Geri dönüşü olmayan olaylar için kullanılan bir deyimdir ‘gemileri yakmak’… Cesur insanların bütün riskleri üzerlerine alarak kendilerini öne atması ve kahramanlık göstermesiyle ilgili olarak söylenir. Gemileri yakmak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Kararlılık ifade eden bu deyimin bir de hikâyesi vardır. Daha doğrusu bu deyim yaşanmış bir hadiseye dayanıyor. Dilerseniz bununla ilgili anekdotu sizlerle paylaşayım:
Berberiler Batı Afrika’da yaşayan göçebe bir toplumdur. Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmaları sonrası Müslüman olmuştur. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nusayr oğlu Musa idi. Avrupa’ya yayılmak için Berberi askerlerden oluşan bir ordu hazırlaması için, gene bu halktan olan kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı görevlendirdi. Tarık on iki bin kişilik bir ordu hazırlayıp, gemilere bindirerek, karşı sahildeki bir dağa ulaştı ve oraya Tarık Dağı adını verdi (Cebelitarık)
O dönemlerde o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan, Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayıca daha üstün olan ordularını onların üzerine doğru sürdü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek için, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine “Artık bizim için geri dönmek imkânsızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın”.
Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine “ Kahramanlar nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, hasmını öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Ancak Musa, Tarık’ın başarılarını kıskanarak, Tarık’a kaçanları kovalamamasını bildirdi. Ancak böyle davranmak büyük bir hata olacaktı. Tarık mantıklı olanı yaptı ve düşmanı kovaladı. Gotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek farklı bir uygarlık dönemi başlayacaktı.
Bunların dışında Endülüs’ün fethiyle ilgili, yine bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad, Cebel-i Tarık Boğazı’nı geçip Endülüs’e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş: ‘- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.’ Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.
‘Gemileri yakmak’ zamanla dilimize yerleşerek deyimleşti. Bugün kararlılık ifade eden bir manaya büründü. Bilindiği üzere başarmanın yarısı inanmaktır. Siz evvelâ kendinize güveneceksiniz ve inanacaksınız ki zafer peşinden gelsin. Tarihteki zaferler hep inananların ve inandıkları davanın peşinde kararlılıkla yürüyenlerin olmuştur.
O insanlar davalarında ısrarcı ve kararlıydılar. Onların kor gibi yürekleri vardı. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü Allah ve vatan için ölmenin ecrini çok iyi biliyorlardı. Ölüme düğüne gider gibi tebessümle gidiyorlardı. Hayatı ve ölümü takdir eden Allah’a sığınıyorlardı. Haysiyetlerinden asla taviz vermiyorlardı.
Bugün İslâm dünyasına baktığımızda büyük bir enkazla karşılaşıyoruz. Müslümanlar darmadağın ve paramparça… Ümmet şuuru kaybolup gitmiş… Haysiyetli davranış ve tutumlar mumla aranır olmuş… Ortadoğu’da ve Arap Yarımadası’nda dolar milyoneri idareciler saltanatlarını sürdürmenin peşindeler. Lübnan’da ve diğer İslâm beldelerinde kan oluk oluk akarken onların kılı kıpırdamıyor. Utanmadan, sıkılmadan hiçbir şey olmamış gibi zevk ü sefasını sürdürüyorlar. Müslüman kanı emen çağın vampirlerine karşı imanın en zayıf işareti olarak kin bile duyamıyorlar.
Vaktiyle yönetimin temel kuralını Hz. Muhammet(SAV) şöyle açıklamıştır: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” Demek ki Müslümanlar hâl ve hareketleri nedeniyle böyle idarecilere müstahak oldular. Buna bir çeşit ceza da diyebiliriz. Dünya Müslümanları tez elden uyanmalı, titreyip kendine dönmelidir. Fakat bunu bugünkü idarecilerle gerçekleştirmek mümkün değildir.
Suriye’de, Arabistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Tunus’ta, Mısır’da, Afganistan’da devleti idare edenler Batı’ya ve ABD’ye göbekten bağlanmışlardır. Bunların birçoğu Batı’da yetişmiş ve bugünkü makamlarına atanmışlardır. Bunların hiçbirinden Müslümanlara hayır gelmez. Halk acı ve sefalet içinde yüzerken onlar ancak dolar milyoneri olarak sefalarını sürerler. Onların yerine asil ve ümmetçi idareciler gelmesi için öncelikle bizler hizaya gelmeliyiz, temizlenmeliyiz, manevî kirlerden arınmalıyız. Allah Müslüman ümmetini korusun ve gaflet uykusundan uyandırsın. Rabbim bize, yeri gelince gözünü kırpmadan gemileri yakabilecek Tarık bin Ziyatlar nasip eylesin.
Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.
Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.
Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:
“Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit…. / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. / Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. / Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.
Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.
Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”
Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…
Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…
Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)
Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.
Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.
Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:
'Kapıya ne icra memuru gelir, Ne Birinci Şube sivil polisi.... İçerde kimine kuş tüyü sedir; Yüz üstü toprağa düşer kimisi....
Bir musiki orda zaman ve mekân.... Yıldız dolu feza küçük camekân... İmkân atomunu çatlatan imkân.... Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi'
Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:
Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.
Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.
Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş 'Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ' sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. 'Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum' damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...
Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. 'Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz' deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Âl-i İmran S.-185. Ayet) .
Dünya yaşlı liderler tarafından yönetiliyor. Belli bir yaşa gelmeyenlerin fikir ve eylemlerine nedense itibar edilmiyor. Yaşlılık yönetimde artı değer olarak görülüyor. Bugün dünyayı yöneten liderlere bakınca çoğunun elli yaşın üzerinde olduğu görülüyor. Yaşlı liderler tarafından yönetilen ülkelerden birisi de Küba'dır.
Küba enteresan bir ülke olarak biliniyor. Kurucuları arasında ünlü devrimci Che Guevara da var. Başkenti Havana olan Küba purolarıyla meşhurdur. Kendi yağıyla kavrulan ülkelerden biridir. Küba'da Amerikan doları döviz olarak kabul edilmiyor. Küba, IMF'e borcu olmayan nadir ülkelerden biridir. Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar her yerde ücretsizdir. Küba, ABD'nin de içinde bulunduğu pek çok sömürgeci devlete karşı direnişiyle tanınmıştır.
Yakın zaman tarihçilerinin belirttiğine göre Küba Devrimi'nin Fidel'le başlayan süreci 1953 Moncado Kışlası baskınıyla başlar. Bu baskınla ilk silahlı mücadeleye başlayan Castro, önce hapsedilir. Sonra Meksika'ya sürülür. 2 Aralık 1956'da Fidel ve Che'nin de aralarında bulunduğu 82 devrimcinin Küba'nın doğu sahillerine çıkmasıyla başlayan mücadelenin ikinci dönemi 1959 Ocak başlarında zafere ulaşır.
Küba halkının yarım asırdan beri sahip çıktığı bir devrimin, halka ilişkin yarattığı değerlere baktığımızda yarım asırdan beri abluka altında yaşayan bir toplumun devrimine, haysiyetine her şeye rağmen neden sarılmakta olduğunu anlıyoruz. ABD'nin bütün çabalarına ve 70 milyar dolarlık bir maliyet yaratan ablukaya rağmen, Küba halkı kendi imkânlarıyla, hayatını ve devrimini korumaya devam ediyor.
Küba, devrimden önce zenginler için kumarhane, eğlence ve fuhuş merkezi olan bir ülkeyken, bugün ise insanî değerlerin, kolektif yaşamın, enternasyonalist dayanışmanın ve toplum merkezli yaşamın sosyal değerlerinin her gün çoğalarak ve kıtaya enerji yayarak yoluna devam ettiği bir ülkedir. Fakat dünyanın bir kısım ülkeleri Küba'nın bu durumunun farkında bile değildir. Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, bugün bile bu ülkeyi sürekli olarak tahrik ve taciz etmektedir. Devrimin sağladığı başarılardan bazılarına baktığımızda Küba'nın nereden nereye geldiğini görmekteyiz. Bu ülkeyle ilgili verilere göre Küba'da devrimden sonra hayat adeta yeniden düzenlenmiş, eski kalıntılar silinmiştir:
Devrimden sonra 60 yeni üniversite, on binlerce spor kompleksi, kültür merkezi ve enstitüler açılmıştır. ABD'de binde 12, Türkiye'de binde seksen olan çocuk ölüm oranlarını binde 6'ya kadar düşürmüş bir ülkedir Küba… Koruyucu hekimlik dalında çok ileri bir noktada olan Küba'da, ortalama yaşam süresi erkeklerde 75'e, kadınlarda 77'ye kadar yükselmiştir. Küba'da okuma yazma oranı yüzde yüzdür, eğitim dokuzuncu sınıfa kadar zorunludur. Oy verme yaşı 16, sendikalaşma oranı yüzde 95'tir. Küba'da yaşayan herkes sağlık ve eğitim hizmetlerinden ücretsiz yararlanır.
Küba'da her aileye, büyüklüğüne göre konut tahsis ediliyor. Küba, Latin Amerika ve üçüncü Dünya ülkelerine binlerce doktor gönderen ve bu ülkelerden 17 bin tıp öğrencisine ülkesinde ücretsiz eğitim veren tek ülkedir. İşsizliğin olmadığı Küba'da, her 100-120 aileye bir doktor düşüyor. Ülke kalkınması için ve çalışanların nelerle karşılaştığını yakından görmek için bütün yöneticiler yılda bir ay tarlalarda ya da üretimde çalışıyor. Nüfusu 11 milyon olan Küba'nın (yüzde 66'sı beyaz, yüzde 12'si zenci, yüzde 20 kadarı melez) tüm vatandaşları ırk ayrımı olmaksızın Halk Parlamentosunda eşit temsil ediliyor. Her ailenin gıda karnesi ve sağlıklı beslenme hakkı anayasal güvence altındadır. Küba lideri Castro ülkedeki genelevleri kapatarak çocuklar için iyileştirme merkezleri açmıştır.
Adı ne olursa olsun Fidel Castro, Küba'da köklü ve temelli bir sistem kurmuştur. Amerika kıtasının yanı başında emperyalizme kafa tutan bu lideri alkışlamamak mümkün değildir. Dimdik ayakta duran Küba ve onun bilge lideri Castro koskoca Amerika'ya karşı örnek bir mücadele göstermektedir. Küba'nın dış borcunun olmaması bu mücadelenin kolaylaşmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü borç alan akıl da alır bir gün... Borçluluk esarete giden yolun ilk basamağıdır. Türkiye Batı'ya ve IMF'ye borçlu olmasaydı elbette bu kadar zelil olmazdı.
Sosyalizmi benimseyen bir insan değilim. Fakat Küba'daki sistem, adı ne olursa olsun, halkı refaha ve sosyal dayanışmaya götürmüştür. Elindeki imkânları halkın refahı için kullanan Castro, silahlanmaya ve orduya aşırı yatırımlar yapmamıştır. Bugünkü sosyalistlerin yaptıklarının veya yapmak istediklerinin Fidel Castro'nun icraatlarıyla alakası yoktur. Bilindiği gibi daha düne kadar sosyalizm Rusya'da da uygulandı. Fakat bu ülkeyi felâkete sürükledi. Onun için Castro'nun başarılarını ve dik duruşunu örnek göstererek sosyalizme paye biçenler baştan yanılıyordur.
Fidel Castro şimdi bir hayli yaşlandı. Artık devleti idare edecek durumda değil. Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, sağlık sorunları nedeniyle yetkilerini kardeşi Raul Castro'ya devretti. Fidel'in başkanlık yetkilerini geçici olarak aynı zamanda Savunma Bakanı olan kardeşi Raul Castro'ya devretmesine gerekçe olarak, Fidel Castro'nun, mide bağırsak kanaması nedeniyle ameliyat olması gösterildi. 80 yaşına basan Castro, 1959'dan bu yana yönetimi elinde bulunduruyor.
Küba lideri Fidel Castro'yu öldürmek için ABD Gizli Servisi CIA'le Castro muhaliflerinin elli yıldan bu yana 638 suikast planı yaptığı ortaya çıktı. Fakat öldürmeyen Allah öldürmüyor işte... Benim bildiğim Castro iyileşir ve tekrar yetkilerini geri alıp başkanlığa kaldığı yerden devam eder. Sömürgeci ve yayılmacı ABD'ye Castro gibi muhalifler gerekir. Bu cephenin boş bırakılması Amerika'nın işini kolaylaştırır. Castro'nun emperyalizme karşı mücadelesini destekliyor, dönüşünü bekliyoruz.
Yirmi birinci asrın pek çok şeyi değiştirdiği konusunda sanırım mutabıkız. Yeniçağ pek çok değişimi ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bunları takip edebilenler kazanacak, takip edemeyenler doğal olarak kaybedecektir. Zaman hızla ilerlemekte ve geri kalanlar ilerdekilerin izini sürmede zorlanmaktadır. Onun için hiçbir konuda zaman kaybına tahammülümüz yoktur. Hiçbir konuda çağın gerisinde kalmamalıyız.
Küreselleşmenin tesiriyle günümüzün yönetim anlayışı da sil baştan değişmiştir. Eskiden tek bir beynin kontrolünde ve tekelinde gelişirdi her şey… Oysa günümüzde çerçeve genişlemiş, yönetimin yerini yönetişim almıştır. Yönetişim resmî ve özel kuruluşlarda idari, ekonomik, politik otoritenin ortak kullanımı demektir. Bunun yanında merkeziyetçi yönetim anlayışı, yerini yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Artık ‘Büyükler bizim yerimize düşünürler’ mantığı iflas etmiştir. Bunun yerini grup olarak fikir geliştirme eylemi almıştır.
Yeniçağın yönetim anlayışında gizlilik saklılık yoktur. Her şey şeffaf zeminlerde gerçekleştirilmektedir. Vatandaş bilinçlenerek siyasal iradenin uygulamalarını sorgulayabilecek duruma gelmiştir. Batı’da bunun örneklerini görmek mümkün olsa da bu bizim yönetim anlayışımıza tam anlamıyla yansımamıştır.
Devlet yönetiminde katılım ne kadar geniş olursa alınan kararlar da o kadar isabetli olur. Sivil toplum kuruluşlarını tartışma ve karar alma mekanizmalarının dışında bırakan anlayışlar çok gerilerde kalmıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşları bağlı bulundukları toplumun beyni konumundadır. Onların bilgi birikiminde faydalanılması gerekir.
Yönetim mekanizmaları, aldıkları kararlar ve yaptıkları uygulamalar hakkında temsilcisi bulundukları toplumu sürekli bilgilendirmek zorundadır. Hiçbir şey kapalı kapılar ardında oldubittiye getirilmemelidir. Bilgi akışı sekteye uğratılmamalıdır.
Yönetimin istenen düzeyde olabilmesi için iletişimin kusursuz olması gerekir. Aksi halde organizasyonlardan beklenen verim alınamaz. Vatandaşların talep ve ihtiyaçlarını dikkate almayan yönetimler kalıcı olamazlar. Yönetenle yönetilenler birbirinin istek ve beklentilerini bilmek durumundadırlar. Aksi halde ortak paydada birleşemezler.
Günümüzde modern devletler yönetimin değil, yönetişimin peşindedirler. Çünkü bu yöntemle daha çabuk yol alınıyor, daha kaliteli hizmetler veriliyor. Devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetim daha iyi sağlanıyor. Böylelikle yerinden yönetim, yönetimde açıklık ve sorumluluk daha uyumlu bir hâl alıyor. Neticede zincirin halkaları daha bir kavi kenetleniyor.
İnsanı iyi yöneten ve ondan azamî derecede verim alan idareciler kurumlarını sebat ettirirler. Yönetişimde güven duygusu esastır. Fertlerin güvenini kazanabilirseniz onların size açılımı ve katkısı o derece hızlanacaktır. Kamu kurumlarını özel bir firma gibi görüp o zihniyette yaklaşmak başarıyı da beraberinde getirecektir. Özel sektör, başarısını bu birlikte hareket etme anlayışına borçludur.
Türkiye’de yönetim anlayışı hâlâ rayına oturtulamamıştır. Zamanına göre modern sayılsa da bugün yönetim mekanizmalarında Tanzimat’tan kalan izler silinmelidir. Bir buçuk asır evvelki Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı değildir. O zamandan bu zamana zihniyet ve yapı olarak çok şey değişmiştir. Bunun yönetim anlayışına ve uygulamalarına da yansıması şarttır.
Yönetim ve yönetişimin bariz farkları vardır. Yönetim daha dar kapsamlı olmasına rağmen yönetişim gönüllü kuruluşları da içine aldığı için kapsam bakımından daha geniştir. Yönetim tepeden inmeci olduğu halde yönetişim farklı sistemleri yönlendirmeyi esas alır. Yönetim daha sert, yönetişim daha katılımcı ve esnektir.
Yönetişim çoğulculuğa dayanır. Yönetişimde tek başına hareket etme yerine birlikte düzenleme, birlikte yönetim, birlikte üretim ve kamu özel sektör ortaklığı esas alınmıştır. Bu da verimliliğin sağlanmasını, rekabetin ve girişimciliğin gelişmesini beraberinde getirmektedir. Bu sisteme göre vatandaşlar yönetilenler değil, taraftırlar aynı zamanda. Bu nedenle yönetime aktif olarak katılma ve fikir beyan etme hakları vardır.
Yönetişimde hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, yönetim ahlâkı, rekabete ve piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırma, toplumu güçlendirme, dijital devrime uyum sağlama, etkin sivil toplum ve katılım, denetim, toplam kalite, yerinden yönetim, kurallar ve sınırlamalar esas alınmıştır.
Türkiye’nin yönetimden, yönetişime geçmesi sancılı olacaktır. Çünkü öncelikle bunun gerçekleştirilmesi eski kafa yapımızın yeni düzenle uyumlu hâle getirilmesiyle mümkündür. Değişimler bizde hep sancılı olmuştur. Bilindiği gibi yönetişim şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılım sacayağı üzerine oturtulmuştur. Bizler bu üç unsurdan sınıfta kalmış bir milletiz. Bunun yanında yönetişimi cevap verebilirlik, hukukun üstünlüğü ve eşitlikle beslemeliyiz. Türkiye vakit kaybetmeden yönetimden yönetişime geçmelidir.
Dünyada vefa kadar güzel duygu ve asil duruş var mıdır? Kültür, sanat ve edebiyatımıza hizmet etmiş insanları hatırlamak ve onları yaşatmak vefanın kültürel boyutudur. Bizde buna çokça rastlamak pek mümkün değildir. Unutan bir milletiz. Bunun bedelini ağır ödesek de bu zaafımızı üzerimizden atamıyoruz.
İnsanın kendini arka planda tutarak önde bulunmaya lâyık insanlara yol açması tek kelimeyle asil bir davranıştır. Buna diğergâmlık da diyebiliriz. Yani başkalarını kendine tercih etmek… Hak edenleri öne çıkarmak, nisyan bulutları içerisinde kaybolmaktan kurtarmak! ... Son dönem Türk edebiyatının mühim simalarından biri olan Yavuz Bülent Bakiler’in doğumunun yetmişinci yılı münasebetiyle hazırlanan ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitap bana vefaya dair bu hisleri uyandırdı.
İç dünyasında şairliğiyle yazarlığını yarıştıran ve bu yarışta her ikisi de başa baş gelen bir kalem sahibidir Yavuz Bülent Bakiler… O kendini bildi bileli şiir ve yazı vadisinde kalemiyle düşler ve düşünceler avlayan bir büyük duygu eri ve fikir adamıdır. Yazı ve şiirlerini çocukluğumdan beri büyük bir zevkle okuduğumu ve kendisinden fevkalâde istifade ettiğimi belirtmekten onur duyarım.
Bakiler’in dil hassasiyetini sanırım bilmeyen yoktur. Kendisi Türkçeyi dupduru bir su ve çağlayan misali konuşur ve yazar. Herkesin de dilin kullanımına azamî derecede dikkat etmesini ister. Onun STV kanalında Türk diliyle ilgili olarak yaptığı ‘Sözün Doğrusu’ isimli program daha sonra kitaplaşarak iki cilt halinde yayınlanmıştır. Bakiler Hoca özellikle Türkçeye Fransızcadan giren ‘–sal/-sel’ eklerine düşmandır. Bir yazısında bununla ilgili şöyle diyor: “Bu ‘-sal/ -sel’ eklerinden, bir lağım faresinden iğrenir gibi iğrendiğimi her zaman söylüyorum. Doğrusu çok merak ediyorum; hem bu iğrenç ekleri, hem de uyduruk kaydırık kelimeleri kullanmanız için sizi kim zorluyor? ”
Bakiler, vefa duygusu bariz kalemlerden birisidir. O, Türk kültürünün temel dinamiklerini ortaya koyanları okumuş ve onlardan öğrendiklerini kendi hayal teknesinde yoğurarak geleceği şekillendirecek gençlere sunmuştur. İster sağdan olsun isterse soldan olsun bu fani dünyadan göçen şahsiyetlere dair düşüncelerini belirterek onları kültür kamuoyuna tanıtmıştır. Hataları olanların kusurlarını, onları ve yakın çevrelerini kırmadan, incitmeden belirtmiştir. Fakat değerlendirmelerinde bardağın hep dolu yanını görmüştür.
Geçenlerde onun ilim, siyaset, edebiyat, kültür ve sanat alanında iz bırakanlarla ilgili bir kitabı Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasında yayınlandı. ‘Gidenlerin Ardından’ adını taşıyan eserde Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Osman Bölükbaşı, Tevfik İleri, Fevzi Çakmak, Yakup Kadri, Cihat Baban, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Samiha Ayverdi, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve Necip Fazıl gibi isimlerle ilgili daha evvel yazdığı yazılarını iki kapak arasına aldı. Yazar kitabıyla ilgili şu mühim açıklamayı yapıyor:
“Biz, ölenleriyle birlikte yaşayan bir milletiz. Yaşayanlar arasında olduğu gibi, gidenlerin arasında da binlerce yıldan beri yolumu aydınlatanlar; fikirleriyle, yaşayışlarıyla bize güzeli, doğruyu, faydalıyı gösterenler var. Ben bu kitapta onların kırkta birini ancak yazabildim. Bu eserde hayatlarını okuyacaklarınızın bir kısmını bir şarkı söyler gibi, bir kısmını bir ağıt mırıldanır gibi yazmaya, anlatmaya çalıştım. Şarkılarım, ağıtlarım daha bitmedi...”
Vefalı olduğu için de vefa görmüştür Bakiler… Bunun en büyük ispatı da son zamanlarda kendisiyle ilgili olarak edebiyat öğretmeni ve araştırmacı Selçuk Karakılıç’ın hazırladığı ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitaptır. Size Dergisi tarafından yayınlanan bu kitapta bu defa dost ve tanıdıkları Yavuz Bülent Bâkiler’i anlatıyorlar.
Bu mühim eserde onun bir edebiyatçı, bir dost, bir baba ve bir mütefekkir olarak konumu sorgulanıyor. Eserlerinden yola çıkılarak kültürümüze katkıları dile getiriliyor. Aslında bir hukukçu olan Bakiler’in kültür ve edebiyat alanında ne kadar büyük yol aldığı ve gençlere iyi bir rehber olduğu ortaya konuluyor. Şairin sağlığında böyle bir kitabın çıkarılması vefanın bir semt ve boza adından öte şeyler ifade ettiği gerçeğini sağlamlaştırıyor. Kitabı hazırlayan Selçuk Karakılıç’a ve yayınlanmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Bakiler’e de yüce Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.
Canım Türkiye’min en bariz özelliği burada yaşayan insanların bilse de bilmese de, alanı olsa da olmasa da her konuda konuşmasıdır. Bunu bir zamanlar ‘Ağzı olan konuşuyor’ kalıbıyla istihzalı bir biçimde dillere pelesenk etmişlerdi.
Diyeceksiniz ki yıllardan beri ‘Konuşan Türkiye’ istemiyor muydunuz? Bunun özlemini çekmiyor muydunuz? Öyle de kişi bilir bilmez konuşmamalı, ağzına geleni söylememelidir. Malumdur ki her istediğini söyleyen, hiç istemediğini de işitmeye hazır olmalıdır. Her söylediğimiz doğru olmalıdır, fakat her doğru da her yerde söylenmemelidir.
Türkiye gündemini aylardan beri meşgul eden bir çocuk kaçırma hadisesi vardı. Şeref Can adlı çocuk anne ve babasıyla(!) Çanakkale’ye gittiği sırada anlık bir dalgınlık neticesinde güya kaçırılmıştı. Televizyonlar ve gazeteler aylarca bu konuyu işledi. Ekranlarda anne ve babanın gözyaşları sel olup aktı. Seyredenler de bu aile dramına kayıtsız kalamadı. Bu olay Türkiye’nin meselesi hâline geldi. Geçenlerde müjdeli haber alındı. Ablasının okul gezisi nedeniyle gittikleri Çanakkale Şehitliği’nde dört ay evvel kaybolan iki buçuk yaşındaki Şeref Can Engin sonunda bulunmuştu(!) Ama ne bulunuş ve ne büyük final! ...
İstanbul’da fırıncılık yapan baba(!) Tuncay Engin, 7 Nisan günü Çanakkale’de kaybolan Şeref Can Engin’in bulunması için her yolu denedi. Çocuğun kaybolduğu bölgede günlerce arama yapılırken, jandarmalar yollarda durdurdukları araçların sürücülerine ellerindeki çocuğun fotoğrafı basılı posteri gösterip, küçük çocuğu görüp görmediklerini sordu. Anne ve baba televizyonlarda çocuklarının bulunması için gözyaşları dökerek yardım istedi. Kamu görevlileri aylarca meşgul edildi.
Şeref Can’ın annesi Yıldız Engin, oğlunun bulunması için Başbakan Recep Tayyib Erdoğan’a mektup yazdı. Yıldız Engin, “Bir Annenin Haykırışı” başlığını koyduğu mektubunda Başbakan’a, “Siz de babasınız, sizin de yavrularınız var. Onları sevip okşamak istersiniz. Ama ben doksan gündür bu duyguyu yaşayamıyorum” gibi yürek burkan cümleler kullandı. Yıldız Engin’in Başbakan’a gönderdiği mektupta şu ifadeler vardı: “Bugün bir anne olarak çok zorlansam bile yazmaktan ve istemekten başka çarem kalmadığı ve ne olursa olsun her şeyi denemem gerektiğine inandığım için bu satırlarla size sesleniyorum. 90 gündür her akşam yavrumun kulaklarımda çınlayan sesiyle ağlayarak uyanıyorum. Böyle bir olayın soruşturulmasında, özel bir ekibin kurulması konusunda yardımcı olursanız size ömrüm boyunca minnettar kalırım.”
Polisin uzun uğraşları sonucu bulunan Engin Can, yine Türkiye gündemine bomba gibi düştü. Kaybolmasından çok, bulunması konuşuldu. Çünkü çocuğun bulunmasıyla birlikte çirkin ilişkiler ve aldatmalar zinciri ortaya çıktı. Çocuğu kaçıran Ahmet Delican çocuğun biyolojik babası olduğunu söyledi. Adam çok rahattı. Mahkemeye götürülürken gülüyordu. Daha sonra Engin Can’ın annesi de çocuğun gayri meşru bir ilişki sonucu Delican’dan olduğunu itiraf etti. Eşi Tuncay Engin’den bir süre ayrı yaşayan Yıldız Engin, o sırada Delican’la tanışmış, işi pişirmişler. Bu ilişkinin sonucunda Engin Can doğmuş. Fakat kadın daha sonra kocasına dönmüş, çocuğun kendinden olduğunu yutturmuş! ...
Buraya kadar her şey sıradan görünse de bundan sonrakiler şeytanın aklına bile gelmez cinsten. Meğer kadın, Çanakkale’ye gidince küçük çocuğu, gayri meşru ilişki yaşadığı adama elleriyle teslim etmiş. Sonra da çocuğum kaçırıldı diye yaygara koparmaya başlamış. Bu kanal senin, o kanal benim deyip aylarca Türkiye’nin gündemini işgal etmiş. Utanmadan, sıkılmadan, soğan doğramışçasına gözyaşı dökmüş. Kocasını da böylece kandırmış.
Buraya kadar olanları hepiniz duydunuz. Bundan sonrakiler asıl şaşırtıcı… Aldatılan kocanın yıkıldığını, hayal kırıklığına uğradığını düşünüyorduk ki “Ben adam gibi adamım. Türk milletinin bağrından kopmuş bir insanım. Bugüne kadar bana eş olduysa, ben onu her zaman taşıyacağım” diyerek herkesi şaşırttı. Hatta zafer kazanmış gibi kendisini başka bir adamla aldatan eşinin elini havaya kaldırarak basın mensuplarına poz verdi. Aldatılan kocanın tavrı feminist kadın dernekleri tarafından alkışlandı, örnek gösterildi. Bizlerin de bu gibi durumlarda bundan sonra bu olgunluğu göstermemiz gerektiği söylendi. Gülesim yoktu hiç! … Burası Müslüman bir ülke…Yani Türkiye! ... Namussuzluk örnek tavır olarak gösteriliyor ve muhatapları alkışlanıyor… Aldatılan kocanın, aldatan eşini hiçbir şey olmamış gibi kabullenmesi örnek duruş olarak sunuluyor. Hay sizin namus ve insanlık anlayışınıza tüküreyim! ... Örnek tavır ha! ...
Diyorlar ki eşini öldürseydi daha iyi mi olurdu? Biz eşini öldürsün demiyoruz. Ama hiçbir şey olmamış gibi eşinin elini havaya kaldırıp zafer işareti yaparcasına pişkin olmasını Türk örf, adetleriyle ve İslâm inancıyla bağdaştıramıyoruz. Bu şahsî bir olaysa kendilerini bağlar. Fakat bu olaydan yola çıkıp insanlara nasihat veren kadın dernekleri ve psikologlar tek kelimeyle densizlik yaparak haddini aşıyorlar. Bu ülkede hiç kimse namussuzluğu örnek tavır ve davranış olarak salık veremez. Çirkef fikirleriniz ve aklınız size kalsın.
Zina dinin ve kanunun yasak saydığı bir davranıştır. Hele işin içinde bir de aldatma unsuru varsa iğrençlikleri ikiye katlanır. Kanunun ve dinin yasaklarını sevimli ve masum gösteremezsiniz. Veda Hutbesi’nde Peygamber Efendimiz’in koyduğu şu ölçüye uymalıyız: “Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır.”
Bu olaya iyimser yaklaşırsak ancak şunu söyleyebiliriz: ‘Doğru saymasak da adamın yaptığı kendini bağlar.’ Bizim de böyle davranmamızı isteme hakkınız yoktur. Fakat her halükârda öldürme ve şiddet eylemine başvurulmamalıdır. İstemiyorsan boşarsın, gider veya kişisel bir tavır takınırsın. Lâkin bu yaptığını millete numune olarak sunamazsın. Bu millet yaşamayı sizden öğrenecek değil. Her fırsatta akıl hocalığı yapıp milleti fikir bataklığına sürüklemeyin. Üst perdeden konuşanlar, hakkınızı ve haddinizi bilin.
Türk basınında yaprak dökümü devam ediyor. Duygu Asena, Yılmaz Çetiner derken Babıâli’nin usta kalemlerinden Halit Çapın da göçtü. Çapın 21 Temmuz’dan bu yana ileri derecede karaciğer yetersizliği teşhisiyle Amerikan Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O, çektiği acılara daha fazla dayanamayarak 29 Temmuz 2006 günü aramızdan ayrıldı.
Ölüm dallarımızı kırıyor, yapraklarımızı koparıyor. Kala kala bir iskelet kalıyoruz. O da bir gün şiddetli rüzgârlara ve fırtınalara dayanamayarak yıkılıyor. Peki, göçenlerin yeri doluyor mu? Bu hususta hiç de iyimser değilim. Çünkü gazeteciliğin etik kuralları her geçen gün aşınıyor. Yalan haberler almış başını gidiyor. Basın ahlâkı rafa kaldırılmış. Kişilik hakları sürekli ihlal ediliyor. Günümüzde gazetecilik magazin bataklığına saplanıp kalmış. Daha ne diyeyim. Bir sürü olumsuzluk saymak mümkün bugünkü basının serencamına dair…
Çapın yetmişine yeni girmiş bir gazeteciydi. 1936’da Çanakkale’de doğmuştu. Kabataş Lisesi’ni bitirmişti. Bu usta kalem, mesleğe gazetecilik öğrenimi sırasında 1955 yılında ‘Hadiselere Tercüman’ gazetesinde başladı. Daha sonra Milliyet, Yeni Ortam, Dünya, Güneş, Hürriyet ve Gün gazetelerinde muhabirlik ve yazarlık yaptı. Son olarak Takvim gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren Çapın, edebiyat sahasında da ‘Benim Akşam Sefalarım’, ‘Ben Sana Küskünüm İstanbul’, ‘Bay Alkolü Takdimimdir’,’Bay Alkolsüz Zamanlar’, ‘Mahpus’, gibi kitaplarıyla tanınıyordu. 1982’de yazdığı ‘Bay Alkollü Takdimimdir’ adlı eseri 1985’te bir televizyon dizisine konu oldu. 1966’da eski Türkiye güzeli İnci Asena’yla evlendi, Berfu adını verdikleri bir kızı oldu. Sonra eşiyle anlaşamayınca boşandılar. Meslekte bu yıl 50. yılını dolduran Çapın, son 10 yıldır da Takvim gazetesinde köşe yazıları yazıyordu. O da tıpkı Yılmaz Çetiner gibi röportaj türünün ustasıydı. Bu alanda adı sayılmaya lâyık üç beş kişiden biriydi.
Çapın Türkçeye hâkim bir yazardı. Genellikle sade ve kısa cümleler kurardı. Kaleminin kıvraklığı ve anlatım gücü nedeniyle ABD’li ünlü gazeteci ve romancı Ernest Hemingway’e benzetiliyordu. Geniş kitlelerce anlaşılmayı amaç edindiği için üslubunu da ona göre belirlemişti. Engin bir kültürel birikimi vardı. Demokrasiye ve insan haklarını gönülden bağlıydı. Kendi kimliğini yansıtan bir üslubu vardı. Basın hayatı boyunca sayısız ödüller alarak başarısını taçlandırmıştı. Çapın sürekli basın kartı sahibiydi.
Hastalığı ancak çekenler bilir. O da durumunun kötüye gittiğinin farkındaydı. Nitekim bunu hissettiği için 19 Temmuz’da kaleme aldığı ‘Hüzün’ başlıklı son yazısı gerçek bir veda yazısı oldu. Şöyle diyordu Çapın bu yazısında: “Ne zaman bir gazeteden ama böyle, ama şöyle sebepler yüzünden ayrılsam, içimi bir yalnızlık duygusu kaplar… Kendimi eskimiş hissederim… On gün sonra eğer oluruna gelirse sizlerle vedalaşacağım. Oluruna gelirse. Günaydın hüzün. Elveda dostlar…” Bir daha geri dönemedi gazeteci-yazar Halit Çapın… Öleceğini hissetmişti sanki… Onun için de vedalaşmıştı on yıldır kendisini takip eden Takvim okuyucularıyla… Bir anlamda helâlleşmişti.
Dost çevresi çok genişti Halit Çapın’ın… Hayatı oluruna bırakmıştı. Dostlarından gazeteci Ulvi Yanardağ onu şöyle anlatıyor: “Kendisi küfürbazdı ama batmazdı küfürleri. Hep birlikte gülerdik o küfür ettiğinde. Alkole çok düşkündü. Yer gibi içerdi alkolü adeta. Alkol de onu yedi. Birlikte çok bulunduk meyhanelerde. Alkol aldıktan sonra da şiirsel konuşurdu. Türk basını ve okurları değerli bir yazarı kaybetti.”
Yine onun yakın çevresinden olan Yapımcı-yönetmen Arif Keskiner ona dair hatıralarını şöyle sıralıyor: “Halit’le yarım asra varan bir dostluğumuz vardı. İlk gençlik yıllarımız birlikte geçti. Ben ona ‘Ulan komünist’, o bana ‘Ulan kıllı’ diye hitap ederdi. O gazeteci oldu, ben sinemacı. Ama dostluğumuz hep devam etti. Çene kanseri olduğu için kimseyle görüşmek istemezdi. Hatta benden takma sakal istemişti. Onca başarılı sinema filminden sonra iflas noktasına gelmiştim; Halit’in yazdığı ve TRT’ye çektiğimiz ‘Bay Alkolü Takdimimdir’ ile sinemaya dönmüştüm.”
Cenaze namazı Ataköy 5. Kısım Camii’nde kılınan Halit Çapın’ın naaşı 31 Temmuz günü Eski Kozlu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Onun gazetecilikteki ustalığı gençlere örnek olmalıdır. Fakat yaşadığı dağınık hayattan ve alkolik olmasının vücuduna verdiği tahribattan da gençlerimiz ders almalıdır. Bu bilgilerden sonra onun manevî hayatını varın siz tahayyül edin. Bu imtihan dünyasında kaybetmek ebediyeti ateşe vermektir. Ne mutlu bu fâni âlemde ebedî dünyasını mamur edenlere… Çapın’a Allah’tan amelince rahmet, yakınlarına ve basınımıza başsağlığı diliyorum.
Gün geçmiyor ki mühim bir simayı, bir değeri kaybetmeyelim. Sanki bazı zamanlar Azrail daha sık çalıyor kapımızı… Zor yetişen isimlerin aramızdan ayrılması bizi üzmüyor değil. Çünkü onlar kültürümüzün kolektif şuurudur.
Basın camiasının önemli isimlerinin başında gelen Yılmaz Çetiner de aramızdan ayrıldı. 79 yaşında olmasına rağmen yazı hayatını büyük bir şevk ve heyecanla sürdüren Çetiner’i 2 Ağustos 2006 Çarşamba günü yitirdik. O basın hayatında daha çok röportajlarıyla tanınıyordu. Bu alanda çok başarılıydı; röportajın duayeniydi dersek abartmış olmayız. Saygın bir gazeteci, aydın ve demokrat bir insandı.
Yılmaz Çetiner, gazeteciliğe 20 yaşında başladı. Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, röportaj yazarlığı yaptı. Afrika, Kızıl Çin, Sovyet Rusya gibi, o dönemlerin gidilmesi zor, renkli ülkelerinde yaptığı tehlikeli yolculuklarının röportajlarıyla Gazetecilik Başarı Ödülleri kazanan Çetiner, belgesel üç haberiyle de yılın gazetecisi seçildi. Yılmaz Çetiner için Edebiyat Sözlüğü’nde şöyle yazılıyor: “Röportajlarında izlenimlerini, görüş ve düşüncelerini canlı bir dille, Türkçenin sınırlarını zorlayarak, zevkli bir biçimde veren Çetiner, röportaj türüne ayrı bir dinamizm getirdi.” Yılmaz Çetiner’in, şu Bizim Rumeli, Mao’ya Tapanlar, El Fetih, Bilinmeyen Arnavutluk röportajları, kitap halinde çıktı. Son kitabı Milliyet Yayınları’ndan çıkan Son Padişah Vahdettin, dokuzuncu baskısını yaptı.
Onun büyük ses getiren eseri ‘Son Padişah Sultan Vahidettin’ çok konuşuldu ve çok da sattı. Aslında bu ilgi yazanın adından çok, yazılan kişinin kimliğiyle bağlantılıydı. Çünkü Vahdettin, Cumhuriyet tarihi boyunca çokça konuşulmuş ve tartışılmış bir simadır. Bazıları onu vatan haini ilan ederken bazıları da vatan sevdalısı bir mağdur olarak görmüştür. 422 sayfadan meydana gelen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan Çetiner’in ‘Son Padişah Vahidettin” kitabı okuyucuya şöyle tanıtılıyor:
“Son Osmanlı padişahının hazin sonunu ve çöken altı yüz yıllık imparatorluğu anlatan ‘Son Padişah Vahideddin’de, bir enkaz üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşananlardan izler de bulacaksınız. Sultan Vahideddin Mustafa Kemal Paşa’yla neler konuştu? Mustafa Kemal Anadolu’ya nasıl geçti? Padişahın kızı Sabiha Sultan’la evlendirilmek istendiği doğru muydu? Abdülmecit Efendi nasıl halife oldu? Padişah İstanbul’u nasıl terk etti? İngilizlerin, Fransızların İstanbul üzerine entrikaları... Ve nihayet padişahın İtalya’da, San Remo’da ölümü, alacaklıların tabutuna haciz koymaları... Yılmaz Çetiner akıcı, duru üslubuyla bu belgeselde bunları anlatıyor.”
Yılmaz Çetiner 59 yıldan beri durmaksızın yazıyordu. Onun köşe yazılarının ve röportajlarının kaç binlerde olduğunu kendisi de bilmezdi. Gazetecilik hayatı boyunca nice devlet adamlarını ve nice hükümetleri gördü, tanıdı, eleştirdi. O basın hayatıyla ilgili anılarını ‘Nefes Nefese’ adlı bir anı kitabında bir araya getirmişti. Bu eser onun bir nevi kişisel tarihi sayılabilir. Fakat bu eserde kendi sergüzeştini anlatırken yaşadığı devrin mühim olaylarına da parmak basıyor. Bu eseri, basın içerisinde olan ve basına ilgi duyanların mutlaka okuması gerekir. Bu kitaptan geçmişe dair ilginç gördüğüm kısımları sizinle paylaşmak istiyorum. Çetiner kitabında bir zamanlar CHP’de Ecevit’in liderlik kavgasını bakın nasıl anlatıyor:
“CHP’de ise bir başka kavga yaşanıyordu o sıralar. Bülent Ecevit yandaşlarıyla beraber ara rejimin yarasını almaktan kurtulmanın hesabını yapıyordu. Deneyimli lider İsmet Paşa’nın bu döneme müdahale etmesini istemiyordu. Asıl amacı başkaydı. İdeallerini gerçekleştirebilmek için genel başkan olmak sevdasıydı. Karaoğlan Türkiye’yi kurtaracak efsanesi görülmemiş bir kampanya ile köşe bucak, dalga dalga yurt sathına yayılırken bir yandan da İsmet Paşa’nın artık yaşlandığı, partiyi yönetemediği, ülkeyi hiç yönetemeyeceği propagandası yapılıyor, fakat asla İnönü’ye kötü laf edilmiyordu. O yine ortanın solunun CHP’nin değişmez lideriydi. İsmet Paşa’sız olmazdı.
Bülent Ecevit parti içerisinde tam bir darbe hazırlıyordu. Adeta sivil bir cunta kurulmuştu. Yurdun dört bir köşesine mesajlar, mektuplar gönderiliyor, örgütle temaslar sıcak tutuluyordu. Sorun İsmet Paşa değil, sorun paşanın çevresindeki fosillerdi. Bunlar artık demode olmuş siyasetçilerdi. Sol düşünceli, ilerici, genç bir lider gelmeliydi göreve. ‘Benden kolay kurtulamazlar’ diyen Ecevit, artık karar mercii olan parti meclisinde, Nihat Erim hükümetine güvensizlik oyu verilmesini istiyordu. Böyle bir hareket, TSK’yı yönetime tam anlamıyla el koyması için davet etmek demekti.”(Nefes Nefese- Yılmaz Çetiner)
Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca yazan ve halkı bilgilendiren Çetiner aramızdan ayrıldı. Fakat dolu dolu yaşadı ve arkasında güzel hatıralar ve dostluklar bıraktı. Bugünün gazetecilerinin ondan öğrenmesi gereken çok şey var. Fakat günümüzdeki gazeteciler eski meslektaşlarına pek itibar etmiyorlar. Çünkü onlar her şeyi biliyorlar! ... Çetiner’e Allah’tan rahmet diliyorum. Basın camiamızın başı sağ olsun.
Dünyamız zor zamanlara şahitlik ediyor. Ahir zamanın bu son demlerinde insanlık zıvanadan çıkmış görünüyor. Zulüm ortalıkta kol geziyor. Hoca Nasreddin’in ifade ettiği üzere günümüzde ‘Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar.’
Dünyanın hassas bölgelerinde zulüm hükümranlığını sürdürüyor. Mazlumların feryadını sağır sultan duysa da, asıl duyması gerekenler sağır numarası yapıyor. Fakat bilinmelidir ki “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur” Zulüm payidar olmaz. Nitekim Resulullah bununla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helak etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevketmiştir.”(Müslim, Birr 56)
Hakkı ve hakikati ezmektir zulüm… Hakkı değil gücü esas almaktır. Hangi hususta olursa olsun haddi aşmaktır. Mala, ırza ve cana saldırmaktır. Zulüm insanlığın tabiatına zıt bir eylemdir. Fakat bazı kişiler insanlıklarını askıya aldıklarında bu yola başvururlar.
Zulüm ile adalet aynı ortamlarda bulunamaz. Nasıl ki Hakk gelince batıl zail olur, işte öyle de zulüm gelince adalet kaybolur. İslâm dini zulmü ortadan kaldırıp adaleti hâkim kılmak için gönderilmiş ilâhî nizamın adıdır. İslam hakkı ve adaleti tesis etmek için Allah tarafından tanzim edilmiş bir sistemin adıdır. Mazlumlar Âdil-i Mutlak olan Allah’ın rahmet kanatları altındadır. Zira haksızlık gayretullaha dokunur. Mazlumlar bu dünyada zilletler içerisinde kalsalar da yaşadıkları acılara karşılık öteki âlemde büyük mükâfatlarla taltif edileceklerdir. Yeter ki hak ve hakikat dairesinde kalsınlar. Eskilerin dediği gibi:
“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
Zulüm içerik itibariyle çok geniş bir kavramdır; sadece şiddet uygulamak değildir. Allah’ın ayetlerini inkâr etmek, peygamberlere inanmamak, şirk koşmak da bir çeşit zulümdür. Bu düşünce bataklığı içerisinde olanlar gün gelir başkalarının hakkına ve hukukuna da tecavüz ederler. Haksızlıklar ve suiistimaller zincirine her geçen gün ateşten yeni halkalar eklenir. Biz burada insanların birbirinin canına, malına, namusuna ve şerefine el ve dil uzatmasından bahsedeceğiz. Bilindiği gibi bunlar Allah tarafından şiddetle yasaklanan eylemlerdir. Hiçbiri insanî ve vicdanî hareketler değildir.
Zalimler kendilerinden daha güçsüz olanları seçerek onlara zulmederler. Bu açıdan bakınca güç eşitsizliği bariz olan gruplar arasındaki sürtüşmenin eyleme dönüşmüş şeklidir zulüm… Zulüm, çoğunlukla Allah’tan başka dostu ve yardımcısı olmayan zayıflara, biçarelere yapılır. Şiddet içerikli bir eylem olan zulmü ancak kalbi kömürleşmiş olanlar yapabilir. Onlar hidayet nurundan ve ümidinden de yoksundurlar. Zira Allah ve ahiret inancı olanlar bu yola tevessül etmekten korkarlar. Çünkü öteki dünya ve hesap gününün varlığına inananlar, mutlaka yaptıklarının karşılığını göreceklerini bilirler, ona göre ayaklarını denk alırlar. Yüce Rabbimiz zulümle ve zulmedenlerle ilgili olarak şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez… Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır) sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. …Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.”(Şura S. 40–42. Ayetler)
“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(Zariyat S. 59. Ayet) ”
Günümüzde İslâm coğrafyası içerisinde korkunç bir zulüm tatbikatı gerçekleştiriliyor. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da ve adını sayamayacağım pek çok İslam beldesinde kan ve gözyaşı sular seller gibi akıyor. Irak’ta gün geçmiyor ki insanlar ölmesin. Artık bu tarz ölüm haberlerini sıradan eylemler olarak algılamaya başladık. Öyle ki nerdeyse ölüm haberleri duymadığımız günler hayrete düşüyoruz. Afganistan’da nelerin olup bittiğiyle alâkalı çok da sağlıklı haberler alamıyoruz. Duyurulmak istenenleri ancak duyabiliyoruz. Pek çok zulüm kapalı kapılar ardında gerçekleştiriliyor. Çeçenistan’da Müslüman halk liderleri hunharca öldürülüyor. Çeçen halkına gözdağı veriliyor. Keşmir’de Hint zorbalığı devam ediyor. Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk soydaşlarımız kan ağlıyor. Çinliler Doğu Türkistanlılara yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bosna-Hersek’i toplu mezarlarla kuşatan Sırplar pusuda bekliyor. Moro’da ve Filipinlerde Müslümanlara göz açtırılmıyor. Müslüman ülkeler bir bir sömürgeleştiriliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynakları talan ediliyor. İslâm ümmeti paramparça… Şer güçlerin istediği de buydu zaten… Bütün bunlara rağmen barış dönemi içerisinde keyif süren Müslüman devletlerden hiçbirinin kılının kıpırdadığı yok.
Bunlar yetmiyormuş gibi bir aydan beri İsrail’in Filistin ve özellikle Lübnan’daki hain saldırılarıyla çalkalanıyoruz. Bir aydan beri televizyonlar kan ve nefret görüntüleriyle dolup taşıyor. Ne olmuş yahu! ... Bilen birisi bana anlatsın… Niçin bu kin ve öfke? ... Düzenli bir ordusu bile olmayan sözüm ona Müslüman bir ülkeye çağın en modern silahlarıyla saldıranlar neyin intikamını alıyorlar? Sapanla düşman kovalayan çocukların ve savunmasız kadınların kanını içen bu zihniyete dur diyecek sağduyulu ülkeler yok mu? Bu akan kan durmazsa kendini ayrıcalıklı sanan sözde bütün medenî ülkeler, bu kan çağlayanında boğulacaklardır.
Filistinliler uzun yıllardan beri kıt imkânlarıyla ve bütün yalnızlıklarına rağmen haklı davalarının peşinde koşuyorlar. Bugün itibariyle tarihî topraklarının yüzde 78’i işgal altında… Ellerinde bulundurdukları toprakların yüzde 22’sine de sahip değiller… Toprakları ellerinden alınmış. Araya kalın utanç duvarları örülmüş. Beş dakikalık yolu beş saatte gitmek zorunda kalıyorlar. İsrail bütün Filistinlileri komşu ülkelere göç etmeye zorluyor. Ortadoğu’yu barut fıçısına çeviren ve kana bulayan İsrail, siyasal bugün gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan bir tiran konumundadır. İsrail’in hapishanelerinde sekiz bin Filistinli mahkûm var. Bu baskı ve zulümlerin sebebi topyekûn işgal sevdasıdır… Böyle bir manzara karşısında mağdur ve mazlum Filistinlilere ‘Gidin evlerinizde oturun, İsrail’in insafa gelmesini bekleyin’ mi demeliyiz? Ey uygar Batı, ne olur azıcık empati(duygudaşlık) yapın… Aklınız körelmiş, kulaklarınız ve vicdanlarınız iyice sağırlaşmış…
Batılı devletleri ve ABD’yi anlayabiliyorum da bu Müslüman ülkeleri ve onların basireti ve insafı körelmiş liderlerini anlayamıyorum. Biliyoruz ki çoğunuz Batı’da ve ABD’de okudunuz, ülkelerinizin başına geçirilirken pek çok hususlarda dışarıdan emir alacağınızı peşinen kabul ettiniz. İradeleriniz mefluç olmuş… Birilerinin tasarrufuyla o makamları işgal ediyorsunuz. Ama bu kadar mı Müslümanlığa ve Müslümanlara sırt çevirdiniz? Yoksa geleceği karanlık gördüğünüz için dışarı çıkmaktan mı korkuyorsunuz? Sizi millî şair Mehmet Akif Ersoy aşağıdaki beyitlerde ne kadar gerçekli bir biçimde tasvir ediyor. Dinleyin ve aynaya bakın:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak. Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle. İmanı olan kimse gebermez bu ölümle: Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.”
Yüce Rabbimiz bütün müminlerin kardeş olduğunu söylüyor. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz…” (Hucurat S. 10. Ayet) buyuruyor. İnancımızda İslam kardeşliği kan kardeşliğinden daha öndedir. Zira aslolan İslam kardeşliğidir. Fakat günümüzde Müslüman devletler birbirlerine, argo tabirle söylemek gerekirse nanik yapıyorlar. İslam kardeşliği zedelenmiş, yıpranmış, pörsümüş, körelmiş ve büyük darbe almıştır. Uhuvvet hayatımızdan çıkmış, hatırası tozlu sayfalarda kalmıştır. Bilinmelidir ki müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa zalimlere karşı hakkıyla mücadele edemezler, Allah’ın azabından hakkıyla korunamazlar. Müslümanların bugünkü dağınık görüntüsünü bundan yüz sene evvel Mehmet Akif şöyle tasvir etmişti:
“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir”
Hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar, hangi ülke sınırları içerisinde yaşarsalar yaşasınlar bütün Müslümanlar birbirlerini hoş görmeli, sevmeli ve koruyup kollamalıdır. Bu hususta insan vücudunu örnek alabiliriz. Nasıl ki vücudumuzun organları büyük bir ahenk içerisinde çalışıyor ve birbirinin eksiğini gideriyorlarsa öyle de Müslümanlar da bu modeli hayatlarına taşımalıdır. Resulullah(SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Müminlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerini korumada misali, bir cesede, bir vücuda benzer ki, cesedin herhangi bir uzvu rahatsız olsa, hastalansa, cesedin diğer uzuvları da bundan muzdarip olurlar ve uykusuz kalır, ateşler içinde yanarlar.”
Müslümanların içine ‘nemelâzımcılık’ illeti sokulmuş… Oysa inancımız bu anlayışı şiddetle reddeder. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışı Müslümanlıkta yoktur. Bu sözü de Yahudiler kültürümüze sokmuşlardır. İkinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî’ye toplam 23 yıl aralıksız Şeyhülislamlık yapan Zembilli Ali Efendi’ye, “Ne zaman kıyamet kopacak, onun alâmeti nedir? şeklinde bir soru soruyorlar. Zembilli Ali Efendi, “Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir, ama kıyametin alâmeti neme lâzımcılıktır.” diyor.
Acaba Müslümanlar, bazılarının ileri sürdüğü gibi, yaptıklarının karşılığını mı görüyorlar? Yani bedel mi ödüyor Müslüman devletler? ...Bence bu zilletlerin nedeni Hıristiyanların ve Yahudilerin İslâmı içlerine sindirememesidir. Tarihteki Haçlı Seferleri de İslâm’a topyekûn saldırı değil miydi? Müslümanlar bazı hatalar yaptılar ama hata yapmasaydılar böyle olmayacak mıydı? Belki düşman karşısında Müslümanların eli daha güçlü olacaktı. Savaşlar denk kuvvetlerin mücadelesi şeklinde cereyan edecekti.
Yine bir kısım çevreler bugün yaşananların Müslümanların evvelden yaptıklarına karşılık olduğu savını ileri sürüyorlar. Tarihte Müslümanlar Yahudilere bu denli ağır zulüm yaptı mı? Azıcık tarih bilenler ve vicdanî hislerini kaybetmeyenler bu soruya ‘Evet’ cevabını veremezler. Osmanlı Devleti’nin İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilere kapılarını ardına kadar açtığını bilmeyen yoktur. Yine Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin ülkemize sığındıkları bilinen bir gerçektir. Bütün bunları yok sayıyorsanız bir de Müslümanların Yahudilere karşı nasıl davrandığı konusunda bizce tarafsız bir kalem olan Marxist Auguste Bebel’in, “Hz. Muhammet ve İslam Kültürü” adlı eserindeki ifadelerine kulak verin. Çünkü o Batı kültürünün tesiriyle büyümüş olsa da vicdan sahibi bir aydındır. Bakalım o ne diyor Bebel:
“Museviler ve Hıristiyanlar, gerek İslâmiyet’in en parlak, gerekse daha sonraki dönemlerindeki, hatta günümüze kadar uzanagelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslâm devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hıristiyan Avrupa’da hâlâ kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslâm devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hıristiyanlar ve Yahudiler, sarayda çok yüksek düzeydeki görevden sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez halifelerin danışmanlığını yapmışlar, özellikle Doğu’da çok saygın bir yeri olan doktorluk uğraşında sivrildikleri gibi, sık sık halifelerin başhekimliğine getirilmişlerdir. Bütün bunlardan başka, Hıristiyan kilise ve manastırlarının yanı sıra Yahudi sinagoglarının, Hz. Muhammed döneminden önce ve sonra İslâm İmparatorluğu’nun bütün topraklarında çok yaygın olmalarına karşılık, söz konusu dinlerin mensupları, kiliselerinin sınırları içinde tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları gibi, gerek çok büyük varlık ve mülklerinin denetim ve yönetiminde, gerekse din işlerinde kusursuz bir özerkliğe sahip olmuşlardır. Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları İslâm bilim adamları ile dostane ilişkiler kurmuşlardır; gerek dinî, gerekse hukukî, tıbbî ve doğal ilmî konular büyük bir özgürlük içinde ve çok içtenlikli, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hıristiyan devletinde hâlâ imkânsızdır.”
Savaş genellikle denk güçler arasında yapılır. Şiddet içerse de askerlere yöneliktir. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar hedef alınmaz. Oysa İslam coğrafyasında süregelen savaşlarda hep siviller, özellikle de çocuklar öldürülüyor. İnsanın aklına ‘Bunlar soykırım mı yapıyor acaba? ’ sorusu gelmiyor değil. Öyle ya, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarında yüzlerce çocuk, hatta kundaktaki bebeler hayatını kaybetti. Böyle savaş mı olur Allah aşkına! ... Geçiyorsunuz akıllı bomba atan füze rampalarının arkasına, koordinatları yazıp bomba yağdırıyorsunuz. O bombalar nice insanların can evine düşerek değdiği her yeri yakıp yıkıyor.
İsrail, Lübnan’ı bombalarken bize medeniyetin beşiği olarak yutturulan çağdaş Batı ve onunla aynı çizgide hareket eden ABD sadece seyrediyor. Sözüm ona Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, İsrail’e ateşkes teklifinde bulunmak bir yana, yaptıkları vahşetleri, hunharca saldırıları kınamaya bile cesaret edemiyorlar. Bu örnekler de gösteriyor ki Batılı devletler, ABD ve onlara bağlı kuruluşlar ikiyüzlüdür, çifte standardın alâsını yapmaktadırlar. Asıl iş ve manevî sorumluluk Müslümanlara düşüyor. Bu yangını onlar söndürmek zorundadır. Fakat onlarda da bu çelikten iradeyi ne yazık ki göremiyoruz. Özünü kaybetmiş Müslümanlara Mehmet Akif’in şu dörtlükleriyle sesleniyor ve onları bir an evvel gaflet uykusundan uyanmaya davet ediyorum:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan. Hakkı hayatındır senin ey Müslüman, Kurtar artık o biçareyi Allah için. Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın, Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştanbaşa. Sen yine bir kerre kımıldanmadın
Ey koca şark! Ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et. Korkuyorum, Garbın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin melanet.”
Dünya dünya olalı böyle zulüm görmedi. Böyle bir dünyada yaşamaktan, zalimlerle aynı gök kubbenin altında bulunmaktan hicap duyuyorum. Bilinmelidir ki İsrail adı altında bir araya gelen zalimler “Nil’den Fırat’a kadarki sözde vaat edilmiş topraklar”ı elde edinceye kadar durmayacaklar. Fakat Türkiye Filistin değil, bunun böyle bilinmesi gerekir. Bu husustaki referansımız Çanakkale Savaşı’dır. Akılları varsa bize bulaşmasınlar, çok ağır bir bedel ödemek mecburiyetinde kalırlar.
İsrail’e gösterilen hoşgörü ve toleransı hiçbir ülkeye göstermeyen Batı ve ABD, Siyonizmin üç ideolojik ayağını da doğal olarak kabul ediyorlar. Bu ayaklar: “a) Seçilmiş millet b) Vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi (Tesniye, Bab: 11/24–25.): c) Hiçbir halka tanınmayan ayrıcalıkların İsrail’e tanınması.” olarak sıralanabilir.
Zalim ve mazlum hangi dinden ve mezhepten olursa olsun şiddet tasvip edilemez. İnançlarımız ve milliyetlerimiz farklı olsa da neticede hepimiz insanız. Doğruyla yanlışı ayırt etmeye yarayan yüreğimiz ve vicdanımız var. Hiç kimseye kulak asmasak da, bildiğimizi okusak da tavır ve davranışlarımızı içimizdeki vicdan süzgecinden geçirmeliyiz.
Biz Doğulu milletler nedense uyumayı çok severiz. Tehlike üzerimize gelip toslayana kadar kılımızı kıpırdatmayız. Bunun İslâm inancıyla bir alâkası yoktur. Sanırım genlerimizde bir bozukluk var. Çok çabuk oyuna geliyoruz. Oysa Resulullah Efendimiz “Mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz” demiştir. Peygamber böyle demişse muhakkak bir bildiği vardır. Acaba bizim aklımızdan mı, imanımızdan mı zorumuz var ki her tarafımız ısırıklarla dolmuş… Isırılmaya o kadar alıştık ki artık acı bile hissetmiyoruz. Rabbim ümmet-i Muhammed’i şer odakların fitne ve fesatlarından muhafaza eylesin. Bizleri sırat-ı müstakimde daim ve sabit kılsın(Âmin)
GEMİLERİ YAKMAK YAHUT ÜMMETİN AHVALİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geri dönüşü olmayan olaylar için kullanılan bir deyimdir ‘gemileri yakmak’… Cesur insanların bütün riskleri üzerlerine alarak kendilerini öne atması ve kahramanlık göstermesiyle ilgili olarak söylenir. Gemileri yakmak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Kararlılık ifade eden bu deyimin bir de hikâyesi vardır. Daha doğrusu bu deyim yaşanmış bir hadiseye dayanıyor. Dilerseniz bununla ilgili anekdotu sizlerle paylaşayım:
Berberiler Batı Afrika’da yaşayan göçebe bir toplumdur. Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmaları sonrası Müslüman olmuştur. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nusayr oğlu Musa idi. Avrupa’ya yayılmak için Berberi askerlerden oluşan bir ordu hazırlaması için, gene bu halktan olan kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı görevlendirdi. Tarık on iki bin kişilik bir ordu hazırlayıp, gemilere bindirerek, karşı sahildeki bir dağa ulaştı ve oraya Tarık Dağı adını verdi (Cebelitarık)
O dönemlerde o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan, Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayıca daha üstün olan ordularını onların üzerine doğru sürdü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek için, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine “Artık bizim için geri dönmek imkânsızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın”.
Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine “ Kahramanlar nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, hasmını öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Ancak Musa, Tarık’ın başarılarını kıskanarak, Tarık’a kaçanları kovalamamasını bildirdi. Ancak böyle davranmak büyük bir hata olacaktı. Tarık mantıklı olanı yaptı ve düşmanı kovaladı. Gotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek farklı bir uygarlık dönemi başlayacaktı.
Bunların dışında Endülüs’ün fethiyle ilgili, yine bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad, Cebel-i Tarık Boğazı’nı geçip Endülüs’e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş: ‘- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.’ Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.
‘Gemileri yakmak’ zamanla dilimize yerleşerek deyimleşti. Bugün kararlılık ifade eden bir manaya büründü. Bilindiği üzere başarmanın yarısı inanmaktır. Siz evvelâ kendinize güveneceksiniz ve inanacaksınız ki zafer peşinden gelsin. Tarihteki zaferler hep inananların ve inandıkları davanın peşinde kararlılıkla yürüyenlerin olmuştur.
O insanlar davalarında ısrarcı ve kararlıydılar. Onların kor gibi yürekleri vardı. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü Allah ve vatan için ölmenin ecrini çok iyi biliyorlardı. Ölüme düğüne gider gibi tebessümle gidiyorlardı. Hayatı ve ölümü takdir eden Allah’a sığınıyorlardı. Haysiyetlerinden asla taviz vermiyorlardı.
Bugün İslâm dünyasına baktığımızda büyük bir enkazla karşılaşıyoruz. Müslümanlar darmadağın ve paramparça… Ümmet şuuru kaybolup gitmiş… Haysiyetli davranış ve tutumlar mumla aranır olmuş… Ortadoğu’da ve Arap Yarımadası’nda dolar milyoneri idareciler saltanatlarını sürdürmenin peşindeler. Lübnan’da ve diğer İslâm beldelerinde kan oluk oluk akarken onların kılı kıpırdamıyor. Utanmadan, sıkılmadan hiçbir şey olmamış gibi zevk ü sefasını sürdürüyorlar. Müslüman kanı emen çağın vampirlerine karşı imanın en zayıf işareti olarak kin bile duyamıyorlar.
Vaktiyle yönetimin temel kuralını Hz. Muhammet(SAV) şöyle açıklamıştır: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” Demek ki Müslümanlar hâl ve hareketleri nedeniyle böyle idarecilere müstahak oldular. Buna bir çeşit ceza da diyebiliriz. Dünya Müslümanları tez elden uyanmalı, titreyip kendine dönmelidir. Fakat bunu bugünkü idarecilerle gerçekleştirmek mümkün değildir.
Suriye’de, Arabistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Tunus’ta, Mısır’da, Afganistan’da devleti idare edenler Batı’ya ve ABD’ye göbekten bağlanmışlardır. Bunların birçoğu Batı’da yetişmiş ve bugünkü makamlarına atanmışlardır. Bunların hiçbirinden Müslümanlara hayır gelmez. Halk acı ve sefalet içinde yüzerken onlar ancak dolar milyoneri olarak sefalarını sürerler. Onların yerine asil ve ümmetçi idareciler gelmesi için öncelikle bizler hizaya gelmeliyiz, temizlenmeliyiz, manevî kirlerden arınmalıyız. Allah Müslüman ümmetini korusun ve gaflet uykusundan uyandırsın. Rabbim bize, yeri gelince gözünü kırpmadan gemileri yakabilecek Tarık bin Ziyatlar nasip eylesin.
CEMİL MERİÇ’İN AKIL DEFTERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.
Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.
Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:
“Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit…. / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. /
Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. /
Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.
Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.
Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”
Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…
Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…
Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)
Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.
ÖLÜYE SAYGI VE MEZARLIKLARIMIZ
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.
Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:
'Kapıya ne icra memuru gelir,
Ne Birinci Şube sivil polisi....
İçerde kimine kuş tüyü sedir;
Yüz üstü toprağa düşer kimisi....
Bir musiki orda zaman ve mekân....
Yıldız dolu feza küçük camekân...
İmkân atomunu çatlatan imkân....
Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi'
Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:
Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.
Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.
Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş 'Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ' sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. 'Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum' damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...
Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. 'Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz' deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Âl-i İmran S.-185. Ayet) .
HEY GİDİ CASTRO HEY! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya yaşlı liderler tarafından yönetiliyor. Belli bir yaşa gelmeyenlerin fikir ve eylemlerine nedense itibar edilmiyor. Yaşlılık yönetimde artı değer olarak görülüyor. Bugün dünyayı yöneten liderlere bakınca çoğunun elli yaşın üzerinde olduğu görülüyor. Yaşlı liderler tarafından yönetilen ülkelerden birisi de Küba'dır.
Küba enteresan bir ülke olarak biliniyor. Kurucuları arasında ünlü devrimci Che Guevara da var. Başkenti Havana olan Küba purolarıyla meşhurdur. Kendi yağıyla kavrulan ülkelerden biridir. Küba'da Amerikan doları döviz olarak kabul edilmiyor. Küba, IMF'e borcu olmayan nadir ülkelerden biridir. Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar her yerde ücretsizdir. Küba, ABD'nin de içinde bulunduğu pek çok sömürgeci devlete karşı direnişiyle tanınmıştır.
Yakın zaman tarihçilerinin belirttiğine göre Küba Devrimi'nin Fidel'le başlayan süreci 1953 Moncado Kışlası baskınıyla başlar. Bu baskınla ilk silahlı mücadeleye başlayan Castro, önce hapsedilir. Sonra Meksika'ya sürülür. 2 Aralık 1956'da Fidel ve Che'nin de aralarında bulunduğu 82 devrimcinin Küba'nın doğu sahillerine çıkmasıyla başlayan mücadelenin ikinci dönemi 1959 Ocak başlarında zafere ulaşır.
Küba halkının yarım asırdan beri sahip çıktığı bir devrimin, halka ilişkin yarattığı değerlere baktığımızda yarım asırdan beri abluka altında yaşayan bir toplumun devrimine, haysiyetine her şeye rağmen neden sarılmakta olduğunu anlıyoruz. ABD'nin bütün çabalarına ve 70 milyar dolarlık bir maliyet yaratan ablukaya rağmen, Küba halkı kendi imkânlarıyla, hayatını ve devrimini korumaya devam ediyor.
Küba, devrimden önce zenginler için kumarhane, eğlence ve fuhuş merkezi olan bir ülkeyken, bugün ise insanî değerlerin, kolektif yaşamın, enternasyonalist dayanışmanın ve toplum merkezli yaşamın sosyal değerlerinin her gün çoğalarak ve kıtaya enerji yayarak yoluna devam ettiği bir ülkedir. Fakat dünyanın bir kısım ülkeleri Küba'nın bu durumunun farkında bile değildir. Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, bugün bile bu ülkeyi sürekli olarak tahrik ve taciz etmektedir. Devrimin sağladığı başarılardan bazılarına baktığımızda Küba'nın nereden nereye geldiğini görmekteyiz. Bu ülkeyle ilgili verilere göre Küba'da devrimden sonra hayat adeta yeniden düzenlenmiş, eski kalıntılar silinmiştir:
Devrimden sonra 60 yeni üniversite, on binlerce spor kompleksi, kültür merkezi ve enstitüler açılmıştır. ABD'de binde 12, Türkiye'de binde seksen olan çocuk ölüm oranlarını binde 6'ya kadar düşürmüş bir ülkedir Küba… Koruyucu hekimlik dalında çok ileri bir noktada olan Küba'da, ortalama yaşam süresi erkeklerde 75'e, kadınlarda 77'ye kadar yükselmiştir. Küba'da okuma yazma oranı yüzde yüzdür, eğitim dokuzuncu sınıfa kadar zorunludur. Oy verme yaşı 16, sendikalaşma oranı yüzde 95'tir. Küba'da yaşayan herkes sağlık ve eğitim hizmetlerinden ücretsiz yararlanır.
Küba'da her aileye, büyüklüğüne göre konut tahsis ediliyor. Küba, Latin Amerika ve üçüncü Dünya ülkelerine binlerce doktor gönderen ve bu ülkelerden 17 bin tıp öğrencisine ülkesinde ücretsiz eğitim veren tek ülkedir. İşsizliğin olmadığı Küba'da, her 100-120 aileye bir doktor düşüyor. Ülke kalkınması için ve çalışanların nelerle karşılaştığını yakından görmek için bütün yöneticiler yılda bir ay tarlalarda ya da üretimde çalışıyor. Nüfusu 11 milyon olan Küba'nın (yüzde 66'sı beyaz, yüzde 12'si zenci, yüzde 20 kadarı melez) tüm vatandaşları ırk ayrımı olmaksızın Halk Parlamentosunda eşit temsil ediliyor. Her ailenin gıda karnesi ve sağlıklı beslenme hakkı anayasal güvence altındadır. Küba lideri Castro ülkedeki genelevleri kapatarak çocuklar için iyileştirme merkezleri açmıştır.
Adı ne olursa olsun Fidel Castro, Küba'da köklü ve temelli bir sistem kurmuştur. Amerika kıtasının yanı başında emperyalizme kafa tutan bu lideri alkışlamamak mümkün değildir. Dimdik ayakta duran Küba ve onun bilge lideri Castro koskoca Amerika'ya karşı örnek bir mücadele göstermektedir. Küba'nın dış borcunun olmaması bu mücadelenin kolaylaşmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü borç alan akıl da alır bir gün... Borçluluk esarete giden yolun ilk basamağıdır. Türkiye Batı'ya ve IMF'ye borçlu olmasaydı elbette bu kadar zelil olmazdı.
Sosyalizmi benimseyen bir insan değilim. Fakat Küba'daki sistem, adı ne olursa olsun, halkı refaha ve sosyal dayanışmaya götürmüştür. Elindeki imkânları halkın refahı için kullanan Castro, silahlanmaya ve orduya aşırı yatırımlar yapmamıştır. Bugünkü sosyalistlerin yaptıklarının veya yapmak istediklerinin Fidel Castro'nun icraatlarıyla alakası yoktur. Bilindiği gibi daha düne kadar sosyalizm Rusya'da da uygulandı. Fakat bu ülkeyi felâkete sürükledi. Onun için Castro'nun başarılarını ve dik duruşunu örnek göstererek sosyalizme paye biçenler baştan yanılıyordur.
Fidel Castro şimdi bir hayli yaşlandı. Artık devleti idare edecek durumda değil. Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, sağlık sorunları nedeniyle yetkilerini kardeşi Raul Castro'ya devretti. Fidel'in başkanlık yetkilerini geçici olarak aynı zamanda Savunma Bakanı olan kardeşi Raul Castro'ya devretmesine gerekçe olarak, Fidel Castro'nun, mide bağırsak kanaması nedeniyle ameliyat olması gösterildi. 80 yaşına basan Castro, 1959'dan bu yana yönetimi elinde bulunduruyor.
Küba lideri Fidel Castro'yu öldürmek için ABD Gizli Servisi CIA'le Castro muhaliflerinin elli yıldan bu yana 638 suikast planı yaptığı ortaya çıktı. Fakat öldürmeyen Allah öldürmüyor işte... Benim bildiğim Castro iyileşir ve tekrar yetkilerini geri alıp başkanlığa kaldığı yerden devam eder. Sömürgeci ve yayılmacı ABD'ye Castro gibi muhalifler gerekir. Bu cephenin boş bırakılması Amerika'nın işini kolaylaştırır. Castro'nun emperyalizme karşı mücadelesini destekliyor, dönüşünü bekliyoruz.
YÖNETİŞİM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Yirmi birinci asrın pek çok şeyi değiştirdiği konusunda sanırım mutabıkız. Yeniçağ pek çok değişimi ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bunları takip edebilenler kazanacak, takip edemeyenler doğal olarak kaybedecektir. Zaman hızla ilerlemekte ve geri kalanlar ilerdekilerin izini sürmede zorlanmaktadır. Onun için hiçbir konuda zaman kaybına tahammülümüz yoktur. Hiçbir konuda çağın gerisinde kalmamalıyız.
Küreselleşmenin tesiriyle günümüzün yönetim anlayışı da sil baştan değişmiştir. Eskiden tek bir beynin kontrolünde ve tekelinde gelişirdi her şey… Oysa günümüzde çerçeve genişlemiş, yönetimin yerini yönetişim almıştır. Yönetişim resmî ve özel kuruluşlarda idari, ekonomik, politik otoritenin ortak kullanımı demektir. Bunun yanında merkeziyetçi yönetim anlayışı, yerini yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Artık ‘Büyükler bizim yerimize düşünürler’ mantığı iflas etmiştir. Bunun yerini grup olarak fikir geliştirme eylemi almıştır.
Yeniçağın yönetim anlayışında gizlilik saklılık yoktur. Her şey şeffaf zeminlerde gerçekleştirilmektedir. Vatandaş bilinçlenerek siyasal iradenin uygulamalarını sorgulayabilecek duruma gelmiştir. Batı’da bunun örneklerini görmek mümkün olsa da bu bizim yönetim anlayışımıza tam anlamıyla yansımamıştır.
Devlet yönetiminde katılım ne kadar geniş olursa alınan kararlar da o kadar isabetli olur. Sivil toplum kuruluşlarını tartışma ve karar alma mekanizmalarının dışında bırakan anlayışlar çok gerilerde kalmıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşları bağlı bulundukları toplumun beyni konumundadır. Onların bilgi birikiminde faydalanılması gerekir.
Yönetim mekanizmaları, aldıkları kararlar ve yaptıkları uygulamalar hakkında temsilcisi bulundukları toplumu sürekli bilgilendirmek zorundadır. Hiçbir şey kapalı kapılar ardında oldubittiye getirilmemelidir. Bilgi akışı sekteye uğratılmamalıdır.
Yönetimin istenen düzeyde olabilmesi için iletişimin kusursuz olması gerekir. Aksi halde organizasyonlardan beklenen verim alınamaz. Vatandaşların talep ve ihtiyaçlarını dikkate almayan yönetimler kalıcı olamazlar. Yönetenle yönetilenler birbirinin istek ve beklentilerini bilmek durumundadırlar. Aksi halde ortak paydada birleşemezler.
Günümüzde modern devletler yönetimin değil, yönetişimin peşindedirler. Çünkü bu yöntemle daha çabuk yol alınıyor, daha kaliteli hizmetler veriliyor. Devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetim daha iyi sağlanıyor. Böylelikle yerinden yönetim, yönetimde açıklık ve sorumluluk daha uyumlu bir hâl alıyor. Neticede zincirin halkaları daha bir kavi kenetleniyor.
İnsanı iyi yöneten ve ondan azamî derecede verim alan idareciler kurumlarını sebat ettirirler. Yönetişimde güven duygusu esastır. Fertlerin güvenini kazanabilirseniz onların size açılımı ve katkısı o derece hızlanacaktır. Kamu kurumlarını özel bir firma gibi görüp o zihniyette yaklaşmak başarıyı da beraberinde getirecektir. Özel sektör, başarısını bu birlikte hareket etme anlayışına borçludur.
Türkiye’de yönetim anlayışı hâlâ rayına oturtulamamıştır. Zamanına göre modern sayılsa da bugün yönetim mekanizmalarında Tanzimat’tan kalan izler silinmelidir. Bir buçuk asır evvelki Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı değildir. O zamandan bu zamana zihniyet ve yapı olarak çok şey değişmiştir. Bunun yönetim anlayışına ve uygulamalarına da yansıması şarttır.
Yönetim ve yönetişimin bariz farkları vardır. Yönetim daha dar kapsamlı olmasına rağmen yönetişim gönüllü kuruluşları da içine aldığı için kapsam bakımından daha geniştir. Yönetim tepeden inmeci olduğu halde yönetişim farklı sistemleri yönlendirmeyi esas alır. Yönetim daha sert, yönetişim daha katılımcı ve esnektir.
Yönetişim çoğulculuğa dayanır. Yönetişimde tek başına hareket etme yerine birlikte düzenleme, birlikte yönetim, birlikte üretim ve kamu özel sektör ortaklığı esas alınmıştır. Bu da verimliliğin sağlanmasını, rekabetin ve girişimciliğin gelişmesini beraberinde getirmektedir. Bu sisteme göre vatandaşlar yönetilenler değil, taraftırlar aynı zamanda. Bu nedenle yönetime aktif olarak katılma ve fikir beyan etme hakları vardır.
Yönetişimde hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, yönetim ahlâkı, rekabete ve piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırma, toplumu güçlendirme, dijital devrime uyum sağlama, etkin sivil toplum ve katılım, denetim, toplam kalite, yerinden yönetim, kurallar ve sınırlamalar esas alınmıştır.
Türkiye’nin yönetimden, yönetişime geçmesi sancılı olacaktır. Çünkü öncelikle bunun gerçekleştirilmesi eski kafa yapımızın yeni düzenle uyumlu hâle getirilmesiyle mümkündür. Değişimler bizde hep sancılı olmuştur. Bilindiği gibi yönetişim şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılım sacayağı üzerine oturtulmuştur. Bizler bu üç unsurdan sınıfta kalmış bir milletiz. Bunun yanında yönetişimi cevap verebilirlik, hukukun üstünlüğü ve eşitlikle beslemeliyiz. Türkiye vakit kaybetmeden yönetimden yönetişime geçmelidir.
YAVUZ BÜLENT BAKİLER’E ARMAĞAN
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada vefa kadar güzel duygu ve asil duruş var mıdır? Kültür, sanat ve edebiyatımıza hizmet etmiş insanları hatırlamak ve onları yaşatmak vefanın kültürel boyutudur. Bizde buna çokça rastlamak pek mümkün değildir. Unutan bir milletiz. Bunun bedelini ağır ödesek de bu zaafımızı üzerimizden atamıyoruz.
İnsanın kendini arka planda tutarak önde bulunmaya lâyık insanlara yol açması tek kelimeyle asil bir davranıştır. Buna diğergâmlık da diyebiliriz. Yani başkalarını kendine tercih etmek… Hak edenleri öne çıkarmak, nisyan bulutları içerisinde kaybolmaktan kurtarmak! ...
Son dönem Türk edebiyatının mühim simalarından biri olan Yavuz Bülent Bakiler’in doğumunun yetmişinci yılı münasebetiyle hazırlanan ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitap bana vefaya dair bu hisleri uyandırdı.
İç dünyasında şairliğiyle yazarlığını yarıştıran ve bu yarışta her ikisi de başa baş gelen bir kalem sahibidir Yavuz Bülent Bakiler… O kendini bildi bileli şiir ve yazı vadisinde kalemiyle düşler ve düşünceler avlayan bir büyük duygu eri ve fikir adamıdır. Yazı ve şiirlerini çocukluğumdan beri büyük bir zevkle okuduğumu ve kendisinden fevkalâde istifade ettiğimi belirtmekten onur duyarım.
Bakiler’in dil hassasiyetini sanırım bilmeyen yoktur. Kendisi Türkçeyi dupduru bir su ve çağlayan misali konuşur ve yazar. Herkesin de dilin kullanımına azamî derecede dikkat etmesini ister. Onun STV kanalında Türk diliyle ilgili olarak yaptığı ‘Sözün Doğrusu’ isimli program daha sonra kitaplaşarak iki cilt halinde yayınlanmıştır. Bakiler Hoca özellikle Türkçeye Fransızcadan giren ‘–sal/-sel’ eklerine düşmandır. Bir yazısında bununla ilgili şöyle diyor: “Bu ‘-sal/ -sel’ eklerinden, bir lağım faresinden iğrenir gibi iğrendiğimi her zaman söylüyorum. Doğrusu çok merak ediyorum; hem bu iğrenç ekleri, hem de uyduruk kaydırık kelimeleri kullanmanız için sizi kim zorluyor? ”
Bakiler, vefa duygusu bariz kalemlerden birisidir. O, Türk kültürünün temel dinamiklerini ortaya koyanları okumuş ve onlardan öğrendiklerini kendi hayal teknesinde yoğurarak geleceği şekillendirecek gençlere sunmuştur. İster sağdan olsun isterse soldan olsun bu fani dünyadan göçen şahsiyetlere dair düşüncelerini belirterek onları kültür kamuoyuna tanıtmıştır. Hataları olanların kusurlarını, onları ve yakın çevrelerini kırmadan, incitmeden belirtmiştir. Fakat değerlendirmelerinde bardağın hep dolu yanını görmüştür.
Geçenlerde onun ilim, siyaset, edebiyat, kültür ve sanat alanında iz bırakanlarla ilgili bir kitabı Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasında yayınlandı. ‘Gidenlerin Ardından’ adını taşıyan eserde Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Osman Bölükbaşı, Tevfik İleri, Fevzi Çakmak, Yakup Kadri, Cihat Baban, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Samiha Ayverdi, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve Necip Fazıl gibi isimlerle ilgili daha evvel yazdığı yazılarını iki kapak arasına aldı. Yazar kitabıyla ilgili şu mühim açıklamayı yapıyor:
“Biz, ölenleriyle birlikte yaşayan bir milletiz. Yaşayanlar arasında olduğu gibi, gidenlerin arasında da binlerce yıldan beri yolumu aydınlatanlar; fikirleriyle, yaşayışlarıyla bize güzeli, doğruyu, faydalıyı gösterenler var. Ben bu kitapta onların kırkta birini ancak yazabildim. Bu eserde hayatlarını okuyacaklarınızın bir kısmını bir şarkı söyler gibi, bir kısmını bir ağıt mırıldanır gibi yazmaya, anlatmaya çalıştım. Şarkılarım, ağıtlarım daha bitmedi...”
Vefalı olduğu için de vefa görmüştür Bakiler… Bunun en büyük ispatı da son zamanlarda kendisiyle ilgili olarak edebiyat öğretmeni ve araştırmacı Selçuk Karakılıç’ın hazırladığı ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitaptır. Size Dergisi tarafından yayınlanan bu kitapta bu defa dost ve tanıdıkları Yavuz Bülent Bâkiler’i anlatıyorlar.
Bu mühim eserde onun bir edebiyatçı, bir dost, bir baba ve bir mütefekkir olarak konumu sorgulanıyor. Eserlerinden yola çıkılarak kültürümüze katkıları dile getiriliyor. Aslında bir hukukçu olan Bakiler’in kültür ve edebiyat alanında ne kadar büyük yol aldığı ve gençlere iyi bir rehber olduğu ortaya konuluyor. Şairin sağlığında böyle bir kitabın çıkarılması vefanın bir semt ve boza adından öte şeyler ifade ettiği gerçeğini sağlamlaştırıyor. Kitabı hazırlayan Selçuk Karakılıç’a ve yayınlanmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Bakiler’e de yüce Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.
NAMUS KAVRAMI VE ÜST PERDEDEN KONUŞMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Canım Türkiye’min en bariz özelliği burada yaşayan insanların bilse de bilmese de, alanı olsa da olmasa da her konuda konuşmasıdır. Bunu bir zamanlar ‘Ağzı olan konuşuyor’ kalıbıyla istihzalı bir biçimde dillere pelesenk etmişlerdi.
Diyeceksiniz ki yıllardan beri ‘Konuşan Türkiye’ istemiyor muydunuz? Bunun özlemini çekmiyor muydunuz? Öyle de kişi bilir bilmez konuşmamalı, ağzına geleni söylememelidir. Malumdur ki her istediğini söyleyen, hiç istemediğini de işitmeye hazır olmalıdır. Her söylediğimiz doğru olmalıdır, fakat her doğru da her yerde söylenmemelidir.
Türkiye gündemini aylardan beri meşgul eden bir çocuk kaçırma hadisesi vardı. Şeref Can adlı çocuk anne ve babasıyla(!) Çanakkale’ye gittiği sırada anlık bir dalgınlık neticesinde güya kaçırılmıştı. Televizyonlar ve gazeteler aylarca bu konuyu işledi. Ekranlarda anne ve babanın gözyaşları sel olup aktı. Seyredenler de bu aile dramına kayıtsız kalamadı. Bu olay Türkiye’nin meselesi hâline geldi. Geçenlerde müjdeli haber alındı. Ablasının okul gezisi nedeniyle gittikleri Çanakkale Şehitliği’nde dört ay evvel kaybolan iki buçuk yaşındaki Şeref Can Engin sonunda bulunmuştu(!) Ama ne bulunuş ve ne büyük final! ...
İstanbul’da fırıncılık yapan baba(!) Tuncay Engin, 7 Nisan günü Çanakkale’de kaybolan Şeref Can Engin’in bulunması için her yolu denedi. Çocuğun kaybolduğu bölgede günlerce arama yapılırken, jandarmalar yollarda durdurdukları araçların sürücülerine ellerindeki çocuğun fotoğrafı basılı posteri gösterip, küçük çocuğu görüp görmediklerini sordu. Anne ve baba televizyonlarda çocuklarının bulunması için gözyaşları dökerek yardım istedi. Kamu görevlileri aylarca meşgul edildi.
Şeref Can’ın annesi Yıldız Engin, oğlunun bulunması için Başbakan Recep Tayyib Erdoğan’a mektup yazdı. Yıldız Engin, “Bir Annenin Haykırışı” başlığını koyduğu mektubunda Başbakan’a, “Siz de babasınız, sizin de yavrularınız var. Onları sevip okşamak istersiniz. Ama ben doksan gündür bu duyguyu yaşayamıyorum” gibi yürek burkan cümleler kullandı. Yıldız Engin’in Başbakan’a gönderdiği mektupta şu ifadeler vardı: “Bugün bir anne olarak çok zorlansam bile yazmaktan ve istemekten başka çarem kalmadığı ve ne olursa olsun her şeyi denemem gerektiğine inandığım için bu satırlarla size sesleniyorum. 90 gündür her akşam yavrumun kulaklarımda çınlayan sesiyle ağlayarak uyanıyorum. Böyle bir olayın soruşturulmasında, özel bir ekibin kurulması konusunda yardımcı olursanız size ömrüm boyunca minnettar kalırım.”
Polisin uzun uğraşları sonucu bulunan Engin Can, yine Türkiye gündemine bomba gibi düştü. Kaybolmasından çok, bulunması konuşuldu. Çünkü çocuğun bulunmasıyla birlikte çirkin ilişkiler ve aldatmalar zinciri ortaya çıktı. Çocuğu kaçıran Ahmet Delican çocuğun biyolojik babası olduğunu söyledi. Adam çok rahattı. Mahkemeye götürülürken gülüyordu. Daha sonra Engin Can’ın annesi de çocuğun gayri meşru bir ilişki sonucu Delican’dan olduğunu itiraf etti. Eşi Tuncay Engin’den bir süre ayrı yaşayan Yıldız Engin, o sırada Delican’la tanışmış, işi pişirmişler. Bu ilişkinin sonucunda Engin Can doğmuş. Fakat kadın daha sonra kocasına dönmüş, çocuğun kendinden olduğunu yutturmuş! ...
Buraya kadar her şey sıradan görünse de bundan sonrakiler şeytanın aklına bile gelmez cinsten. Meğer kadın, Çanakkale’ye gidince küçük çocuğu, gayri meşru ilişki yaşadığı adama elleriyle teslim etmiş. Sonra da çocuğum kaçırıldı diye yaygara koparmaya başlamış. Bu kanal senin, o kanal benim deyip aylarca Türkiye’nin gündemini işgal etmiş. Utanmadan, sıkılmadan, soğan doğramışçasına gözyaşı dökmüş. Kocasını da böylece kandırmış.
Buraya kadar olanları hepiniz duydunuz. Bundan sonrakiler asıl şaşırtıcı… Aldatılan kocanın yıkıldığını, hayal kırıklığına uğradığını düşünüyorduk ki “Ben adam gibi adamım. Türk milletinin bağrından kopmuş bir insanım. Bugüne kadar bana eş olduysa, ben onu her zaman taşıyacağım” diyerek herkesi şaşırttı. Hatta zafer kazanmış gibi kendisini başka bir adamla aldatan eşinin elini havaya kaldırarak basın mensuplarına poz verdi. Aldatılan kocanın tavrı feminist kadın dernekleri tarafından alkışlandı, örnek gösterildi. Bizlerin de bu gibi durumlarda bundan sonra bu olgunluğu göstermemiz gerektiği söylendi. Gülesim yoktu hiç! … Burası Müslüman bir ülke…Yani Türkiye! ... Namussuzluk örnek tavır olarak gösteriliyor ve muhatapları alkışlanıyor… Aldatılan kocanın, aldatan eşini hiçbir şey olmamış gibi kabullenmesi örnek duruş olarak sunuluyor. Hay sizin namus ve insanlık anlayışınıza tüküreyim! ... Örnek tavır ha! ...
Diyorlar ki eşini öldürseydi daha iyi mi olurdu? Biz eşini öldürsün demiyoruz. Ama hiçbir şey olmamış gibi eşinin elini havaya kaldırıp zafer işareti yaparcasına pişkin olmasını Türk örf, adetleriyle ve İslâm inancıyla bağdaştıramıyoruz. Bu şahsî bir olaysa kendilerini bağlar. Fakat bu olaydan yola çıkıp insanlara nasihat veren kadın dernekleri ve psikologlar tek kelimeyle densizlik yaparak haddini aşıyorlar. Bu ülkede hiç kimse namussuzluğu örnek tavır ve davranış olarak salık veremez. Çirkef fikirleriniz ve aklınız size kalsın.
Zina dinin ve kanunun yasak saydığı bir davranıştır. Hele işin içinde bir de aldatma unsuru varsa iğrençlikleri ikiye katlanır. Kanunun ve dinin yasaklarını sevimli ve masum gösteremezsiniz. Veda Hutbesi’nde Peygamber Efendimiz’in koyduğu şu ölçüye uymalıyız: “Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır.”
Bu olaya iyimser yaklaşırsak ancak şunu söyleyebiliriz: ‘Doğru saymasak da adamın yaptığı kendini bağlar.’ Bizim de böyle davranmamızı isteme hakkınız yoktur. Fakat her halükârda öldürme ve şiddet eylemine başvurulmamalıdır. İstemiyorsan boşarsın, gider veya kişisel bir tavır takınırsın. Lâkin bu yaptığını millete numune olarak sunamazsın. Bu millet yaşamayı sizden öğrenecek değil. Her fırsatta akıl hocalığı yapıp milleti fikir bataklığına sürüklemeyin. Üst perdeden konuşanlar, hakkınızı ve haddinizi bilin.
BASINDA YAPRAK DÖKÜMÜ: HALİT ÇAPIN DA GÖÇTÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk basınında yaprak dökümü devam ediyor. Duygu Asena, Yılmaz Çetiner derken Babıâli’nin usta kalemlerinden Halit Çapın da göçtü. Çapın 21 Temmuz’dan bu yana ileri derecede karaciğer yetersizliği teşhisiyle Amerikan Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O, çektiği acılara daha fazla dayanamayarak 29 Temmuz 2006 günü aramızdan ayrıldı.
Ölüm dallarımızı kırıyor, yapraklarımızı koparıyor. Kala kala bir iskelet kalıyoruz. O da bir gün şiddetli rüzgârlara ve fırtınalara dayanamayarak yıkılıyor. Peki, göçenlerin yeri doluyor mu? Bu hususta hiç de iyimser değilim. Çünkü gazeteciliğin etik kuralları her geçen gün aşınıyor. Yalan haberler almış başını gidiyor. Basın ahlâkı rafa kaldırılmış. Kişilik hakları sürekli ihlal ediliyor. Günümüzde gazetecilik magazin bataklığına saplanıp kalmış. Daha ne diyeyim. Bir sürü olumsuzluk saymak mümkün bugünkü basının serencamına dair…
Çapın yetmişine yeni girmiş bir gazeteciydi. 1936’da Çanakkale’de doğmuştu. Kabataş Lisesi’ni bitirmişti. Bu usta kalem, mesleğe gazetecilik öğrenimi sırasında 1955 yılında ‘Hadiselere Tercüman’ gazetesinde başladı. Daha sonra Milliyet, Yeni Ortam, Dünya, Güneş, Hürriyet ve Gün gazetelerinde muhabirlik ve yazarlık yaptı. Son olarak Takvim gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren Çapın, edebiyat sahasında da ‘Benim Akşam Sefalarım’, ‘Ben Sana Küskünüm İstanbul’, ‘Bay Alkolü Takdimimdir’,’Bay Alkolsüz Zamanlar’, ‘Mahpus’, gibi kitaplarıyla tanınıyordu. 1982’de yazdığı ‘Bay Alkollü Takdimimdir’ adlı eseri 1985’te bir televizyon dizisine konu oldu. 1966’da eski Türkiye güzeli İnci Asena’yla evlendi, Berfu adını verdikleri bir kızı oldu. Sonra eşiyle anlaşamayınca boşandılar. Meslekte bu yıl 50. yılını dolduran Çapın, son 10 yıldır da Takvim gazetesinde köşe yazıları yazıyordu. O da tıpkı Yılmaz Çetiner gibi röportaj türünün ustasıydı. Bu alanda adı sayılmaya lâyık üç beş kişiden biriydi.
Çapın Türkçeye hâkim bir yazardı. Genellikle sade ve kısa cümleler kurardı. Kaleminin kıvraklığı ve anlatım gücü nedeniyle ABD’li ünlü gazeteci ve romancı Ernest Hemingway’e benzetiliyordu. Geniş kitlelerce anlaşılmayı amaç edindiği için üslubunu da ona göre belirlemişti. Engin bir kültürel birikimi vardı. Demokrasiye ve insan haklarını gönülden bağlıydı. Kendi kimliğini yansıtan bir üslubu vardı. Basın hayatı boyunca sayısız ödüller alarak başarısını taçlandırmıştı. Çapın sürekli basın kartı sahibiydi.
Hastalığı ancak çekenler bilir. O da durumunun kötüye gittiğinin farkındaydı. Nitekim bunu hissettiği için 19 Temmuz’da kaleme aldığı ‘Hüzün’ başlıklı son yazısı gerçek bir veda yazısı oldu. Şöyle diyordu Çapın bu yazısında: “Ne zaman bir gazeteden ama böyle, ama şöyle sebepler yüzünden ayrılsam, içimi bir yalnızlık duygusu kaplar… Kendimi eskimiş hissederim… On gün sonra eğer oluruna gelirse sizlerle vedalaşacağım. Oluruna gelirse. Günaydın hüzün. Elveda dostlar…” Bir daha geri dönemedi gazeteci-yazar Halit Çapın… Öleceğini hissetmişti sanki… Onun için de vedalaşmıştı on yıldır kendisini takip eden Takvim okuyucularıyla… Bir anlamda helâlleşmişti.
Dost çevresi çok genişti Halit Çapın’ın… Hayatı oluruna bırakmıştı. Dostlarından gazeteci Ulvi Yanardağ onu şöyle anlatıyor: “Kendisi küfürbazdı ama batmazdı küfürleri. Hep birlikte gülerdik o küfür ettiğinde. Alkole çok düşkündü. Yer gibi içerdi alkolü adeta. Alkol de onu yedi. Birlikte çok bulunduk meyhanelerde. Alkol aldıktan sonra da şiirsel konuşurdu. Türk basını ve okurları değerli bir yazarı kaybetti.”
Yine onun yakın çevresinden olan Yapımcı-yönetmen Arif Keskiner ona dair hatıralarını şöyle sıralıyor: “Halit’le yarım asra varan bir dostluğumuz vardı. İlk gençlik yıllarımız birlikte geçti. Ben ona ‘Ulan komünist’, o bana ‘Ulan kıllı’ diye hitap ederdi. O gazeteci oldu, ben sinemacı. Ama dostluğumuz hep devam etti. Çene kanseri olduğu için kimseyle görüşmek istemezdi. Hatta benden takma sakal istemişti. Onca başarılı sinema filminden sonra iflas noktasına gelmiştim; Halit’in yazdığı ve TRT’ye çektiğimiz ‘Bay Alkolü Takdimimdir’ ile sinemaya dönmüştüm.”
Cenaze namazı Ataköy 5. Kısım Camii’nde kılınan Halit Çapın’ın naaşı 31 Temmuz günü Eski Kozlu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Onun gazetecilikteki ustalığı gençlere örnek olmalıdır. Fakat yaşadığı dağınık hayattan ve alkolik olmasının vücuduna verdiği tahribattan da gençlerimiz ders almalıdır. Bu bilgilerden sonra onun manevî hayatını varın siz tahayyül edin. Bu imtihan dünyasında kaybetmek ebediyeti ateşe vermektir. Ne mutlu bu fâni âlemde ebedî dünyasını mamur edenlere… Çapın’a Allah’tan amelince rahmet, yakınlarına ve basınımıza başsağlığı diliyorum.
BASINIMIZIN BÜYÜK KAYBI YILMAZ ÇETİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Gün geçmiyor ki mühim bir simayı, bir değeri kaybetmeyelim. Sanki bazı zamanlar Azrail daha sık çalıyor kapımızı… Zor yetişen isimlerin aramızdan ayrılması bizi üzmüyor değil. Çünkü onlar kültürümüzün kolektif şuurudur.
Basın camiasının önemli isimlerinin başında gelen Yılmaz Çetiner de aramızdan ayrıldı. 79 yaşında olmasına rağmen yazı hayatını büyük bir şevk ve heyecanla sürdüren Çetiner’i 2 Ağustos 2006 Çarşamba günü yitirdik. O basın hayatında daha çok röportajlarıyla tanınıyordu. Bu alanda çok başarılıydı; röportajın duayeniydi dersek abartmış olmayız. Saygın bir gazeteci, aydın ve demokrat bir insandı.
Yılmaz Çetiner, gazeteciliğe 20 yaşında başladı. Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, röportaj yazarlığı yaptı. Afrika, Kızıl Çin, Sovyet Rusya gibi, o dönemlerin gidilmesi zor, renkli ülkelerinde yaptığı tehlikeli yolculuklarının röportajlarıyla Gazetecilik Başarı Ödülleri kazanan Çetiner, belgesel üç haberiyle de yılın gazetecisi seçildi. Yılmaz Çetiner için Edebiyat Sözlüğü’nde şöyle yazılıyor: “Röportajlarında izlenimlerini, görüş ve düşüncelerini canlı bir dille, Türkçenin sınırlarını zorlayarak, zevkli bir biçimde veren Çetiner, röportaj türüne ayrı bir dinamizm getirdi.” Yılmaz Çetiner’in, şu Bizim Rumeli, Mao’ya Tapanlar, El Fetih, Bilinmeyen Arnavutluk röportajları, kitap halinde çıktı. Son kitabı Milliyet Yayınları’ndan çıkan Son Padişah Vahdettin, dokuzuncu baskısını yaptı.
Onun büyük ses getiren eseri ‘Son Padişah Sultan Vahidettin’ çok konuşuldu ve çok da sattı. Aslında bu ilgi yazanın adından çok, yazılan kişinin kimliğiyle bağlantılıydı. Çünkü Vahdettin, Cumhuriyet tarihi boyunca çokça konuşulmuş ve tartışılmış bir simadır. Bazıları onu vatan haini ilan ederken bazıları da vatan sevdalısı bir mağdur olarak görmüştür. 422 sayfadan meydana gelen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan Çetiner’in ‘Son Padişah Vahidettin” kitabı okuyucuya şöyle tanıtılıyor:
“Son Osmanlı padişahının hazin sonunu ve çöken altı yüz yıllık imparatorluğu anlatan ‘Son Padişah Vahideddin’de, bir enkaz üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşananlardan izler de bulacaksınız. Sultan Vahideddin Mustafa Kemal Paşa’yla neler konuştu? Mustafa Kemal Anadolu’ya nasıl geçti? Padişahın kızı Sabiha Sultan’la evlendirilmek istendiği doğru muydu? Abdülmecit Efendi nasıl halife oldu? Padişah İstanbul’u nasıl terk etti? İngilizlerin, Fransızların İstanbul üzerine entrikaları... Ve nihayet padişahın İtalya’da, San Remo’da ölümü, alacaklıların tabutuna haciz koymaları... Yılmaz Çetiner akıcı, duru üslubuyla bu belgeselde bunları anlatıyor.”
Yılmaz Çetiner 59 yıldan beri durmaksızın yazıyordu. Onun köşe yazılarının ve röportajlarının kaç binlerde olduğunu kendisi de bilmezdi. Gazetecilik hayatı boyunca nice devlet adamlarını ve nice hükümetleri gördü, tanıdı, eleştirdi. O basın hayatıyla ilgili anılarını ‘Nefes Nefese’ adlı bir anı kitabında bir araya getirmişti. Bu eser onun bir nevi kişisel tarihi sayılabilir. Fakat bu eserde kendi sergüzeştini anlatırken yaşadığı devrin mühim olaylarına da parmak basıyor. Bu eseri, basın içerisinde olan ve basına ilgi duyanların mutlaka okuması gerekir. Bu kitaptan geçmişe dair ilginç gördüğüm kısımları sizinle paylaşmak istiyorum. Çetiner kitabında bir zamanlar CHP’de Ecevit’in liderlik kavgasını bakın nasıl anlatıyor:
“CHP’de ise bir başka kavga yaşanıyordu o sıralar. Bülent Ecevit yandaşlarıyla beraber ara rejimin yarasını almaktan kurtulmanın hesabını yapıyordu. Deneyimli lider İsmet Paşa’nın bu döneme müdahale etmesini istemiyordu. Asıl amacı başkaydı. İdeallerini gerçekleştirebilmek için genel başkan olmak sevdasıydı. Karaoğlan Türkiye’yi kurtaracak efsanesi görülmemiş bir kampanya ile köşe bucak, dalga dalga yurt sathına yayılırken bir yandan da İsmet Paşa’nın artık yaşlandığı, partiyi yönetemediği, ülkeyi hiç yönetemeyeceği propagandası yapılıyor, fakat asla İnönü’ye kötü laf edilmiyordu. O yine ortanın solunun CHP’nin değişmez lideriydi. İsmet Paşa’sız olmazdı.
Bülent Ecevit parti içerisinde tam bir darbe hazırlıyordu. Adeta sivil bir cunta kurulmuştu. Yurdun dört bir köşesine mesajlar, mektuplar gönderiliyor, örgütle temaslar sıcak tutuluyordu. Sorun İsmet Paşa değil, sorun paşanın çevresindeki fosillerdi. Bunlar artık demode olmuş siyasetçilerdi. Sol düşünceli, ilerici, genç bir lider gelmeliydi göreve. ‘Benden kolay kurtulamazlar’ diyen Ecevit, artık karar mercii olan parti meclisinde, Nihat Erim hükümetine güvensizlik oyu verilmesini istiyordu. Böyle bir hareket, TSK’yı yönetime tam anlamıyla el koyması için davet etmek demekti.”(Nefes Nefese- Yılmaz Çetiner)
Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca yazan ve halkı bilgilendiren Çetiner aramızdan ayrıldı. Fakat dolu dolu yaşadı ve arkasında güzel hatıralar ve dostluklar bıraktı. Bugünün gazetecilerinin ondan öğrenmesi gereken çok şey var. Fakat günümüzdeki gazeteciler eski meslektaşlarına pek itibar etmiyorlar. Çünkü onlar her şeyi biliyorlar! ... Çetiner’e Allah’tan rahmet diliyorum. Basın camiamızın başı sağ olsun.
EY VİCDAN! ...NERDESİN? ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyamız zor zamanlara şahitlik ediyor. Ahir zamanın bu son demlerinde insanlık zıvanadan çıkmış görünüyor. Zulüm ortalıkta kol geziyor. Hoca Nasreddin’in ifade ettiği üzere günümüzde ‘Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar.’
Dünyanın hassas bölgelerinde zulüm hükümranlığını sürdürüyor. Mazlumların feryadını sağır sultan duysa da, asıl duyması gerekenler sağır numarası yapıyor. Fakat bilinmelidir ki “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur” Zulüm payidar olmaz. Nitekim Resulullah bununla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helak etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevketmiştir.”(Müslim, Birr 56)
Hakkı ve hakikati ezmektir zulüm… Hakkı değil gücü esas almaktır. Hangi hususta olursa olsun haddi aşmaktır. Mala, ırza ve cana saldırmaktır. Zulüm insanlığın tabiatına zıt bir eylemdir. Fakat bazı kişiler insanlıklarını askıya aldıklarında bu yola başvururlar.
Zulüm ile adalet aynı ortamlarda bulunamaz. Nasıl ki Hakk gelince batıl zail olur, işte öyle de zulüm gelince adalet kaybolur. İslâm dini zulmü ortadan kaldırıp adaleti hâkim kılmak için gönderilmiş ilâhî nizamın adıdır. İslam hakkı ve adaleti tesis etmek için Allah tarafından tanzim edilmiş bir sistemin adıdır. Mazlumlar Âdil-i Mutlak olan Allah’ın rahmet kanatları altındadır. Zira haksızlık gayretullaha dokunur. Mazlumlar bu dünyada zilletler içerisinde kalsalar da yaşadıkları acılara karşılık öteki âlemde büyük mükâfatlarla taltif edileceklerdir. Yeter ki hak ve hakikat dairesinde kalsınlar. Eskilerin dediği gibi:
“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
Zulüm içerik itibariyle çok geniş bir kavramdır; sadece şiddet uygulamak değildir. Allah’ın ayetlerini inkâr etmek, peygamberlere inanmamak, şirk koşmak da bir çeşit zulümdür. Bu düşünce bataklığı içerisinde olanlar gün gelir başkalarının hakkına ve hukukuna da tecavüz ederler. Haksızlıklar ve suiistimaller zincirine her geçen gün ateşten yeni halkalar eklenir. Biz burada insanların birbirinin canına, malına, namusuna ve şerefine el ve dil uzatmasından bahsedeceğiz. Bilindiği gibi bunlar Allah tarafından şiddetle yasaklanan eylemlerdir. Hiçbiri insanî ve vicdanî hareketler değildir.
Zalimler kendilerinden daha güçsüz olanları seçerek onlara zulmederler. Bu açıdan bakınca güç eşitsizliği bariz olan gruplar arasındaki sürtüşmenin eyleme dönüşmüş şeklidir zulüm… Zulüm, çoğunlukla Allah’tan başka dostu ve yardımcısı olmayan zayıflara, biçarelere yapılır. Şiddet içerikli bir eylem olan zulmü ancak kalbi kömürleşmiş olanlar yapabilir. Onlar hidayet nurundan ve ümidinden de yoksundurlar. Zira Allah ve ahiret inancı olanlar bu yola tevessül etmekten korkarlar. Çünkü öteki dünya ve hesap gününün varlığına inananlar, mutlaka yaptıklarının karşılığını göreceklerini bilirler, ona göre ayaklarını denk alırlar. Yüce Rabbimiz zulümle ve zulmedenlerle ilgili olarak şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez… Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır) sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. …Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.”(Şura S. 40–42. Ayetler)
“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(Zariyat S. 59. Ayet) ”
Günümüzde İslâm coğrafyası içerisinde korkunç bir zulüm tatbikatı gerçekleştiriliyor. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da ve adını sayamayacağım pek çok İslam beldesinde kan ve gözyaşı sular seller gibi akıyor. Irak’ta gün geçmiyor ki insanlar ölmesin. Artık bu tarz ölüm haberlerini sıradan eylemler olarak algılamaya başladık. Öyle ki nerdeyse ölüm haberleri duymadığımız günler hayrete düşüyoruz. Afganistan’da nelerin olup bittiğiyle alâkalı çok da sağlıklı haberler alamıyoruz. Duyurulmak istenenleri ancak duyabiliyoruz. Pek çok zulüm kapalı kapılar ardında gerçekleştiriliyor. Çeçenistan’da Müslüman halk liderleri hunharca öldürülüyor. Çeçen halkına gözdağı veriliyor. Keşmir’de Hint zorbalığı devam ediyor. Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk soydaşlarımız kan ağlıyor. Çinliler Doğu Türkistanlılara yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bosna-Hersek’i toplu mezarlarla kuşatan Sırplar pusuda bekliyor. Moro’da ve Filipinlerde Müslümanlara göz açtırılmıyor. Müslüman ülkeler bir bir sömürgeleştiriliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynakları talan ediliyor. İslâm ümmeti paramparça… Şer güçlerin istediği de buydu zaten… Bütün bunlara rağmen barış dönemi içerisinde keyif süren Müslüman devletlerden hiçbirinin kılının kıpırdadığı yok.
Bunlar yetmiyormuş gibi bir aydan beri İsrail’in Filistin ve özellikle Lübnan’daki hain saldırılarıyla çalkalanıyoruz. Bir aydan beri televizyonlar kan ve nefret görüntüleriyle dolup taşıyor. Ne olmuş yahu! ... Bilen birisi bana anlatsın… Niçin bu kin ve öfke? ... Düzenli bir ordusu bile olmayan sözüm ona Müslüman bir ülkeye çağın en modern silahlarıyla saldıranlar neyin intikamını alıyorlar? Sapanla düşman kovalayan çocukların ve savunmasız kadınların kanını içen bu zihniyete dur diyecek sağduyulu ülkeler yok mu? Bu akan kan durmazsa kendini ayrıcalıklı sanan sözde bütün medenî ülkeler, bu kan çağlayanında boğulacaklardır.
Filistinliler uzun yıllardan beri kıt imkânlarıyla ve bütün yalnızlıklarına rağmen haklı davalarının peşinde koşuyorlar. Bugün itibariyle tarihî topraklarının yüzde 78’i işgal altında… Ellerinde bulundurdukları toprakların yüzde 22’sine de sahip değiller… Toprakları ellerinden alınmış. Araya kalın utanç duvarları örülmüş. Beş dakikalık yolu beş saatte gitmek zorunda kalıyorlar. İsrail bütün Filistinlileri komşu ülkelere göç etmeye zorluyor. Ortadoğu’yu barut fıçısına çeviren ve kana bulayan İsrail, siyasal bugün gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan bir tiran konumundadır. İsrail’in hapishanelerinde sekiz bin Filistinli mahkûm var. Bu baskı ve zulümlerin sebebi topyekûn işgal sevdasıdır… Böyle bir manzara karşısında mağdur ve mazlum Filistinlilere ‘Gidin evlerinizde oturun, İsrail’in insafa gelmesini bekleyin’ mi demeliyiz? Ey uygar Batı, ne olur azıcık empati(duygudaşlık) yapın… Aklınız körelmiş, kulaklarınız ve vicdanlarınız iyice sağırlaşmış…
Batılı devletleri ve ABD’yi anlayabiliyorum da bu Müslüman ülkeleri ve onların basireti ve insafı körelmiş liderlerini anlayamıyorum. Biliyoruz ki çoğunuz Batı’da ve ABD’de okudunuz, ülkelerinizin başına geçirilirken pek çok hususlarda dışarıdan emir alacağınızı peşinen kabul ettiniz. İradeleriniz mefluç olmuş… Birilerinin tasarrufuyla o makamları işgal ediyorsunuz. Ama bu kadar mı Müslümanlığa ve Müslümanlara sırt çevirdiniz? Yoksa geleceği karanlık gördüğünüz için dışarı çıkmaktan mı korkuyorsunuz? Sizi millî şair Mehmet Akif Ersoy aşağıdaki beyitlerde ne kadar gerçekli bir biçimde tasvir ediyor. Dinleyin ve aynaya bakın:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.”
Yüce Rabbimiz bütün müminlerin kardeş olduğunu söylüyor. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz…” (Hucurat S. 10. Ayet) buyuruyor. İnancımızda İslam kardeşliği kan kardeşliğinden daha öndedir. Zira aslolan İslam kardeşliğidir. Fakat günümüzde Müslüman devletler birbirlerine, argo tabirle söylemek gerekirse nanik yapıyorlar. İslam kardeşliği zedelenmiş, yıpranmış, pörsümüş, körelmiş ve büyük darbe almıştır. Uhuvvet hayatımızdan çıkmış, hatırası tozlu sayfalarda kalmıştır. Bilinmelidir ki müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa zalimlere karşı hakkıyla mücadele edemezler, Allah’ın azabından hakkıyla korunamazlar. Müslümanların bugünkü dağınık görüntüsünü bundan yüz sene evvel Mehmet Akif şöyle tasvir etmişti:
“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir”
Hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar, hangi ülke sınırları içerisinde yaşarsalar yaşasınlar bütün Müslümanlar birbirlerini hoş görmeli, sevmeli ve koruyup kollamalıdır. Bu hususta insan vücudunu örnek alabiliriz. Nasıl ki vücudumuzun organları büyük bir ahenk içerisinde çalışıyor ve birbirinin eksiğini gideriyorlarsa öyle de Müslümanlar da bu modeli hayatlarına taşımalıdır. Resulullah(SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Müminlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerini korumada misali, bir cesede, bir vücuda benzer ki, cesedin herhangi bir uzvu rahatsız olsa, hastalansa, cesedin diğer uzuvları da bundan muzdarip olurlar ve uykusuz kalır, ateşler içinde yanarlar.”
Müslümanların içine ‘nemelâzımcılık’ illeti sokulmuş… Oysa inancımız bu anlayışı şiddetle reddeder. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışı Müslümanlıkta yoktur. Bu sözü de Yahudiler kültürümüze sokmuşlardır. İkinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî’ye toplam 23 yıl aralıksız Şeyhülislamlık yapan Zembilli Ali Efendi’ye, “Ne zaman kıyamet kopacak, onun alâmeti nedir? şeklinde bir soru soruyorlar. Zembilli Ali Efendi, “Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir, ama kıyametin alâmeti neme lâzımcılıktır.” diyor.
Acaba Müslümanlar, bazılarının ileri sürdüğü gibi, yaptıklarının karşılığını mı görüyorlar? Yani bedel mi ödüyor Müslüman devletler? ...Bence bu zilletlerin nedeni Hıristiyanların ve Yahudilerin İslâmı içlerine sindirememesidir. Tarihteki Haçlı Seferleri de İslâm’a topyekûn saldırı değil miydi? Müslümanlar bazı hatalar yaptılar ama hata yapmasaydılar böyle olmayacak mıydı? Belki düşman karşısında Müslümanların eli daha güçlü olacaktı. Savaşlar denk kuvvetlerin mücadelesi şeklinde cereyan edecekti.
Yine bir kısım çevreler bugün yaşananların Müslümanların evvelden yaptıklarına karşılık olduğu savını ileri sürüyorlar. Tarihte Müslümanlar Yahudilere bu denli ağır zulüm yaptı mı? Azıcık tarih bilenler ve vicdanî hislerini kaybetmeyenler bu soruya ‘Evet’ cevabını veremezler. Osmanlı Devleti’nin İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilere kapılarını ardına kadar açtığını bilmeyen yoktur. Yine Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin ülkemize sığındıkları bilinen bir gerçektir. Bütün bunları yok sayıyorsanız bir de Müslümanların Yahudilere karşı nasıl davrandığı konusunda bizce tarafsız bir kalem olan Marxist Auguste Bebel’in, “Hz. Muhammet ve İslam Kültürü” adlı eserindeki ifadelerine kulak verin. Çünkü o Batı kültürünün tesiriyle büyümüş olsa da vicdan sahibi bir aydındır. Bakalım o ne diyor Bebel:
“Museviler ve Hıristiyanlar, gerek İslâmiyet’in en parlak, gerekse daha sonraki dönemlerindeki, hatta günümüze kadar uzanagelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslâm devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hıristiyan Avrupa’da hâlâ kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslâm devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hıristiyanlar ve Yahudiler, sarayda çok yüksek düzeydeki görevden sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez halifelerin danışmanlığını yapmışlar, özellikle Doğu’da çok saygın bir yeri olan doktorluk uğraşında sivrildikleri gibi, sık sık halifelerin başhekimliğine getirilmişlerdir. Bütün bunlardan başka, Hıristiyan kilise ve manastırlarının yanı sıra Yahudi sinagoglarının, Hz. Muhammed döneminden önce ve sonra İslâm İmparatorluğu’nun bütün topraklarında çok yaygın olmalarına karşılık, söz konusu dinlerin mensupları, kiliselerinin sınırları içinde tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları gibi, gerek çok büyük varlık ve mülklerinin denetim ve yönetiminde, gerekse din işlerinde kusursuz bir özerkliğe sahip olmuşlardır. Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları İslâm bilim adamları ile dostane ilişkiler kurmuşlardır; gerek dinî, gerekse hukukî, tıbbî ve doğal ilmî konular büyük bir özgürlük içinde ve çok içtenlikli, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hıristiyan devletinde hâlâ imkânsızdır.”
Savaş genellikle denk güçler arasında yapılır. Şiddet içerse de askerlere yöneliktir. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar hedef alınmaz. Oysa İslam coğrafyasında süregelen savaşlarda hep siviller, özellikle de çocuklar öldürülüyor. İnsanın aklına ‘Bunlar soykırım mı yapıyor acaba? ’ sorusu gelmiyor değil. Öyle ya, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarında yüzlerce çocuk, hatta kundaktaki bebeler hayatını kaybetti. Böyle savaş mı olur Allah aşkına! ... Geçiyorsunuz akıllı bomba atan füze rampalarının arkasına, koordinatları yazıp bomba yağdırıyorsunuz. O bombalar nice insanların can evine düşerek değdiği her yeri yakıp yıkıyor.
İsrail, Lübnan’ı bombalarken bize medeniyetin beşiği olarak yutturulan çağdaş Batı ve onunla aynı çizgide hareket eden ABD sadece seyrediyor. Sözüm ona Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, İsrail’e ateşkes teklifinde bulunmak bir yana, yaptıkları vahşetleri, hunharca saldırıları kınamaya bile cesaret edemiyorlar. Bu örnekler de gösteriyor ki Batılı devletler, ABD ve onlara bağlı kuruluşlar ikiyüzlüdür, çifte standardın alâsını yapmaktadırlar. Asıl iş ve manevî sorumluluk Müslümanlara düşüyor. Bu yangını onlar söndürmek zorundadır. Fakat onlarda da bu çelikten iradeyi ne yazık ki göremiyoruz. Özünü kaybetmiş Müslümanlara Mehmet Akif’in şu dörtlükleriyle sesleniyor ve onları bir an evvel gaflet uykusundan uyanmaya davet ediyorum:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın
Ey koca şark! Ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin melanet.”
Dünya dünya olalı böyle zulüm görmedi. Böyle bir dünyada yaşamaktan, zalimlerle aynı gök kubbenin altında bulunmaktan hicap duyuyorum. Bilinmelidir ki İsrail adı altında bir araya gelen zalimler “Nil’den Fırat’a kadarki sözde vaat edilmiş topraklar”ı elde edinceye kadar durmayacaklar. Fakat Türkiye Filistin değil, bunun böyle bilinmesi gerekir. Bu husustaki referansımız Çanakkale Savaşı’dır. Akılları varsa bize bulaşmasınlar, çok ağır bir bedel ödemek mecburiyetinde kalırlar.
İsrail’e gösterilen hoşgörü ve toleransı hiçbir ülkeye göstermeyen Batı ve ABD, Siyonizmin üç ideolojik ayağını da doğal olarak kabul ediyorlar. Bu ayaklar: “a) Seçilmiş millet b) Vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi (Tesniye, Bab: 11/24–25.): c) Hiçbir halka tanınmayan ayrıcalıkların İsrail’e tanınması.” olarak sıralanabilir.
Zalim ve mazlum hangi dinden ve mezhepten olursa olsun şiddet tasvip edilemez. İnançlarımız ve milliyetlerimiz farklı olsa da neticede hepimiz insanız. Doğruyla yanlışı ayırt etmeye yarayan yüreğimiz ve vicdanımız var. Hiç kimseye kulak asmasak da, bildiğimizi okusak da tavır ve davranışlarımızı içimizdeki vicdan süzgecinden geçirmeliyiz.
Biz Doğulu milletler nedense uyumayı çok severiz. Tehlike üzerimize gelip toslayana kadar kılımızı kıpırdatmayız. Bunun İslâm inancıyla bir alâkası yoktur. Sanırım genlerimizde bir bozukluk var. Çok çabuk oyuna geliyoruz. Oysa Resulullah Efendimiz “Mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz” demiştir. Peygamber böyle demişse muhakkak bir bildiği vardır. Acaba bizim aklımızdan mı, imanımızdan mı zorumuz var ki her tarafımız ısırıklarla dolmuş… Isırılmaya o kadar alıştık ki artık acı bile hissetmiyoruz. Rabbim ümmet-i Muhammed’i şer odakların fitne ve fesatlarından muhafaza eylesin. Bizleri sırat-ı müstakimde daim ve sabit kılsın(Âmin)