Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Vahdettin25.08.2006 - 23:04

    SULTAN VAHDETTİN’E DAİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    ‘Düşenin dostu olmaz’ derler. Ne kadar da doğrudur bu söz… Gerçekten de güç ve kudretini kaybedenler kısa zamanda yalnızlığa itiliyorlar. Vaktiyle onların peşinden gidenler, onlara methiyeler dizenler bir anda ortadan kayboluyorlar. Bu vefa ve iktidar zaafiyeti bütün dünyada olsa da bizde daha çok yaşanıyor. Çünkü Türkiye gibi herkesin çokbilmiş geçindiği ülkelerde vefadan söz etmek mümkün değildir.

    Bir zamanlar Bülent Ecevit, gazetelere demeçler vererek Sultan Vahdettin’i aklamaya çalıştı. Onun hain olduğu hakkında ileri sürülenlerin iftira ve yalandan ibaret olduğunu söyledi. Onun sözleriyle birlikte bir Vahdettin tartışması Türkiye gündemine oturdu. Kimileri yüceltti, kimileri yerin dibine batırdı onu. Fakat yücelten de, yerin dibine batıran da duygularıyla hareket etti.

    Sultan Vahdettin zor bir zamanda padişahlık yaptı. Devletin dört bir taraftan kıskaç altına alındığı böyle bir devirde yapılacak çok fazla bir şey de yoktu. Yapılması ve yapılmaması gerekenler belliydi. O da kudreti nispetinde yapılması gerekenleri yaptı, yapılmaması gerekenlerden de uzak durdu. Onu en çok Sevr Antlaşmasıyla ilgili olarak suçlayanlar aslında hakikatlerden bîhaberdir. Bu konuda, yaşayan büyük tarihçilerimizden Yılmaz Öztuna ‘Devletler ve Hanedanlar’ isimli eserinin ikinci cildinde Sultan Vahdettin ve Sevr Anlaşması hakkında şunları ifade ediyor:

    “Sevr’i yalnız Yunanistan Hükümeti, parlamentosu ve kralı tasdik etti. Sultan Vahideddin, topladığı Saltanat Şurası’nda tek çekimser oya karşılık ittifakla muahedenin kabul edilmesine rağmen muahedeyi imza ve tasdik etmedi. Böylece diğer karşı taraf devlet başkanlarınca tasdikini de önlemiş oldu ve bu yüzden muahede yürürlüğe girmedi, kadük(düşmüş) kaldı ve o andan itibaren tadili için çalışmalara başlandı.”

    Vahdettin’e hain diyenler ya onun manevî kişiliğine takılıp tek taraflı düşünmekteler, ya da cehaletlerinin bir belirtisi olarak tarihi bilgilerden yoksundurlar. Çünkü onun hayatını tetkik edenler zor zamanlarda neler yaptığını, kendi rahatını nasıl da hiçe saydığını, çöküşün arifesindeki devletin bekası için son kozlarını da kullanmasına rağmen çöküşü durduramadığını fark edeceklerdir. Yaşayan en büyük tarihçilerden Yılmaz Öztuna bu konuya da temas ederek şunları söylemektedir:

    “Sultan Vahdettin’in hain olmadığını ben kırk senedir yazıyorum zaten. Kaldı ki, tarihçiler ‘hain’ kelimesini kullanmaz. Çünkü bu siyasi bir kelimedir. Kuruluş yıllarının ateşli dönemlerinde kullanılmış bir kelimedir, bu öyle bir dönemde de mutlaka kullanılması gerekirdi. Bu Fransız İhtilali’nden sonra da böyle olmuştur, Rus Devrimi’nden sonra da böyle olmuştur. Ama aradan zaman geçip yeni rejim yerleştikten sonra, geçmiş dönemleri daha dikkatle tetkik etmek ve inceleme yaparken de böyle kavramlara yer vermemek gerekir. Ecevit’in böyle düşünmesi ve düşüncelerini cesurca söylemesi, bence önemlidir.”

    Vahdettin ve Atatürk’le alâkalı olarak uzun yıllardan beri tartışılan bir konu daha vardır. O da Atatürk’ü Anadolu’ya Vahdettin’in gönderip göndermediğidir. Mirliva Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya milli bir direnişi örgütlemek amacıyla Sultan Vahdettin’in gönderdiğine inananların yanında, bunun yanlış yansıtıldığını söyleyenler de vardır.

    Vahdettin’in Mustafa Kemal’i sevip saydığı ve ona güvendiği bilinen bir hakikattir. Onu geniş yetkilerle 9. Ordu Müfettişliğine tayin etmesi de bizce bu güvenin tezahürüdür. Vahdettin’in siyasî bir manevra yapıp Mustafa Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırdığını iddia edenlerin görüşlerini dayandırabileceği makul bir dayanak yoktur. Hem Anadolu’ya gidenin geri dönmemesi de mevzubahis değildir. Bunlar istinat noktası olmayan iftira hükmündeki hezeyanlardır. Çünkü Vahdettin öyle bir konumda kendi saltanatını düşünecek durumda değildi. Zira devlet elden gidince geride ne saltanat, ne de sultan kalır. O, bunu anlamayacak kadar cahil olamazdı. Bunu akletmek akılsızlığa delalettir.

    Bilindiği üzere Atatürk’le Vahdettin’in ortak yönleri de vardı. Bunlardan birisi ve en önemlisi Enver Paşa’ya karşı menfi hisler beslemeleridir. Vahdettin artık bıçağın kemiğe dayandığını çok iyi biliyordu. Direnişin Anadolu’dan başlaması kurtuluş çaresi olabilirdi. Hem pek fazla alternatif de yoktu. Padişah, penceresinden İtilâf devletlerine ait gemileri seyrettikçe kahroluyordu. Anadolu’ya çıkıp bir şeyler yapmak gerekliydi. Bu denenmesi gereken sınırlı alternatiflerden biriydi. Nitekim öyle de oldu. Atatürk, Samsun’a giderek kurtuluş meşalesini yaktı. Bunları nazar-i dikkate aldığımızda Atatürk’le Vahdettin’i birbirine muhalif göstermek tarihi gerçeklerle uyuşmuyor. Nutuk’taki birkaç satırlık öznel ifadeyi tarihî delil olarak göstererek tevil yapmak ciddi aydınlara ve tarihçilere yakışmaz. Çünkü Nutuk bir tarih kitabı değil; bir hatırattır.

    Bazı kesimlerin düşündüğü gibi Atatürk’ü sevmek için Vahdettin düşmanı olmak şart değildir. Atatürk’e değer kazandırmak için Vahdettin’i karalamak gerekmiyor. Zaten Atatürk yaptıklarıyla, yaşantısıyla ve topyekun kişiliğiyle bize yol gösteren ve bizi düzlüğe çıkaran bir değerdir. Birilerini övmek için birilerini kurban etme alışkanlığından vazgeçmeliyiz.

    Gelin Batılıların körüklediği ve bizi birbirimize düşürmek için sürekli pirim verdiği bu ucuz karalama ve aşağılama oyunlarından vazgeçelim. İnsanlara geniş hoşgörü penceresinden bakarak onları bir bütün olarak görelim. Hatalardan ders alıp, affedici olalim. Güzellikleri örnek alarak yaşayalım ve yaşatalım

  • tarih bilinci20.08.2006 - 23:08

    TARİH ŞUURU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tarih milletlerin boy aynasıdır. Kendimizi bu aynada nasıl görmek istiyorsak ona göre bir hayat idame ettirmeliyiz. Zira tarih, geçmişte yaşananların bugüne yansımasıdır. Fakat tarih yapanla tarih yazanın birbirlerine sadık olması, yazılanla yaşananın aynı düzlemde cereyan etmesi gerekir. Aksi halde her devletin kendi penceresinden gördüğü ve sımsıkı sarıldığı yalan yanlış malumatlarla sahrada gemi yüzdürürüz.

    İnsanlar tarihî geçmişlerini, kültür ve medeniyetlerini asla unutmamalıdır. Çünkü bize mertebe kazandıracak veya kaybettirecek bu birikimlerimizdir. Maziyi yâd ederek yaşamak, geleceği şekillendirmek için elzemdir. Fakat geçmişe takılıp kalmak da en az geçmişi unutmak kadar tehlikelidir. Geçmişteki hatalarımızdan ders, başarılarımızdan ise hız almalıyız. Böylelikle gayret ve motivasyonumuzu en üst seviyede tutabiliriz.

    İlim ve irfanın tarlası hükmündeki Osmanlı devleti bizim şanlı mazimizin dönüm noktalarından birisidir. Altı yüz yılı aşkın bir dönemi kapsayan bu süreç hafızalarımızda yaşatılmalıdır. Çünkü bu uzun zaman diliminden öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Ak ve kara sayfalarıyla dünya tarihine yön veren bu tarih silsilesinden nasibimize düşen ibretleri almalı ve geleceğimizi o tecrübelerin verdiği güçle şekillendirmeliyiz.

    İstikbale endişesiz bakmak ve yön vermek maziden beslenmekle mümkündür. Bizim koca tarihimizde irfan, şan ve şeref levhaları sayılamayacak kadar çoktur. Bizim tarihimiz ve kültürümüz fedakârlık numuneleriyle doludur. Örnek hadiseler ve buna bağlı kişilikler aramak için uzaklara gitmemize hiç mi hiç gerek yoktur. Uzun yıllardan beri Batı’da aranan kaynak aslında içerdedir. Avrupa’da insanlık vahşet ve dehşet içerisinde kırılırken ecdadımız hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin doruklarında seyrü sefer ediyordu. Fakat ne yazık ki hâlâ bunun farkına varamamışız. Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete.

    Tarih şuuru sihirli bir anahtardır. Hayatımızın her safhasında karşımıza çıkan kapalı kapıları bu anahtarın esrarengiz gücüyle açabiliriz. Şayet anahtar tutukluk yapsa bile tarih şuurunun verdiği sarsılmaz güçle o çelikten kapıları yumruklarımızla kırarak içeri girebiliriz.

    Köklü bir millet olan Türkleri köksüzlüğün uçurumuna sürüklemek isteyenler, onları popüler kültürün boyalı şeker hükmündeki sahte tatlarıyla avutmaktadırlar. Bağımlılık yapan ve kişinin komaya girmesine yol açan bu sahte tatlar, ruhumuzun damak zevkini de bozmaktadır. Mankurtlaşmaya kadar uzayan bu süreçte çok keskin ve tehlikeli dönemeçler mevcuttur. Böyle kaygan bir yolda giden şoförün mahir ve uyanık olması elzemdir.

    Tarihî değerlerimiz, millet yapısının köşe taşlarını birbirine bağlayan ve sağlamlaştıran çimento hükmündedir. Tarihe bakınca görürüz ki milletlerin yaşadığı zor dönemler birlik ve beraberlik ruhuyla aşılmıştır. Ortak değerlerimiz birliğimizin altın halkaları olmuştur. İrade sahibi insanlar bu halkaları sağlamlaştırırken, yaşamayı taklitten ve tezyinden ibaret görenler, halkaların zayıf noktaları olmuşlardır. Bu güçsüz noktalar her geçen gün iyice aşınarak kopma noktasına gelmiştir. Bazı kesimler de bu zayıflamayı ve kopmayı hızlandırmışlardır. Fakat inanç, dil, kültür, örf ve ahlak gibi yüce değerler çelikten daha güçlü bir tesir uyandırarak mukaddes yapının çöküşüne engel olmuşlardır.

    Tarihte bizi cephede yıkamayan milletler ya masa başında, ya da kapalı kapıların ardında kurdukları çirkin tezgâhlarla kutsal yapımızı parçalamaya çalışmışlardır. Fakat çok şükür ki bu hususta istedikleri düzeyde başarı sağlayamamışlardır. Çünkü basiret sahibi insanlar düşmanın hedefini sezmiş ve onların açtıkları kuyuya düşmemişlerdir. Üstelik o insanların çoğu, okuma yazması olmayan kişilerdi. Zira Milli Mücadele zamanında okuryazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Yine o zamanlar üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Fakat buna rağmen o insanlar barış içerisinde yaşadıkları, karınlarını doyurdukları ve huzur buldukları topraklara ihanet etmemişlerdir. Günümüzde bazı aydınlar birkaç okul bitirmiş olmalarına rağmen vatan sevgileri, dinî ve millî hassasiyetleri o zamanki avamınkinden kat be kat azdır. Demek ki bazı aydınlar bilgi hamalıdır. Bildikleri şeyler onları ihanet uçuruma yuvarlanmaktan kurtaramamıştır. Yakın zamanda bunun taze örneklerine şahit oluyoruz.

    Hamuru Müslümanlıkla yoğrulmuş bir milletin fertleri olarak, tarihimizden ve manevî kıymetlerimizden hız alarak yarınlara koşmalıyız. Garba semer olmak yerine semeri taşıyana kılavuz olmalıyız. Kurtuluşu başka adreslerde arayanlar ya haindir, ya da basiret fakiridir.

  • yapay zeka20.08.2006 - 16:10

    BİR YAPAY ZEKÂ UZMANI ŞAKİR KOCABAŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çağımız bilgi çağı… Teknoloji alabildiğine büyük bir hızla ilerliyor. Bu da beraberinde yeni kavramları ve oluşumları getiriyor. Bilgi çağının sözlüğümüze kazandırdığı kavramlardan birisi de ‘yapay zekâ’ dır. Çok fazla bilinmeyen, belli kişilerin ilgi alanını işgal eden bu kavramın geniş kitlelerce bilinmesi elbette ki zaman alacaktır.

    Yapay zekâ ile ilgili açık ve net bir tanım vermek mümkün değildir; mümkünden öte doğru değildir. Tek bir tanım yerine birkaç tanım vererek bu hususta bilgi sahibi olmanızı sağlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyim. Yapay zekâ uzmanları bu konuda şu tanımları ve açıklayıcı bilgileri veriyorlar:

    “ Yapay zekâ yapay bir varlığın (genellikle bir bilgisayar) sergilediği zekâdır. Yapay zekâ bir makine ya da insan eliyle üretilmiş otonom(özerk) bir sistem kullanarak insan zekâsının benzetimini yapmaya çalışan bir araştırma alanıdır. Yapay zekâ, insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmeye çalışan araştırma alanıdır. Yapay zekâ, canlılarda (özellikle insanlarda) bulunan algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, çıkarım yapma ve karar verme gibi yüksek bilişsel fonksiyonları ve özerk davranışları sergilemesi beklenen yapay bir sistemdir.

    Yapay zekâ, çıkarsamalar yapmak için kavramlarla, sembolik çıkarsama yöntemleri ve sembolik bilgi temsili ile ilgilenen bir bilgisayar bilimi alt dalıdır. Yapay zekâ insan düşünüşünün bilgisayarlar üzerinde modellenmesinin bir girişi olarak da görülebilir. Bazen insanların çözebileceği her türlü problemin bilgisayarlar tarafından daha hızlı bir şekilde çözülmesine çalışmak olarak da tanımlanır. Yapay zekâ için, bilgisayar yazılımlarının, makinelere insanların zekâlarını kullanarak yaptıkları işleri yapma yeteneği kazandırmaya yönelik olarak kullanılması da denebilir.”

    Dünyada yapay zekâ kuramı bilim kurguya dayanır. Bilgisayarla yaşıt bir bilim dalıdır yapay zekâ… Fikir babası, ‘Makineler düşünebilir mi? ’ tartışmasını ortaya atarak makine zekâsını tartışmaya açan Alan Mathison Turing’dir. Alan Turing, Nazilerin Enigma makinesinin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlenmiş olanlarından biriydi. Kendisi bugünkü modern bilgisayarların temellerini atanlardan birisidir.

    Türkiye’de yapay zekâ alanındaki çalışmalar yenidir. Bu alanda çalışma yapanlar arasında Şakir Kocabaş’ın büyük önemi vardır. O yapay zekâyla ilgili araştırmalar yapmış ve dersler vermiş bir akademisyendi. Şakir Kocabaş’ı 19 Ağustos 2006 günü kaybettik. İlmi kendisine rehber edinen, İslam’a müspet bakışıyla ve inancıyla da dikkat çeken Şakir Kocabaş ülkemiz için mühim bir değerdi. 61 yaşında kaybettiğimiz bu bilim adamı, arkasında birçok öğrenci varisini bıraktı.

    Kocabaş, 1945 yılında İstanbul’da doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da tamamlamıştı. 1970 yılında İTÜ Kimya Fakültesi’nden mezun olmuştu. 1972–86 yıllarında Türkiye ve İngiltere’de kimya sanayiinde teknik ve idari görevlerde bulunmuştu. Bu süre içinde bilim ve dil felsefesi çalışmıştı. 1985’te yayınladığı ‘İfadelerin Gramatik Ayırımı’ isimli kitabı Düşünce dalında Yazarlar Birliği’nin ödülünü kazanmıştı.

    Genç denebilecek bir yaşta kaybettiğimiz Şakir Kocabaş,1985–90 yılları arasında Londra Üniversitesi’nde yapay zekâ alanında doktora yaptı. Doktora tezinin konusu ‘Bilginin İşlevsel Sınıflandırılması: Bilimsel Araştırma ve Buluşlar Üzerine Uygulamalar’ idi. Aynı yıllarda Türkiye’de İlim ve Sanat dergisi ve Hindistan’da Aligarh Üniversitesi tarafından yayınlanan MAAS Journal of Islamic Science dergilerinde İslam, bilim ve felsefe konularında makaleleri ve ‘The Qur’anic Concept of Intellect’ ve ‘Foundations of Scientific Thought in Islam’ isimli iki küçük kitabı yayınlandı. 1991 yılında Türkiye’ye dönen Dr. Kocabaş, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı ve Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde Yapay Zekâ Grup başkanlığı yaptı. Kocabaş’ın yapay zekâ alanında 15’den fazla uluslararası makale ve konferans yayını bulunmaktadır.

    Onun İz Yayıncılık tarafından basılan ‘İslâm’da Bilginin Temelleri’ adlı eseri okunmaya lâyık orijinal bir kitaptır. Kur’ân’dan seçilmiş yedi temel kavramın (emr, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) anlamlandırılması yolunda girişilmiş emek mahsulü bir çalışmadır bu… Gayretli bir insan olan Kocabaş’ın pek çok hususta yazdığı makaleler bizlere ışık tutmaktadır. Gençlerimiz onun sistematik çalışma modelini kendilerine örnek edinmelidir.

    Bu ölümlü dünyada insanlar yaptıklarıyla ve geride bıraktıklarıyla anılacaklardır. Kimsenin şahsî malı mülkü adını yaşatmaya yetmez. Kalıcı eser bırakmak lâzımdır. Bu somut veya soyut bir varlık olabilir. Yapay zekâ deyince de merhum Şakir Kocabaş akla gelecek isimlerin başında yer alacaktır. Allah rahmet eylesin.

  • torun17.08.2006 - 13:30

    AK SAÇLI NİNELER VE PAMUK DEDELER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüreklerin cevheridir sevgi… Kalplerimiz onunla şenlenir, mamur olur. Sevgi ve merhamet duygusundan nasibini alamayanlar ne kadar da zavallı insanlardır. Asıl acınacak insanlar mal, mülk fakirleri değil, sevgi fakirleridir. Onların geleceğe dair ümitleri ve hayalleri de pörsümüştür. Dünyanın en güzel duygusunun verdiği hazdan mahrumdurlar. Onların yerinde olmak istemez hissiyat sahibi akıllı insanlar…

    İnsanın ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşadığıdır önemli olan… Bazı insanlar vardır ki kısa ömürlerine nice güzellikleri sığdırmışlardır. Öyle insanlar da vardır ki uzun ömürlerini sevgi, saygı ve merhametten bîhaber geçirmişlerdir. Sevginin kılavuzluğunda yaşanan hayatlar zayi olmaz; aksine ölümsüzleşir.

    Sevgilerin hepsi muteberdir, ama torun sevgisi sanırım bütün sevgilerin üstündedir. Şahsen bu duyguyu henüz yaşamasam da çevremde yaşayanlara baktığımda bu kanaate varıyorum. Etrafımdaki ak saçlı ninelere ve pamuk dedelere bakarak torun sevgisinin evlat sevgisiyle atbaşı gittiğini söyleyebilirim. Hatta bazı ninelerin ve dedelerin kendi çocuklarına göstermedikleri sevginin yüz mislini torunlarına gösterdiğine şahit oluyoruz.

    Torun sevgisinin nelere kadir olduğunu çevremizden yakinen görebiliyoruz. Oturduğumuz apartmanda, ikamet ettiğimiz mahallelerde ve her yerde bunun canlı örneklerine rastlıyoruz. Özellikle pamuk dedeler, yaşlarının ilerlemiş olmasıyla birlikte toplumdan soyutlanmanın getirdiği iç yalnızlıklarını torunlarıyla gideriyorlar. Tabir caizse torunlarının bir dediğini iki etmiyorlar. Arada büyük yaş farklarının olmasına rağmen onlarla diyaloglarını sıkı tutuyorlar. Geçenlerde bununla ilgili okuduğum bir haber ilgimi çekmişti. Haber aynen şöyleydi: “Amerika’da yaşayan torunlarıyla konuşabilmek için İngilizce kursuna başlayan yetmiş yaşındaki İbrahim dede, ‘Torunlarım Türkçe, ben de İngilizce bilmiyordum. Onlarla konuşamadığım için eziklik hissediyordum’ dedi. İbrahim dede, torun sevgisi sayesinde üniversite bile okuyabileceğini söyledi.”

    Bu haberde de görüldüğü gibi dedeler ve nineler torunlarını baş tacı ediyorlar. Fakat aynı insanlar anne baba olduklarında çocuklarına karşı duydukları sevgiyi şımarırlar, ilerde lâf dinlemezler diye bu denli açığa vurmazlardı. Buna yanlış gelenekleri de eklerseniz çarpık bir tablo çıkar ortaya. Zira eskiden anne babanın, büyüklerinin yanında çocuğunu sevmesi ayıp karşılanırdı. Bugün bile bazı yerlerde bu âdet hüküm sürmektedir. Gelenek ve göreneklerine bağlı bir insan olmama rağmen bu ilkel anlayışı reddediyorum. Sevginin ayıbı olur mu Allah aşkına? Bu mesnetsiz âdet de nereden çıkmış? İslam’da böyle bir şey yoktur. Hatta Peygamberimiz çocukları sevme hususunda en güzel örnektir bizim için… Onun çocuk sevgisiyle ilgili söylediği şu sözler her şeyi ortaya koyuyor:

    “Çocuklarınızı çok öpün, her öpüşte Cennetteki dereceniz yükselir.”
    “Çocuk kokusu Cennet kokusudur.”
    “Çocukları sevip okşayın, onlar gönül meyvesi, göz nurudur.”
    “Çocuklarımız ciğerparelerimizdir.”
    “Cennetteki ‘Sevinç sarayı’na, ancak çocukları sevindirenler girer.”
    “Çocuk sevgisi, Cehennem ateşine karşı perdedir. Çocuklara iyilik etmek, Sıratı geçmeye sebeptir. Onlarla beraber yiyip içmek, Cehennemden kurtuluştur.”

    Resulullah Efendimiz, evine gelen küçük çocukları sevip başlarını okşar, evin içinde oynamalarına da izin verirdi. Enes bin Malik Hazretleri anlatır: “Resulullah, çocuklara karşı da insanların en şefkatlisi idi. Oğlu İbrahim’in sütannesi, Medine’nin bir kenarında otururdu. Kadının kocası demirci idi. Resulullah ile bu eve sık sık giderdik. Varınca demircinin dumanla dolmuş evine girer, çocuğu kucaklar, öper ve bir müddet sonra dönerdi. Bir torunu, bir de kendi oğlu İbrahim ölünce ağlamış, ‘Şefkatimden ağlıyorum. Allahü teâlâ ancak merhametli olana rahmet eder.’buyurmuştur.”

    Sevgiye yasak koymak tek kelimeyle ilkelliktir. Fakat bunun gibi bazı katı kuralları aşmak için zaman gerekiyor. Bugünkü dedeler dünkü çocuklarına gösteremedikleri sevgiyi torunlarına yansıtıyorlar. Fakat bugünün genç babaları geçmişte yaşanan hataları tekrar etmesinler. Çocuklarının karnını doyurmasını bildikleri gibi, kalplerini de sevgileriyle şenlendirsinler. Çünkü sevgi ertelenmeye gelmez anlık bir duygudur.

    Parklarda, bahçelerde ve okul koridorlarında ak saçlı ninelerle pamuk dedelerin kollarında minik yavruları görünce mutlu oluyorum. Sevgisiz bir toplumun insanları somurtkan yaptığı malumdur. Parayla elde edilen varlıklarımızı feda edemeyişimizi biraz anlayabiliyorum. Çünkü onlara bedel ödüyoruz. Bari bedava olan bir şeyi, yani sevgiyi muhatabımızdan esirgemeyelim. Muhatabımız küçücük bir yavru olunca sevgimizi daha bol sergileyelim. Günümüzün dedeleri ve nineleri bunu fazlasıyla yerine getiriyor. Allah bizlere de günü gelince torun ve torun sevgisi nasip etsin.

  • necip fazıl kısakürek17.08.2006 - 13:29

    BANA ‘VEFA’ DEMEYİN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçenlerde günlük bir gazetede okuduğum haber sinirlerimin tepeme çıkması için yetti, hatta arttı bile. Vefasız bir millet olduğumuzu biliyordum da bu kadarını da tahmin edemiyordum. Gazetedeki haberde aynen şunlar yazıyordu:

    “Türk şiirinin üstadı Necip Fazıl Kısakürek’in, vefatına kadar son 20 yılını geçirdiği ve en önemli şiirlerini yazdığı, Başbakanları, Bakanları ağırladığı Erenköy’deki köşkü yıkıldı. Ethem Efendi Caddesi üzerindeki iki katlı taş yapının sahibi, yerine apartman yapılması için geçtiğimiz günlerde köşkün yıkılmasına izin verdi. Üstadın hatıralarını barındıran köşkün bulunduğu yerde şimdi inşaat makinelerinin gürültüsü yükseliyor.”(Yeni Şafak Gazetesi–16 Ağustos 2006 Çarşamba)

    Mürekkep yalamış herkesin yakından tanıdığı ve yerli kültürle beslenen insanların sevdiği bir şair olan Necip Fazıl Kısakürek, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir aydındır aynı zamanda. Onun billur kaynaklarından beslenmeyenler bu milleti anlayamazlar. Çünkü o, bu milleti en iyi şekilde anlamış ve anlatmış, kelimenin tam anlamıyla bir münevverdir. Münevverdir, çünkü çevresini aydınlatmıştır, hakikatleri saptırmamıştır. Sanatı Allah’ın şanını yayan vasıtaya dönüştürmüştür. O da tıpkı Akif gibi hayal ile alışverişi olmayan, gördüğünü söyleyen bir söz eridir.

    Onun bize bıraktığı zengin şiir ve yazı külliyatı gelecek nesillerin başucu kitapları hükmündedir. Bu kitaplardan beslenen ruhların hıyanet içerisinde olması mümkün değildir. Çünkü bu eserlerden dini hissiyat, vatan sevgisi ve millet olma şuuru süzülmektedir. Bu gözelerden içenlerin susuzluk hissetmesi mümkün değildir. Onu hakkıyla okuyan ve anlayanların yeni arayışlar içerisine girmeye ihtiyacı yoktur. Bu eserler gençlerimize kılavuz olacak düzeydedir. Kılavuzu Necip Fazıl olanın batıla sapması da mümkün değildir.

    Böyle büyük bir şairin ve mütefekkirin yirmi yıl boyunca yaşadığı bir evi yıkıp yerine apartmanlar diken bir anlayışı şiddetle kınıyorum. Bu ev bugün itibariyle bir şahsa ait olabilir. Öyle de olsa devlet veya millî kültürle ilgili vakıflar parasını ödeyip burayı kamulaştırarak müze haline getirebilirdi.

    Bir elin parmakları sayısınca olan aydınlarımızdan biri kabul edilen Necip Fazıl’ın hatırası böyle talan edilmemeliydi. Öncelikle ve özellikle onun gözesinden su içtiğini iddia edenler, bu yıkım gerçekleşmeden müdahale etmeliydi. Bu manevî mirasa milletçe sahip çıkmalıydık. Yine aynı gazetenin haberinde bu mühim köşkün yıkılmaması için Üstadın oğlunun çabaları anlatılıyor. Mehmet Kısakürek, yıkılan köşkün Necip Fazıl Müzesi olarak hizmet vermesi için çok çaba sarfettiğini belirterek şunları söylüyor:

    “Üstad 1983’te o evde vefat etti. O yıllarda Turgut Özal iktidardaydı. Rahmetli Özal, defalarca o evde üstadı ziyaret etti. Özal’ın müsteşarı Hasan Celal Güzel ve Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’ten, yıkılan köşkün kamulaştırılıp bir müze haline getirilmesini istedim. Bir sıkıntı olması halinde alternatif olarak da üstadın yine uzun yıllar oturduğu Arif Paşa Köşkü’nü gösterdim. Bu iki köşkten birinin müze veya kültür evi haline getirilmesi ve üstadın bizde mevcut olan bütün eşyaları, tarihî ve edebî arşivinin ve her biri birer kültür mirası olan eserlerinin müsveddeleri ve asıllarının bu kültür evinde kamuya mal edilmesi için çok çırpındım.

    Üstada büyük yakınlık iddiası içinde olan bu insanlar taleplerime karşı ilgisiz kaldı. Hasan Celal Güzel son görüşme talebimi kabul etmediği zaman bana bir de mesaj gönderdi. İfadesi aynen şöyleydi: ‘Üstad bizim gönlümüzdedir. Öyle mekâna filan ihtiyacı yoktur.’ Namık Kemal Zeybek’ten de bir sonuç çıkmadı. O yıllarda Arif Paşa Köşkü yıkıldı. Güya yeniden restore edilerek arka tarafa uyduruk bir şekilde yapıldı. Yerine de gökdelen inşa edildi. Üstadın elimizde mevcut bütün tarihî ve edebî arşivi, eşyaları, hatıraları, eser müsveddeleri ve asılları ciddi bir mekâna muhtaç… Hepsi kültür mirasıdır. Benimle birlikte ölüp gitmemeli, kesin surette kamulaştırılmaları gerekir. Mekân konusunda son talebim de bir buçuk yıl önce Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a olmuştur. İstanbul’da vakıflara ait herhangi bir mekânın kültür evi olarak kullanılması için kira mukabili üstadın varislerine veya Büyük Doğu Yayınları’na verilmesini talep ettik.”

    Batı’yı eleştirip dururuz, kültürlerini ve anlayışlarını yerin dibine batırırız. Fakat düşünüyorum da bu vahim hadise ve vefasızlık örneği herhangi bir Batı ülkesinde yaşanır mıydı? Kesinlikle hayır! ... Çünkü onlar bu gibi değerlerini ve değerlilerini baş tacı ediyorlar. Necip Fazıl gibi insanlar bırakın Türkiye’yi, dünyada bile ender yetişiyor. Ben Üstad Necip Fazıl’ı ve onun maneviyatını eserleri haricinde nerede hissedeceğim? Bu vahim aşamadan sonra tuğladan ve betondan yığma bir yapı yapıp şahsî eşyalarını ve eserlerini oraya toplasanız bu yapmacık olmaz mı? Manevî değeri tartışılmaz böyle bir köşkün göz göre göre yok edilmesini nasıl ve neyle açıklayabilirsiniz? Özel ve tüzel yetkililer, ne olur bana bundan sonra ‘vefa’ demeyin. Sakızlaşan vefadan da, bozadan da nefret etmeye başladım.

  • çernobil17.08.2006 - 01:01

    ÇERNOBİL’DEN BUGÜNE KARADENİZ’DE KANSER VAKALARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzün en korkunç hastalıklarının başında geliyor kanser… Tıp henüz kanseri tam anlamıyla önleyen bir ilaç bulamadı. Her yıl milyonlarca insanımız bu hastalığın pençesinden kurtulamayarak hayatını kaybetmektedir. Fakat son on yıl içerisinde kanser vakalarında artış görülmesi insanın aklına Çernobil nükleer kazasını getiriyor. Acaba kanser vakalarının artışında Çernobil aktif bir rol oynadı mı?

    Bu konu yıllardan beri tartışılıyor. Fakat sağlıktan sorumlu devlet yetkilileri böyle bir durumun söz konusu olmadığını ileri sürüyorlar. Fakat insan bu resmi cevaplara yine de inanamıyor. Çünkü bu ülkede bu gibi durumlar genelde geçiştirilir, bilimsel verilere pek itibar edilmez. Sesi yüksek çıkanın dedikleri hakikat zannedilir.

    Bilindiği gibi Çernobil nükleer felâketi 25 Nisan 1986’da olmuştu. İlk patlama sırasında 31 kişi hayatını kaybetmiş ve radyoaktif bulut, ağır ağır bölgenin üzerine yayılmıştı. Açığa çıkan radyasyon korkunçtu: Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazlaydı. Uzmanlar, bu kazadan sonra beş milyonu aşkın insanın yüksek düzeyde radyasyona maruz kaldığını söylüyorlar.

    Günümüzde Beyaz Rusya’da yaşayan kadınların yaşam süreleri 74 yıldan 58’e inmiş durumdadır. Yine bu ülkede dokuz yıl içinde sakat doğan çocuk sayısı yüzde 20’lere ulaşmıştır. Beyaz Rusya Sağlık Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre, ülkedeki çocukların yüzde 29’u kronik hastadır. Çoğu uzman, bu durumdan Çernobil’in sorumlu olduğunu iddia ediyor. Bu kazanın, önümüzdeki yıllarda da insan yaşamını olumsuz etkileyeceği çok açıktır.

    BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 2000 yılında yayımlanan BM Çernobil Raporu’nda, üç milyon çocuğun tedavi görmesi gerektiğini ve birçoğunun ana karnında öleceğini vurgulamıştı. Daha kötüsü, 7,1 milyon insanın gelecekte ciddi sağlık sorunları yaşayacağını belirtmişti. Korkunç patlamayla yayılan radyoaktivitenin etkilerinin tamamını 2016 yılına kadar anlamak biraz zor... Raporda Kofi Annan’ın belirttiğine göre, daha kötüsü gelmek üzeredir. Yani risk on yıl daha devam edecektir.

    Şüphesiz ki Çernobil faciası sonrası radyoaktif madde taşıyan bulutlar Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ulaştı. Çernobil patladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu üzerine düşen görevleri yapmak yerine santralin yaydığı radyasyonun Türkiye’ye korkulacak düzeyde zarar vermediğini belirtti. Uzmanların ‘Çayları imha edin’ denilen raporu görmezden gelindi. Hatta zamanın Sanayi Bakanı ekranların karşısına geçip çay içti, çayın zarar görmediğini ispatladı(!) Fındıklara kıyılamadığı için çöpe atılmadı. Zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral: ‘Biraz radyasyon iyidir’ diyecek kadar işi basite aldı. Aral gazetelere verdiği demeçlerde de, ”Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” diyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ diyerek basına poz verirken, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘radyasyon kemiklere yararlıdır’ diyordu. Neresinden baksanız tam bir komedi yaşanıyordu.

    Çernobil faciasının üzerinden 20 yıl geçti; ancak son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde artan kanser vakalarına paralel olarak tartışmaların dozu da yükseliyor. Karadenizliler kanser artışların nedeni Çernobil değilse gerçek nedenin ilmî verilerle kamuoyuna açıklanmasını talep ettiler. Bu talep doğrultusunda Çernobil Nükleer Santralı kazasından etkilendiği düşünülen bölgelerin kanser hastalığı yönünden son durumunu ortaya koymak amacıyla yürütülen ‘Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması’nın sonuçları açıklandı. Ülke genelinde görülen kanser sayılarındaki artışın büyük ölçüde kanser kayıtlarının çok daha titizlikle tutulmasından kaynaklandığını belirten Akdağ, şunları söyledi:

    “Karadeniz Bölgemizde kanser vakaları diğer bölgelerimizden farklı bir artış göstermemektedir. Ülkemizin tüm bölgelerinde görülen kanser sayılarındaki artış, büyük ölçüde kanser kayıtlarını çok daha titizlikle tutmamızla ilgilidir. Ancak bazı kanserler için gerçek artışın önemli bir sebebi yaygın sigara tüketimidir. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizde sigara ile ilgisi ispatlanmış, bronş-akciğer, mesane ve gırtlak kanserlerinde diğer kanserlere göre ciddi bir fazlalık bulunmaktadır.”

    Koskoca bakan böyle diyor, bize söz düşmez artık... Yetkililer basit bir kıyasla Isparta’yla Trabzon arasında kanser vakalarına dair karşılaştırma yapıldığında bu iki il arasında kanser artışlarının birbirine paralel olduğunu, bunun da son yıllarda Karadeniz’de kanser artışının söz konusu olmadığını gösterdiğini, vakaların Çernobil’le ilişkilendirilemeyeceğini belirtiyorlar.

    Ne yalan söyleyeyim, onlar böyle dese de beni bu rapor tatmin etmiyor. Şahsen bu raporda da bir kısım hileler seziyorum. İnşallah onlar haklı çıkarlar. Biz haksız çıkmaya dünden razıyız. Fakat bilinmelidir ki hakikatler örtbas etmekle ortadan kaldırılamaz. Gerçekler acı da olsa olduğu gibi açıklanmalıdır.

  • ortadoğu16.08.2006 - 17:10

    ATATÜRK’ÜN ORTADOĞU’YA BAKIŞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya barış gelmesi için kurduğumuz hayalleri hep erteliyoruz, ertelemek mecburiyetinde kalıyoruz. Çünkü zalimler var oldukça yeryüzü huzur ve istikrar görmeyecektir. Dünyayı babasının malı gibi gören Avrupa, ABD ve İsrail zihniyeti hüküm sürdükçe mazlumlar hep ezilecektir. Göstermelik barış hamleleri zaman kazanmaktan ibarettir. Bu oyun dün de oynanmıştı, bugün de oynanıyor, yarın da oynanacaktır.

    Osmanlı Devletinin dünya egemenliğini elinin altında bulundurduğu zamanlarda insanlık gerçek huzuru yakalamıştı. Üç kıtaya barış ve huzur getiren Osmanlılar dünya barışının teminatıydı. Ne zamanki Osmanlı Devleti zayıflamaya, duraklamaya ve çökmeye başladı, işte o zaman huzurun da adı silindi yeryüzünden. O gün bugündür vahşi Batı’nın ve ABD’nin orman kanunlarıyla hayatımız zindana döndü. Barış ve huzur ulaşılmaz bir hayal olarak kalakaldı. Bundan sonrasından da umudumuz yok.

    Osmanlı Devletinin çöküş emareleri gösterdiği dönemlerde iktidara gelen padişahlar, gayret ettiyseler de bir varlık gösteremediler. Çünkü dış güçler zayıflayan devleti akrep kıskacına almışlardı. Her geçen gün zehir, vücuda enjekte ediliyordu. Bununla beraber yaşama işaretleri yavaş yavaş kayboluyordu. Böyle bir durumda devreye giren Mustafa Kemal, Osmanlı’nın enkazı üzerinde yeni bir devlet kurmak için çalışmalara başlamıştı. Altı asır boyunca dünyaya hükmeden Osmanlı’nın mirasçıları düşmana teslim olamazlardı. Sonuna kadar mücadele edeceklerdi. Onun içindir ki gelecekte Atatürk olacak olan Mustafa Kemal, Samsun’a çıkarak kurtuluş ateşini yaktı. Bildiğimiz tarihî hadiselerden ve devrelerden sonra genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Türk milleti esir yaşayamayacağını tüm dünyaya ilan etti. Her şeye rağmen bağımsızlığını kazandı.

    Osmanlı Devletinin yıkılmasına en çok da bizimle altı asır boyunca aynı çatı altında huzur içinde yaşayan milletler üzüldü. Çünkü onlar Osmanlı hâkimiyeti altında hiçbir zaman ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmadılar. Hiç kimse onları hor ve hakir görmedi. Osmanlı’nın çöküşü sonrasında genç ve dinamik Türkiye’nin kuruluşu onlar için bir anlamda teselli oldu. Fakat Türkiye onlara eskisi kadar sahip çıkamadı, iç ve dış karışıklıklarına müdahale edemedi. Fakat bu demek değildir ki onlar unutuldu. Türkiye gücü nispetinde mazlum milletlere, özellikle Ortadoğudaki Müslüman devletlere şefkat kanatlarını gerdi.

    Bazılarının zannettiği ve iddia ettiği gibi Mustafa Kemal, Batı’ya yaslanırken Müslüman devletlere sırtını çevirmemiştir. Osmanlı’nın misyonunu gücü nispetinde devam ettirmiştir. O, Batıya açılırken Doğuyu da ihmal etmemiştir. Özellikle Ortadoğu’daki devletlere ilgisini esirgememiştir. Çünkü bu devletlerle dinî bağlarımız vardır. Atatürk Arapların, değişik İngiliz oyunları neticesinde bizlere karşı tavırlarda bulunmasını husumet aracı olarak kullanmamıştır. O, savaşın hileden ibaret olduğunu biliyordu. Bu kandırılma hadisesini de böyle yorumlamış; tarihî bağlarımızı hiçe saymamıştır. Arapların Batının oyunlarına gelmesine üzülerek bu hususta şu ifadelerde bulunmuştur:

    “Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.”

    “Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber’in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”

    Bu beyanatlarda da görüldüğü gibi Atatürk büyük düşünen bir insandı. O bazılarının saptırdığı gibi Doğu milletlerini yok saymamış, aksine onlara ilgi duymuş, şer odaklarının oyunlarına gelmemeleri için gayret sarfetmiştir. Hassas konularda Arapların ve Filistin’in yanında olmuştur. Çünkü Arapların üzerinde yaşadıkları topraklar bizim inancımızda da kutsaldır. Kendileri gaflet içerisindeyse onları uyarmak ve uyandırmak biz Türklerin borcudur. Atatürk de bunu elinden geldiğince yapmıştır.

    Bugün Ortadoğu’daki ve Filistin’deki dağınıklık Müslüman ümmetinin mevcut fotoğrafını da yansıtıyor. Osmanlı olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Osmanlı’nın çökmesinde Arapların ve tüm Ortadoğu devletlerinin de payı vardır. Bu yaşananlar, belki de onlara verilmiş bir ceza ve ihtardır. Fakat bizler yine de Türkiye olarak onların yanında ve yakınında olmalıyız. Kim bilir, bir zamanlar onlar imtihan edilmişti, bu sefer de bizler imtihan ediliyoruz. Ne mutlu Allah’ın imtihanını kazanma bahtiyarlığını yaşayanlara! ...

  • mezhep16.08.2006 - 14:35

    MEZHEP HOLİGANLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Mezheple holiganlık ifadeleri birbirinden ne kadar da uzak ve birbirine ne kadar da soğuk duruyorlar. Öyle ya ‘holigan özellikle futbolda fanatizmi besleyen ve çevreye zarar vermeye eğilimli taraftar, serseri, hayta’ demektir. Mezhep ise bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri anlamında kullanılır.

    Bilindiği gibi Peygamberimiz (S.A.V.) hayatta iken herhangi bir mezhebe ve müçtehide ihtiyaç duyulmuyordu. Çünkü peygamberimiz doğrudan doğruya meseleleri ve ilgili hükümleri birinci kaynağından, yani vahiyden alıyordu. O, Rahman’a kavuştuktan sonra mezhepler de yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bilindiği üzere mezhep konusu uzun yıllardan beri tartışılagelmektedir. Bazıları mezhepleri ayrık otu ve ihtilaf unsuru olarak görmektedir. Fakat durum hiç de öyle söylendiği gibi değildir. Hak mezhepler ihtiyaçtan ötürü doğmuşlardır. Birbirine düşman ve muhalif değillerdir.

    Mezhepler kendi içinde itikadî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. İslam’ın nasıl yaşanacağına dair Kur’an, sünnet ve mezhepler bize yol göstermektedir. Birden çok hak mezhebin varlığı ise hadiselere bakış açısının farklılığından kaynaklanmaktadır. Fakat bu ayrılıklar imanî hususlarda görülmemektedir. Mezhepler İslam’ın büyük imamlar tarafından yorumlanmasıdır. Bu imamların hepsi de ihlâslı ve takva sahibi Müslümanlardır. Bunların Müslümanlarca eleştirilmesi mevzubahis değildir. Mezhep ayrılıklarının özünde anlayış ve yorum farklılıkları yatmaktadır. Konuyu daha iyi kavratmak için yaşanmış bir hadiseyi dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    Hz. Peygamber Efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber Efendimizin alnından alarak yere atarlar. Resulullah Efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii Hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam Hazretleri, “Peygamber Efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii Hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (r.a.) validemizin Peygamber Efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Bu yorumların hiçbirini yanlış olarak niteleyemeyiz. İkisi de doğrudur, hangi mezhebe inanıyorsanız onun anlayışını benimsersiniz. Üstelik mezheplerin yaklaşımlarının faklılıkları bazen değişik kolaylıkları da beraberinde getirmektedir. Demek ki bunda da rahmet vardır.

    Dikkat edilince görülecektir ki hak mezhep imamları İslamî hakikatlerde ayrılığa düşmemişlerdir. Sadece bir kısım İslamî uygulamalarda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu aslında ayrılık değil, dinî zenginliktir. Hem mezhep imamları ve onların taraftarları birkaç istisna dışında hiçbir zaman birbirleriyle kavgalı olmamışlardır. Dört büyük hak mezhebin sadece uygulamalarında farklılıklar görülmüştür. Hiçbir mezhep ötekinin uygulamalarını küçük düşürücü ve yalanlayıcı bir tutum içerisinde olmamıştır. Bu mertebeye gelmiş insanlarda fitne ve fesat aramak içimizdeki kirin zahire yansımasından başka bir şey değildir. Maliki mezhebi kurucusu İmam Malik, mezhebine dair bakış açılarıyla ilgili olarak “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir.

    Kim ne derse desin mezheplerin dinî yorumlarının farklı olması aslında Müslümanlar için nifak değil, rahmettir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” buyurarak buna işaret etmiştir. Hem bizler onca imanî zaafımıza rağmen kalkmış mezhepleri, onların büyük imamlarını ve verdikleri fetvaları tartışıyoruz. Dünyada ve Türkiye’de suni bir mezhep karmaşası almış başını gidiyor. Dört hak mezhebin dışında başka mezhepler oluşturuluyor. Dört hak mezhebin dışındaki bu yeni mezheplerin taraftarları aynı Allah’a, aynı kitaba(Kur’an-ı Kerim) , aynı peygambere(Hz. Muhammed) inandıkları halde maalesef ağır sözlerle birbirini rencide ediyorlar.

    Türkiye’de yaşayan bazı kesimler Şiileri ve Vahhabileri Müslüman kabul etmiyorlar. Aslında bazı konularda farklılıklar olsa da Şiilerle Vahhabilerin imanî konularda bizden pek de farklılıkları yoktur. Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz aynı olduktan sonra ayrıntılara takılıp kalmanın kime ne faydası vardır? Bunca birin yanında ikilik neden? Kişilerin Müslümanlığını tayın etme ve onaylama yetkisi kimseye verilmemiştir.

    Şurası açıkça bilinmelidir ki kimsenin cennete veya cehenneme bilet kesmeye hakkı ve hükmü yoktur. Özellikle Batılılar, savaş meydanlarında yenemedikleri Müslümanları bölüp fırkalara ayırmak için asırlardan beri uğraştılar. Bunu, önlerindeki lokmayı kolay yutmak için yaptılar. Bizler de onların basit oyunlarına alet olduk. Küçüldük, eridik, yok olduk.

    Birileri mezhep holiganlığı yaparak Müslümanların gücünü kırıyor. İslâm düşmanlarının bu kötü oyununa gelmeyelim. Birlerimizin çokluğu bizi birliğe ve kurtuluşa götürsün. Mümin ölçü üzere hareket eder. Müslüman’a holiganlık, hele de mezhep holiganlığı hiç yakışmaz. İman kardeşliği bağı bizi birbirimize sıkı sıkıya bağlamalıdır.

    Hangi mezhepten olursa olsun Müslümanlar kardeştirler. Kardeşlerin arasına fitne tohumları ekenlere müsaade etmeyelim. Tevhid inancıyla hareket edenleri kucaklayalım. Mezheple holigan kelimeleri yan yana hiç de şık durmuyorlar. Hiçbir konuda fanatizme ve holiganlığa tevessül etmeyelim. Söz konusu olan mezhepse hassasiyetimizi ikiye katlayalım; asla bölücü ve ayrıştırıcı olmayalım. Çünkü İslâm vahdet ve tevhid dinidir.

  • fatih tekke15.08.2006 - 23:33

    FUTBOLUN EFENDİSİ: FATİH TEKKE

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanları birbirinden ayıran en önemli olgu kişiliktir. Kişilik davranış biçimlerinin bütünü ve hayata bakış açısının hareketlere dökülmüş kalıbıdır. Kişiliğin gelişmesinde yaşanılan toplumun ve ailenin tesiri büyüktür. Okuduklarımız ve arkadaşlarımız da şahsiyetimizin oluşmasında etkilidir. Karmaşık ilişkilerin ürünüdür kişilik… Kişiliğin önemiyle ilgili olarak yaşanmış bir hikâye anlatılır:

    “Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir ‘1’ rakamı çiziyor. ‘Bakın’ diyor. ‘Bu kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey…’ Sonra ‘1’ in yanına bir ‘0’ koyuyor: ‘Bu başarıdır. Başarılı bir kişilik ‘1’ i ‘10’ yapar.’ Bir ‘0’ daha… ‘Bu tecrübedir. ‘10’ iken ‘100’ olursunuz.’ Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek, disiplin, sevgi... Eklenen her yeni ‘0’ ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca… Sonra eline silgiyi alıp en baştaki ‘1’ i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve hoca yorumu patlatıyor: ‘Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir.’

    Bu yaşanmış anekdotta(hikâyecik) da belirtildiği üzere kişilik bütün başarıların önünde yer alması gereken bir olgudur. Bir insanın kişiliği bozuksa onun elde ettiği başarılara da ehemmiyet verilmemelidir. Çünkü başarılar geçici olduğu halde kişilik kalıcıdır. Hafızlara kazınan ahlâkî yanlarımızdır. Bu yazımda sizlere her bakımdan bir kişilik abidesi olarak gördüğüm futbolun efendisi Fatih Tekke’den söz edeceğim.

    Fatih Tekke, 9 Eylül 1977 tarihinde Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdu. Ben de aynı ilçeden olduğum için kendisine büyük sevgim ve sempatim vardır. Çok erken yaşta Trabzonspor A takımına yükselen Fatih Tekke, tecrübesizliği ve sinirli kişiliği yüzünden Altay’a kiralandı. Altay’da futbol hayatını sürdürürken ayağı kırıldı, fakat genç olduğu için çabuk düzeldi. Trabzonspor’a geri döndüyse de yararlı olamayacağı düşünülerek Gaziantep’e gönderildi. Buradan 2002–2003 sezonunda Trabzonspor’a geri döndü, bu dönemden itibaren takımın en önemli gol silahı oldu ve Trabzonspor’un kaptanlığını üstlendi. Takıma katılmasıyla Trabzonspor bir çıkış yakaladı ve iki Türkiye Kupası’yla birlikte iki lig ikinciliği kazandı. Ayrıca 2004–2005 sezonunda 31 golle gol kralı oldu. Fatih Tekke, Türk Milli Futbol Takımı formasını da giymektedir. Milli Takımımızın beş yüzüncü golünü atma şerefi de kendisine nasip oldu. İstatistikî açıdan bakılınca tarihe not düştü.

    Fatih Tekke’nin hayatı futboldan ibaret değil… Ailesine çok düşkün olan Fatih, fırsat buldukça kitap okumayı ihmal etmiyor. Kamplarda dinlenirken bile kitapları elinden düşürmüyor. O kendini geliştiren ve yenileyen bir yapıya sahip… Tarihe oldukça meraklı… Osmanlı tarihini, peygamberlerin hayatını, sahabe hayatını, yakın tarih ile ilgili bir sürü kitap okuduğunu belirtiyor. En güzel hediye olarak kitabı görüyor ve dostlarının kendisine pahalı şeyler değil, kitap hediye etmesini istiyor. Yazdıklarına çok inandığı isimlerin başında ise Ahmet Kabaklı ile Necip Fazıl Kısakürek geliyor. Bunun yanında Oktay Sinanoğlu ve Soner Yalçın’ın kitaplarını da okuyor. Kendisine kitapların penceresinden baktığımızda futbolcularda ender görülen bir okuma aşkıyla dolu olduğunu görüyoruz.

    Trabzonspor’un yetiştirdiği bu değerli futbolcu, inanç bakımından da bizim özelliklerimizi fazlasıyla taşıyor. Çünkü o her şeyden evvel çok inançlı ve vatansever bir yapıya sahiptir. İbadetlerini iyi bir Müslüman imajının gerektirdiği şekilde yerine getiriyor. İyi bir evlat ve iyi bir aile babasıdır. Düzenli bir aile yaşantısı vardır. Çok gayretli ve azimli bir yapıya sahiptir. Bugün zirvedeyse bunu bu karakteristik özelliklerine borçludur.

    Fatih Tekke, bu şehrin(Trabzon’un) evladı olduğu için hep takımının menfaatlerini ön planda düşündü. Bunu son transferinde de bizzat gördük. Değişik dünya takımları tarafından istenmesine rağmen takımına en büyük maddî katkısı sağlayan bir Rus takımına, Zenit. St. Petersburg’a transfer oldu. Bu transfer neticesinde Trabzonspor’a yedi buçuk milyon euro(yuro) gibi astronomik bir para girdisi sağladı. Oysa Zenit dünya sıralamalarında olmayan bir takımdı. Bu takım Fatih’e fazla bir değer katamazdı. Fakat o bugüne kadar bir Türk futbolcusuna verilen en büyük transfer ücretini eski takımına kazandırdı. Bu para Trabzonspor’un canlanmasına ve maddî açıdan rahatlamasına sebep oldu. Kaptan Fatih yine yapacağını yaptı ve giderayak gemisini kurtardı.

    O şimdi Rusya’da Türk futbolunu en iyi şekilde temsil ediyor. Zenit St. Petersburg takımında gollerini sıralıyor. Bu arada Trabzonspor kendi değerlerini çiğneyerek yabancılardan medet umuyor. Fatih’in takımdan gitmesinden sonra Trabzonspor tarihte örneği görülmemiş bir biçimde ligin dibine demir attı. Bakalım kimlerin doğruları isabet kaydedecek. Ömrümüz olursa yaşayıp göreceğiz. Fatih’e, sevgili hemşehrime Rusya’da da üstün başarılar diliyorum. O orada da başaracaktır. Allah yâr ve yardımcısı olsun.

  • alkolizm11.08.2006 - 00:36

    ALKOLİZM BATAKLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir. Bu, parayla ve çalışmayla elde edilemez. Vücut, Allah’ın bize emanetidir. Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz. Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir. Makam, mevki, şan, şöhret hepsi geçicidir. Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbi) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

    Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır. İlk bira bundan sekiz bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin altı bin yıl önce Batı İran ve Anadolu’daki Godin Tepelerinde bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Bu yanlış tutum ve davranış bugün artarak devam etmektedir. İnsanlar göz göre göre, üstelik para vererek kendilerini zehirlemektedir.

    Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz. İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz. Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor. Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür. Bu korkunç bir hakikattir.

    Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir. Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır. Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez. Anne ve babalar çocuklarını, kedinin fareyi takip ettiği gibi takip etmesi gerekir ki bu savunmasız yavrular alkol batağına saplanmasın.

    Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklâmı yapılmaktaydı. Oysa alkollü ürün reklâmı kanunen yasaktı. Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı. Ne yaptılar? ... Söz oyunlarına sığınıp reklâmlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar. Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar. Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu. Alkolsüz içeceğe bira değil, dense dense kola veya meyve suyu derler. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz? ... Çok şükür ki son yıllarda bu çirkefliğin önüne geçilerek ekranlar bira reklâmı görüntülerinden arındırıldı.

    Birada yüzde beşin üzerinde alkol vardır. Bilim adamlarına göre, içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir. Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.” Mesele apaçık ortadadır.

    Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır. Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur. Bunların tamamı uydurmadır. Peygamberimiz Hz. Muhammet(SAV) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur. Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.

    Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır. Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir. Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir. Saygısız, terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur. İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar, sağlıklı kararlar veremezler. Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir. Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir. Vicdan merkezli konuşursanız alkolün tek bir yararını bile gösteremezsiniz.

    Alkol içen kişilerin çoğunda fizikî ve ruhî sıkıntılar görülmektedir. Kişi bu illetten kurtulmadıkça vücut huzur ve sükûn bulamaz. Devamlı alkol içenlerin sinir sistemi ve böbrekleri iflas eder. Bunun sosyal yapıya verdiği zararları saymakla bitiremeyiz. Alkolik aile reislerinin evlerinde huzur aramak beyhudedir. Onların eşleri, çocukları ve kendileri açık hapishanede yaşıyor gibidirler. El ve ayakları bağlı olmamasına rağmen zehirli kadehlere tutsaktırlar.

    Alkoliklerin ilk zamanlarda geniş çevreleri olur. Onunla ölüm yolculuğuna çıkanların bir kısmı ellerindekileri kaybedince bu yoldan çark ederler. Bazıları hakikatleri görerek bu çıkmaz sokaktan geri dönerler. İçmekte ısrar edenler çevrelerine zarar vermeye başlarlar. Böylelikle de arkadaşları onları yavaş yavaş terk eder. Sorumluluk duyguları sıfırlanır. Kısa zamanda işlerini ve aşlarını kaybederler. Zamanla evlerine uğramaz olurlar. Zaten uğrayacak evleri de kalmaz. Gecenin karanlığında, tekinsiz yerlerde yapayalnız kalırlar. Çoğunun ekonomik yapıları bozularak yuvaları dağılır.

    Şu işe bakın Allah aşkına! ... Paramızla kendimizi zehirliyoruz; dünyayı kendimize zindan ediyoruz. Bir anlık mutluluk ne kadar da pahalıya mal oluyor. Anne-babaların çocuklarına sahip çıkması gerekir. Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.

    Alkolikler hasta ruhlu insanlardır. Alkol onların bütün metabolizmasını bozmuştur. Onların hasta olduklarını kabul etmesi tedaviyi hızlandırır. Alkolikliğin normal bir davranış gibi algılanması tedavi sürecini sekteye uğratır. Zaten hasta olduğuna inanmayan alkolikler tedaviye de yanaşmazlar.

    Alkolün suç işlemedeki etkisini bilmeyen yoktur. Çünkü alkol aklı bir noktadan sonra devre dışı bırakır. Kişi doğrularla yanlışları ayırt edemez olur. Özellikle hamile kadınların alkolden uzak durmaları gerekir. Zira alkol kullanan anne adaylarının doğacak çocuklarında zihnî ve bedenî rahatsızlıkların oluşma ihtimali diğerlerine göre çok yüksektir.

    Ülkemizdeki trafik kazalarının önemli bir bölümü alkolden kaynaklanmaktadır. Alkol merkezi sinir sistemi üzerine tıpkı genel anestezi yapan maddeler gibi etki eder. Kişinin ani karar verme yetisi sekteye uğrar. Böylelikle ölümlü kazalar meydana gelebilir.

    İnsanlar içkiyi daha çok zevk almak için tüketmektedir. İçki hiçbir meseleyi halletmez; bazılarının zannettiği gibi dertlerimizi azaltmaz. Efkârımızı dağıtmaz. Uzaklaşmak istediğimiz duygu ve düşünceleri belli bir süreliğine unutmamızı sağlar. Fakat bilindiği gibi problemler unutmakla çözülmez. Bu tembel mantığıdır. Meseleler ancak akılla ve sağduyulu yaklaşımlarla halledilebilir. Bu da alkolden uzak dingin ve sağlıklı bir kafayı gerektirir. Gelin dünyaya ayyaş gözüyle değil, sağlık penceresinden bakalım. Unutmayalım ki dünyada ölümden başka çözümsüzlük yoktur. Alkol hiçbir meselenin çözümünü sağlamaz. Aksine her şeyin arapsaçına dönmesine zemin hazırlar.