmeye başladık. Bu tercümelerden sonra yerli yazarlarımız da roman türüne merak salmaya başladı. Yazarlarımız özgün örnekler vermek için kaleme sarıldı. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Fakat Batılı tarzda yazılan ilk roman olarak Namık Kemal’in İntibah’ı kabul edilmektedir. Daha sonra Ahmet Mithat Efendi yazdığı çok sayıdaki eserle Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ yeni teknikler kullanılan, Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Bugün bu roman zincirimize yeni halkalar ekleniyor. Romanımız geçmişten bugüne çok yol kat etti. Şiir kadar olmasa da bu türe ilgi her geçen gün arttı. Bazen sıradan, bazen de özgün eserler çıktı ortaya. Hemen her yazar, roman külliyatımıza bir veya birkaç eserle katkıda bulundu. Fakat bazıları ömrünü bu işe adadı. İşte bu isimlerden birisi de geçenlerde kaybettiğimiz(09 Temmuz 2006 Pazar günü) Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur. O, ömrü boyunca onlarca roman yazarak bize kültürümüzü ve tarihimizi sevdirdi. Romanlarında tarihî gerçekleri saptırmadan işledi. Onun adı da kendi de büyüktü bizim için… Mustafa olan ilk adı “Kötülüklerden arınmış; süzülüp temizlenmiş” anlamını taşıyor. Necati de “Kurtuluşa ermiş” demekti. Bunlardan yola çıkarsak ismiyle müsemma bir insan olduğu sonucuna varırız. O, roman tekniğine hâkimdi. Dili titizce kullanıyordu. Sepetçioğlu, Karadeniz kökenli bir yiğit yürekti. 1932’de Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelmişti. Temel eğitimini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a açılmıştı. Ortaöğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlamıştı. Çocukluğundan beri edebiyata gönül vermişti. Onun için de yükseköğrenimini bu alanda yaptı. 1956’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Fakat dört duvar arasında kalan öğretmenliğe sıcak bakmadı. İstanbul Belediyesi’nde memurluk, Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü, İstanbul Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik yaptı. İlk hikâyesi henüz 16 yaşındayken Sivas’ta basılan Hakikat gazetesinde çıktı. Daha sonraki hikâyeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili, Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlandı. ‘Çağlayanlı Vadi’ adlı romanı Vatan gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra nehir roman diye adlandırılan seri romanlar yazmaya başladı. Bu romanlar birbirinin devamı niteliğindeydi. Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basışı olarak bilinen Malazgirt’ten başlayarak günümüze kadar bu nehir roman silsilesini devam ettirdi. Tarihî malumatları roman sıcaklığında ve güzelliğinde yoğurarak okuyucuya sundu. Böylelikle de tarihimizi ve millî değerlerimizi gençlere öğretti ve sevdirdi. Onun romanlarını okuyup da Osmanlı’yı sevmeyen bir insan gösteremezsiniz. Sepetçioğlu öte yandan oyunlar da yazdı. ‘Trampacılar’ adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Sepetçioğlu’nun, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği Büyük Otmarlar, önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu, ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi. Bu sahada da iyi eserler verdi. Mustafa Necati Sepetçioğlu, bir noktaya kadar sağlığında kadri bilinmiş yazarlardandı. ‘Gece Vaktinde Gün Dönümü’ ve ‘Karanlıkta Mum Işığı’ adlı kitaplarıyla ‘Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı kazandı. 1994’te kendisine İLESAM üstün hizmet beratı verildi. 1998’de Atatürk Dil-Tarih Kurumu şeref üyeliği’ne seçildi. Bunlar herkese nasip olmayan manevî payelerdir. Edebiyatımıza onlarca kıymetli eser kazandıran Sepetçioğlu, geniş bir okur kitlesine sahipti. Romanları arasında şunları sayabiliriz: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Karanlıkta Mum Işığı, Darağacı, Sabır, Ebem Kuşağı, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu, Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi; Geçitteki Ülke....Ve Çanakkale 1 / Geldiler,... Ve Çanakkale 2 / Gördüler... Ve Çanakkale 3 / Döndüler, Kutsal Mahpus, Sabır Ağacı, Benim Adım Yunus Emre, Bir Ömür Boyu Kıbrıs…” Bu arada yazdığı son eseri “Yesili Hoca Ahmed” adını taşıyordu. Sepetçioğlu çağımızın Dede Korkut’uydu. Müslüman-Türk kimliğiyle şeref duyuyordu. Tarihe karşı sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmişti. Hain kuşatmalara karşı kalemini kılıç gibi kullanmıştı. Türk edebiyatına birbirinden güzel ve orijinal eser kazandıran bu büyük insanı çok iyi okuyup yorumlamak lâzımdır. O günümüz aydınlarından şikâyetçiydi. Onlarla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu: “Bizdeki 'aydın'cıklar yaşayabilmek, daha çok semirip sömürmek üzere önce bizleri, sonra yakınlarından en yakınlarına kadar dostlarını ve dost bildiklerini sağırlaştırır, dilsizleştirir, öldürebilirler. Yeri geldiğinde de gözlerinize kaka kaka, kulaklarınıza çakarcasına hıyanetlerini ‘ilân’ ederek hainlikleriyle öğünürler. Şeyhleri N.H’den mirastır bu, vasiyettir.” Bir nesil onun kitaplarıyla büyüdü. Bu kitaplardan ilham alanlar vatanlarını sevdi ve başlarına taç eyledi. Şimdi her biri mühim vazifelerde bulunarak bu vatana hizmet ediyorlar. Sepetçioğlu, bildiğimiz sınıf ortamında öğretmenlik yapmasa da bir millete muallim olma şerefini taşıdı. Bizlere çok şey öğretti. 09 Temmuz 2006 Pazar günü Hakk’a kavuşan bu güzel insan, arkasında milyonlarca sevenini bıraktı. Allah rahmet eylesin.
CEP TELEFONU ÇIKTI NEZAKET BOZULDU
M.NİHAT MALKOÇ
Teknolojinin zirveye ulaştığı bir çağdayız. Dün hayal bile edemediklerimizi bugün yaşıyoruz. Gerçekten de dünya koşar adım uzay çağına doğru ilerliyor. Gün geçmiyor ki bir büyük yenilik hayatımıza girmesin.
Hayatımızı değiştiren ve kolaylaştıran buluşlardan birisi de cep telefonlarıdır. Kısa zamanda hayatımızın olmazsa olmazları arasına giren bu iletişim vasıtaları her geçen gün yayılıyor. Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bu teknoloji harikası, çocuğundan yaşlısına kadar hemen herkesin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Adeta çağdaş bir oyuncağımız oldu bu aletler.
Cep telefonu deyip geçmeyin… Çok mühim bir buluş bu… Dilediğiniz yerde ve zamanda dilediğiniz kişiyle iletişim kurabiliyorsunuz. Sabit telefonlarda olduğu gibi bir yere bağımlı değilsiniz. Dileyen kişi sizinle konuşma imkânına sahip… Herkes bir tuşun ucunda… Mekân olarak uzak olsalar da sesleri size çok yakın.
Günümüz dünyasında bir cep telefonu çılgınlığı yaşanıyor. İstatistiklere göre 1994 yılında dünyada 692 milyon cep telefonu satılarak rekor kırıldı. Cep telefonu sahipliği oranı önceki yıla göre yüzde 34 arttı. Özellikle renkli ekran ve fotoğraf makinesi özellikli telefonlar sebebiyle rekorlar kırıldı. 2005’te aktif cep telefonu abonesi sayısı dünyada 1,7 milyara ulaştı.
Bu rakamlar sizi şaşırtmasın. Bu rakamların yarıya yakını ilk kez cep telefonu alırken bir o kadarı da mevcut telefonunu değiştiriyor. Yeni telefon alanları anlıyorum da, bir yıl evvel aldığı telefonu değiştirme ihtiyacı duyanları anlamakta zorlanıyorum. Hatta bazılarında bu değiştirme süresi bir aya kadar düşebiliyor. Yani bir kısım gençler çorap değiştirir gibi cep telefonu değiştiriyor. Buna anlam vermek müşkül görünüyor.
Bilindiği gibi cep telefonu pazarı yabancıların, özellikle de Avrupalıların elinde. Ülkemiz her gün cep telefonu ithal etmek için dış ülkelere milyon dolarlar veriyor. Cep telefonlarının yaygın kullanımına başlandığı 1996 yılından bu yana 30 milyar doların üzerinde bir parayı cep telefonu makineleri ithalatı için harcamışız. Bu yıllık üç milyar doların üzerinde bir rakama tekabül ediyor. Çok ihtiyacımız olan dolarlar ve avrolar gereksiz yere dışarıya çıkıyor. Neymiş efendim! .. Yeni modeli çıkmış, elindekinin kamerası yokmuş, chat yapılan tercih ediliyormuş… Bilmem daha neler… Mesaj çekme, oyun oynama, görüntü-video kaydı ve hatta chatleşme imkânı sunan yeni nesil cep telefonları moda artık. Herkes bunlardan alıyor. Eskiler çöpe giderken bu yeni nesil akıllı telefonlar ceplere giriyor. Bunları elde etmek için de bizim dövizler bazı kodamanların cebine iniyor. Onların cebine dolar inerken bizim de yüreğimize iniyor. Böyle garip bir durum var ortada.
Anlayamadığım bir şey daha var ortada… Bunlar telefon mu, yoksa sanal oyun aleti mi? Çoğu insan cep telefonunu asıl amacının dışında kullanıyor. Sabahtan akşama kadar telefonunu kurcalayan insanlar görüyoruz hayatta. Biri oyun oynuyor, öbürü mesaj yazıyor, bir başkası chat yapıyor. Hatta kameralı telefonlarla kısa metrajlı film çekenler bile var! .. Çektikleri görüntüleri şantaj amaçlı kullananlarla ilgili haberleri duymaktan usandık artık. Bu arada numarasını gizleyerek sapıklık yapanlar da cabası… Bu numara gizleme olayı cep telefonlarından kaldırılmalıdır. Buna imkân verilmemelidir. Adam olan adam numarasını gizlemez. Yani iş çığırından çıkmış görünüyor.
Piyasaya çıktıklarından bu yana büyük bir hızla yayılan cep telefonları, pek çok faydanın yanında bir kısım mahsurları da beraberinde getiriyor. Bu aletler her şeyden evvel büyük oranlarda radyasyon yayarak kişinin sağlığını ciddi biçimde bozuyorlar. Hatta kısırlık yapacak derecede elektromanyetik dalgalar yaydıkları bile söyleniyor. Bundan epey bir zaman önce Salford Üniversitesi öğretim üyesi Simon Cassidy, düzenli olarak cep telefonu kullanmanın sağlığa sigaradan daha fazla zarar verdiğini iddia etti. Cassidy, kendisinin cep telefonu kullanımını kısıtladığını ve kendi çocuklarını da cep telefonu kullanmamaları konusunda uyardığını belirtti. Bu Pazar, çok büyük bir kitleyi ve yüksek meblağlardaki paraları ilgilendirdiği için bilenler de konuşmaktan çekiniyor. Bazıları da ya yemlenerek ya da tehdit edilerek susturuluyor.
Cep telefonlarının asıl zararları sosyal hayatta kendini gösteriyor. Öncelikle insanlar artık birbirini görme ihtiyacı duymuyor. Sılayı rahim unutuldu. Her şey cep telefonuyla hallediliyor. Artık o eski gidip gelmeler olmuyor. Her şey uzaktan kumandayla hallediliyor. Bu da sosyalleşmeyi engelliyor. Birebir insanî iletişimi bozuk, kalas gibi bir insan modeli çıkıyor ortaya.
Cep telefonları icat olalı beri nezaket diye bir mefhum kalmadı hayatımızda. İnsanlar en olmadık yerde cep telefonuyla konuşup çevrenin tepkisini çekiyor. Pek çok toplantıda, gösteride cep telefonu çalan insanlara rastlıyoruz. Çok az bir kısmı yüzü kızararak telefonunu kapatıyorsa da çoğu güya çaktırmadan salon içerisinde bağıra çağıra konuşuyor. Gel sen kızma bu işe. Tabi her şey bir anda Arap saçına dönüyor; sinirler geriliyor. Fakat bazı kişiler bunu çok doğal bir işmiş gibi algılayıp “Yavuz hırsız, ev sahibini kovar” misali tepki gösterenleri kınayabiliyor. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete…”
Son yıllarda cep telefonlarında sınırsız konuşma tarifeleri çıktı. Bu durum bazı cahil kafalıları telefon manyağı yaptı. Adamlar 24 saat konuşuyor. Arabada, yolda, okulda, camide, salonda, tuvalette durmadan konuşuyorlar. Nede olsa bedava, yani sınırsız. Konuş babam konuş. Sınırsız konuşma hakkını bazıları konuşma mecburiyeti diye algılıyor! .. Okullarda öğretmenler sırf bu yüzden derse zamanında gitmeyebiliyor. Dairelerde memurlar, hastanelerde hemşireler, doktorlar, adliyelerde avukatlar, hâkimler bu zincire eklenebilir. Gece gün konuşuyoruz. Tam bize göre… Millet olarak çok konuşur az iş yaparız ya! ..
Otobüste giderken önünüzdeki veya arkanızdaki kişinin dakikalarca telefonla konuştuğunu bir düşünün…. Kafanız şişer vallahi… Tahammülünüz sıfırın altına düşer… Ya tahammül ya sefer misali tercih karmaşası yaşarsınız. Hatta maazallah, katil bile olabilirsiniz. Öte yandan hiç istemeseniz de konuşan kişinin yedi sülalesine ait malumatlara vakıf olursunuz. Özel hayatların yerlerde sürünmesi sizi rahatsız eder.
Mesele uzun ve de hayatî… Kısaca söylemek gerekirse cep telefonu da bıçak gibidir. Usta bir cerrahın elinde hayat kurtarır; bir katilin elindeyse hayatlar söndürür. Ne olur bu güzel icadı yerinde, zamanında ve de ölçülü olarak kullanın. Aldığım istihbaratlara göre yersiz kullanımlardan dolayı bu yararlı aletin mucidinin ebesine galiz göndermelerde bulunuluyor! Buna hakkınız yok! ...
BUGÜNKÜ SÜLEYMAN VE DÜNKÜ SÜLEYMANNAME
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar zamanla ne kadar da değişiyor. Öyleki tanınmaz hâle geliyorlar. Buna en güzel örnek, altı kere gidip yedi kere siyasî arenaya dönen Demirel’dir. Bir zamanlar inançlı kesimin oylarıyla Türk siyasetine yön veren bu zat bugün, yediği çanağa tükürmekten gocunmuyor. Geçenlerde eski başbakan ve de cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in bir televizyon kanalında söylediği sözler, kamuoyunun büyük tepkisiyle karşılandı. Demirel, tepki toplayan konuşmasında başörtüsüyle ilgili olarak şunları demişti: “Orası üniversite, oranın kuralları var! .. Danıştay, Anayasa Mahkemesi karar vermiş. İlla başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git! .. Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin, orada okuyun! Türkiye geriye gitmez! Türkiye laiklikten vazgeçemez. Herkes aklını başına toplasın. Türban özgürlük falan değildir! .. Bu gericiliktir! ”
Bu toprağın Nene Hatunlarının, Kara Fatmalarının mirasçılarını Arabistan’a göndermek hangi akla hizmettir? Sizin özgürlük anlayışınız bu mu? Türk şiirinin üstatlarından sayılan Necip Fazıl Kısakürek sözünü sakınmayan, doğru bildiğini her ortamda ve zamanda dile getiren dürüstlük abidesi bir insandı. Gerçek şairler çok iyi bir gözlemcidir aynı zamanda. Bizler Demirel’in bugünkü sözlerine şaşırsak da Kısakürek, bundan on yıllar evvel bu siyaset cambazının ipliğini pazara çıkarmıştı. Üstat Necip Fazıl, bundan tam otuz beş sene evvel(1971’de) yazdığı bir şiirde Süleyman Demirel’in portresini kelimelerle şöyle resmetmişti:
Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Millî yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden Müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;
Bir felâketsin ki, bin bir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satın alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclise gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kim bilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belaların son püskülüsün!
Bu dörtlüklerden sonra bize söz düşmez doğrusu… Şair muhatabının portresini bir röntgenci gibi kusursuz ortaya koymuş. Bu söylenenlerin hangi birine itiraz edersiniz? Belki az söylemiş, dahası var diyebilirsiniz. Dahasını söylemek de edibe yakışmaz. Yıllarca bu siyaset cambazının arkasından giden mütedeyyin insanlar kim bilir hangi akla hizmet için bu yola revan olmuşlardı. Çünkü son söylenenler, Demirel’in ne ilk, ne de son sayıklamalarıdır. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Oysa Müslüman basiretli olmak zorundadır. Aksi hâlde dost(!) silleleriyle adamın ensesini pazıya çevirirler. Rabbim bizlere basiret nasip eyle, eyle ki böyle tarihî sorumluluğu olan hatalara düşmeyelim.
BASAYEV’İN ŞEHADETİ VE KAFKASLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Yirminci asır dünyaya barış ve huzur getirmedi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşına sahne olan bu yüzyıl, artık geride kaldı. Yepyeni bir asra ‘merhaba’ dedik. Yirmi birinci yüzyılın daha huzurlu ve barış dolu olacağını umuyorduk ama beklediğimiz gibi olmadı. Irak’ta, Çeçenistan’da ve Filistin’de yaşananlar, bu asrın da barıştan uzak geçeceğini gösteriyor. Anlaşılan o ki kan ve kin bu yüzyılda da dünyadan silinmeyecek.
Son zamanlarda Çeçenistan’da da huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Zaten Kafkaslarda barış hiçbir zaman tesis edilemedi. Fakat bir ara olaylar durulmuştu. Birileri mevcut sükûneti dinamitleyerek aynı filmi tekrar gösterime koydu. ‘Biz bu filmi çok gördük’ desek de yine de mecburen izleyeceğiz. Çeçenlerin son lideri olarak kabul edilen Şamil Basayev birkaç gün evvel(10 Temmuz 2006) öldürüldü.
Bu hadiseden sonra insanlar birbirine şu soruyu soruyor: Bundan sonra Kafkaslar’da neler olacak? Çeçen lider Şamil Basayev’in şahadeti yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. Zira Çeçen direnişçilerin sözcüsü Mevladi Udugov’un, Çeçen lider Şamil Basayev’in öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada, “Basayev öldü, ama cihad devam ediyor” demesi yeni gelişmelerin işareti olarak yorumlanabilir.
Çeçenistan jeopolitik açıdan mühim bir yerde bulunmaktadır. Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu durum dikkate alındığında kavgaların ve sürtüşmelerin sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Rusya onlarca ülkeye bağımsızlık hakkı verdiği halde Çeçenlere bu hakkı tanımaması manidardır.
Ömrünü Çeçenistan’ın istiklali için geçiren ve bu uğurda canını hiçe sayan Şamil Basayev çok büyük bir vatansever bir insandı.1965’te Çeçenistan’ın Vedeno Bölgesi’nin Vedeno köyünde doğmuştu. 1991 Ağustos’unda Moskova’daki hükümet darbesi sırasında Yeltsin taraftarları arasında yer almıştı. Adını ilk defa Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara’ya indirdiğinde duyurmuştu. 1992 yılında Cahar Dudayev’in emri ile Abhazya’ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya’nın Gürcü işgalinden kurtulmasında birinci derecede etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu birliklerinin komutanlığına getirilmişti. Abhazya’nın ardından Çeçenistan’a dönerek Dudayev’e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili olmuştu. 1994 yılı Aralık ayında Ruslar’ın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline gelmişti.
Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995’te, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetmişti. 1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Rus güçleri Çeçenistan’ı boşaltmaya mecbur eden Cahar-Kale(Grozni) operasyonunu komuta etmişti. 1999’da Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan’a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başlamıştı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni’yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan Basayev, son olarak Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Dokka Umarov’un yardımcılığı görevine getirilmişti. Fakat o, savaşçılığıyla tanınıyordu; makamlarla işi olmazdı.
Büyük bir vatan sevdalısıydı Şamil Basayev….Vatanı için yapamayacağı bir şey yoktu. Genç yaşına rağmen, bugüne kadar yaptıkları bir destan oluşturacak düzeyde ve önemdeydi. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan ve bir bacağını kaybeden Basayev, yaşasaydı bundan sonra yaptıklarının daha fazlasını gerçekleştirecekti. Onun en büyük hayali Çeçenistan’ı bağımsız olarak göremekti. Fakat nasip olmadı. Fakat bir gün Çeçenistan da bağımsızlığına kavuşacaktır. O, bunu ötelerden seyredecektir.
Rus yetkililer Basayev’in bir kaza sonucu öldüğünü söylüyorlar. Büyük bir ihtimalle Çeçenlerin tepkisinden çekindikleri için böyle bir senaryo ortaya koydular. Fakat bu kadar basit bir senaryoya ancak ahmaklar inanır. Bazı kaynaklar olayı farklı biçimde ortaya koyuyorlar.
Rus gizli servisinin de aralarında bulunduğu değişik kaynakların verdiği bilgiler, Basayev’in yüz kilo patlayıcı ile yok edildiğini gösteriyor. İstihbarat kaynakları, Rus gizli servisinin operasyonu Çeçenlere silah ve patlayıcı madde gönderen bir ülkede başlattığını ve patlayıcıların içine uzaktan kumandayla havaya uçurulmasını sağlayacak bir cihaz yerleştirildiğini bildirdi. Bu kaynaklara göre, operasyonun son aşaması İnguş Cumhuriyeti'nin Ekajevo köyünde gerçekleştirildi. Patlayıcıları bir kamyona yerleştiren Basayev ve adamlarının birkaç araçlık konvoyla köyden ayrıldığı sırada çok şiddetli bir patlama meydana geldi. İnguş Başbakan Yardımcısı Beşir Auşev, patlamanın şiddetinden Basayev’in başının gövdesinden ayrıldığını ve teşhisin vücudunun değişik parçalarıyla yapılabildiğini, protez bacağının da bulunduğunu açıkladı. Anlatılanlara göre aynı operasyonda Basayev’in yanında bulunan 12 Çeçen de öldürüldü. Rusya Televizyonu ise, Basayev’in füze saldırısı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Bilindiği gibi Çeçenlerin ilk Başkanı Cahar Dudayev de bir Rus savaş uçağından atılan füzeyle öldürülmüştü.
Çeçenistan'daki direniş hareketinin en etkili lideri olan Basayev’in vücudunun ortadan kaldırılması Çeçen direnişini bitirmez. Çeçenler onurlu ve inatçı insanlardır. İçlerinden nice Basayevler çıkarırlar. Daha evvel Cahar Dudayev’i öldürmüşlerdi. Fakat onun yerini doldurmak için her fert, canını ortaya koydu. Böyle mühim şahsiyetlerin öldürülmesiyle direnişin duracağını umanlar herhaliyle yanılıyorlardır. Çünkü bu gibi cinayetler, direnişi ve direnişçileri daha da ateşler. Ne diyelim bundan sonrasını Ruslar düşünsün. Bizim inancımıza göre şehitlik yüksek bir mertebedir. Basayev, Hak katında bu makama yükseldi. Allah hayırlı eylesin. Çeçenlerin ve bütün Müslümanların başı sağ olsun. Zulmün sonu abad olmak değil, berbat olmaktır.
ATEİZMİN MANTIKSIZLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insan bir şeylere inanmak, bağlanmak ve ondan güç almak ister. Âdemoğlunun iç dünyasında var olan bir ihtiyaçtır bu; giderilmezse ruhsal rahatsızlıklara zemin hazırlar. Çağımızın manevî hastalıklarından birisi de inançsızlıktır. Bilindiği üzere Tanrı’nın varlığını inkâr eden öğretiye “ateizm” diyoruz. Türkçede “tanrıtanımazlık” kavramıyla karşılanmaktadır. Bunlara “kâfir, müşrik, zındık” ve özellikle “mülhit” de denmektedir. Ateistler Allah’a inanmayı ve ona sığınmayı bir acizlik olarak görürler. Kulluk onların gururuna dokunur. İnsanın acizliğini kabul etmezler. Oysa ne kadar da acizdirler, bir bilseler! ...
Ateizm bugün fikri dayanaklarını kaybetmiştir. Ateistlerin fikir babaları olan Darvin’in evrim teorisi geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Bu durum ateistlere büyük bir darbe vurmuştur. Önemli bir kaleleri düşmüştür. Fakat hâlâ akılları başlarına gelmemiştir. Bir adım önünü görmekten acizdirler; aynı bataklıkta debelenmektedirler. Gözleri kör, kulakları sağırdır. Hakikatlerden kaçıp durmaktadırlar.
Zor zamanlarda sığınılacak bir gücün varlığına inanmak büyük bir rahatlık sağlar insana. Ona dayanır ve ondan kuvvet alırsınız. Bu durum, teşebbüs gücünüzü artırır. Hayata daha sıkı tutunmanızı sağlar. Tesadüflerin kör kavşağında bocalamazsınız. Her adımınızı bilerek atarsınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi bilir, ona göre yol alırsınız. Bunların yanında öteki dünya inancı bize huzur verir, ebedîliğin hazzını yaşarız.
Geçmişten bugüne kadar ateistlerin samimiyetinden hep şüphe etmişimdir. Çünkü akıllı bir insanın Allah’ı bilememesi ve bulamamsı için ya kör ya da ahmak olması gerekir. Kişi en basitinden aynaya baksa, yaratılışındaki harika nizama akıl erdirse gerisi gelecektir. Özellikle bazı bilim adamlarının ateist olmasını hiç anlayamıyorum. Çünkü pozitif bilim, yaratılışın eninde sonunda Allah’a dayandığını ortaya koyuyor. Adına ne derseniz deyin bu kusursuz kâinatı yaratan bir güç var. Hiçbir şey kör tesadüfün eseri değildir. Bu âlemde tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir. Ateizmin mantıksızlığı güneş gibi aşikârdır.
İnsanın bir yeri acısa ya anne, ya Allah der… Ondan aldığı güvenle kendini toparlar. İçimizin huzura ermesi için kâinatın yaratıcısına inanmak zorundayız. Aksi hâlde içimizdeki şüphe ve vehimlerin gölgesi altında eziliriz. Allah’a inanmak ve her şeyin ondan geldiğini bilmek, meselelerimizin çözümü için şarttır. Böyle olmasa, dünyanın kurşundan ağır dertlerini sırtında taşıyan bir binek hayvanından farkımız olmaz. Fakat nedense ateistler rahatlamaktan ve huzurdan yana değildirler. Daima bir keşmekeş ortamı içerisinde yaşarlar; hatta böyle bir ortamın oluşması için çalışırlar. İnsanların iç huzurunu dinamitlerler. Bu açıdan baktığımızda ateizmin ruhî bir hastalık olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu hastalığa müptelâ olanların hem dünya huzuru, hem de ahiret selâmeti kalmaz. Bu cinnetten tez elden kurtulmak lâzım…
Ateistler, pozitivizme inanmış ve dayanmışlardır. Pozitivizmde sadece fiziksel veya maddî dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Her şey deneye dayanır, bunun dışındaki veriler ve anlayışlar kabul görmez. Oysa iç dünyamızla ilgili her konuda deneysel veriler elde etmek mümkün değildir. Bazen veriler de kişiyi yanılgıya götürür. İslâmî inanç her şeyin ötesinde bir değerdir. Bilimin izah edemediği şeyler de vardır. Hem düşünüp hem de gülmeniz için bununla ilgili anlatılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bilim adamı Temel, laboratuarda, beyaz tezgâh başında oturmaktadır. Önünde bir kavanoz, sivri uçlu minik bir makas ve cımbız vardır. Kavanozun içinde bir miktar pire; yan tarafta bir defter, kalem….Cımbızla kavanozdan bir pire çıkarır, tezgahın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ diye haykırır; pire sıçrar. Temel deftere bir şeyler yazar. Bir pire daha alır, itinayla tutar ve bacaklarını keser. Tezgâhın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ der. Pirede yok bir hareket! Yine defterine döner ve yazar: “Pirelerin bacakları kesildiğinde kulakları duymaz.”
Ateistler dogmalara karşıdır. Dogma, belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesidir. Ateist bu konuda da özgürlüğünü yanlış şekilde kullanır. Onlara göre sorgulamak, yüzleşmek özgürlüktür. Hiçbir konuyu dogmatik olarak kabulden yana değildirler. Onlara göre din bir dogmadır. Çünkü sorgulamadan kabul edilmektedir. Bunun için de uyuşturucu niteliğindedir. Kimseye fayda getirmez; özgürlüğü kısıtlar. Hatta daha da ileri giderek Marks’ın “Din afyondur” sözünü de benimserler; ilâhî kaynaklara var güçleriyle savaş açarlar. Tanrı’nın varlığıyla ve âhiret hayatıyla ilgili olarak ileri sürdükleri itirazları, Peygamberlerle ilgili tenkitleri bitmek bilmez. Bu konularda yeterli bilgiye de sahip değillerdir; hisleriyle hareket ederler. İşlerine gelince bilimsel yola başvururlar, bilimden şamar yiyince de hakikatleri saptırırlar.
Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah’ı kabul etmek yeterli değildir. İmanın diğer şartlarını da yerine getirmek gerekir. Onun için bazılarının yarım yamalak inanmaları Hakk katında geçerli değildir. Tevhidin gereği neyse öyle inanılmalı ve amel edilmelidir.
Ateistlere kızmaktan öte acıyorum. Bir an evvel hakikatleri görüp, sapık yoldan uzaklaşmalarını Rabbimden diliyorum. Yüce İslâm dini onları kucaklamaya hazırdır. Mevlâna’nın deyimiyle ‘tövbelerini bin kere bozmuş olsalar bile bu kapı onlara ardına kadar açıktır.’ Ne diyelim… Allah hidayet nasip eylesin.
İSMET ÖZEL VE KALIN TÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkler tarihin kaydettiği ender milletlerden biridir. Enderdirler, çünkü bu millet tarih sahnesine çıktığından beri dik ve diri durmayı becermiştir. Eğilip bükülmemiştir hiçbir zaman… Dürüstlüğü mizacının mayası kabul etmiş ve davranışlarını bunun üzerine temellendirmiştir. Müslümanlıkla bütünleşince şanına şan katmış ve imanıyla kıtalar aşmıştır.
Bu şanlı millet üzerine, dostu da düşmanı da zaman zaman güzel şeyler söyleyerek hakkını teslim etmiştir. Fakat çamur atanlar da az olmamıştır doğrusu. Lâkin Türklere çamur atanların pislikleri kendi üzerlerine sıçramıştır. Neticede altını çöpe atanlar, onun kıymetinden bir şey eksiltememiştir.
Yerli ve yabancı aydınlar yıllarca Türk milleti üzerinde düşünmüşler, fikirlerini değişik şekillerde ve ortamlarda ifade etmişlerdir. Kimileri ise fikri sabitlerden kurtulamayarak yılların terennümlerini aşamamışlardır. Bazıları da hakikatleri tüm çıplaklığıyla görmüş ve göstermiştir. Bir kısmının narası da hesapları doğrultusunda çıkmıştır. Biz hesabı şahsî olanların hezeyanlarını duymak istemiyoruz.
Türk aydınları arasında önemsediğim isimlerden birisi de İsmet Özel’dir. Uzun yıllardan beri şiir ve yazılarıyla hayatımıza yön veren bu kalem erbabı, bazen de sivri çıkışlarıyla dikkat çekmiştir. Sözünü sakınmadan söylediği için sevenleri de, sevmeyenleri de çok olmuştur. Fakat lâfını hiç kimseden esirgememiştir. Bazen kendi kendisini de hırpalamasını bilmiştir.
Son zamanlarda İsmet Özel’in ince bir kitabı bu yoğun gündemde kendine mühim bir yer edinmiş. “Kalın Türk” adını taşıyan bu kitap aslında bundan çok evvel verilmiş bir konferans metninden ibaret… Bu eser medeniyetler çatışması üzerine İzmir’de yaptığı bir konuşmanın iki kapak arasına alınmış hâlinden başka bir şey değil. Özel’in ‘Kalın Türk’ü Nisan 2006 tarihinde Şule Yayınları’ndan çıkmış. Kitap küçük hacimli; fakat 53 sayfada çok şey anlatılıyor. Geniş içerikli bir konuyu kısaca zihne yerleştiriyor. Bu kitapta da yine ince göndermelerde bulunmuş İsmet Özel… Sözünü harbi ve delikanlıca söylemiş. 13 yıl önce verilen bir konferansın, uzun zaman sonra kitaplaştırılması, Özel’in, söylediklerinin arkasında olduğunu ve durduğunu gösteriyor. Tahminlerinde yanılmamak ve sözünün eri olmak bir aydın için önemli bir değerdir. Özel, ‘Gerçek Hayat’ dergisine verdiği röportajda Türklükle Müslümanlık arasındaki ilişkiyi irdeleyerek ‘Kalın Türk’ kitabında ele aldığı mevzunun çerçevesiyle ilgili olarak da ipucu veriyor:
“Allah Resulü, cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescit inşa edenlerin mescidine hiç gitmedi ve o mescit sonunda yıkıldı: Mescid-i Dırar... Ben diyorum ki, Türk olmak, İslamiyet’in ortaya çıkışından bu yana, kâfirle çatışmayı göze almakla mukayyettir. Allah Resulü, cihada gitmedikleri için o insanlara ne münafık dedi, ne kâfir dedi. Ama mescitlerine girmedi.
Yani biz, insanların Müslümanlığına bir şey demiyoruz. Herkes Müslüman. Ama Türk olmak başka bir şeydir. Müslüman olmak Türk olmak demek değildir. Fakat Müslüman olmadan Türk olunmaz. Kâfirler bize İslam’dan tamamıyla kopuk bir Türklük yutturdular. Böyle bir şey yok. Türk ırkı diye bir şey tarihin hiçbir döneminde yok. Ama varmış gibi yaptılar. Hâlâ işler böyle yürüyor. Bu yapay ve aşağılayıcı kimlik dayatmasına bir cevabımız olmalı. Müslüman kimliğimize ve ayırıcı vasfımıza sahip çıkalım. Bakın, Müslümanların çoğunluk teşkil ettikleri bütün ülkelerde İslam’ın görüntüsü kâfirler tarafından özel olarak değiştiriliyor. Hoşgörü, temizlik… Bunlar İslam olarak öğretiliyor çocuklara. Kelimetullah uğruna kılıç çekmek yok. Bu, İslamiyet’in Türk’ten, Türk’ün İslamiyet’ten koparılmasıdır. Kılıçsız, güçsüz, meydan okumak yerine sırıtan bir insan tipi üretiliyor. Çünkü Türk’ten korkuyorlar. İnce, incelmiş Türk istiyorlar. Kraker gibi.”
Daha evvel Türklükle kalınlık ve inceliğin alakası üzerinde düşünen çıkmış mıydı acaba? Sanmıyorum… Peki, kalınlıkla Türklük bağdaşır mı? Kalınlığın sınırları çizilse nasıl bir numune çıkar ortaya? Kitapçığı okuyunca bu soruların cevabını alabiliyorsunuz. İsmet Özel’in Türklükle ilgili vurguları yeni değil aslında. O eskiden beri bu konu üzerinde kafa yormuştur. O, Türklükle Müslümanlığı etle tırnak gibi iç içe görmüştür hep… Bu kanaatini benimsemeyenler ona dört koldan saldırmıştır. Fakat bu fikrî saldırılar hakikatleri ters yüz edememiştir. İsmet Özel, kitaptan da anlaşılacağı gibi kendini ‘Kalın Türk’ olarak tavsif ediyor. Ömrü boyunca ince Türklerden olmadığını, bundan sonra da olamayacağını söylüyor.
Peki, nedir bu kalınlık incelik muhabbeti? Özel’ e göre Türkler önceden kalındı, fakat son zamanlarda incelmeye başladılar. Ona göre bu incelik hayra alâmet değil. Çünkü kıtalar aşan ve imparatorluk kuran Türkler esasında ince değildi. Eskiden beri mukavemetlidir bu sert coğrafyanın insanları. Onları hemencecik kırmak mümkün değildi. Oysa geçen zamanla birlikte Türkler de inceldi. Özel’e göre incelmiş Türkler ‘çıt’ diye kırılıyor. ‘Kalın Türk’ün yazarı bu konuda şöyle diyor:
“Türkiye’de incelmiş Türkler var. Türkiye’de çıt deyip inceldiği yerden kopacak Türkler yaşıyor. Ben gevrek Türk değilim. Kalın Türk olduğumu söylüyorum. Şiir, sosyalizm, İslâm dolayısıyla yaşadıklarım beni kalınlaştırdı. Ama sesim Davudî bir ses oldu mu? Mesele orada. Ben başkalarının da kalınlaşmasını öneriyor ve bekliyorum. İncelikten şikâyetim var. Bugüne kadar incele incele geldik. Bizim incelmemiz başkalarına geçiş kolaylığı sağladı. Biz kalınken geçemiyorlardı. Tekrar kalınlaşmalıyız.”
Ne diyelim! .... İsmet Özel böyle diyorsa bir bildiği vardır. Bizler de kendimizi boy aynasında seyredip konumumuzu tespit etmeliyiz; mevcut duruma göre yol haritamızı çizmeliyiz. Netice olarak, bir solukta okunabilecek kadar kısa ve net yazılan ‘Kalın Türk’ü bir okuyun derim. Ötesini tasarlamak ve geleceği tanzim etmek size kalmış. Bu okumanın düşünce dünyanıza katkısının olacağı muhakkaktır.
SİHİRLİ ANNEM VE ÇOCUKLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez unsurlarıdır. Onların gelecekte rahat bir hayata ulaşabilmeleri için neler yapmayız ki! ... Çocuklarımızın mutluluğu için saçımızı süpürge ederiz. Onların mutlu bir gülücüğünü nelere değişmeyiz ki… Başları ağrısa bizim bütün huzurumuz kaçar. Hayatımız adeta onlara endekslidir.
Ömrümüzün solmayan çiçekleri olarak gördüğümüz çocukların karınlarını doyurur, üstlerini giydirir, onları ele güne muhtaç etmeyiz. Fakat iç dünyalarına nedense inmeyiz. Onları sadece maddî yönleriyle ele alırız. Çünkü onların ruh dünyalarına yeterince vakıf değiliz. Dışa bakarak hüküm veririz.
Çocukları her konuda başıboş bırakmak ve onlara aşırı serbestlik tanımak doğru bir davranış değildir. Her şeyin bir sınırı vardır, olmalıdır. Onları zararlı unsurlardan, özellikle televizyonun olumsuzluklarından korumalıyız. Televizyon programları içerik olarak zararlı unsurlar içermese bile uzun süreli televizyon seyretmek, çocukların fizikî yapılarını ve ruh dünyalarını olumsuz etkiliyor.
Televizyonların çocukların ruhsal gelişimi üzerindeki yansımaları üzerinde yüzlerce araştırma yapılmıştır. Bu bilimsel çalışmaların hepsinden benzer sonuçlar çıkmıştır. Neticede çocuklara yönelik hazırlanan programların çoğunun gerçekte onların ruhî gelişimine menfi tesir ettiği hakikati göz ardı edilmemelidir. Bu programlar yapılırken hiç mi psikologlara danışılmıyor, onlardan görüş alınmıyor?
Uzun yıllardan beri televizyonlarımızda “Sihirli Annem” adında bir dizi yayınlanıyor. Bu dizi nedense çocuklar tarafından çok tutuluyor, seyrediliyor. Dizide İnci Türkay, Şahap Sayılgan, Nevra Serezli, Gül Onat, Defne Joy Foster, Suna Selen, Suat Sungur, Zuhal Topal, Süeda Çil, Gizem Güven, Buğra Özmüldür, Zeynep Özkaya ve Jess Molho rol alıyor. Dizinin senaryosunu Gamze Özer yazıyor, yönetmenliğini Tülay Kocatürk yapıyor. Söz konusu dizinin yapımcılığını da İnci Kırhan üstleniyor.
Çocukların ruhsal gelişimini olumsuz yönde etkilediğine kanaat getirilen “Sihirli Annem” dizisi, izlenme rekorları kırıyor. Kanal D’nin reyting rekortmeni dizisi ‘Sihirli Annem’, ekrana geldiği ilk günden bu yana Tüm Kişiler’de toplam 36 kez günün en çok izlenen programı olarak büyük bir rekora imza attı. Türk aile yapısına aykırı olduğu gün gibi aşikâr olan ve reenkarnasyona(ruh göçü) ait birçok unsur barındıran böyle bir dizinin yayında tutulmasının sayısız zararları vardır. Okul öncesi çocukların temiz dünyalarına sihir, büyü, peri gibi kavramları sokan bu dizinin pedagojik açıdan hiçbir faydası yoktur.
Bu diziyle alakalı olarak bugüne kadar RTÜK’e binlerce şikâyet mektubu gelmiştir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) gelen yerli dizi şikâyetlerinden yüzde 70’i ‘Kurtlar Vadisi’ ve ‘Sihirli Annem’e ait... Sihirli Annem ile ilgili ise RTÜK’e başvuranların sayısı 5 bin 81… Bu yılın ilk çeyreğinde Sihirli Annem ile ilgili şikâyetler ise geçen yıla göre yüzde 100 arttı. Arayanların büyük çoğunluğu, söz konusu dizide röntgencilik yapıldığını ve çocukların ruh sağlığının bozulduğunu savunuyor.
Dizide peri rolünde olanların bunu saklamak için sürekli yalan söylemesi, yalan söylemenin sıradan bir şey olduğu imajını yerleştiriyor. Bu arada çocukların sevgili edinmesinin normal gösterilmesi, sihir ve cinsellik gibi birçok olumsuz öğeler, çocuklar için sakınca meydana getiriyor. Onların temiz hislerini kirletiyor. Filmde aile reisinin sihirle köpeğe dönüştürülmesi, çocukların büyüklerine duyması gereken saygıyı menfî yönde etkiliyor. İnsanın köpekle eş tutulması ve itibarının alaşağı edilmesi, çocukları güldürse de ebeveynlerini içten içe üzüyor. Bunlar Müslüman Türk milletinin örf ve adetlerine uymuyor. Göz göre göre aşağılanıyoruz.
Haftada bir gösterilmesi yetmiyormuş gibi, eski bölümler de her gün yayınlanıyor. Sanki bulunmaz Hint kumaşı… Dizinin tekrarları, çalışan annelerin evde olmadığı saatlerde yayınlanıyor ve çocuklar kendileri açıp seyrediyor. Bir curcunadır kopuyor. Çocukların bilinçaltı gereksiz ayrıntılarla ve zehirli mesajlarla dolduruluyor. Saatler bir su gibi aksa da elde sıfır kalıyor. Gerisini varın siz düşünün! ...
Bilgisayar efektleriyle süslenen bu dizide adamakıllı bir mesaj verildiğine rastlayamadım. Biz büyükler de çocuklarımız seyrederken bu lüzumsuz diziye zaman zaman bakmak zorunda kalıyoruz. Çocuklarımızı bu diziden koparmak hiç de kolay olmuyor. Körpe beyinlerin yıkanmaması için çırpınsak da bunda yeterince başarılı olamıyoruz. Dizideki görsel malzemenin alımlılığı çocukları bağımlı hale getiriyor.
Bu diziyi seyreden çocuklar belli bir zaman sonra büyü yapmaya uğraşıyor. Oysa gerçek hayatta her şey öyle kolayca, büyüyle elde edilmiyor. Zahmetsiz rahmet olmuyor. Bunlar hayatın gerçekleri ama bu gibi dizilerle büyüyen çocuklar, rüya âleminde yaşıyor. Günün birinde uyanıyorlar ama bu sefer de iş işten geçiyor.
Bu dizinin ısrarla yayında tutulması ve aynı yanlış çizgide devam edilmesi, büyüklerin çocuklara bakış açısını da ortaya koyuyor. Onlara göre mühim olan, geleceğimizin mimarı olacak çocuklarımızın ruh sağlıkları değil, reklâmlardan gelecek paradır. Kalite ve derinlik de neymiş, sıradanlık pirim yapıyor günümüzde. Biz böyle oldukça ve böyle kaldıkça birileri sırtımıza binecek ve bizi bir merkep gibi kullanacaktır.
KÜRESELLEŞME YAYGARALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya teknolojik ve sosyal anlamda büyüse de iletişim ve bütünleşme açısından küçülüyor. Artık bazıları dünyayı modern ve büyük bir köy olarak tanımlıyor. Bunda da haksız değiller. Çünkü dünyada hızla sosyal bütünleşmeye doğru gidiliyor. Bu bütünleşme huzursuzlukları da beraberinde getiriyor.
Ülkeler arasında giderek gelişen ekonomik, siyasî, sosyal, kültürel ilişkilerin ve devletler arasındaki bağımlılığın artması küreselleşmeye zemin hazırladı. Özellikle ekonomik bütünleşme küresel bir dünyanın eşiğine getirdi bizi. Artık tek başına hüküm vermek ve kendi kabuğuna çekilmek geçer akçe değil modern dünya için. Lâkin benliğini koruyarak bu halkaya dâhil olunmalıdır.
Küreselleşmenin yeni bir sömürü sistemini hayata geçirdiğini söyleyenlerin temel aldığı görüşlerin tutarlılığı tartışılabilir; ama bu tezler de yabana atılmamalıdır. Bu kavramın gerçekte kapitalizmin renk değiştirmesi ve sevimli gösterilmesi olduğu hükmünü ileri sürenler de vardır. Hatta bunu politik bir tercih olarak algılayanlar da az değil. Tutarsızlıklar ve görecelikler bu noktada başlamaktadır zaten.
Gelir dağılımındaki dengesizlikler ve paylaşımın adilce gerçekleştirilememesi toplumsal rahatsızlıkların temelini teşkil ediyor. Böyle bir sistemde insanın huzur bulmasını beklemek boş bir hayaldir. Adı ne olursa olsun insana kıymet vermeyen ve insanı temel almayan anlayışlar üzerine bina edilen sistemler taraftar bulamazlar; bulsalar bile kalıcı olamazlar. Çünkü esas olan, bir avuç azınlığın değil, kitlelerin refahıdır. Küreselleşen dünya bunu sağlamaktan çok uzaktır.
Küreselleşen dünyada kalifiye insan gücüne duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Çünkü yeniliklerin kalıcılığı ve gelişimi bu potansiyelin varlığına endekslidir. Sıradan insanları hazır yiyici olarak gören ve onlara düşman gözüyle bakan bugünkü anlayış, insanı insan olduğu için değil, fayda ürettiği için dikkate almaktadır. Bu görüş nerden bakarsan tutarsızdır; insanî değildir.
Modern dünyanın insana bakışı temelden sakattır. Yeni dünya düzeni insanları ideal bir tüketici olup olmamaları yönüyle değerlendirmektedir. Tüketicilik teşvik edilmekte, bu da pazarların canlanmasına zemin hazırlamaktadır. Günümüz sistemlerinde tüketici olduğun kadar varsın ve o oranda itibarlısın. Bu anlayışın temsilcileri yoksul kitleleri kambur olarak görmekte, onlara farklı ve aşağılayıcı bir gözle bakmaktadır. Küreselciler dünyayı bir avuç zenginin çiftliğine dönüştürmenin peşindedir.
Günümüzde insanın itibarını maalesef markalar belirlemektedir. ‘Markaların adamı, adamların markası’ anlayışı hâkim durumda. Statüleri markalar belirliyor artık. Markalara bağlı bireyler yetiştiren ve onlara sadakatleri ölçüsünde kıymet biçen sistem, kendisinin dışında hareket edenleri ‘ötekiler’ diye nitelendirerek dışlamaktadır. Bu tutum, huzuru dinamitlemek için yeter de artar da…
Dünya ekonomisi hiçbir zamanda ve zeminde günümüzdeki kadar tekelleşmemişti. Bugünkü dünya, az sayıdaki büyük şirketin egemenliği altındadır. Tekeller her geçen gün büyümekte ve semirmektedir. Onlar büyüdükçe sıradan insanların direnci azalmaktadır. Meselâ General Motors ve Ford Company’nin toplam gelirleri tüm orta ve güney Afrika’nın gayri safi yurtiçi hâsılasını aşmaktadır. Gıdacı ve perakendeci WalMat şirketinin ekonomisi İsrail, Polonya ve Yunanistan’ı içeren pek çok ülkeden daha büyüktür. Böyle bir dünya ekonomisinde insanların bağımsızlıkları ve tutunabilme güçleri her geçen gün azalmaktadır.
İstatistiklere göre sadece Boeing ve Airbus şirketleri, sivil amaçlı uçak üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştirmektedir. Bugün küresel kahve üretiminin yüzde 80’ini iki, tütün endüstrisinin yüzde 87’sini dört şirket kontrol etmektedir. Uluslararası şirketler, ayrıca, dünyanın endüstriyel kapasitesinin, teknik bilgisinin çoğuna (tüm dünyadaki teknoloji ve patentlerin yüzde 90’ına) sahiptirler.
Çokuluslu şirketler ekonomi üzerindeki kontrollerini ve ağırlıklarını olağanüstü boyutlarda arttırmışlardır. Örneğin Mitsubishi şirketi, onu dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya’dan daha büyük yapan birleşik bir ekonomik faaliyeti sürdürmektedir. Mitsubishi grubunu oluşturan firmalar roketten şişeye kadar her şeyi üretmektedir. Şirketin yıllık toplam geliri 175 milyar doları geçmektedir. Mitsubishi Bank 820 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en büyük bankalarındandır.
Emperyalizmle birlikte sermaye her geçen gün daha da merkezileşmektedir. Kıyasıya rekabet, kıskançlıkları ve haset duygularını beraberinde getirmektedir. İnsanı amaç değil, araç olarak gören bu düşünce, her tavrını ‘insana rağmen’ gerçekleştirmektedir.
Aslında dünyayı politikacıların yönettiği söylense de bu gerçekte doğru değildir. Dünyayı büyük sermaye sahipleri yönetmektedir. Onların bir dediği iki edilmemektedir. Sermayeyi ülkelerine çekmek isteyen siyasiler, tekelleşen şirketlerin önünde kırk takla atmaktadır. Bu bize küreselleşmenin ve kapitalizmin acı hediyesidir. Bu zehiri her geçen gün içmekteyiz. İçtikçe de şuurumuzu, millî ve manevî benliğimizi parça parça yitirmekteyiz. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Küreselleşme yaygaraları bizi bizden koparan bir tuzaktır. Bu tuzağa düşülmemelidir.
KANSER CİNAYETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüzde hastalıklar arttı. Eskiden bu kadar çeşitli hastalıklar yoktu. Çünkü her şey doğaldı. Artık ne yediğimiz gıdalar, ne de soluklandığımız hava doğaldır. Hormonsuz meyve ve sebze bulmak nerdeyse mümkün değildir. Onun içindir ki çocuklar doğar doğmaz hastalanıyor. Hatta bazıları hasta doğuyor. Oysa eskiden insanlar köylerde yaşardı. Doğal gıdalarla beslenirdi. Yayla peynirini yer, buz gibi suyu içerdi. Nerde o günler? Stres sağlığımızı tehdit ediyor. Bunalımlar içerisinde zaman öldürüyoruz. Hayatından memnun olan pek az… Bugünlerde şehirlerde hapis hayatı yaşıyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi tabiî değil.
Çağımız hastalıklarla boğuşma çağı... Bu çağın en büyük ve en tehlikeli hastalığı da şüphesiz ki kanserdir. Son yıllarda tüm yurtta, özellikle de Karadeniz’de büyük kanser vakaları patlaması var. Özellikle Çernobil faciasından sonra bu hastalık aldı başını gidiyor. Her ne kadar yetkililer Çernobil’i kanserle ilişkilendirmiyorsa da bu doğru değildir. Bizim etkili ve yetkililer bu gibi bilgileri hep örtbas etmişlerdir.
Anormal hücrelerin kontrolsüz çoğalması ve yayılması olarak tanımlanan kanserin sebepleri üzerinde çalışılsa da pek çok konu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ülkemizde 1970’li yıllarda sebebi bilinen ölümler arasında dördüncü sırada yer alan kanser, son yıllarda kalbe dayalı hastalıklarından sonra ikinci sıraya yükseldi.
Kanser, vücut hücrelerinin bir hastalığıdır. Normalde, tüm hücreler sistemli ve denetimli bir şekilde bölünür ve kendi kendilerini yenilerler. Kanserde bu olay denetim dışı kalır, hücreler kontrolsüzce bölünerek tümör tabir edilen bir yumru oluşturur veya lösemilerde olduğu gibi çok fazla miktarda lökosit(akyuvar) hücresi ürer. Onkologlara göre kanserin sebepleri evresel ve içsel nedenler olarak ikiye ayrılabilir. Çevresel nedenler (kimyasal, radyasyon, virüsler gibi) ve içsel nedenler (hormonal, bağışıklık bozuklukları, kalıtsal mutasyonlar ve diğer genetik nedenler gibi) birlikte veya ardışık olarak hücreleri etkileyerek uzun yıllar içinde kansere yol açabilirler. Vücuttaki tüm doku ve organlarda kanser gelişebilir. Erişkinlerde her yıl 100 bin nüfus için 150-300 kişi kansere yakalanır. Ülkemizde her yıl 150 bin kişinin kansere yakalandığı tahmin edilir. Fakat bu sayı son yıllarda katlanarak artmıştır. Resmi istatistikler gerçekleri yansıtmamaktadır.
Kanser olan kişiler için düşünülen ilk tedavi kemoterapi(kimyasal tedavi) ve radyoterapidir. Kemoterapi, kanser hücrelerini yok etmek için anti-kanser (sitotoksik) ilaçların kullanılmasıdır. Kemoterapi, kimyasal madde(ilaç) ve tedavi kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu tedavide mevcut bulunan yaklaşık kırk değişik ilaçtan seçilen bir veya birkaç ilaç uygulanır. Kemoterapi, kanser tedavisinde, tek başına veya cerrahi işlemle ve radyoterapi(ışın tedavisi) ile birlikte uygulanabilir. Maalesef kemoterapi ilaçları vücuttaki normal hücreleri de etkileyebilir ve kimi zaman hoş olmayan yan etkilere yol açabilirler.
Son yıllarda kemoterapi konusu iyiden iyiye tartışılmaya başlandı. Faydasından çok zararının olduğunu söyleyen doktorlar çıktı. Ben doktor olmadığım için bu konuda yorum yapamayacağım. Sizlere bununla alakalı yazılmış bir kitaptan söz edeceğim. “Kanser Cinayetleri” adını taşıyan kitap Yaşar Gören tarafından kaleme alınmış. Ozan Yayıncılık tarafından yayınlanmış. Kitap 272 sayfadan meydana geliyor. Kitapta kanser tedavisiyle ilgili çok enteresan konulara değiniliyor. Bunları okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Kendisi tıp doktoru filan değil. O bir gazeteci… En mühimi de bir kanser mağduru. Eşinin meme kanseri olması yüzünden bu konuya eğilir olmuş. Yazar, kitabıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Bu kitap; her şeyden önce, kanserden korunmak amacıyla belirlenmiş doğru beslenme yöntemleri ve alternatif tedavi biçimlerini ortaya koymakla birlikte; alternatif tedaviye övgü kitabı değildir. Kitapta bulunan verilerin tek amacı; Dr. Ivan Illich’in 'Ölüm, acı ve hastalık insan olmanın bir parçasıdır ve kültürler insanlara bu üç sorunla baş etmenin yollarını öğretir.' sözünden yola çıkarak, insanın bu doğal süreçlerini müthiş rant(getirim) mekanizmaları ve bir endüstri haline getiren, aslında çok da karmaşık ve pahalı olmayan tedavi yöntemlerini insanlardan gizleyerek kendi kasalarını doldurmanın peşinde olan, ulusal ve uluslararası 'şebeke'leri deşifre etmektir.
Eşimin kansere yakalanmasıyla birlikte bu hastalık hakkında çok şey öğrendim. Ve benim bildiklerimi kamuoyu da bilsin anlayışıyla her şeyi yazıya döktüm. Ben, tıp kitabı yazmadım. Tıp suçlarını yazdım. Kanser suçlarını yazdım. ‘Kanser Cinayetleri’ adlı kitabım, tıbbî polisiye sayılabilir. Bu kitap kendi türünün ilk örneğidir. Yazdıklarım tamamen belgelidir. Yorum yoluyla inkârı mümkün değildir. Eleştiri getirenler, çapları yetiyorsa belgeleri çürütsünler de görelim.
Evet, ben bu kitapta açık şekilde söylüyorum: Kanser hastalarını, kanser değil, kanser tedavisi öldürüyor. Kemoterapi öldürüyor, radyoterapi öldürüyor. Kanser hastalarına da yakınlarına da şunu söylüyorum: Bu tedavilerle ömrünüz uzamıyor, tersine kısalıyor. Bu tedavilere hiç başlamayın. Başlamışsanız derhal bırakın. O hastaneden hemen çıkıp evinize dönün. Çünkü geri dönüş mümkün değildir. Kemoterapi ve radyoterapinin öyle yan etkileri var ki, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz. Birkaç yıl yaşasanız bile kısır kalırsınız. Bir daha çocuğunuz olmaz. Kalbiniz, karaciğeriniz, böbrekleriniz, akciğerleriniz, kemik iliğiniz tahrip olur. Kemoterapi ya öldürür, ya da sakat bırakır.”
Mağdur gazeteci-yazar böyle diyor. Bu konuda benim de kanaatim alternatif tedavi yöntemlerine başvurmanın isabetli olacağı yönündedir. Çünkü ilaçlar da bitkilerden yapılıyor; sonra bir sürü katkı maddeleriyle zenginleştiriyorlar. Oysa doğal yoldan bitkisel tedaviye yönelirsek belki de daha güzel neticeler alınacaktır. Ben şahsen doktorlarımıza güveniyorum. Fakat Yaşar Gören’in sözlerinin de yabana atılmamasını istiyorum. Allah bizleri bu dehşetli hastalığın şerrinden korusun. Aman ha! ... Sağlığınızı ihmal etmeyin. Sağlıklı ve huzurlu günler sizlerin olsun.
YOZLAŞMANIN NERESİNDEYİZ?
M.NİHAT MALKOÇ
Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın….Her şeyden evvel dünya yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş.
Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor.
Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz sözde kalacaktır.
Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor.
İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi?
Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugününkiler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz.
Bu düğümü ancak düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmasa gerek. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor.
Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar.
Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur.
Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz.
Genel kabuller toplumları çoğunlukla bağlar. Kişi bu kabullerin ışığında hayatına yön verir. Fakat bunların da sorgulanması aklın gereğidir. Sorgu neticesinde ya çürükler ayıklanır, ya da sağlamlık tescil edilmiş olur. Bu testten geçen fikriyat, rüzgârın önüne atılan yaprak misali başıboş sürüklenmez. Fırtınaya yakalansa da ayakta kalmasını bilir. Bu dirayetin ve basiretin son basamağıdır.
Yozlaşmada biraz da gönüllülük esastır. Siz önünüze gelen her şeyi iştahla midenize indirirseniz yanınızda her zaman panzehir taşımak mecburiyetinde kalırsınız. Hissiyat zehirlenmesi gıda zehirlenmesine de benzemez. Çünkü gıda zehirlenmesi midenin yıkanmasıyla bertaraf edilebilir. Fakat modern tıpta henüz belleği yıkayan ve durulayan bir alet icat edilmedi. Onun için aklınızı başınıza devşirin ve belleğinizi çöplüğe çevirmek isteyenlere müsaade etmeyin.
MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU VE TÜRK ROMANI
M.NİHAT MALKOÇ
Roman türü Türk edebiyatına Tanzimat’tan sonra girmiştir. Bundan evvel roman türünün yerini mesneviler tutuyordu. İlk örnekler verilmeden evvel Fransız edebiyatından çeviriler yapıldı. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i çevirdi. Böylece roman türünü tanımaya ve sevmeye başladık.
Bu tercümelerden sonra yerli yazarlarımız da roman türüne merak salmaya başladı. Yazarlarımız özgün örnekler vermek için kaleme sarıldı. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Fakat Batılı tarzda yazılan ilk roman olarak Namık Kemal’in İntibah’ı kabul edilmektedir. Daha sonra Ahmet Mithat Efendi yazdığı çok sayıdaki eserle Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ yeni teknikler kullanılan, Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Bugün bu roman zincirimize yeni halkalar ekleniyor.
Romanımız geçmişten bugüne çok yol kat etti. Şiir kadar olmasa da bu türe ilgi her geçen gün arttı. Bazen sıradan, bazen de özgün eserler çıktı ortaya. Hemen her yazar, roman külliyatımıza bir veya birkaç eserle katkıda bulundu. Fakat bazıları ömrünü bu işe adadı. İşte bu isimlerden birisi de geçenlerde kaybettiğimiz(09 Temmuz 2006 Pazar günü) Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur. O, ömrü boyunca onlarca roman yazarak bize kültürümüzü ve tarihimizi sevdirdi. Romanlarında tarihî gerçekleri saptırmadan işledi.
Onun adı da kendi de büyüktü bizim için… Mustafa olan ilk adı “Kötülüklerden arınmış; süzülüp temizlenmiş” anlamını taşıyor. Necati de “Kurtuluşa ermiş” demekti. Bunlardan yola çıkarsak ismiyle müsemma bir insan olduğu sonucuna varırız. O, roman tekniğine hâkimdi. Dili titizce kullanıyordu.
Sepetçioğlu, Karadeniz kökenli bir yiğit yürekti. 1932’de Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelmişti. Temel eğitimini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a açılmıştı. Ortaöğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlamıştı. Çocukluğundan beri edebiyata gönül vermişti. Onun için de yükseköğrenimini bu alanda yaptı. 1956’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Fakat dört duvar arasında kalan öğretmenliğe sıcak bakmadı. İstanbul Belediyesi’nde memurluk, Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü, İstanbul Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik yaptı.
İlk hikâyesi henüz 16 yaşındayken Sivas’ta basılan Hakikat gazetesinde çıktı. Daha sonraki hikâyeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili, Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlandı. ‘Çağlayanlı Vadi’ adlı romanı Vatan gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra nehir roman diye adlandırılan seri romanlar yazmaya başladı. Bu romanlar birbirinin devamı niteliğindeydi. Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basışı olarak bilinen Malazgirt’ten başlayarak günümüze kadar bu nehir roman silsilesini devam ettirdi. Tarihî malumatları roman sıcaklığında ve güzelliğinde yoğurarak okuyucuya sundu. Böylelikle de tarihimizi ve millî değerlerimizi gençlere öğretti ve sevdirdi. Onun romanlarını okuyup da Osmanlı’yı sevmeyen bir insan gösteremezsiniz.
Sepetçioğlu öte yandan oyunlar da yazdı. ‘Trampacılar’ adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Sepetçioğlu’nun, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği Büyük Otmarlar, önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu, ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi. Bu sahada da iyi eserler verdi.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, bir noktaya kadar sağlığında kadri bilinmiş yazarlardandı. ‘Gece Vaktinde Gün Dönümü’ ve ‘Karanlıkta Mum Işığı’ adlı kitaplarıyla ‘Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı kazandı. 1994’te kendisine İLESAM üstün hizmet beratı verildi. 1998’de Atatürk Dil-Tarih Kurumu şeref üyeliği’ne seçildi. Bunlar herkese nasip olmayan manevî payelerdir.
Edebiyatımıza onlarca kıymetli eser kazandıran Sepetçioğlu, geniş bir okur kitlesine sahipti. Romanları arasında şunları sayabiliriz: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Karanlıkta Mum Işığı, Darağacı, Sabır, Ebem Kuşağı, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu, Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi; Geçitteki Ülke....Ve Çanakkale 1 / Geldiler,... Ve Çanakkale 2 / Gördüler... Ve Çanakkale 3 / Döndüler, Kutsal Mahpus, Sabır Ağacı, Benim Adım Yunus Emre, Bir Ömür Boyu Kıbrıs…” Bu arada yazdığı son eseri “Yesili Hoca Ahmed” adını taşıyordu.
Sepetçioğlu çağımızın Dede Korkut’uydu. Müslüman-Türk kimliğiyle şeref duyuyordu. Tarihe karşı sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmişti. Hain kuşatmalara karşı kalemini kılıç gibi kullanmıştı. Türk edebiyatına birbirinden güzel ve orijinal eser kazandıran bu büyük insanı çok iyi okuyup yorumlamak lâzımdır. O günümüz aydınlarından şikâyetçiydi. Onlarla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
“Bizdeki 'aydın'cıklar yaşayabilmek, daha çok semirip sömürmek üzere önce bizleri, sonra yakınlarından en yakınlarına kadar dostlarını ve dost bildiklerini sağırlaştırır, dilsizleştirir, öldürebilirler. Yeri geldiğinde de gözlerinize kaka kaka, kulaklarınıza çakarcasına hıyanetlerini ‘ilân’ ederek hainlikleriyle öğünürler. Şeyhleri N.H’den mirastır bu, vasiyettir.”
Bir nesil onun kitaplarıyla büyüdü. Bu kitaplardan ilham alanlar vatanlarını sevdi ve başlarına taç eyledi. Şimdi her biri mühim vazifelerde bulunarak bu vatana hizmet ediyorlar. Sepetçioğlu, bildiğimiz sınıf ortamında öğretmenlik yapmasa da bir millete muallim olma şerefini taşıdı. Bizlere çok şey öğretti. 09 Temmuz 2006 Pazar günü Hakk’a kavuşan bu güzel insan, arkasında milyonlarca sevenini bıraktı. Allah rahmet eylesin.