Kadın olsun erkek olsun, erkek yanlısı olsun feminist olsun herkes günü gelince göç ediyor bu fani dünyadan. Geriye sadece bıraktığımız bir hoş seda kalıyor. Şayet bırakabilmişsek… Gerisi kısa zamanda nisyan bulutlarına karışıyor.
Feministliğiyle adını duyuran kadın yazarlarımızdan Duygu Asena da fani ömrünü noktaladı. Beyin tümörü tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 31 Temmuz 2006 Pazartesi sabaha karşı solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Kısa sayılabilecek ömrüne çok şeyler sığdıran Asena, yaşadığı sürece hep gündem oluşturdu.
Türkiye, Duygu Asena’yı feminist düşüncenin en ateşli savunucusu olarak tanıdı. Kadın hakları için birçok faaliyetin içinde bulunan Asena, bu konuyu köşe yazılarında ve kitaplarında sürekli gündeme getirdi, adeta hafızalara nakşetti. Kadın derneklerinin organize hareket etmesi için uğraştı. Erkeklere karşı, hep kadınların yanında ve yakınında yer aldı.
Duygu Asena, 1946 yılında İstanbul’da doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun olan Asena bir süre Haseki Hastanesi Çocuk Kliniği’nde pedagog olarak çalışmıştı. Daha sonra bir reklâm şirketinde metin yazarı olarak çalışan Asena’nın ilk yazısı 1972 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Gazeteciliğe ‘Şirin’ imzasını kullanarak başlayan Asena; Kadınca, Onyedi, Ev Kadını, Bella, Kim, Negatif dergilerini yönetti. Milliyet gazetesinde başladığı köşe yazarlığını Cumhuriyet ve Yarın’da sürdüren Asena’nın ilk kitabı ‘Kadının Adı Yok’ geniş bir okur kitlesine ulaştı, çok ses getirdi. Bu ifade adeta feminizm davasının sloganı oldu. Kitap 1998 yılında müstehcen bulundu, iki yıl sonra Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Duygu Asena, iki yıldır beyin tümörü tedavisi görüyordu.
Onun en çok bilinen ve ses getiren eseri ‘Kadının Adı Yok’, ilk defa 1987’de yayımlandı ve rekor kırarak bir yıl içinde kırk baskı yaptı. Aynı yıl Nokta dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” yarışmasında ve Boğaziçi Üniversitesi’nden yedi bin öğrencinin katıldığı en başarılı kitap seçiminde en fazla oyu alarak yılın kitabı seçildi.
Ne var ki Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, 1988’in nisan ayında kitabı küçüklere zararlı yayın ilan ederek poşette satılmasına karar verdi. Ancak yazar tarafından açılan dava sonucu, kitap 1991 yılında aklandı. ‘Kadının Adı Yok’ aynı yıl Hollanda ve Almanya’da bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlandı ve üst üste birkaç baskı yaptı. Hollanda’da ayrıca ikinci bir yayınevi tarafından cep kitabı olarak da basıldı. 1994’te Yunanistan’da piyasaya çıkarak best-seller oldu.
Duygu Asena bu kitabında, temiz, rahat, kıvrak anlatımıyla bir kadının yaşadıklarını, daha doğrusu cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş, herkesin üç aşağı beş yukarı tanık olabileceği ortak bir macerayı, bir kadının ağzından anlatıyor. Bu kadın, küçücük bir kızın henüz yaşanmamış doğal meraklarından, aşklar, acılar, sahtekârlıklar, hislerle dolu bir hayatın bazen hafif, bazen ağır kıpırtılarına kadar, kendi ayakları üzerinde durabilmek için mücadele ediyor. Bu kadın, pürüzsüz bir tenden kırışıklıklara uzanan zaman içinde kendisi için var olabilmeyi hedefliyor. Bütün engellere rağmen bunu başarıyor.
Bu satılarla tanıtılan kitabın yazarı Duygu Asena, feminizmin dozunu kaçıran biri olarak bazen kadınlarla erkeklerin arasını açtı. Kadını erkeğin karşısına dikerek erkeğe meydan okuttu. Elmanın birer yarısı olarak niteleyebileceğimiz iki karşı cinsi çok farklı dünyaların insanları olarak sundu. Her şeyin sevgi ve hoşgörüyle halledilmesinin hayırlara vesile olacağı gerçeğini kavga ve meydan okumayla değiştirdi. Fakat onun duygu ve düşüncelerine katılmayanlar katılanlardan daha çoktu. Çünkü Asena’nın mücadele tarzı sertti; erkeği pasifize etmeye yönelikti.
Duygu Asena’nın kadınlara (belki bilmeyerek yaptığı) zararının yarında pek çok yararı da oldu şüphesiz... Özellikle kırsal kesimde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılan ve sürekli ezilen kadınların biraz olsun gözünü açtı. Bir kısım erkeklerin ipliğini pazara çıkardı. Ezilmenin ve baskının kader olmadığı gerçeğini onlara gösterdi. Keşke kadının görevleri ve hakları konusunda biraz olsun İslâmî kaynaklara bakarak hareket etseydi, İslâmî hükümlerden ilham alsaydı; o zaman yürüttüğü dava daha temelli olurdu. Üstelik kadınlarla erkekler arasındaki güvensizlik ve nefret uçurumu oluşmazdı.
Kadın mahfilleri her zaman olduğu gibi cenazede de Asena’nın yanındaydı. Mor Çatı’dan Çağdaş Kadınlar Derneği’ne kadar herkes yılmaz bir savaşçıyı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeydi. Fakat onların içinde nice Duygu Asenalar vardır. Umarım kadınları savunurken erkeklerin haklarını ihlâl etmezler.
Feminist yazar Duygu Asena’nın cenazesi de sıra dışı oldu. Asena’nın cenazesi sarı güllerle süslendi. Tabutu kadınlar taşıdı. Kadın derneklerinin üyeleri cenazeyi adeta bir meydan okumaya dönüştürdü. Hüzünden çok öfke vardı insanların yüzünde. Alkışlar ve şarkılar da cabası… Bu öfkenin kime karşı ve niçin olduğunu herkes gibi ben de anlamakta zorlandım.
Asena’nın inancını ve din karşısındaki tavrını sorgulayacak değilim. Onun eserlerini okuyanlar bu konuda yeterince bilgiye sahiptirler. Bu hususta bize söz düşmez. En iyisini muhakkak ki Allah bilir. Ne diyelim Allah yine de amelince rahmet eylesin.
İnsan dünyaya gelirken Allah ona ‘seni Türk olarak mı, Fransız olarak mı yaratayım’ diye sormuyor. Demek ki ırkın fazla bir ehemmiyeti yok. Fakat bazı ırklar vardır ki dünya tarihi içerisinde yaptıkları çirkefliklerle insanlık önünde karalanmışlardır. Bu milletlerle ilgili olarak isim vermesem de sizler hangi milletleri kastettiği mi anlıyorsunuz.
Yaptığı akıl ve vicdan dışı icraatlarla insanlık tarihine karabasan gibi çöken milletleri insanlık unutmadı, unutmayacak da… Çünkü onların açtığı yaralar öyle kolay kapanır cinsten değil. Çok şükür ki bu hastalıklı milletler arasında Türklerin adı yok. Bu hususta ne kadar sevinsek ve övünsek azdır. Tarih Türklerle ilgili olarak hiçbir bariz çirkeflik kaydetmemiştir. Bu hususta ferdi tasarruflar olsa da dikkate alınmaz, alınmamalıdır. Şayet bunu çürüten iddia sahipleri varsa bilin ki onlar da içlerindeki kini kusup iftira atıyorlardır.
Bütün çocuklar Müslüman fıtratı üzere doğarlar. Başka milliyetlerden olsalar da ergenlik çağına kadar onlara Müslüman gözüyle bakılır. Ne zaman ki kişi akıl baliğ olur, işte o zaman inancını seçerek tescil eder. Bizler çok şükür ki Müslüman topraklarda, mümin ailelerde doğduk. Arayışa girmek mecburiyetinde kalmadık. Küçük yaşlardan itibaren Müslüman karakterinin esaslarıyla yoğrulduk. Onun için başka inançlara itibar etmedik. Bunu bir avantaj olarak görmek gerekir. Acaba o zor şartlar altında iman arayışı içerisine girip Müslümanlıkla müşerref olabilir miydik? Maazallah Batılı bir ülkede, gayri müslim bir aile içerisinde dünyaya gelseydik bugünkü konumda olmayabilirdik. Nerden baksan zor ve riskli bir arayış olurdu. Hâlimize şükretmek lâzım.
Türk milleti tarih sahnesine çıkışından bugüne kadar dik ve onurlu durmasını bilmiştir. İslamiyeti kabul etmeden evvel de bu milletin temel dinamikleri insaniyet üzere şekillenmişti. Adalet ve namus anlayışları çağın çok ilerisindeydi. İslamiyetin kabulüyle birlikte insani hassasiyetler daha da inceldi. Alpler eren oldu. Yeni alperen kimliği ses getirdi.
Şerefli Türk milleti bütün insanlığa gönderilen son din olan İslamiyetin bayraktarlığına soyundu. Aslında tarih milletimize bu vazifeyi biçti. Çünkü bu bayrağı yükseklerde salındıracak yegâne millet Türk milletiydi. Her şeyimiz islamla uyuşuyordu. Yani arada bir kan uyuşmazlığı yoktu. Onun içindir ki İslam akidelerini benimsememiz zor olmadı.
Bazıları Türklerin Müslüman olma sürecini sulandırsa da hakikatler tarihî hadiselerle rabıtalıdır. Talas Savaşı’yla başlayan Türk-Arap yakınlaşması zamanla inanç kardeşliğine dönüşmüştür. Her ne kadar tarih boyunca bu iki milleti birbirine düşürmek ve birbiriyle çatıştırmak isteyenler olmuşsa da gayelerine tam anlamıyla ulaşamamışlardır. Milletimiz islamiyete çok büyük sevgi ve hürmet göstermiştir. Şairlerimiz en güzel şiirlerini Peygamber Efendimiz için yazmışlardır. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’iVesiletü’n- Necat ve Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si bu sahadaki en mühim numunelerdir. Bu güzel naat zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir.
Bazıları Türklükle Müslümanlığı uyumsuz olarak göstermenin ve bunlardan birine öncelik vermenin çirkin mücadelesiyle vakit öldürüyor. Hatta ‘Sen önce Türk müsün, Müslüman mısın? Suda boğulmakta olan bir Müslüman’la bir Türk’ü görsen hangisini önce kurtarırsın’ gibi amiyanesıradan suallerle zihinleri bulandırmak istiyorlar. Bu basitliğe düşmeden şunu söylemeliyiz: ‘Türklük bizim bedenimizse Müslümanlık ruhumuzdur.’ Zorlamayla bedenle ruhu çelişki içerisinde göstermek kara cahilliktir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir. Zira Avrupa’da Türk deyince Batılı insanlar Müslüman’ı, Müslüman deyince de Türk’ü gözlerinin önünde canlandırıyorlar. Osmanlı devleti zamanında Türk kültürü, edebiyatı ve mimarisi İslâmî unsurlarla ve dinî motifleriyle şekillenmiştir. Bunlar eski Türk kültürünün kalıntılarıyla apayrı bir sentez oluşturmuştur. Fakat bu birleşimde hiçbir öğe sırıtmamıştır; uyumlu bir yelpaze çıkmıştır ortaya…..
Nizam-ı âlemin öncüsü olan Müslüman Türkler tarih boyunca üç kıtaya adalet götürdüler. Osmanlı güçten düşünce Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar her tarafta bir başıboşluk ve çözülme görülmeye başlandı. Huzur ve istikrar mumla aranır oldu. Bugün o topraklarda yaşayanlar ceddimizin merhamet iklimini çok özlüyorlar. Bugün kavganın beşiği olan Budin, kılıç şakırtılarını rüyasında gören Estergon, mahzun Üsküp, havaya uçurulan Mostar, kana bulanan Bosna; kısacası evlad-ı fatihan diyarı o eski şefkatli elleri arıyor. Sadece onlar mı, biz de arıyoruz o güzel insanları… Onlar ki beyaz atlara binip cennet istikametine doğru yol aldılar. Buluşmak mı? Kim bilir belki kıyamette! ....
Yiğit düştüğü yerden kalkar… Yeter ki inancımızı, kimliğimizi ve basiretimizi kaybetmeyelim. Göğsümüzü gere gere ‘Hem Türk’üm hem Müslümanım’ diyebiliyorsak temel gücümüzü ve dirayetimizi henüz kaybetmemişiz demektir. Zamanın nelere gebe olduğunu ancak Allah bilir. Tarih elbet bir gün eski yol arkadaşlarına kılavuzluk ederek onları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunun ilacı, gece gündüz demeden çalışmak ve sabırla beklemektir.
Bu dünya bütün insanların huzur ve barış içerisinde yaşamaları için Allah tarafından özenle yaratılmıştır. İnsanoğlu ne kadar ilmî araştırma yaparsa yapsın dünya dışında insanın yaşamasına uygun başka bir gezegen yoktur. Demek oluyor ki bu dünyadan başka gideceğimiz yer yok. Biz insanlar dünyaya mahkûmuz. Bunu mahkûmiyet şeklinde nitelendirmek de belki çok doğru değildir. Bunu, dünyaya bağımlı olmamız anlamında söylüyorum. Yoksa dünya kötü bir yer değildir ki bizler mahkûm olalım. Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanlardır. Kötülük insanların kör vicdanlarında saklıdır.
Hepimiz dünya denen koca bir gemideyiz. Bu geminin selâmeti mürettebatın ve yolcuların uyumuna bağlıdır. Geminin mürettebatı dünyayı yöneten liderlerdir. Yolcular ise her ülkeden, her ırktan ve her renkten insanlardır.
İnsanlık dostluğa ve barışa sadık kaldığı müddetçe huzur bulacaktır. Aksi hâlde beklenen huzur gelmeyecektir. Bugün dünyadaki kavgaların ve savaşların ana nedeni toplumların bencilliğidir, insanların paylaşmayı bilmemesidir. Oysa nimetler adaletle paylaşılsa mevcut kaynaklar hepimize yeter.
Bugün Filistin’de ve Lübnan’da yaşananlar; tahammülsüzlüğün, inanç ve çıkar çatışmalarının neticesidir. Bir avuç İsrailli, Müslüman coğrafyası içerisinde kabadayılığa soyunuyor. Tabir caizse Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yelteniyorlar. Bugün tarihî Filistin topraklarının ancak yüzde 22’si Filistinlilerin elinde, bunların üzerinde de hükümran olarak yaşamıyorlar. İki buçuk milyon Filistinli değişik Arap ülkelerinde mülteci olarak yaşıyor. Tarih boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden Yahudi yerleşimciler getirilerek Filistinlilerin evlerine, bağ bahçelerine yerleştirilmiştir. Filistinlilerin hakları ve toprakları talan edilmiştir. Bununla da kalınmamış etnik temizlik yapılmıştır.
Dünyanın gelişmiş ülkeleri yıllardan beri Filistin’e ambargo uyguluyor. Filistin’e ekonomik ve siyasî baskı yaparak İsrail’i tanımalarını istiyorlar. Bu saatten sonra İsrail’in devlet olmaktan vazgeçmesi ve siyasî kimliğini feshetmesi mümkün değildir. Bunu Filistinliler de çok iyi biliyor.Aslında Filistinliler, İsrail’in devam etmekte olan yayılmacı politikasına tepki duyuyorlar. Filistinliler, İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları boşaltmasını istiyorlar. Filistinliler mültecilerin yurtlarına dönmelerini talep ediyorlar. Son olarak da Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak ilan edilmesini arzuluyorlar. Bunlar zaten Filistin’in önceki haklarıydı. İşgalden sonra her şey gibi bu hakları da ellerinden çekip alındı.
İsrail gerçekleri çarpıtma konusunda dünyada eşsiz bir ülkedir. Onların dünyaya yaydıkları bir yaygara var. O da Arapların ve genel anlamda bütün Müslümanların antisemitik olduğu palavrasıdır. Dilerseniz bu hususta derinleşmeden evvel konunun daha iyi anlaşılması için kısaca antisemitizmden bahsedeyim.
Antisemitizm, Yahudi halkına karşı duyulan fanatik bir nefrettir. Bu ırkçı ideoloji yüzünden dünyanın dört bir yanında milyonlarca Yahudi öldürülmüş, baskı görmüş, yurdundan sürülmüş ve tehdit edilmiştir. Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüşe bağlı olan kimseye de ‘antisemitist’ diyoruz. Meselâ Hitler antisemitistti. Milyonlarca Yahudi’yi fırınlarda yaktı, soykırımın âlâsını yaptı. Fakat bugün Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları eziyetler bundan çok daha hafif değildir. Bütün bunlara rağmen bizler antisemitizmi tasvip etmiyoruz. Bütün insanlar gibi Yahudilerin de insanca yaşama hakkı vardır; bunu savunuyoruz. Fakat bu insanların başkalarına saldırma ve onları yok etme haklarının olduğuna inanmıyoruz.
İslâm dinî barışı öngörür. Her türlü ırkçılığı kınadığı gibi antisemitizmi de kınar. İslâmiyet ırkçılığı lanetler. Antisemitizm de bir çeşit ırkçılık olduğu için onu da şiddetle yasaklar. Hiçbir insan inancından dolayı aşağılanamaz, kınanamaz. Fakat İsrailliler kafalarında yanlış bir Müslüman şablonu oluşturdukları için bütün Müslümanların antisemitist olduğu paranoyası içerisindedirler.
Aslında onlar Filistinlilere yaptıkları zulmün kılıfını aramak peşindedirler. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ misali onlar da işgal ve zulümlerini dünya kamuoyuna sevimli ve haklı gösterebilmek için bütün Filistinlileri ve Müslümanları antisemitik ilan ediyorlar. Böylelikle de meşru müdafaa haklarını kullandıklarını söylüyorlar. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyimi bu mantığa giydirilmiş en şık elbise olsa gerek.
Bugünkü Yahudiler, İsrail’in işgal politikalarına karşı çıkmayı bile antisemitizm kavramı içerisinde değerlendirebiliyorlar. Oysa İsrail’i kınamanın ve İsrail’in resmi ideolojisi olan Siyonizm’i eleştirmenin, hiç bir şekilde antisemitizmle bir ilgisi yoktur. Böyle çöpten fikirler ahmakçadır, hiçbir tutar tarafları da yoktur.
Yahudiler dün olduğu gibi bugün de Müslümanlara duydukları tarihî kinlerini kusmayı sürdürüyorlar. Her fırsatta gerçekleri tersyüz ediyorlar. Ellerindeki sınırsız sermayeyle gariban Filistin halkına yapmadıklarını bırakmıyorlar. Sonra da dünyanın gözünü boyayarak kendilerini haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bunca kin ve nefret dolu saldırılardan sonra Filistinlilerden ve Müslümanlardan sevgi ve hoşgörü bekliyorlar. Umduklarını bulamayınca Müslümanları antisemitizm damgasıyla yargılıyorlar. İnsanlık bu çirkef oyuna gelmemelidir.
İlk insan Hz. Âdem’den beri dünyada barış egemen olamıyor. Herkes birbiriyle kavgalı… Hele şu Ortadoğu lanetli midir ne! … Kendimi bildim bileli Ortadoğu durulmamıştır. Buradaki kanayan yaraya merhem sürüp sağaltması gerekenler her fırsatta kaşımışlar ve kan akıtmışlardır. Bugün yaşananlar da dünkülerin devamı ve benzeridir.
Bilindiği üzere İsrail devleti 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulmuştur. Siyonist lider Theodor Herzl, 1897’de, elli yıl içinde İsrail’in kurulacağını ifade etmişti. Siyonizm’in ne kadar büyük bir tehlike olduğunu fark eden II. Abdülhamit, Filistin’e karşılık para teklif eden Siyonistlerin bu isteklerini geri çevirmişti. Onun içindir ki Abdülhamit’i tüm dünyaya ‘Kızıl Sultan ‘ olarak takdim etmişlerdi. Israrlı çabalar neticesinde Abdülhamit iktidardan uzaklaştırılınca daha rahat hareket etmeye başladılar.
Siyonistler, Türklerle Araplar arasındaki din bağını gevşetmek için planlar kurdular. Arapların Türklere karşı öfke duymaları bölgeye gönderilen ajan kışkırtıcılar tarafından sağlandı. Arap dilini ve geleneklerini çok iyi bilen ünlü İngiliz casusu Albay T. E. Lawrence bölgede geniş kapsamlı faaliyetlerde bulundu. Uzun vadede emellerine de ulaşmış oldular. Bunun yansımalarını hâlâ hissetmekteyiz.
İsrail ortalama yedi milyon nüfusa sahip, hacim bakımından küçük bir Akdeniz ülkesidir. Üstelik bütün komşuları Arap kökenlidir. Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün, Filistin devletleri arasında sıkışıp kalan İsrail söz konusu kritik bölgede olur olmaz zamanlarda ve zeminlerde komşularını ve özellikle işgal ettiği Filistin’i tehdit etmektedir. Ben İsrail’in bu deli cesaretine akıl erdiremiyorum. Nasıl oluyor da dağdan gelip bağdakini kovabiliyorlar.
Bilindiği üzere son hadiseler bir hiç uğruna cereyan etti. İsrailliler, Filistinliler tarafından iki askeri kaçırıldı diye yine dünyayı ayağa kaldırdılar. Olayın akabinde İsrail ordusu Filistin topraklarına girmiş, bakanları ve milletvekillerini esir almış. Fakat yine de hızını kesmediler. Şimdi uçaklarla, tank ve toplarla Lübnan’ı gece gündüz demeden vuruyorlar. Böyle komik ve basit bir gerekçe savaş sebebi olabilir mi? Üstelik İsrail’in esir askerleri de hâlâ yaşıyor. Filistin tarafı ise bu esirleri, İsrail zindanlarında çürüyen Filistinlilerle mübadele etmek istiyor. Bundan daha tabiî ne olabilir ki?
İsrailliler hâlâ kendilerini üstün ırk ve seçilmiş millet olarak görüyorlar. Arz-ı mevut(vaat edilmiş topraklar) da bu sakat düşüncenin eseridir. Dünyanın ileri gelen devletleri İsrail’in saldırgan politikasını görmezden geliyor. Onları kınamıyorlar bile. ABD’nin Dışişleri Bakanı Rice ‘İsrail’in ateşkes yapması için henüz erken, hem bu çözüm değil’ diyor. Bu ne demektir Allah aşkına? ‘Biraz daha bekleyelim. Ne kadar Filistinli ölürse o kadar kârdır. İsrail’i ateşkese zorlamayalım ki ABD’nin Ortadoğu’daki BOP işlesin, buna uygun zemin oluşsun. Siviller yaşlı, genç, çocuk demeden ölsün. Nasıl olsa onlar Müslüman…’ Bu tavrın dışardan okunuşu budur. Ne kadar Müslüman ölürse işlerinin o kadar kolaylaşacağını zannediyorlar. Oysa ölen her Filistinli ve Lübnanlı geride bir inanç abidesi bırakıyor. Bunu göremiyor basiretsiz gözler… Uzun vadede elbette kaybedeceklerdir.
İki İsrail askeri kaçırıldı diye İsrail’i kınamaya bile kıyamayan bugünkü ABD yönetimi Türkiye’deki şehit cenazelerini görmüyor mu? Niçin işgal ettikleri Irak topraklarında PKK’ya yönelik bir operasyon gerçekleştirmiyorlar? Albayrağa sarılıp gelenler iki İsrail askerinden daha mı kıymetsiz? Yazıklar olsun size. Bir devlet ancak bu kadar ikiyüzlü ve necis olabilir. Lanet olsun sizin adaletinize ve dünya egemenliğinize. Osmanlı adaletiyle altı yüzyıl yaşadı, fakat sizin sonunuz yakındır. Çünkü adalet çarkını döndür(e) meyen sistemler yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
ABD’yi ve onun yandaşlarını anladık da İsrail’i çepeçevre kuşatan Arap ülkelerini anlamakta zorlanıyorum. Onlara da bir çift sözüm var. Toplam yüzölçümü 21 bin kilometre kare olan bir İsrail’le nasıl baş edemiyorsunuz. İsrail’i çevreleyen ülkelerden Filistin 7 milyon, Ürdün 6 milyon, Lübnan 4 milyon, Mısır 73 milyon, Suriye 19 milyon, Suudi Arabistan 26 milyon, Irak 27 milyon, İran 72 milyon nüfusa sahiptir. Bunların toplam nüfusu 200 milyonu buluyor. Yahu hiçbir şey yapamazsanız tükürüğünüzle boğarsınız bir avuç İsrail’i… Kimden korkuyorsunuz? İsrail’in büyük biraderi ABD’den mi, onun sadık ve daimi müttefiki İngiltere’den mi? Söyleyin kimden korkuyorsunuz?
Hani İslâm’daki cihat anlayışı? Nerde Müslüman kardeşliği? Doğudaki müslümanın eline diken batsa Batıdaki Müslüman onun acısıyla ürpermeliydi. Hepiniz ABD’den icazetlisiniz. Onun için sesiniz soluğunuz çıkmıyor. Sizler dünyadaki sahte cennetlerinizde yaşayadurun. Hevesinizi alın burada. Ötelerde Allah’ın cenneti sizden iğrenecek ve sizi ağız dolusu kusacaktır. Aklıma gelmişken bir şey daha söyleyim… O göz yumarak kayırdığınız İsrail, bir gün sizin de kapınızı çalacaktır. Kaçmak için ABD biletlerinizi şimdiden hazırlayın….Benden söylemesi….Zira bastığınız topraklar kandan iyice kayganlaştı da! ...
Geçen zamanla birlikte ahlâkî yapımızda köklü değişimler ve ona bağlı dönüşümler gerçekleşiyor. Batıya yüzümüzü döndüğümüzden beri hayatımız başkalaşmaya, hatta tanınmaz bir hâl almaya başladı. Tanzimat’tan bugüne kadar pek çok şey değişti bu toplumun iç ve dış yapısında. Temel dinamiklerimiz göz göre göre alaşağı edildi. Yerlerine koyulanlar bizi ifade etmekten çok uzak görünüyor.
Müslüman-Türk topluluklarında anne babaya saygı ve hürmet üst düzeydeydi. Çünkü mevcut inancımız bu insanlara olağanüstü derecede kıymet vermiş, onları değerler silsilesinin altın halkası kabul etmiştir. Fakat geçen zamanla birlikte bu alanda da büyük bozulmalara ve değerlerde aşınmalara şahit olunmaktadır. Bu menfi gidişat elbette hayra alamet değil. Çünkü değerlerini ve değerlilerini hiçe sayan milletlerin bir adım ilerlemesi mümkün değildir.
Geleneksel Türk aile yapısı çoktan bozuldu. Eskiden birkaç nesil bir arada yaşardı. Dedeler torunlarla aynı mekânları paylaşırdı. Nineler bütün hünerlerini torunlarına aktarırdı. Tecrübeler dededen toruna aktarılarak ebedileşirdi. Fakat günümüzde bu emniyet ve gelenek halkası koparıldı. Aileler bölündü, ufalandı. Yaşlanan anne ve babalar sözüm ona huzurevlerine mahkûm edildi.
Bilindiği üzere bedenî ve zihnî engeller nedeniyle, evde bakım güçlüğü içinde olan kişiler için, kendilerini evlerinde hissettirecek ortamları sağlamak üzere devlet tarafından huzurevleri kurulmuştur. Fakat hiçbir yaşlı, evindeki huzuru bu mekânlarda bulamaz. Çünkü insana huzur ve emniyet hissi veren mekân değil, o çevrede yaşayan insanlardır. Hiçbir görevli memur, bakıma muhtaç yaşlılara aile bağlarıyla rabıtalı kişilerin sağladığı keyfi ve güven hissini yaşatamaz.
Sevgi, saygı, güven ve huzur birbirleriyle iç içe kavramlardır. Birinin varlığı ötekine destek, yokluğu ise aynı derecede köstektir. Son yüzyılda bu değerlerin hızla aşındığını görmekteyiz. Değerlerimizin erimesini, hatta buharlaşmasını görünce geleceğe dair vicdanî kanaatlerimiz ve beklentilerimiz berraklığını yitiriyor.
Hiç kimse yaşlanmayı istemez. Çünkü yaşlılık hayatı güçleştiriyor. Öyle bir zaman geliyor ki düzlükler yokuşa dönüşüyor Yaşlı olarak tanımlanan nüfus grubu çeşitli sağlık sorunları açısından risk taşıyan özel bir gruptur. En sık gözlenen sağlık sorunları bellek bozuklukları, nörolojik bozukluklar, psikolojik sorunlar, deri değişiklikleri, işitme ve görme kayıpları, kalp, dolaşım, akciğer problemleri, sindirim ve beslenme bozukluklarıdır.
Yaşlanma, bireysel bir değişim olarak kişinin fizikî ve ruhî yönden gerilemesidir. Yaşlılarımız ilerleyen zamanla birlikte pek çok yetilerini kaybediyorlar. Adeta çocuklar gibi bakıma ve himayeye muhtaç hâle geliyorlar. Bazılarının ağzında diş kalmadığı için tıpkı bebekler gibi sıvı gıdalarla besleniyorlar. Alınganlıkları ve hassasiyetleri yaşla birlikte artıyor. Kendileriyle ilgilenilmesini daha çok arzu ediyorlar. Nerden bakarsanız bakınız yaşlılar, yaşın ilerlemesiyle birlikte gittikçe çocuklaşıyorlar.
Yaşlının yaşam kalitesini arttırmak, yaşadığı süreci rahat geçirmesini sağlamak gayesiyle oluşturulan huzurevlerinde binlerce insanımız huzur arıyor. Huzurevinde ne kadar üstün konfor olsa da bu mekânlarda iç huzurun sağlanması pek mümkün değildir. Çünkü buralardaki yaşlılar sudan çıkmış balık misali çaresiz ve yalnızdırlar.
Huzurevinde zaman uzadıkça uzar. Dakikalar saat, saatler yıl, yıllar asırlar gibi uzar gider. Gözler ziyaretçi avındadır her zaman. Bir kapı tıkırtısı gözbebeklerinin canlanmasına yeter de artar da. Her tıklamanın ardında tanıdık bir seda aranır. Gelen olmazsa umutlar geleceğe tehir edilir, ama hiç kaybolmazlar. Zaten umudun tükendiği noktada yaşamak, bedene hamallık yapmaktan farksızdır. Huzurevinde zamanın durağanlaşmasını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dörtlüğündeki ifadelerle anlatabiliriz:
“Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında.”
Yaşlılık biraz da dünyaya yabancılaşmaktır. Çünkü eş dostun çoğu artık ötelerdedir. Dönülmez yolculuğa çıkmışlardır. Anılarını da toprağa gömmüştür pek çoğu. Diriler için yaşamak da nefes almaktan öte fazla bir mana taşıyamaz raddeye gelmiştir. Hayatın bu noktasında yanı başımızda sakladığımız sararmış solmuş gençlik fotoğrafları koca bir ömrün belgeseli sayılabilir.
Bilindiği gibi Batılı devletlerin yaşlı bir nüfus yapısı var. Bizim nüfusumuz onlara nazaran çok daha genç… Avrupa’da yaşlılar huzurevlerinde bakılıyor. Anne babasını evinde bakan evlat sayısı bir hayli az... Oysa biz onlardan farklıyız. Bizim inancımızda “Cennet annelerin ayakları altındadır”. Anaya, babaya, yaşlılara hizmet ve hürmet etmek Müslümanlıkta ibadet hükmündedir. Onun için ecdadımız anne babalarını el üstünde tutmuş; yaşarlarken onlara adeta ‘öf’ bile dedirtmemişlerdir. Fakat son yıllarda biz de Batının çirkef yoluna girdik. Gelinler kocalarını zorlayarak elden ayaktan düşmüş anne babaları huzurevlerine gönderiyorlar. Fakat bu devran böyle gitmez. Onlar da bir gün elden ayaktan düşeceklerdir. Kendileri de aynı şeylerle karşılaşınca o zaman yanlış yaptıklarını anlayacaklardır. Fakat o zaman da ne yazık ki iş işten geçmiş olacaktır.
Terör insanlığın evrensel belasıdır. Huzurun ve istikrarın baş düşmanıdır. Bir ülkeyi uçurumun eşiğine getirmek isteyenlerin başvuracağı en büyük kirli silahtır. Demokratik süreci hiçe sayan terör, bugüne kadar hiç kimseye yarar sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayacaktır. Terörün içeriğini bilsek de tam bir tanımını yapmak nerdeyse imkânsızdır. Çünkü bu konuya yaklaşan tarafların kanaatleri ve bakış açıları buna engel olabilmektedir. Fakat neresinden bakarsanız bakın şiddet içeren ve haksız yere kan dökülmesine yol açan çirkin bir yoldur. Yani bir hak arama mekanizması değildir. Çünkü haklar demokratik yollardan aranır. Terörizm insanlara korku ve dehşet salarak siyasal amaçları gerçekleştirme yöntemidir. İfadeden anlaşılacağı gibi terörün en büyük kozu korku ve dehşet unsurlarıyla muhataplarını yıldırma teşebbüsüdür. Terörizm adam kaçırmadan cinayete kadar uzanan ve gayesi yıldırma olan şiddet eylemlerine verilen genel addır. Terör(yılgı) zayıf olanların güçlülere ve onların temsilcilerine karşı şiddet kullanmasıdır. Fakat burada saldırının kimin tarafından gerçekleştirileceği ve nereden geleceği belli değildir. Sinsidir, gaddardır, hilekârdır. Onun içindir ki terörle mücadele zor, riskli ve pahalı bir iştir. Her ne kadar tanımlamada zorluklar yaşansa da ülkemizde, Terörle Mücadele Kanunu’nun birinci maddesinde terörün çerçevesi şöyle çizilir: “Terör, baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletini ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini ve genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemdir.” Aslında terör korkakların ve zayıfların seçtiği bir illegal(yasa dışı) bir yoldur. Onun içindir ki bu işe başvuranlar köşe bucak saklanarak ortaya çıkmaktan sakınırlar. Teröristler oyunu kuralına göre oynamazlar; vur-kaç taktiğini uygularlar. Terörist için, şiddet bir amaç değil, araçtır. Terörist için mühim olan kimin öldürüleceği değildir. Ölüm olayından sonra toplumda oluşacak infialdir. Ne kadar ses getirebilirlerse kendilerini o derece başarılı sayarlar. Onun içindir ki daha çok kadınları, çocukları ve belli konumda olanları hedef alırlar. Böylelikle toplumdaki tepki ve gerilme o derece etkili olur. Bugün dünyada terör olayları küçümsenemeyecek boyuttadır. Hemen her devletin karşı karşıya kaldığı bir örgüt vardır. Bizim cennet vatanımız da yıllardan beri terör belasıyla inim inim inlemektedir. Ülkemiz değişik terör gruplarını görmüş olsa da uzun yıllardan beri başımıza musallat olan ve onbinlerce canı canımızdan koparan PKK’nın bıraktığı acı tesiri hiçbiri bırakmamıştır. 1980 yıllardan beri bu örgütün ihanet çemberi içerisinde yaşıyoruz. Bilindiği gibi 1970’li yıllarda dünyada yükselen gençlik hareketlerinin Türkiye’ye yansıması nedeniyle ülkemizde birçok yasadışı terör örgütünü kurulmaya başlamıştır. PKK terör örgütünün temeli de bu dönem içerisinde atılmıştır. 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde yapılan bir toplantıyla PKK (Kürdistan İşçi Partisi, Partiya Karkaren Kürdistan) ilan edilmiştir. (Adına bakıp da bunun siyasî bir parti olduğunu sanmayın.) Bu aynı zamanda PKK terör örgütünün birinci kongresidir. O gün bugündür geleceğimizi ve umutlarımızı çalan bu hain örgüt, bize büyük zararlar vermiştir. Söz konusu örgüt, ses getiren ilk eylemini1984’ün 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini basarak yaptı. Her geçen gün şiddet büyüdü ve bugünlere gelindi. Uzun yıllardan beri yüreklerimizi dağlayan bu hain çetenin uluslararası bağlantıları da vardır. Kim ne derse desin bu örgüt başta komşularımız olmak üzere, Batı ülkelerinden ve sözde müttefiklerimizden destek görmüştür. Muhataplarımız bunu inkâr etseler de bu durum, nice delillerle ispatlanmıştır. Bu örgüt mensupları yıllarca ülke dışında beslenmiş ve kayırılmıştır. Bu örgütün mensupları daha düne kadar Suriye’de Beka vadisinde ellerini kollarını sallayarak hareket etmişlerdir. Bugün de sözüm ona ABD kontrolündeki Kuzey Irak’ta eğitim kampları kurabilmektedirler. Fakat bizim kadim müttefiklerimiz bizi sanki ahmak yerine koyarcasına gerçekleri inkâr etmeye devam etmektedirler. Yalan zincirlerine yeni halkalar eklemektedirler. 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla eylemlerde bir yavaşlama, hatta durma görülmüştür. Artık televizyonlar pusu ve ölüm haberi vermez olmuştu. Çok sevinmiştik, umutlanmıştık. Artık çocuklarımızın kanı su gibi akmayacak demiştik. Fakat fetret dönemi uzun sürmedi. Son zamanlarda terör örgütünün eylemleri artış göstermeye başladı. Yine yürekler yanar oldu. Televizyonlarımız bayrağa sarılı tabutların başında feryat edenlerin haberlerini veriyor her gün…. Biz bu filmi defalarca gördük, bundan sonra görmek istemiyoruz. Benim askerimin saçının bir kılı bile muteberdir. Onun canıyla kumar oynayanlar, Hakk’ın ve halkın önünde hesap verecektir. Zalimler döktükleri kanların içinde boğulacaklardır. Bu ülke ne zaman kalkınma emareleri gösterse birileri bozuk plakları gösterime sürer. Eski filmler vizyona sokulur. Bu da onlardan birisi olsa gerek. Fakat planlarında ilâ nihaye başarılı olamayacaklardır. Bu ülke çapulculara bırakılamayacak kadar kutsaldır. Kimse heveslenmesin. İhanet çemberi elbette kırılacaktır. Bu böyle biline….
Dünyamız iki karşı cinsin(kadınla erkeğin) huzur içerisinde yaşaması için yaratılmış bir mekândır. Dünyanın ve insanın var edilişinde sayısız hikmetler mevcuttur. Bu dünyada her şeyden evvel büyük bir imtihandayız. İmtihan sırrını anlamak ve gereğini yerine getirmek gerekir. Yoksa gönül eğlendirmek için gelmedik dünyaya. Kulluk gömleğini giyerek büyük bir sorumluluğun altına girdik. Dünyanın bir erkekle bir dişi temeli üzerinde bina edilmesi şuurlu bir tercihin neticesidir. Böyle olmasaydı hayat ne kadar da zor olurdu. Nitekim yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.(Rum Suresi 21. Ayet) Kadınla erkek bir elmanın her bir yarısı gibidir. Bir araya gelerek bütünlük teşkil ederler. Tek başlarına eksiktirler; kenetlenince mücadele güçleri artar. Aileyi birlikte kurarlar. Neslin devamı için evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir. Dinimizde mazeretsiz olarak evliliği tehir etmek kerih görülmüştür. Onun için Allahü Tealâ kadınla erkek arasında büyük bir sevgi ve iştiyak yaratmıştır. Bu cinselliğin ötesinde bir duygudur. Buna ‘ruhların kenetlenmesi’ de diyebiliriz. Kadınla erkek etle tırnakken belli bir zaman sonra ailede gevşemeler başlar. Ailenin her bir ferdi, karşısındakine farklı gözle bakmaya başlar; ilişkiler sıradanlaşır. Saygı ve sevgi ortadan kalkınca evlilik hukukî bir sözleşme olmaktan başka bir ifade etmez olur. İşin bu noktaya gelmesinde fertlerin sorumluluğu değişik oranlarda kendini gösterir. Bazen kadın, bazen de erkek suçludur. Aile bağlarının kopmasında kaynananın, kaynatanın, görümcenin, kaynın ve çocukların da tesiri olabilir. Bunun dışında en büyük sebep eşlerin birbirini kıskanmasıdır. Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi aldatmak genelde erkeklerle yan yana anılan bir kavramdır. Ortak kanaat odur ki erkekler aldatmaya daha meyillidir. Her ne kadar bazı kadınlar da kocalarını aldatıyorsa da bunun miktarı erkeklere göre daha azdır. Aldatmak ihalesi erkeklerin üzerine kalmıştır. Aldatmak bir anlık değişimin ve dönüşümün ürünü değildir. İnsanlar belli bir birikim sonucunda eşlerinden soğurlar. Halk tabiriyle bir noktadan sonra bıçak kemiğe dayanır. Diğer bir deyişle boğazına kadar gelir. O noktada verilen karar, kişinin geleceğini şekillendirir. Bu mevzunun altında biyolojik, psikolojik ve sosyal nedenlerin olduğu da bilinmelidir. İnancı tam olan insanlar aldatmanın bir afet olduğunu bilir. Zira aldatmak hem dinen, hem de örfen doğru bir davranış değildir. Hadisenin bu boyutuyla ilgilenen pek yoktur. Bilindiği gibi bir kadınla nikâhsız veya rızasız olarak cinsel temasta bulunmak zinadır. Bu da dinimizin şiddetle yasakladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur” (İsrâ S.32. Ayet) . “Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar” (Furkan S. 68.Ayet) Erkekler niçin aldatır sorusunu sorduğumuzda bir ikinci soru daha aklımıza geliyor: “Kadınlar neden aldanır? ” Biraz da bunu sorgulamak gerekir. Erkek bir kadında aradığını bulsa onu yine de aldatır mı? Bu soruların mutlak bir cevabı yoktur. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Herkes için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Fakat bazı kadınlar şirretlikte ileri gittiği için aldatılmaya kendileri zemin hazırlamıştır. Erkeğin kaçıp kurtulmaktan başka çaresi kalmamıştır. Fakat bunların sayısı büyük bir yekûn tutmaz. Hiçbir mazeret aldatmayı masum gösteremez. Lâkin cinslerin buna ortam hazırlamaması gerekir. Aldatma konusunda erkeklerin adı çıkmıştır bir kere. Onun için masum olanlar da bu yaftadan kolay kolay kurtulamaz. Oysa mühim olan karşılıklı güvendir. Fakat bunu sağlamak çok da kolay değildir. Hele bir açık verdiysen, sağladığın itimadı bir daha geri getiremezsin. Onun için erkeğin de kadının da namus kavramına sadık yaşaması meseleyi kökünden halleder. Gelenek ve göreneklerine bağlı, dinine düşkün kişiler ne aldanır, ne de aldatır. Çünkü onlar bunun hesabını dünyada olmasa bile, rûz-ı mahşerde vereceklerini çok iyi bilirler. Allah korkusu onları iffetli olmaya sevk eder. İffet genelde kadınla ilgili bir kavram sanılır. Oysa iffet erkeği de bağlar. Güzel dinimiz, kadınla erkeği bu hususta da ayırmamıştır. Çok eşliliğin de şartları vardır. Yoksa canı çeken dilediğince evlenemez. Bu konuyu böyle anlamalı ve namus ölçüleri içerisinde huzurla yaşamalıyız.
Her şey mektupların kesilmesiyle başlamıştı. Haramiler posta katarlarının önünü kesmişti. Mektupların hayat pınarımızdı bizim. Gelir diye, umut ve merakla geceleri gündüze ekliyorduk. Ve bir gün geldi mektubun sabah rüzgârıyla… Sevinç gözyaşlarıyla ıslanmıştı zarfın her yanı. Demek açılmıştı posta katarlarının yolu. Zarfı açtığımda “Vatan sağ olsun” yazısı ilişti gözüme. Devamını okumak gerekmiyordu zaten. Mektup elimden düşmüştü yere. Annem meraklı gözlerle beni süzüyordu. Belli ki kötü bir şeylerin habercisiydi bu şaşkın bakışlar… Ölüm haberin gelmişti baba. Gözyaşları sağnak sağnak boşalıyordu göz pınarlarından. Annem yorgan döşek, günlerce kalkmadı ayağa… Kandil dağlarından esen acı poyraz, bahçemizin en nadide gülünü kırmıştı orta yerinden boylu boyunca… Bahçenin bir köşesinde boynunu bükmüştü gonca güller… Kırağı yemişlerdi beklenmedik bir zamanda. Dallarımız budanmıştı hoyrat ellerce. Yüreğimize kor ateşler düşmüştü. Fakat sen ölmemiştin baba. Çünkü şehitler ölmez. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.” diyor Hazreti Allah. Bununla teselli oluyoruz ancak… Sen ölümün içinde buldun ebedî hayatı. Ölüm ölümsüzlüğün kapısını açtı sana. Yürek dağlarımın eriyen karı, bahar kokulu bahçemin solan çiçeği, evimizin yıkılan direği, canım, biricik babacığım; Sen bizi bırakıp gittiğinden beri hep bir yanımız eksik kaldı. Hain kurşunlara hedef olduğun o talihsiz zaman dilimi sanki dondurdu hayatımızı. Fakat biz yarınları değil dünü yaşıyoruz seninle. Yarınlarımız yetim, onun için mazide kalmayı, o şefkat iklimine sığınmayı yeğliyorum. Sen varsın dünümde. Bugünler ve yarınlar babasızlığın ağır yükünü ve mahzunluğunu sırtıma yüklemiş. Taşıyamıyorum kurşundan ağır bu yükü baba. Biz dünü yaşıyoruz baba, yani senin hatıranı… Onun için soframızda hep bir tabak ve bir kaşık artıyor o günden beri. Boş kalan tabakta senin ruhun ve kısacık hayata sığdırdığın hatıraların gizli. O tabak hep boş kalacak. Bunu düşündükçe içim acıyor; gözlerim sulanıyor. Bedenen olmasa da ruhen aramızdasın. Tabağımız ve kaşığımız boş kalsa da hatıralarının sıcaklığı ısıtacak içimiz. Bununla avunacağız bu fani dünyada. Biliyor musun baba? Asker potinlerin hâlâ kapımızda duruyor. Yıllardan beri hiç giyilmeseler de sımsıcak içleri. Haftada bir boyayıp cilalıyorum asker potinlerini. Misafirliğe gelenler yetim bir yuvanın kapısına dayandıklarını bilmesinler. Bize yukardan bakıp acımasınlar. Her evin olduğu gibi bizim evin de bir babası olduğunu sansınlar. Kahverengi pantolunun cebindeki köstekli cep saatin hâlâ çalışıyor. Geceleri yanıma alıyorum onu. Çıkan tik tak sesleri nabzının attığını hissettiriyor bana. Babam ölmedi diyorum. Uzun bir gurbet yolculuğuna çıktı, dönüşü olmayan yola revan oldu. Biz de bir gün bu yoldan sana geleceğiz baba… Sana kavuşma heyecanıyla zamanın bir çırpıda gelip geçmesini istiyorum. Sensiz dünyanın ne tadı, ne tuzu var. Annem elbiselerini de kaldırmadı gardıroptan… Güveler vurmasın diye her yıl naftalin döküyoruz üzerlerine. Şimdilik içlerini dolduramasam da belli ki gelecekte bana miras kalacaklar. Miras dedim de aklıma geldi. Sen bana maddî bir miras bırakamadın ama iyi bir nam bıraktın ardında. Kirlenmemiş bir hayat sundun çocuklarına. Her Cuma gecesi yasinler gönderiyorum mübarek ruhuna. Biliyorum ki orada rahatsın. Peygamberimizin “livaül hamd” sancağı altında gölgeleniyorsun. Kardeşim Dilara’yı hiç merak etme. O benim şefkat kanatlarımın altında çocukluğunun pembe rüyalarını görüyor. Senin boşluğunu dolduramasam da yeri gelince bir abi, yeri gelince bir baba oluyorum ona. Daha doğrusunu söylemek gerekirse garibanı Allah koruyor baba. Onun için gözün arkada kalmasın, rahat uyu toprağında… Sen vatan yoluna baş koydun baba. Canın karşılığında cennetin tapusunu verdiler sana. Fakat ben teselli bulamadım dünyada. Bunu da çocukluğuma say baba. Aradan yıllar geçmesine rağmen seni bir türlü unutamıyorum. Hayalin gözbebeklerime takılıp kalıyor. Herkes babasıyla el ele gezerken bakamıyorum onlara baba. İçime bir garip hüzün çöküyor o anda. Kanım donuyor gün ortasında. Oysa ne güzel hayallerimiz vardı yarınlara dair… Biz geleceğin planını kurarken melekler gülüyordu kenarda. Olmadı, olmadı habersiz gidişin baba. Yoluna güller koyduğum mübarek insan… Sen de Hamzalar’ın, Ömerler’in, Aliler’in yoluna baş koydun. Mübarek şehadet şerbetini yudum yudum içtin baba… Avutmuyor isyankâr yüreğimi yarına dair düşler… Sensiz bir dünyanın kendi buz tutmuş karanlık düştür zaten. Türküler ağıt gibi geliyor bana. İkindi yağmurlarıyla ıslatıyorum kavrulan bedenimi. Yine de içim yanıyor, bağrım kanıyor baba… Fazla söze ne hacet… Son sözü sen söyledin baba… Bir yetimin kanayan ruhundan yansıyan sözlerle örülü, titreyen ellerle yazılan bu pulsuz mektubu kabul et baba…Sözlerimi şair Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle tamamlamak istiyorum: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Cennette yetim oğluna da bir gölgelik ayır baba. Seni dünya gözüyle görmek mümkün olmasa da bari Cuma ve kandil gecelerinde rüyalarıma gir baba. Belki böylelikle her dem çoğalan hasretimiz diner sabaha. Rahmet sana, minnet sana, gülşende gonca gül baba! ...
Ansiklopediler milletlerin kültürel birikimlerini içeren bilgi havuzlarıdır. Bu havuzda hem dünya genelindeki birikimler, hem de bir milletin iç bünyesinde oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyat değerleri bir araya getirilir. Bunlar bütün insanlığın kullanımına sunulur. Dünya genelinde belli başlı bir kısım ansiklopediler ön plana çıkarak şöhret kazanmışlardır. Bunlar arasında Ana Britanica ve Meydan Larouse sayılabilir. Dünyada haklı bir üne kavuşmuş bu eserler pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bizler yıllardan beri dünya ve ülkemiz hakkındaki bilgileri bu yabancı kaynaklardan edinmişiz. Bu durum bazen yanlış malumatlar elde etmemize yol açmıştır. Bugün kültür piyasasında İslam Ansiklopedisi adında geniş kapsamlı bir eser yer almaktadır. Bu ansiklopedi ne yazık ki Batılılar tarafından kaleme alınmış bir eserdir. 1908’de Hollanda’da çalışmalarına başlanmış ve 1938’de tamamlanmıştır. Bu ecnebi kökenli ansiklopedide on bin civarında madde vardır. Müsteşrikler(Doğu bilimci, Şarkiyatçı, oryantalist) tarafından hazırlandığı için eksik ve yanlış bilgilerle doludur. Bu bilgilerin bazıları da maksatlıdır. Ülkemizde bugüne kadar değişik hacimlerde pek çok ansiklopedi çıkarılmıştır. Fakat bunlar içerik açısından tatmin edici boyutlarda değillerdi. Özellikle dinî konulardaki bilgileri eksiksiz ve tarafsız olarak sunan bir eser yoktu. Bu eksikliği fark eden İslâm Araştırmaları Vakfı, kısa adıyla İSAM yetkilileri, kolları sıvayarak çok uzun ve çetin bir çalışmanın içine girdi. Çünkü sosyal bilimler ve din bilimleri alanında kusursuz yerli bir başvuru kaynağı yoktu. Bu bizim büyük bir eksiğimizdi. Bu konuda cesaret sahibi birileri elini taşın altına koymalıydı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç bu işin organizasyonunu üstlendi. 1980’li yıllarda başlanan çalışmalar bugün aynı hızla ve heyecanla devam ediyor. Önemli kurumlarımızdan biri olan ve T.D.V. İslam Ansiklopedisi’ni yayınlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bunun yanı sıra ilmî araştırmalar yapmak, konferans, seminer vb. ilmî toplantılar düzenlemek, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmacılar yetiştirmek, bu maksatla gerekli programları hazırlayıp uygulamak, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kurmak, ilmî-dinî konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlamak ve bunları neşretmek üzere kurulmuş olup, kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir. Ülkemizde bugüne kadar yayınlanan ilk telif ansiklopedi, hâlâ yayını devam etmekte olan T.D.V.İslâm Ansiklopedisi’dir. Ülkemizin kültür sahasındaki gururu sayılan bu kapsamlı eser, tamamlandığında 45 cilt olacaktır. Bu fevkalâde görkemli bir çalışmadır. Ülkemizde bugüne dek böyle geniş kapsamlı bir çalışma yürütülmedi. Eserin sloganı “Bize ve dünyaya kaynak” olması boşuna değildir. Hakikaten tamamlandığında bize ve bütün dünya milletlerine mühim bir başvuru kaynağı olacaktır. Diyanet Vakfı bugüne kadar ülke içinde ve dışında(özellikle kardeş Türk Cumhuriyetlerinde) çok hayırlı hizmetlere imza attı; hayırseverlerle muhtaçlar arasında adeta bir köprü vazifesi gördü. Bu hizmet zincirinin önemli bir halkası olan ansiklopedi çalışması, çok büyük bir kültür ihtiyacını karşılayacaktır. Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli kültür hizmetlerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin her maddesi telif ürünüdür. Tamamlandığında cilt sayısının 45’i bulacağı tahmin edilen bu büyük temel eserin Türk ve İslam Dünyasına dev bir kaynak olacağına inanılmaktadır. Dünya yayıncılık alanında da kendi dalında ilk orijinal çalışma niteliği taşımaktadır. İslam Ansiklopedisi ile bir yandan okuyuculara İslamî konularda doğru bilgi aktarımını sağlamak ve güvenilir bir kaynak sunabilmek, bir yandan da ilmî araştırma yapacak olanlara yardımcı olabilmek amaçlanmaktadır. Bu eser tamamlandığında kütüphanelerimiz adeta şenlenecektir. Bilgi adına arayıp da bulamadığımız pek bir şey kalmayacaktır. Asırların birikimi, raflarımızda bizlerin istifadesine amade olacaktır. İslâm Ansiklopedisi çok kapsamlı bir çalışma olduğu için tamamlanması uzun yılları alacaktır. Bu çeşit eserlerin bir iki yılda hazırlanması mümkün değildir. Zira müsteşriklerin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi’nin otuz yılda bitirildiği düşünülürse, meselenin zorluk derecesi daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgilenenlerin yakinen bildiği gibi İSAM, ansiklopedi çalışmalarını plânlandığı şekilde yürütmekte olup altı ayda bir olmak üzere yılda iki cildi neşre hazır hale getirmeye devam etmektedir. Bazıları bir cilt için altı ayı uzun bulmaktadır. Böyle düşünenler de haklıdır. Fakat bu işler sanıldığı kadar kolay değildir. İlmî bir çalışma olduğu için ince eleyip sık dokumak gerekir. Bu işin çok büyük sorumlulukları vardır. Hadisenin bir de maddî boyutu düşünülürse zorlukların derecesine vakıf olunur. Bu köklü projenin ilk adımında bütün ansiklopediler ve dinî başvuru kaynakları taranmıştır. Yapılan titiz çalışmalar neticesinde on sekiz bin madde tespit edilmiştir. Bu maddeler ilim dallarına ayrılmış ve bu maddeleri kimlerin daha iyi yazacağı araştırılıp ilim adamları ve yazarlar tek tek tespit edilmiştir. Madde tespitinden eserin tashihine kadar onlarca aşamadan geçen çalışmalar neticesinde mükemmel bir eser vücuda getirilmiştir. Ülkemizde bilen de, bilmeyen de her konuda ahkâm kesmeye bayılır. Bir saat içinde hükümetler kurar, ihtilaller yaparız. Kendi değerlerimizi ve onları vücuda getirenleri aşağılayıp dururuz. Nedense güzellikleri görmezlikten geliriz. Oysa ülkemizde olumsuzlukların yanında güzel işler de gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de güzel şeylerin de yapıldığının en güzel örneklerinden biri İslâm Ansiklopedisi’dir. Ben bu denli zengin bir kültür birikimine sahip olan bir memleketin ve bu birikimi ihtiva eden böyle bir eseri hazırlayan bir ülkenin ferdi olmaktan mutluyum ve gururluyum. İslâm Ansiklopedisiyle ne kadar övünsek azdır. Fakat bu konudaki en büyük eksiğimiz bu güzel eseri yeterince tanıtamamaktır. Bugün İslam Ansiklopedisi ortalama 70–75 bin civarında satıyor. Yetmiş milyonu aşkın nüfusu barındıran bir ülke için bu rakam gülünçtür. Bir hanenin dört kişiden oluştuğunu var sayarsak bu kıymetli eserin mevcut hanelerin yüzde birine bile giremediği görülür. Bu rakam, verilen bunca emeğe karşılık devede kulak bile değildir. Okumayan bir millet olduğumuz aşikârdır. Fakat bu faydalı ve kapsamlı ansiklopediyle ilgili olarak televizyonlardan, gazetelerden ve diğer kitle iletişim araçlarından yeterince tanıtım yapılabilse mevcut satışlar üçe-beşe katlanır. Bu arada ansiklopedinin her bir cildinin pahalıya satıldığını düşünüyorum. Belki maliyetler yüksek olduğu için böyle fiyatlandırılmaktadır. Fakat her evde bulunması gereken böyle bir eseri devletin maddî açıdan desteklemesi(sübvanse etmesi) gerekir. Her bir cilt on milyondan satılırsa hemen herkes bu eseri kütüphanesine kazandırır. Bugün Diyanet Vakfı’nın depoları ağzına kadar bu eserle doludur. Yani stok yapılmaktadır. Son cildin basımı bitince kampanyalar düzenlenecek ve stoklar hızla eritilecektir. Bu arada bizim insanlarımız hiçbir şeyi parça parça almayı sevmez; bütün olarak edinmek ister. Ben inanıyorum ki ansiklopedi tamamlandığında hemen herkes bu güzel başvuru kaynağını kişisel kütüphanesine kazandıracaktır. Yeter ki ülke insanının ekonomik şartları düşünülerek fiyatlandırma yapılsın. Bunun yanında zengin insanlarımızın büyük bir fedakârlık örneği göstererek İslâm Ansiklopedisi’ni satın alıp halkın hizmeti için çalışan vakıflara, derneklere, kütüphanelere, kahvehanelere, insanların toplu olarak girip çıktığı mekânlara hediye etmesi ne kadar hayırlı bir hizmet olur. Bu kıymetli eserin hazırlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.
TOKDEMİR’E AĞIT
Merhum Ali Metin Tokdemir’in aziz ruhuna! ...
Yere bastığında toprak inlerdi
Konuştuğu zaman yer gök dinlerdi
Türk-İslâm davası, buydu tek derdi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi darda koyup göçtü Tokdemir
Yüreğe kıpkızıl bir volkan düştü
İçimize titrek bir figan düştü
Kalbin merkezinde tenden can düştü
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi harda koyup göçtü Tokdemir
Başı duman duman dağlar ağladı
Hakikate gebe çağlar ağladı
Gencecik ölüye sağlar ağladı
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi narda koyup göçtü Tokdemir
Gözden yaş döküldü, yürek süzüldü
Duyan duymayan dostlar üzüldü
Karalar bağlandı, canlar büzüldü
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi yarda koyup göçtü Tokdemir
Fatiha ekerken besmele biçtik
Ülkünün yolunda sevdadan geçtik
Ölümsüzlük için gülsuyu içtik
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi karda koyup göçtü Tokdemir
Göklere sığmayan kabre sığar mı?
Bulut görünmeden yağmur yağar mı?
Hiç sabah olmadan güneş doğar mı?
Yücelerden geldi mübarek emir
Ahu zârda koyup göçtü Tokdemir
Vadinin üstüne bir dağ devrildi
Onunla birlikte bir çağ devrildi
Barutun üstüne çerağ devrildi.
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi derde koyup göçtü Tokdemir
Yeşile bürünüp yola koyuldu
Geldi kara haber pek tez duyuldu
Rahman’ın yazdığı emre uyuldu
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi korda koyup göçtü Tokdemir
Ülkü kuşlarının kanadı kırık
Gönüldaşlarımın yüreği buruk
Binlerce şehidin hepsi bir doruk
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi zorda koyup göçtü Tokdemir
Gümüşhane’mizden yükseldi ağıt
Bir elimde kalem bir elde kâğıt
Becerebilirsen efkârı dağıt
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi burda koyup göçtü Tokdemir
Bahçemizde bir bir kurudu güller
Ağyara müdara eylemez diller
Kırılmış bin parça yasta gönüller
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi darda koyup göçtü Tokdemir
Hissiyatım Ali, yüreğim Metin
Acıyla barışık dost olmak çetin
Allah için sustun, Hakk için dedin
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi harda koyup göçtü Tokdemir
Engin’lere sığmaz hasret ateşi
Gelir mi dünyaya benzeri, eşi
Işıtsın kabrini fikir güneşi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi burda koyup göçtü Tokdemir
Çilelere karşı göğsünü gerdi
Yalan ayıklayıp hakikat derdi
Kavuştu Rabbine, maksuda erdi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi narda koyup göçtü Tokdemir
M. Nihat MALKOÇ
DUYGU ASENA VE KADIN MAHFİLLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Kadın olsun erkek olsun, erkek yanlısı olsun feminist olsun herkes günü gelince göç ediyor bu fani dünyadan. Geriye sadece bıraktığımız bir hoş seda kalıyor. Şayet bırakabilmişsek… Gerisi kısa zamanda nisyan bulutlarına karışıyor.
Feministliğiyle adını duyuran kadın yazarlarımızdan Duygu Asena da fani ömrünü noktaladı. Beyin tümörü tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 31 Temmuz 2006 Pazartesi sabaha karşı solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Kısa sayılabilecek ömrüne çok şeyler sığdıran Asena, yaşadığı sürece hep gündem oluşturdu.
Türkiye, Duygu Asena’yı feminist düşüncenin en ateşli savunucusu olarak tanıdı. Kadın hakları için birçok faaliyetin içinde bulunan Asena, bu konuyu köşe yazılarında ve kitaplarında sürekli gündeme getirdi, adeta hafızalara nakşetti. Kadın derneklerinin organize hareket etmesi için uğraştı. Erkeklere karşı, hep kadınların yanında ve yakınında yer aldı.
Duygu Asena, 1946 yılında İstanbul’da doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun olan Asena bir süre Haseki Hastanesi Çocuk Kliniği’nde pedagog olarak çalışmıştı. Daha sonra bir reklâm şirketinde metin yazarı olarak çalışan Asena’nın ilk yazısı 1972 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Gazeteciliğe ‘Şirin’ imzasını kullanarak başlayan Asena; Kadınca, Onyedi, Ev Kadını, Bella, Kim, Negatif dergilerini yönetti. Milliyet gazetesinde başladığı köşe yazarlığını Cumhuriyet ve Yarın’da sürdüren Asena’nın ilk kitabı ‘Kadının Adı Yok’ geniş bir okur kitlesine ulaştı, çok ses getirdi. Bu ifade adeta feminizm davasının sloganı oldu. Kitap 1998 yılında müstehcen bulundu, iki yıl sonra Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Duygu Asena, iki yıldır beyin tümörü tedavisi görüyordu.
Onun en çok bilinen ve ses getiren eseri ‘Kadının Adı Yok’, ilk defa 1987’de yayımlandı ve rekor kırarak bir yıl içinde kırk baskı yaptı. Aynı yıl Nokta dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” yarışmasında ve Boğaziçi Üniversitesi’nden yedi bin öğrencinin katıldığı en başarılı kitap seçiminde en fazla oyu alarak yılın kitabı seçildi.
Ne var ki Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, 1988’in nisan ayında kitabı küçüklere zararlı yayın ilan ederek poşette satılmasına karar verdi. Ancak yazar tarafından açılan dava sonucu, kitap 1991 yılında aklandı. ‘Kadının Adı Yok’ aynı yıl Hollanda ve Almanya’da bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlandı ve üst üste birkaç baskı yaptı. Hollanda’da ayrıca ikinci bir yayınevi tarafından cep kitabı olarak da basıldı. 1994’te Yunanistan’da piyasaya çıkarak best-seller oldu.
Duygu Asena bu kitabında, temiz, rahat, kıvrak anlatımıyla bir kadının yaşadıklarını, daha doğrusu cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş, herkesin üç aşağı beş yukarı tanık olabileceği ortak bir macerayı, bir kadının ağzından anlatıyor. Bu kadın, küçücük bir kızın henüz yaşanmamış doğal meraklarından, aşklar, acılar, sahtekârlıklar, hislerle dolu bir hayatın bazen hafif, bazen ağır kıpırtılarına kadar, kendi ayakları üzerinde durabilmek için mücadele ediyor. Bu kadın, pürüzsüz bir tenden kırışıklıklara uzanan zaman içinde kendisi için var olabilmeyi hedefliyor. Bütün engellere rağmen bunu başarıyor.
Bu satılarla tanıtılan kitabın yazarı Duygu Asena, feminizmin dozunu kaçıran biri olarak bazen kadınlarla erkeklerin arasını açtı. Kadını erkeğin karşısına dikerek erkeğe meydan okuttu. Elmanın birer yarısı olarak niteleyebileceğimiz iki karşı cinsi çok farklı dünyaların insanları olarak sundu. Her şeyin sevgi ve hoşgörüyle halledilmesinin hayırlara vesile olacağı gerçeğini kavga ve meydan okumayla değiştirdi. Fakat onun duygu ve düşüncelerine katılmayanlar katılanlardan daha çoktu. Çünkü Asena’nın mücadele tarzı sertti; erkeği pasifize etmeye yönelikti.
Duygu Asena’nın kadınlara (belki bilmeyerek yaptığı) zararının yarında pek çok yararı da oldu şüphesiz... Özellikle kırsal kesimde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılan ve sürekli ezilen kadınların biraz olsun gözünü açtı. Bir kısım erkeklerin ipliğini pazara çıkardı. Ezilmenin ve baskının kader olmadığı gerçeğini onlara gösterdi. Keşke kadının görevleri ve hakları konusunda biraz olsun İslâmî kaynaklara bakarak hareket etseydi, İslâmî hükümlerden ilham alsaydı; o zaman yürüttüğü dava daha temelli olurdu. Üstelik kadınlarla erkekler arasındaki güvensizlik ve nefret uçurumu oluşmazdı.
Kadın mahfilleri her zaman olduğu gibi cenazede de Asena’nın yanındaydı. Mor Çatı’dan Çağdaş Kadınlar Derneği’ne kadar herkes yılmaz bir savaşçıyı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeydi. Fakat onların içinde nice Duygu Asenalar vardır. Umarım kadınları savunurken erkeklerin haklarını ihlâl etmezler.
Feminist yazar Duygu Asena’nın cenazesi de sıra dışı oldu. Asena’nın cenazesi sarı güllerle süslendi. Tabutu kadınlar taşıdı. Kadın derneklerinin üyeleri cenazeyi adeta bir meydan okumaya dönüştürdü. Hüzünden çok öfke vardı insanların yüzünde. Alkışlar ve şarkılar da cabası… Bu öfkenin kime karşı ve niçin olduğunu herkes gibi ben de anlamakta zorlandım.
Asena’nın inancını ve din karşısındaki tavrını sorgulayacak değilim. Onun eserlerini okuyanlar bu konuda yeterince bilgiye sahiptirler. Bu hususta bize söz düşmez. En iyisini muhakkak ki Allah bilir. Ne diyelim Allah yine de amelince rahmet eylesin.
HEM TÜRK’ÜM HEM MÜSLÜMAN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan dünyaya gelirken Allah ona ‘seni Türk olarak mı, Fransız olarak mı yaratayım’ diye sormuyor. Demek ki ırkın fazla bir ehemmiyeti yok. Fakat bazı ırklar vardır ki dünya tarihi içerisinde yaptıkları çirkefliklerle insanlık önünde karalanmışlardır. Bu milletlerle ilgili olarak isim vermesem de sizler hangi milletleri kastettiği mi anlıyorsunuz.
Yaptığı akıl ve vicdan dışı icraatlarla insanlık tarihine karabasan gibi çöken milletleri insanlık unutmadı, unutmayacak da… Çünkü onların açtığı yaralar öyle kolay kapanır cinsten değil. Çok şükür ki bu hastalıklı milletler arasında Türklerin adı yok. Bu hususta ne kadar sevinsek ve övünsek azdır. Tarih Türklerle ilgili olarak hiçbir bariz çirkeflik kaydetmemiştir. Bu hususta ferdi tasarruflar olsa da dikkate alınmaz, alınmamalıdır. Şayet bunu çürüten iddia sahipleri varsa bilin ki onlar da içlerindeki kini kusup iftira atıyorlardır.
Bütün çocuklar Müslüman fıtratı üzere doğarlar. Başka milliyetlerden olsalar da ergenlik çağına kadar onlara Müslüman gözüyle bakılır. Ne zaman ki kişi akıl baliğ olur, işte o zaman inancını seçerek tescil eder. Bizler çok şükür ki Müslüman topraklarda, mümin ailelerde doğduk. Arayışa girmek mecburiyetinde kalmadık. Küçük yaşlardan itibaren Müslüman karakterinin esaslarıyla yoğrulduk. Onun için başka inançlara itibar etmedik. Bunu bir avantaj olarak görmek gerekir. Acaba o zor şartlar altında iman arayışı içerisine girip Müslümanlıkla müşerref olabilir miydik? Maazallah Batılı bir ülkede, gayri müslim bir aile içerisinde dünyaya gelseydik bugünkü konumda olmayabilirdik. Nerden baksan zor ve riskli bir arayış olurdu. Hâlimize şükretmek lâzım.
Türk milleti tarih sahnesine çıkışından bugüne kadar dik ve onurlu durmasını bilmiştir. İslamiyeti kabul etmeden evvel de bu milletin temel dinamikleri insaniyet üzere şekillenmişti. Adalet ve namus anlayışları çağın çok ilerisindeydi. İslamiyetin kabulüyle birlikte insani hassasiyetler daha da inceldi. Alpler eren oldu. Yeni alperen kimliği ses getirdi.
Şerefli Türk milleti bütün insanlığa gönderilen son din olan İslamiyetin bayraktarlığına soyundu. Aslında tarih milletimize bu vazifeyi biçti. Çünkü bu bayrağı yükseklerde salındıracak yegâne millet Türk milletiydi. Her şeyimiz islamla uyuşuyordu. Yani arada bir kan uyuşmazlığı yoktu. Onun içindir ki İslam akidelerini benimsememiz zor olmadı.
Bazıları Türklerin Müslüman olma sürecini sulandırsa da hakikatler tarihî hadiselerle rabıtalıdır. Talas Savaşı’yla başlayan Türk-Arap yakınlaşması zamanla inanç kardeşliğine dönüşmüştür. Her ne kadar tarih boyunca bu iki milleti birbirine düşürmek ve birbiriyle çatıştırmak isteyenler olmuşsa da gayelerine tam anlamıyla ulaşamamışlardır.
Milletimiz islamiyete çok büyük sevgi ve hürmet göstermiştir. Şairlerimiz en güzel şiirlerini Peygamber Efendimiz için yazmışlardır. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’iVesiletü’n- Necat ve Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si bu sahadaki en mühim numunelerdir. Bu güzel naat zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir.
Bazıları Türklükle Müslümanlığı uyumsuz olarak göstermenin ve bunlardan birine öncelik vermenin çirkin mücadelesiyle vakit öldürüyor. Hatta ‘Sen önce Türk müsün, Müslüman mısın? Suda boğulmakta olan bir Müslüman’la bir Türk’ü görsen hangisini önce kurtarırsın’ gibi amiyanesıradan suallerle zihinleri bulandırmak istiyorlar. Bu basitliğe düşmeden şunu söylemeliyiz: ‘Türklük bizim bedenimizse Müslümanlık ruhumuzdur.’ Zorlamayla bedenle ruhu çelişki içerisinde göstermek kara cahilliktir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir. Zira Avrupa’da Türk deyince Batılı insanlar Müslüman’ı, Müslüman deyince de Türk’ü gözlerinin önünde canlandırıyorlar. Osmanlı devleti zamanında Türk kültürü, edebiyatı ve mimarisi İslâmî unsurlarla ve dinî motifleriyle şekillenmiştir. Bunlar eski Türk kültürünün kalıntılarıyla apayrı bir sentez oluşturmuştur. Fakat bu birleşimde hiçbir öğe sırıtmamıştır; uyumlu bir yelpaze çıkmıştır ortaya…..
Nizam-ı âlemin öncüsü olan Müslüman Türkler tarih boyunca üç kıtaya adalet götürdüler. Osmanlı güçten düşünce Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar her tarafta bir başıboşluk ve çözülme görülmeye başlandı. Huzur ve istikrar mumla aranır oldu. Bugün o topraklarda yaşayanlar ceddimizin merhamet iklimini çok özlüyorlar. Bugün kavganın beşiği olan Budin, kılıç şakırtılarını rüyasında gören Estergon, mahzun Üsküp, havaya uçurulan Mostar, kana bulanan Bosna; kısacası evlad-ı fatihan diyarı o eski şefkatli elleri arıyor. Sadece onlar mı, biz de arıyoruz o güzel insanları… Onlar ki beyaz atlara binip cennet istikametine doğru yol aldılar. Buluşmak mı? Kim bilir belki kıyamette! ....
Yiğit düştüğü yerden kalkar… Yeter ki inancımızı, kimliğimizi ve basiretimizi kaybetmeyelim. Göğsümüzü gere gere ‘Hem Türk’üm hem Müslümanım’ diyebiliyorsak temel gücümüzü ve dirayetimizi henüz kaybetmemişiz demektir. Zamanın nelere gebe olduğunu ancak Allah bilir. Tarih elbet bir gün eski yol arkadaşlarına kılavuzluk ederek onları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunun ilacı, gece gündüz demeden çalışmak ve sabırla beklemektir.
FİLİSTİN VE ANTİSEMİTİZM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Bu dünya bütün insanların huzur ve barış içerisinde yaşamaları için Allah tarafından özenle yaratılmıştır. İnsanoğlu ne kadar ilmî araştırma yaparsa yapsın dünya dışında insanın yaşamasına uygun başka bir gezegen yoktur. Demek oluyor ki bu dünyadan başka gideceğimiz yer yok. Biz insanlar dünyaya mahkûmuz. Bunu mahkûmiyet şeklinde nitelendirmek de belki çok doğru değildir. Bunu, dünyaya bağımlı olmamız anlamında söylüyorum. Yoksa dünya kötü bir yer değildir ki bizler mahkûm olalım. Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanlardır. Kötülük insanların kör vicdanlarında saklıdır.
Hepimiz dünya denen koca bir gemideyiz. Bu geminin selâmeti mürettebatın ve yolcuların uyumuna bağlıdır. Geminin mürettebatı dünyayı yöneten liderlerdir. Yolcular ise her ülkeden, her ırktan ve her renkten insanlardır.
İnsanlık dostluğa ve barışa sadık kaldığı müddetçe huzur bulacaktır. Aksi hâlde beklenen huzur gelmeyecektir. Bugün dünyadaki kavgaların ve savaşların ana nedeni toplumların bencilliğidir, insanların paylaşmayı bilmemesidir. Oysa nimetler adaletle paylaşılsa mevcut kaynaklar hepimize yeter.
Bugün Filistin’de ve Lübnan’da yaşananlar; tahammülsüzlüğün, inanç ve çıkar çatışmalarının neticesidir. Bir avuç İsrailli, Müslüman coğrafyası içerisinde kabadayılığa soyunuyor. Tabir caizse Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yelteniyorlar. Bugün tarihî Filistin topraklarının ancak yüzde 22’si Filistinlilerin elinde, bunların üzerinde de hükümran olarak yaşamıyorlar. İki buçuk milyon Filistinli değişik Arap ülkelerinde mülteci olarak yaşıyor. Tarih boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden Yahudi yerleşimciler getirilerek Filistinlilerin evlerine, bağ bahçelerine yerleştirilmiştir. Filistinlilerin hakları ve toprakları talan edilmiştir. Bununla da kalınmamış etnik temizlik yapılmıştır.
Dünyanın gelişmiş ülkeleri yıllardan beri Filistin’e ambargo uyguluyor. Filistin’e ekonomik ve siyasî baskı yaparak İsrail’i tanımalarını istiyorlar. Bu saatten sonra İsrail’in devlet olmaktan vazgeçmesi ve siyasî kimliğini feshetmesi mümkün değildir. Bunu Filistinliler de çok iyi biliyor.Aslında Filistinliler, İsrail’in devam etmekte olan yayılmacı politikasına tepki duyuyorlar. Filistinliler, İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları boşaltmasını istiyorlar. Filistinliler mültecilerin yurtlarına dönmelerini talep ediyorlar. Son olarak da Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak ilan edilmesini arzuluyorlar. Bunlar zaten Filistin’in önceki haklarıydı. İşgalden sonra her şey gibi bu hakları da ellerinden çekip alındı.
İsrail gerçekleri çarpıtma konusunda dünyada eşsiz bir ülkedir. Onların dünyaya yaydıkları bir yaygara var. O da Arapların ve genel anlamda bütün Müslümanların antisemitik olduğu palavrasıdır. Dilerseniz bu hususta derinleşmeden evvel konunun daha iyi anlaşılması için kısaca antisemitizmden bahsedeyim.
Antisemitizm, Yahudi halkına karşı duyulan fanatik bir nefrettir. Bu ırkçı ideoloji yüzünden dünyanın dört bir yanında milyonlarca Yahudi öldürülmüş, baskı görmüş, yurdundan sürülmüş ve tehdit edilmiştir. Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüşe bağlı olan kimseye de ‘antisemitist’ diyoruz. Meselâ Hitler antisemitistti. Milyonlarca Yahudi’yi fırınlarda yaktı, soykırımın âlâsını yaptı. Fakat bugün Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları eziyetler bundan çok daha hafif değildir. Bütün bunlara rağmen bizler antisemitizmi tasvip etmiyoruz. Bütün insanlar gibi Yahudilerin de insanca yaşama hakkı vardır; bunu savunuyoruz. Fakat bu insanların başkalarına saldırma ve onları yok etme haklarının olduğuna inanmıyoruz.
İslâm dinî barışı öngörür. Her türlü ırkçılığı kınadığı gibi antisemitizmi de kınar. İslâmiyet ırkçılığı lanetler. Antisemitizm de bir çeşit ırkçılık olduğu için onu da şiddetle yasaklar. Hiçbir insan inancından dolayı aşağılanamaz, kınanamaz. Fakat İsrailliler kafalarında yanlış bir Müslüman şablonu oluşturdukları için bütün Müslümanların antisemitist olduğu paranoyası içerisindedirler.
Aslında onlar Filistinlilere yaptıkları zulmün kılıfını aramak peşindedirler. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ misali onlar da işgal ve zulümlerini dünya kamuoyuna sevimli ve haklı gösterebilmek için bütün Filistinlileri ve Müslümanları antisemitik ilan ediyorlar. Böylelikle de meşru müdafaa haklarını kullandıklarını söylüyorlar. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyimi bu mantığa giydirilmiş en şık elbise olsa gerek.
Bugünkü Yahudiler, İsrail’in işgal politikalarına karşı çıkmayı bile antisemitizm kavramı içerisinde değerlendirebiliyorlar. Oysa İsrail’i kınamanın ve İsrail’in resmi ideolojisi olan Siyonizm’i eleştirmenin, hiç bir şekilde antisemitizmle bir ilgisi yoktur. Böyle çöpten fikirler ahmakçadır, hiçbir tutar tarafları da yoktur.
Yahudiler dün olduğu gibi bugün de Müslümanlara duydukları tarihî kinlerini kusmayı sürdürüyorlar. Her fırsatta gerçekleri tersyüz ediyorlar. Ellerindeki sınırsız sermayeyle gariban Filistin halkına yapmadıklarını bırakmıyorlar. Sonra da dünyanın gözünü boyayarak kendilerini haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bunca kin ve nefret dolu saldırılardan sonra Filistinlilerden ve Müslümanlardan sevgi ve hoşgörü bekliyorlar. Umduklarını bulamayınca Müslümanları antisemitizm damgasıyla yargılıyorlar. İnsanlık bu çirkef oyuna gelmemelidir.
İSRAİL’İN GÜCÜ YAHUT GÜÇLÜLERİN İSRAİL’İ
M.NİHAT MALKOÇ
İlk insan Hz. Âdem’den beri dünyada barış egemen olamıyor. Herkes birbiriyle kavgalı… Hele şu Ortadoğu lanetli midir ne! … Kendimi bildim bileli Ortadoğu durulmamıştır. Buradaki kanayan yaraya merhem sürüp sağaltması gerekenler her fırsatta kaşımışlar ve kan akıtmışlardır. Bugün yaşananlar da dünkülerin devamı ve benzeridir.
Bilindiği üzere İsrail devleti 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulmuştur. Siyonist lider Theodor Herzl, 1897’de, elli yıl içinde İsrail’in kurulacağını ifade etmişti. Siyonizm’in ne kadar büyük bir tehlike olduğunu fark eden II. Abdülhamit, Filistin’e karşılık para teklif eden Siyonistlerin bu isteklerini geri çevirmişti. Onun içindir ki Abdülhamit’i tüm dünyaya ‘Kızıl Sultan ‘ olarak takdim etmişlerdi. Israrlı çabalar neticesinde Abdülhamit iktidardan uzaklaştırılınca daha rahat hareket etmeye başladılar.
Siyonistler, Türklerle Araplar arasındaki din bağını gevşetmek için planlar kurdular. Arapların Türklere karşı öfke duymaları bölgeye gönderilen ajan kışkırtıcılar tarafından sağlandı. Arap dilini ve geleneklerini çok iyi bilen ünlü İngiliz casusu Albay T. E. Lawrence bölgede geniş kapsamlı faaliyetlerde bulundu. Uzun vadede emellerine de ulaşmış oldular. Bunun yansımalarını hâlâ hissetmekteyiz.
İsrail ortalama yedi milyon nüfusa sahip, hacim bakımından küçük bir Akdeniz ülkesidir. Üstelik bütün komşuları Arap kökenlidir. Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün, Filistin devletleri arasında sıkışıp kalan İsrail söz konusu kritik bölgede olur olmaz zamanlarda ve zeminlerde komşularını ve özellikle işgal ettiği Filistin’i tehdit etmektedir. Ben İsrail’in bu deli cesaretine akıl erdiremiyorum. Nasıl oluyor da dağdan gelip bağdakini kovabiliyorlar.
Bilindiği üzere son hadiseler bir hiç uğruna cereyan etti. İsrailliler, Filistinliler tarafından iki askeri kaçırıldı diye yine dünyayı ayağa kaldırdılar. Olayın akabinde İsrail ordusu Filistin topraklarına girmiş, bakanları ve milletvekillerini esir almış. Fakat yine de hızını kesmediler. Şimdi uçaklarla, tank ve toplarla Lübnan’ı gece gündüz demeden vuruyorlar. Böyle komik ve basit bir gerekçe savaş sebebi olabilir mi? Üstelik İsrail’in esir askerleri de hâlâ yaşıyor. Filistin tarafı ise bu esirleri, İsrail zindanlarında çürüyen Filistinlilerle mübadele etmek istiyor. Bundan daha tabiî ne olabilir ki?
İsrailliler hâlâ kendilerini üstün ırk ve seçilmiş millet olarak görüyorlar. Arz-ı mevut(vaat edilmiş topraklar) da bu sakat düşüncenin eseridir. Dünyanın ileri gelen devletleri İsrail’in saldırgan politikasını görmezden geliyor. Onları kınamıyorlar bile. ABD’nin Dışişleri Bakanı Rice ‘İsrail’in ateşkes yapması için henüz erken, hem bu çözüm değil’ diyor. Bu ne demektir Allah aşkına? ‘Biraz daha bekleyelim. Ne kadar Filistinli ölürse o kadar kârdır. İsrail’i ateşkese zorlamayalım ki ABD’nin Ortadoğu’daki BOP işlesin, buna uygun zemin oluşsun. Siviller yaşlı, genç, çocuk demeden ölsün. Nasıl olsa onlar Müslüman…’ Bu tavrın dışardan okunuşu budur. Ne kadar Müslüman ölürse işlerinin o kadar kolaylaşacağını zannediyorlar. Oysa ölen her Filistinli ve Lübnanlı geride bir inanç abidesi bırakıyor. Bunu göremiyor basiretsiz gözler… Uzun vadede elbette kaybedeceklerdir.
İki İsrail askeri kaçırıldı diye İsrail’i kınamaya bile kıyamayan bugünkü ABD yönetimi Türkiye’deki şehit cenazelerini görmüyor mu? Niçin işgal ettikleri Irak topraklarında PKK’ya yönelik bir operasyon gerçekleştirmiyorlar? Albayrağa sarılıp gelenler iki İsrail askerinden daha mı kıymetsiz? Yazıklar olsun size. Bir devlet ancak bu kadar ikiyüzlü ve necis olabilir. Lanet olsun sizin adaletinize ve dünya egemenliğinize. Osmanlı adaletiyle altı yüzyıl yaşadı, fakat sizin sonunuz yakındır. Çünkü adalet çarkını döndür(e) meyen sistemler yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
ABD’yi ve onun yandaşlarını anladık da İsrail’i çepeçevre kuşatan Arap ülkelerini anlamakta zorlanıyorum. Onlara da bir çift sözüm var. Toplam yüzölçümü 21 bin kilometre kare olan bir İsrail’le nasıl baş edemiyorsunuz. İsrail’i çevreleyen ülkelerden Filistin 7 milyon, Ürdün 6 milyon, Lübnan 4 milyon, Mısır 73 milyon, Suriye 19 milyon, Suudi Arabistan 26 milyon, Irak 27 milyon, İran 72 milyon nüfusa sahiptir. Bunların toplam nüfusu 200 milyonu buluyor. Yahu hiçbir şey yapamazsanız tükürüğünüzle boğarsınız bir avuç İsrail’i… Kimden korkuyorsunuz? İsrail’in büyük biraderi ABD’den mi, onun sadık ve daimi müttefiki İngiltere’den mi? Söyleyin kimden korkuyorsunuz?
Hani İslâm’daki cihat anlayışı? Nerde Müslüman kardeşliği? Doğudaki müslümanın eline diken batsa Batıdaki Müslüman onun acısıyla ürpermeliydi. Hepiniz ABD’den icazetlisiniz. Onun için sesiniz soluğunuz çıkmıyor. Sizler dünyadaki sahte cennetlerinizde yaşayadurun. Hevesinizi alın burada. Ötelerde Allah’ın cenneti sizden iğrenecek ve sizi ağız dolusu kusacaktır. Aklıma gelmişken bir şey daha söyleyim… O göz yumarak kayırdığınız İsrail, bir gün sizin de kapınızı çalacaktır. Kaçmak için ABD biletlerinizi şimdiden hazırlayın….Benden söylemesi….Zira bastığınız topraklar kandan iyice kayganlaştı da! ...
HUZUREVİNDE ZAMAN
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen zamanla birlikte ahlâkî yapımızda köklü değişimler ve ona bağlı dönüşümler gerçekleşiyor. Batıya yüzümüzü döndüğümüzden beri hayatımız başkalaşmaya, hatta tanınmaz bir hâl almaya başladı. Tanzimat’tan bugüne kadar pek çok şey değişti bu toplumun iç ve dış yapısında. Temel dinamiklerimiz göz göre göre alaşağı edildi. Yerlerine koyulanlar bizi ifade etmekten çok uzak görünüyor.
Müslüman-Türk topluluklarında anne babaya saygı ve hürmet üst düzeydeydi. Çünkü mevcut inancımız bu insanlara olağanüstü derecede kıymet vermiş, onları değerler silsilesinin altın halkası kabul etmiştir. Fakat geçen zamanla birlikte bu alanda da büyük bozulmalara ve değerlerde aşınmalara şahit olunmaktadır. Bu menfi gidişat elbette hayra alamet değil. Çünkü değerlerini ve değerlilerini hiçe sayan milletlerin bir adım ilerlemesi mümkün değildir.
Geleneksel Türk aile yapısı çoktan bozuldu. Eskiden birkaç nesil bir arada yaşardı. Dedeler torunlarla aynı mekânları paylaşırdı. Nineler bütün hünerlerini torunlarına aktarırdı. Tecrübeler dededen toruna aktarılarak ebedileşirdi. Fakat günümüzde bu emniyet ve gelenek halkası koparıldı. Aileler bölündü, ufalandı. Yaşlanan anne ve babalar sözüm ona huzurevlerine mahkûm edildi.
Bilindiği üzere bedenî ve zihnî engeller nedeniyle, evde bakım güçlüğü içinde olan kişiler için, kendilerini evlerinde hissettirecek ortamları sağlamak üzere devlet tarafından huzurevleri kurulmuştur. Fakat hiçbir yaşlı, evindeki huzuru bu mekânlarda bulamaz. Çünkü insana huzur ve emniyet hissi veren mekân değil, o çevrede yaşayan insanlardır. Hiçbir görevli memur, bakıma muhtaç yaşlılara aile bağlarıyla rabıtalı kişilerin sağladığı keyfi ve güven hissini yaşatamaz.
Sevgi, saygı, güven ve huzur birbirleriyle iç içe kavramlardır. Birinin varlığı ötekine destek, yokluğu ise aynı derecede köstektir. Son yüzyılda bu değerlerin hızla aşındığını görmekteyiz. Değerlerimizin erimesini, hatta buharlaşmasını görünce geleceğe dair vicdanî kanaatlerimiz ve beklentilerimiz berraklığını yitiriyor.
Hiç kimse yaşlanmayı istemez. Çünkü yaşlılık hayatı güçleştiriyor. Öyle bir zaman geliyor ki düzlükler yokuşa dönüşüyor Yaşlı olarak tanımlanan nüfus grubu çeşitli sağlık sorunları açısından risk taşıyan özel bir gruptur. En sık gözlenen sağlık sorunları bellek bozuklukları, nörolojik bozukluklar, psikolojik sorunlar, deri değişiklikleri, işitme ve görme kayıpları, kalp, dolaşım, akciğer problemleri, sindirim ve beslenme bozukluklarıdır.
Yaşlanma, bireysel bir değişim olarak kişinin fizikî ve ruhî yönden gerilemesidir. Yaşlılarımız ilerleyen zamanla birlikte pek çok yetilerini kaybediyorlar. Adeta çocuklar gibi bakıma ve himayeye muhtaç hâle geliyorlar. Bazılarının ağzında diş kalmadığı için tıpkı bebekler gibi sıvı gıdalarla besleniyorlar. Alınganlıkları ve hassasiyetleri yaşla birlikte artıyor. Kendileriyle ilgilenilmesini daha çok arzu ediyorlar. Nerden bakarsanız bakınız yaşlılar, yaşın ilerlemesiyle birlikte gittikçe çocuklaşıyorlar.
Yaşlının yaşam kalitesini arttırmak, yaşadığı süreci rahat geçirmesini sağlamak gayesiyle oluşturulan huzurevlerinde binlerce insanımız huzur arıyor. Huzurevinde ne kadar üstün konfor olsa da bu mekânlarda iç huzurun sağlanması pek mümkün değildir. Çünkü buralardaki yaşlılar sudan çıkmış balık misali çaresiz ve yalnızdırlar.
Huzurevinde zaman uzadıkça uzar. Dakikalar saat, saatler yıl, yıllar asırlar gibi uzar gider. Gözler ziyaretçi avındadır her zaman. Bir kapı tıkırtısı gözbebeklerinin canlanmasına yeter de artar da. Her tıklamanın ardında tanıdık bir seda aranır. Gelen olmazsa umutlar geleceğe tehir edilir, ama hiç kaybolmazlar. Zaten umudun tükendiği noktada yaşamak, bedene hamallık yapmaktan farksızdır. Huzurevinde zamanın durağanlaşmasını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dörtlüğündeki ifadelerle anlatabiliriz:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Yaşlılık biraz da dünyaya yabancılaşmaktır. Çünkü eş dostun çoğu artık ötelerdedir. Dönülmez yolculuğa çıkmışlardır. Anılarını da toprağa gömmüştür pek çoğu. Diriler için yaşamak da nefes almaktan öte fazla bir mana taşıyamaz raddeye gelmiştir. Hayatın bu noktasında yanı başımızda sakladığımız sararmış solmuş gençlik fotoğrafları koca bir ömrün belgeseli sayılabilir.
Bilindiği gibi Batılı devletlerin yaşlı bir nüfus yapısı var. Bizim nüfusumuz onlara nazaran çok daha genç… Avrupa’da yaşlılar huzurevlerinde bakılıyor. Anne babasını evinde bakan evlat sayısı bir hayli az... Oysa biz onlardan farklıyız. Bizim inancımızda “Cennet annelerin ayakları altındadır”. Anaya, babaya, yaşlılara hizmet ve hürmet etmek Müslümanlıkta ibadet hükmündedir. Onun için ecdadımız anne babalarını el üstünde tutmuş; yaşarlarken onlara adeta ‘öf’ bile dedirtmemişlerdir. Fakat son yıllarda biz de Batının çirkef yoluna girdik. Gelinler kocalarını zorlayarak elden ayaktan düşmüş anne babaları huzurevlerine gönderiyorlar. Fakat bu devran böyle gitmez. Onlar da bir gün elden ayaktan düşeceklerdir. Kendileri de aynı şeylerle karşılaşınca o zaman yanlış yaptıklarını anlayacaklardır. Fakat o zaman da ne yazık ki iş işten geçmiş olacaktır.
İHANET ÇEMBERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Terör insanlığın evrensel belasıdır. Huzurun ve istikrarın baş düşmanıdır. Bir ülkeyi uçurumun eşiğine getirmek isteyenlerin başvuracağı en büyük kirli silahtır. Demokratik süreci hiçe sayan terör, bugüne kadar hiç kimseye yarar sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayacaktır.
Terörün içeriğini bilsek de tam bir tanımını yapmak nerdeyse imkânsızdır. Çünkü bu konuya yaklaşan tarafların kanaatleri ve bakış açıları buna engel olabilmektedir. Fakat neresinden bakarsanız bakın şiddet içeren ve haksız yere kan dökülmesine yol açan çirkin bir yoldur. Yani bir hak arama mekanizması değildir. Çünkü haklar demokratik yollardan aranır.
Terörizm insanlara korku ve dehşet salarak siyasal amaçları gerçekleştirme yöntemidir. İfadeden anlaşılacağı gibi terörün en büyük kozu korku ve dehşet unsurlarıyla muhataplarını yıldırma teşebbüsüdür. Terörizm adam kaçırmadan cinayete kadar uzanan ve gayesi yıldırma olan şiddet eylemlerine verilen genel addır. Terör(yılgı) zayıf olanların güçlülere ve onların temsilcilerine karşı şiddet kullanmasıdır. Fakat burada saldırının kimin tarafından gerçekleştirileceği ve nereden geleceği belli değildir. Sinsidir, gaddardır, hilekârdır. Onun içindir ki terörle mücadele zor, riskli ve pahalı bir iştir.
Her ne kadar tanımlamada zorluklar yaşansa da ülkemizde, Terörle Mücadele Kanunu’nun birinci maddesinde terörün çerçevesi şöyle çizilir: “Terör, baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletini ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini ve genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemdir.”
Aslında terör korkakların ve zayıfların seçtiği bir illegal(yasa dışı) bir yoldur. Onun içindir ki bu işe başvuranlar köşe bucak saklanarak ortaya çıkmaktan sakınırlar. Teröristler oyunu kuralına göre oynamazlar; vur-kaç taktiğini uygularlar. Terörist için, şiddet bir amaç değil, araçtır. Terörist için mühim olan kimin öldürüleceği değildir. Ölüm olayından sonra toplumda oluşacak infialdir. Ne kadar ses getirebilirlerse kendilerini o derece başarılı sayarlar. Onun içindir ki daha çok kadınları, çocukları ve belli konumda olanları hedef alırlar. Böylelikle toplumdaki tepki ve gerilme o derece etkili olur.
Bugün dünyada terör olayları küçümsenemeyecek boyuttadır. Hemen her devletin karşı karşıya kaldığı bir örgüt vardır. Bizim cennet vatanımız da yıllardan beri terör belasıyla inim inim inlemektedir. Ülkemiz değişik terör gruplarını görmüş olsa da uzun yıllardan beri başımıza musallat olan ve onbinlerce canı canımızdan koparan PKK’nın bıraktığı acı tesiri hiçbiri bırakmamıştır. 1980 yıllardan beri bu örgütün ihanet çemberi içerisinde yaşıyoruz.
Bilindiği gibi 1970’li yıllarda dünyada yükselen gençlik hareketlerinin Türkiye’ye yansıması nedeniyle ülkemizde birçok yasadışı terör örgütünü kurulmaya başlamıştır. PKK terör örgütünün temeli de bu dönem içerisinde atılmıştır. 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde yapılan bir toplantıyla PKK (Kürdistan İşçi Partisi, Partiya Karkaren Kürdistan) ilan edilmiştir. (Adına bakıp da bunun siyasî bir parti olduğunu sanmayın.) Bu aynı zamanda PKK terör örgütünün birinci kongresidir. O gün bugündür geleceğimizi ve umutlarımızı çalan bu hain örgüt, bize büyük zararlar vermiştir. Söz konusu örgüt, ses getiren ilk eylemini1984’ün 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini basarak yaptı. Her geçen gün şiddet büyüdü ve bugünlere gelindi.
Uzun yıllardan beri yüreklerimizi dağlayan bu hain çetenin uluslararası bağlantıları da vardır. Kim ne derse desin bu örgüt başta komşularımız olmak üzere, Batı ülkelerinden ve sözde müttefiklerimizden destek görmüştür. Muhataplarımız bunu inkâr etseler de bu durum, nice delillerle ispatlanmıştır. Bu örgüt mensupları yıllarca ülke dışında beslenmiş ve kayırılmıştır.
Bu örgütün mensupları daha düne kadar Suriye’de Beka vadisinde ellerini kollarını sallayarak hareket etmişlerdir. Bugün de sözüm ona ABD kontrolündeki Kuzey Irak’ta eğitim kampları kurabilmektedirler. Fakat bizim kadim müttefiklerimiz bizi sanki ahmak yerine koyarcasına gerçekleri inkâr etmeye devam etmektedirler. Yalan zincirlerine yeni halkalar eklemektedirler.
1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla eylemlerde bir yavaşlama, hatta durma görülmüştür. Artık televizyonlar pusu ve ölüm haberi vermez olmuştu. Çok sevinmiştik, umutlanmıştık. Artık çocuklarımızın kanı su gibi akmayacak demiştik. Fakat fetret dönemi uzun sürmedi. Son zamanlarda terör örgütünün eylemleri artış göstermeye başladı. Yine yürekler yanar oldu. Televizyonlarımız bayrağa sarılı tabutların başında feryat edenlerin haberlerini veriyor her gün….
Biz bu filmi defalarca gördük, bundan sonra görmek istemiyoruz. Benim askerimin saçının bir kılı bile muteberdir. Onun canıyla kumar oynayanlar, Hakk’ın ve halkın önünde hesap verecektir. Zalimler döktükleri kanların içinde boğulacaklardır.
Bu ülke ne zaman kalkınma emareleri gösterse birileri bozuk plakları gösterime sürer. Eski filmler vizyona sokulur. Bu da onlardan birisi olsa gerek. Fakat planlarında ilâ nihaye başarılı olamayacaklardır. Bu ülke çapulculara bırakılamayacak kadar kutsaldır. Kimse heveslenmesin. İhanet çemberi elbette kırılacaktır. Bu böyle biline….
ERKEKLER NEDEN ALDATIR?
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyamız iki karşı cinsin(kadınla erkeğin) huzur içerisinde yaşaması için yaratılmış bir mekândır. Dünyanın ve insanın var edilişinde sayısız hikmetler mevcuttur. Bu dünyada her şeyden evvel büyük bir imtihandayız. İmtihan sırrını anlamak ve gereğini yerine getirmek gerekir. Yoksa gönül eğlendirmek için gelmedik dünyaya. Kulluk gömleğini giyerek büyük bir sorumluluğun altına girdik.
Dünyanın bir erkekle bir dişi temeli üzerinde bina edilmesi şuurlu bir tercihin neticesidir. Böyle olmasaydı hayat ne kadar da zor olurdu. Nitekim yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.(Rum Suresi 21. Ayet)
Kadınla erkek bir elmanın her bir yarısı gibidir. Bir araya gelerek bütünlük teşkil ederler. Tek başlarına eksiktirler; kenetlenince mücadele güçleri artar. Aileyi birlikte kurarlar. Neslin devamı için evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir. Dinimizde mazeretsiz olarak evliliği tehir etmek kerih görülmüştür. Onun için Allahü Tealâ kadınla erkek arasında büyük bir sevgi ve iştiyak yaratmıştır. Bu cinselliğin ötesinde bir duygudur. Buna ‘ruhların kenetlenmesi’ de diyebiliriz.
Kadınla erkek etle tırnakken belli bir zaman sonra ailede gevşemeler başlar. Ailenin her bir ferdi, karşısındakine farklı gözle bakmaya başlar; ilişkiler sıradanlaşır. Saygı ve sevgi ortadan kalkınca evlilik hukukî bir sözleşme olmaktan başka bir ifade etmez olur.
İşin bu noktaya gelmesinde fertlerin sorumluluğu değişik oranlarda kendini gösterir. Bazen kadın, bazen de erkek suçludur. Aile bağlarının kopmasında kaynananın, kaynatanın, görümcenin, kaynın ve çocukların da tesiri olabilir. Bunun dışında en büyük sebep eşlerin birbirini kıskanmasıdır. Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi aldatmak genelde erkeklerle yan yana anılan bir kavramdır. Ortak kanaat odur ki erkekler aldatmaya daha meyillidir. Her ne kadar bazı kadınlar da kocalarını aldatıyorsa da bunun miktarı erkeklere göre daha azdır. Aldatmak ihalesi erkeklerin üzerine kalmıştır.
Aldatmak bir anlık değişimin ve dönüşümün ürünü değildir. İnsanlar belli bir birikim sonucunda eşlerinden soğurlar. Halk tabiriyle bir noktadan sonra bıçak kemiğe dayanır. Diğer bir deyişle boğazına kadar gelir. O noktada verilen karar, kişinin geleceğini şekillendirir. Bu mevzunun altında biyolojik, psikolojik ve sosyal nedenlerin olduğu da bilinmelidir.
İnancı tam olan insanlar aldatmanın bir afet olduğunu bilir. Zira aldatmak hem dinen, hem de örfen doğru bir davranış değildir. Hadisenin bu boyutuyla ilgilenen pek yoktur. Bilindiği gibi bir kadınla nikâhsız veya rızasız olarak cinsel temasta bulunmak zinadır. Bu da dinimizin şiddetle yasakladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur” (İsrâ S.32. Ayet) . “Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar” (Furkan S. 68.Ayet)
Erkekler niçin aldatır sorusunu sorduğumuzda bir ikinci soru daha aklımıza geliyor: “Kadınlar neden aldanır? ” Biraz da bunu sorgulamak gerekir. Erkek bir kadında aradığını bulsa onu yine de aldatır mı? Bu soruların mutlak bir cevabı yoktur. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Herkes için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Fakat bazı kadınlar şirretlikte ileri gittiği için aldatılmaya kendileri zemin hazırlamıştır. Erkeğin kaçıp kurtulmaktan başka çaresi kalmamıştır. Fakat bunların sayısı büyük bir yekûn tutmaz. Hiçbir mazeret aldatmayı masum gösteremez. Lâkin cinslerin buna ortam hazırlamaması gerekir.
Aldatma konusunda erkeklerin adı çıkmıştır bir kere. Onun için masum olanlar da bu yaftadan kolay kolay kurtulamaz. Oysa mühim olan karşılıklı güvendir. Fakat bunu sağlamak çok da kolay değildir. Hele bir açık verdiysen, sağladığın itimadı bir daha geri getiremezsin. Onun için erkeğin de kadının da namus kavramına sadık yaşaması meseleyi kökünden halleder.
Gelenek ve göreneklerine bağlı, dinine düşkün kişiler ne aldanır, ne de aldatır. Çünkü onlar bunun hesabını dünyada olmasa bile, rûz-ı mahşerde vereceklerini çok iyi bilirler. Allah korkusu onları iffetli olmaya sevk eder. İffet genelde kadınla ilgili bir kavram sanılır. Oysa iffet erkeği de bağlar. Güzel dinimiz, kadınla erkeği bu hususta da ayırmamıştır. Çok eşliliğin de şartları vardır. Yoksa canı çeken dilediğince evlenemez. Bu konuyu böyle anlamalı ve namus ölçüleri içerisinde huzurla yaşamalıyız.
DÜNYADAN CENNETTEKİ ŞEHİDE MEKTUP
M.NİHAT MALKOÇ
(Bir Şehit Evlâdının Dudaklarından Dökülenler…)
Her şey mektupların kesilmesiyle başlamıştı. Haramiler posta katarlarının önünü kesmişti. Mektupların hayat pınarımızdı bizim. Gelir diye, umut ve merakla geceleri gündüze ekliyorduk. Ve bir gün geldi mektubun sabah rüzgârıyla… Sevinç gözyaşlarıyla ıslanmıştı zarfın her yanı. Demek açılmıştı posta katarlarının yolu. Zarfı açtığımda “Vatan sağ olsun” yazısı ilişti gözüme. Devamını okumak gerekmiyordu zaten. Mektup elimden düşmüştü yere. Annem meraklı gözlerle beni süzüyordu. Belli ki kötü bir şeylerin habercisiydi bu şaşkın bakışlar… Ölüm haberin gelmişti baba. Gözyaşları sağnak sağnak boşalıyordu göz pınarlarından. Annem yorgan döşek, günlerce kalkmadı ayağa…
Kandil dağlarından esen acı poyraz, bahçemizin en nadide gülünü kırmıştı orta yerinden boylu boyunca… Bahçenin bir köşesinde boynunu bükmüştü gonca güller… Kırağı yemişlerdi beklenmedik bir zamanda. Dallarımız budanmıştı hoyrat ellerce. Yüreğimize kor ateşler düşmüştü. Fakat sen ölmemiştin baba. Çünkü şehitler ölmez. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.” diyor Hazreti Allah. Bununla teselli oluyoruz ancak… Sen ölümün içinde buldun ebedî hayatı. Ölüm ölümsüzlüğün kapısını açtı sana.
Yürek dağlarımın eriyen karı, bahar kokulu bahçemin solan çiçeği, evimizin yıkılan direği, canım, biricik babacığım;
Sen bizi bırakıp gittiğinden beri hep bir yanımız eksik kaldı. Hain kurşunlara hedef olduğun o talihsiz zaman dilimi sanki dondurdu hayatımızı. Fakat biz yarınları değil dünü yaşıyoruz seninle. Yarınlarımız yetim, onun için mazide kalmayı, o şefkat iklimine sığınmayı yeğliyorum. Sen varsın dünümde. Bugünler ve yarınlar babasızlığın ağır yükünü ve mahzunluğunu sırtıma yüklemiş. Taşıyamıyorum kurşundan ağır bu yükü baba.
Biz dünü yaşıyoruz baba, yani senin hatıranı… Onun için soframızda hep bir tabak ve bir kaşık artıyor o günden beri. Boş kalan tabakta senin ruhun ve kısacık hayata sığdırdığın hatıraların gizli. O tabak hep boş kalacak. Bunu düşündükçe içim acıyor; gözlerim sulanıyor. Bedenen olmasa da ruhen aramızdasın. Tabağımız ve kaşığımız boş kalsa da hatıralarının sıcaklığı ısıtacak içimiz. Bununla avunacağız bu fani dünyada.
Biliyor musun baba? Asker potinlerin hâlâ kapımızda duruyor. Yıllardan beri hiç giyilmeseler de sımsıcak içleri. Haftada bir boyayıp cilalıyorum asker potinlerini. Misafirliğe gelenler yetim bir yuvanın kapısına dayandıklarını bilmesinler. Bize yukardan bakıp acımasınlar. Her evin olduğu gibi bizim evin de bir babası olduğunu sansınlar.
Kahverengi pantolunun cebindeki köstekli cep saatin hâlâ çalışıyor. Geceleri yanıma alıyorum onu. Çıkan tik tak sesleri nabzının attığını hissettiriyor bana. Babam ölmedi diyorum. Uzun bir gurbet yolculuğuna çıktı, dönüşü olmayan yola revan oldu. Biz de bir gün bu yoldan sana geleceğiz baba… Sana kavuşma heyecanıyla zamanın bir çırpıda gelip geçmesini istiyorum. Sensiz dünyanın ne tadı, ne tuzu var.
Annem elbiselerini de kaldırmadı gardıroptan… Güveler vurmasın diye her yıl naftalin döküyoruz üzerlerine. Şimdilik içlerini dolduramasam da belli ki gelecekte bana miras kalacaklar. Miras dedim de aklıma geldi. Sen bana maddî bir miras bırakamadın ama iyi bir nam bıraktın ardında. Kirlenmemiş bir hayat sundun çocuklarına. Her Cuma gecesi yasinler gönderiyorum mübarek ruhuna. Biliyorum ki orada rahatsın. Peygamberimizin “livaül hamd” sancağı altında gölgeleniyorsun.
Kardeşim Dilara’yı hiç merak etme. O benim şefkat kanatlarımın altında çocukluğunun pembe rüyalarını görüyor. Senin boşluğunu dolduramasam da yeri gelince bir abi, yeri gelince bir baba oluyorum ona. Daha doğrusunu söylemek gerekirse garibanı Allah koruyor baba. Onun için gözün arkada kalmasın, rahat uyu toprağında…
Sen vatan yoluna baş koydun baba. Canın karşılığında cennetin tapusunu verdiler sana. Fakat ben teselli bulamadım dünyada. Bunu da çocukluğuma say baba. Aradan yıllar geçmesine rağmen seni bir türlü unutamıyorum. Hayalin gözbebeklerime takılıp kalıyor. Herkes babasıyla el ele gezerken bakamıyorum onlara baba. İçime bir garip hüzün çöküyor o anda. Kanım donuyor gün ortasında.
Oysa ne güzel hayallerimiz vardı yarınlara dair… Biz geleceğin planını kurarken melekler gülüyordu kenarda. Olmadı, olmadı habersiz gidişin baba. Yoluna güller koyduğum mübarek insan… Sen de Hamzalar’ın, Ömerler’in, Aliler’in yoluna baş koydun. Mübarek şehadet şerbetini yudum yudum içtin baba…
Avutmuyor isyankâr yüreğimi yarına dair düşler… Sensiz bir dünyanın kendi buz tutmuş karanlık düştür zaten. Türküler ağıt gibi geliyor bana. İkindi yağmurlarıyla ıslatıyorum kavrulan bedenimi. Yine de içim yanıyor, bağrım kanıyor baba…
Fazla söze ne hacet… Son sözü sen söyledin baba… Bir yetimin kanayan ruhundan yansıyan sözlerle örülü, titreyen ellerle yazılan bu pulsuz mektubu kabul et baba…Sözlerimi şair Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle tamamlamak istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Cennette yetim oğluna da bir gölgelik ayır baba. Seni dünya gözüyle görmek mümkün olmasa da bari Cuma ve kandil gecelerinde rüyalarıma gir baba. Belki böylelikle her dem çoğalan hasretimiz diner sabaha. Rahmet sana, minnet sana, gülşende gonca gül baba! ...
DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Ansiklopediler milletlerin kültürel birikimlerini içeren bilgi havuzlarıdır. Bu havuzda hem dünya genelindeki birikimler, hem de bir milletin iç bünyesinde oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyat değerleri bir araya getirilir. Bunlar bütün insanlığın kullanımına sunulur.
Dünya genelinde belli başlı bir kısım ansiklopediler ön plana çıkarak şöhret kazanmışlardır. Bunlar arasında Ana Britanica ve Meydan Larouse sayılabilir. Dünyada haklı bir üne kavuşmuş bu eserler pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bizler yıllardan beri dünya ve ülkemiz hakkındaki bilgileri bu yabancı kaynaklardan edinmişiz. Bu durum bazen yanlış malumatlar elde etmemize yol açmıştır.
Bugün kültür piyasasında İslam Ansiklopedisi adında geniş kapsamlı bir eser yer almaktadır. Bu ansiklopedi ne yazık ki Batılılar tarafından kaleme alınmış bir eserdir. 1908’de Hollanda’da çalışmalarına başlanmış ve 1938’de tamamlanmıştır. Bu ecnebi kökenli ansiklopedide on bin civarında madde vardır. Müsteşrikler(Doğu bilimci, Şarkiyatçı, oryantalist) tarafından hazırlandığı için eksik ve yanlış bilgilerle doludur. Bu bilgilerin bazıları da maksatlıdır.
Ülkemizde bugüne kadar değişik hacimlerde pek çok ansiklopedi çıkarılmıştır. Fakat bunlar içerik açısından tatmin edici boyutlarda değillerdi. Özellikle dinî konulardaki bilgileri eksiksiz ve tarafsız olarak sunan bir eser yoktu. Bu eksikliği fark eden İslâm Araştırmaları Vakfı, kısa adıyla İSAM yetkilileri, kolları sıvayarak çok uzun ve çetin bir çalışmanın içine girdi. Çünkü sosyal bilimler ve din bilimleri alanında kusursuz yerli bir başvuru kaynağı yoktu. Bu bizim büyük bir eksiğimizdi. Bu konuda cesaret sahibi birileri elini taşın altına koymalıydı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç bu işin organizasyonunu üstlendi. 1980’li yıllarda başlanan çalışmalar bugün aynı hızla ve heyecanla devam ediyor.
Önemli kurumlarımızdan biri olan ve T.D.V. İslam Ansiklopedisi’ni yayınlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bunun yanı sıra ilmî araştırmalar yapmak, konferans, seminer vb. ilmî toplantılar düzenlemek, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmacılar yetiştirmek, bu maksatla gerekli programları hazırlayıp uygulamak, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kurmak, ilmî-dinî konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlamak ve bunları neşretmek üzere kurulmuş olup, kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir.
Ülkemizde bugüne kadar yayınlanan ilk telif ansiklopedi, hâlâ yayını devam etmekte olan T.D.V.İslâm Ansiklopedisi’dir. Ülkemizin kültür sahasındaki gururu sayılan bu kapsamlı eser, tamamlandığında 45 cilt olacaktır. Bu fevkalâde görkemli bir çalışmadır. Ülkemizde bugüne dek böyle geniş kapsamlı bir çalışma yürütülmedi. Eserin sloganı “Bize ve dünyaya kaynak” olması boşuna değildir. Hakikaten tamamlandığında bize ve bütün dünya milletlerine mühim bir başvuru kaynağı olacaktır.
Diyanet Vakfı bugüne kadar ülke içinde ve dışında(özellikle kardeş Türk Cumhuriyetlerinde) çok hayırlı hizmetlere imza attı; hayırseverlerle muhtaçlar arasında adeta bir köprü vazifesi gördü. Bu hizmet zincirinin önemli bir halkası olan ansiklopedi çalışması, çok büyük bir kültür ihtiyacını karşılayacaktır.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli kültür hizmetlerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin her maddesi telif ürünüdür. Tamamlandığında cilt sayısının 45’i bulacağı tahmin edilen bu büyük temel eserin Türk ve İslam Dünyasına dev bir kaynak olacağına inanılmaktadır. Dünya yayıncılık alanında da kendi dalında ilk orijinal çalışma niteliği taşımaktadır. İslam Ansiklopedisi ile bir yandan okuyuculara İslamî konularda doğru bilgi aktarımını sağlamak ve güvenilir bir kaynak sunabilmek, bir yandan da ilmî araştırma yapacak olanlara yardımcı olabilmek amaçlanmaktadır. Bu eser tamamlandığında kütüphanelerimiz adeta şenlenecektir. Bilgi adına arayıp da bulamadığımız pek bir şey kalmayacaktır. Asırların birikimi, raflarımızda bizlerin istifadesine amade olacaktır.
İslâm Ansiklopedisi çok kapsamlı bir çalışma olduğu için tamamlanması uzun yılları alacaktır. Bu çeşit eserlerin bir iki yılda hazırlanması mümkün değildir. Zira müsteşriklerin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi’nin otuz yılda bitirildiği düşünülürse, meselenin zorluk derecesi daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgilenenlerin yakinen bildiği gibi İSAM, ansiklopedi çalışmalarını plânlandığı şekilde yürütmekte olup altı ayda bir olmak üzere yılda iki cildi neşre hazır hale getirmeye devam etmektedir. Bazıları bir cilt için altı ayı uzun bulmaktadır. Böyle düşünenler de haklıdır. Fakat bu işler sanıldığı kadar kolay değildir. İlmî bir çalışma olduğu için ince eleyip sık dokumak gerekir. Bu işin çok büyük sorumlulukları vardır. Hadisenin bir de maddî boyutu düşünülürse zorlukların derecesine vakıf olunur.
Bu köklü projenin ilk adımında bütün ansiklopediler ve dinî başvuru kaynakları taranmıştır. Yapılan titiz çalışmalar neticesinde on sekiz bin madde tespit edilmiştir. Bu maddeler ilim dallarına ayrılmış ve bu maddeleri kimlerin daha iyi yazacağı araştırılıp ilim adamları ve yazarlar tek tek tespit edilmiştir. Madde tespitinden eserin tashihine kadar onlarca aşamadan geçen çalışmalar neticesinde mükemmel bir eser vücuda getirilmiştir.
Ülkemizde bilen de, bilmeyen de her konuda ahkâm kesmeye bayılır. Bir saat içinde hükümetler kurar, ihtilaller yaparız. Kendi değerlerimizi ve onları vücuda getirenleri aşağılayıp dururuz. Nedense güzellikleri görmezlikten geliriz. Oysa ülkemizde olumsuzlukların yanında güzel işler de gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de güzel şeylerin de yapıldığının en güzel örneklerinden biri İslâm Ansiklopedisi’dir. Ben bu denli zengin bir kültür birikimine sahip olan bir memleketin ve bu birikimi ihtiva eden böyle bir eseri hazırlayan bir ülkenin ferdi olmaktan mutluyum ve gururluyum. İslâm Ansiklopedisiyle ne kadar övünsek azdır. Fakat bu konudaki en büyük eksiğimiz bu güzel eseri yeterince tanıtamamaktır. Bugün İslam Ansiklopedisi ortalama 70–75 bin civarında satıyor. Yetmiş milyonu aşkın nüfusu barındıran bir ülke için bu rakam gülünçtür. Bir hanenin dört kişiden oluştuğunu var sayarsak bu kıymetli eserin mevcut hanelerin yüzde birine bile giremediği görülür. Bu rakam, verilen bunca emeğe karşılık devede kulak bile değildir.
Okumayan bir millet olduğumuz aşikârdır. Fakat bu faydalı ve kapsamlı ansiklopediyle ilgili olarak televizyonlardan, gazetelerden ve diğer kitle iletişim araçlarından yeterince tanıtım yapılabilse mevcut satışlar üçe-beşe katlanır. Bu arada ansiklopedinin her bir cildinin pahalıya satıldığını düşünüyorum. Belki maliyetler yüksek olduğu için böyle fiyatlandırılmaktadır. Fakat her evde bulunması gereken böyle bir eseri devletin maddî açıdan desteklemesi(sübvanse etmesi) gerekir. Her bir cilt on milyondan satılırsa hemen herkes bu eseri kütüphanesine kazandırır. Bugün Diyanet Vakfı’nın depoları ağzına kadar bu eserle doludur. Yani stok yapılmaktadır. Son cildin basımı bitince kampanyalar düzenlenecek ve stoklar hızla eritilecektir. Bu arada bizim insanlarımız hiçbir şeyi parça parça almayı sevmez; bütün olarak edinmek ister. Ben inanıyorum ki ansiklopedi tamamlandığında hemen herkes bu güzel başvuru kaynağını kişisel kütüphanesine kazandıracaktır. Yeter ki ülke insanının ekonomik şartları düşünülerek fiyatlandırma yapılsın. Bunun yanında zengin insanlarımızın büyük bir fedakârlık örneği göstererek İslâm Ansiklopedisi’ni satın alıp halkın hizmeti için çalışan vakıflara, derneklere, kütüphanelere, kahvehanelere, insanların toplu olarak girip çıktığı mekânlara hediye etmesi ne kadar hayırlı bir hizmet olur. Bu kıymetli eserin hazırlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.