Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • makyavelizm12.09.2006 - 21:24

    MAKYAVELİST DÜŞÜNCENİN GİRDABINDA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zamanımızda çıkarcılık almış başını gidiyor. Makyavelizm çağın modern dinî haline gelmiş adeta… Bilindiği gibi makyavelist kişiler, genel olarak diğerlerini etkilemede ustalık sahibidirler; ahlâk kurallarına riayet etmezler, başkalarına karşı güvensizdirler, her konuda kuşku duyarlar, diğer kişilerle ilişkilerinde ihtiyatlı davranırlar, çıkarlarını kollamak için kolayca yalan söyleyebilirler, gerçek düşüncelerini gizlerler, içten ve ani davranışlardan kaçınırlar, dostluk ve dürüstlüğe değer vermezler.

    Makyavelizm İtalyan düşünür ve politikacı Niccolo Machiavelli’nin düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Temelinde aslolan şeyin amaçlar olduğu, bu amaçların hangi yolda elde edildiğinin ise o kadar önemli olmadığı yatar. Makyavelizmin kurucusu Machiavelli’dir. Tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı bu düşünür, devlet adamı, askeri stratejist, şair, oyun yazarıdır.

    Makyavelizm oportünizmin(fırsatçılık) ileri noktasıdır. Oportünizm; güç durumlarda, davranışlarını ahlak kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde ayarlamayı amaçlayan tutumdur. Çağımız insanı bu kaynaktan beslenmektedir. Onun içindir ki illegal(yasadışı) davranışlar almış başını gidiyor.

    Machiavelli zamanının önemli düşünürlerindendi. Görüşleri bizce sakat olsa da bazı kesimleri peşinde sürüklemesini bilmiştir. Lorenzo di Medici’ye sunduğu meşhur ‘Prens’ adlı eserinde Türklerle ilgili bazı değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler karakteristik özelliklerimizi yansıtması açısından dikkate değerdir. Türklerle ilgili değerlendirmelerinde özetle şöyle diyor:

    “Fransa’yı ele geçirmek kolaydır. Çünkü kraldan hoşnut olmayan pek çok soylu vardır. Onları kendi yanınıza çekip örgütleyebilirseniz kralı devirip Fransa’yı ele geçirebilirsiniz. Ama Fransa’yı ele geçirdikten sonra elde tutmak zordur. Çünkü sizin yönteminizi başkası da sizin aleyhinize kullanarak o insanları kendi yanına çekip size karşı örgütleyebilir. Türkiye’yi ele geçirmek zordur. Çünkü Türkler padişahlarına bağlıdırlar. Onları kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez Türkiye’yi ele geçirdiniz mi onu uzun süre elde tutabilirsiniz. Türkler, lider otoritesine olan bağlılıklarını bu kez sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”

    Makyavelizm bizce insanî ve ahlakî bir düşünce değildir. Çünkü bu anlayış dürüstlüğü, doğru konuşmayı ve hakkaniyeti rafa kaldırmaktadır. Oysa insan için esas olan doğruluk, dürüstlük, adalet ve hakbilirliktir. Başarı için her yol mubah değildir. Hedefiniz başarmak olsa da başarıya giden yollar hak ve adalet çizgisinden uzaklaşmamalıdır. Şayet başarı hak yoldan ve adilce elde edilmemişse hiçbir değeri yoktur. Hak kitaplarda bu böyledir. Aslında insan mantığı da bunu öngörür.

    Makyavelizm bir noktadan sonra duyguları da reddeder. Çünkü duygu insanî düşünceyi beraberinde getirir. İnsanî düşünce vicdan muhasebesini gerekli kılar. Oysa onlar için mühim olan vicdan değil, cüzdandır. Yani paradır, makamdır, şöhrettir. Hedef olarak tayin edilen, ulaşılması planlanan her şeydir. Bu yüzden makyavelistler bulundukları toplumun değerlerini dikkate almazlar. Dinî ve millî değerler de onlar için önemli değildir. Töre, dinî inançlar ve hukuk hedeflerinin gölgesinde kalır.

    Bu felsefî anlayışa göre insanlar genel olarak kötüdürler, bu nedenle de her türlü kötülüğü hak ederler. Bu kanaat nerden bakarsan sakattır. İnsanların genel olarak kötü olduğunu söylemek kötümser bakış açısının bir yansımasıdır. İnsanlar kötü değildir. Kötü insanlar da vardır. Bunun böyle ifade edilmesi daha doğrudur. Kötü insanları dışlamak yerine onları kazanmak en akıllıca tavırdır. Kötü insanı kendi başına bırakmak ve boşluğa itmek, onun kötülüklerinin daha geniş kitlelere ulaşmasına zemin hazırlar. Kötülerin elinden tutup onların ahlâkî karanlıklarını hakikat ışığıyla aydınlatmalıyız.

    Makyavelizmin az da olsa tutarlı ve faydalı yanları da vardır. Mesela onlara göre en önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır. Gerçekten de demokrasi ve hukukun üstünlüğü esası üzerine kurulmuş devletlerin güçlü olması vatandaşa müspet olarak yansır. Devleti milletten ayırmak mümkün değildir. Bu iki unsur etle tırnak gibidir. Devleti yücelteyim derken onu kutsamak da yanlıştır. Bunun yanında devleti güçlendirirken vatandaşı sömürmek doğru bir davranış değildir. Her alanda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü ve dengeyi çok iyi ayarlamalıyız.

    Makyavelistler diyor ki ‘Hukuk ve ahlâk devlet için vardır’ Kanaatimizce bu doğru bir düşünce değildir. Hukuk ve ahlak sadece devlet için değildir. Milletin haklarını savunmak ve insanlar arasındaki adaleti gözetmek de çok gereklidir. Hukuk ve ahlak herkes için olmalıdır. Vatandaşın ezildiği ve hor görüldüğü sistemlerde devlet de ezilir, küçülür ve cılız kalır. Birini ötekine tercih etmek yerine, her ikisini de dengeli olarak kollamak ve büyütmek lazımdır.

    Bugünkü dünyamızda makyavelist düşünceyle hareket edenler adalet, hak ve hakikat kavramlarını ihlal etmede bir beis görmüyorlar. Özellikle ticarette bu anlayış kıymet bulmuş durumdadır. Günümüzde ticari kurumlar vatandaşın sırtına basa basa zirveye çıkmakta, halkın ekmeğini küçülterek her geçen gün semirmektedirler. Böyle bir dünyada sosyal adaletten söz etmek komik kaçıyor. Kısaca söylemek gerekirse makyavelizm ne İslamla, ne Hıristiyanlıkla ne de genel anlamda insanlıkla bağdaşır. Fakat sermaye sahipleri bu tarzda hareket etmeyi ve büyüdükçe büyümeyi sürdürüyorlar. Kasaları doldukça vicdanları boşalıyor. Bizler de böylece makyavelist düşüncenin girdabında sürüklenip gidiyoruz.

  • 11 eylül09.09.2006 - 01:42

    11 EYLÜL SALDIRILARINDAN BUGÜNE

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyadaki barış ve huzura dinamit koyanlar dün de vardı, bugün de var, yarın da olacaktır. Çünkü dünyadaki bazı küresel güçler şiddetten besleniyor. Onlar dünyayı ateşe verdikten sonra yan gelip yatıyorlar. Bunların vicdanı yok ki onun sesini dinlesinler. İster sağdan, ister soldan, ister Türkiye’den isterse dünyadan olsun bunların savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Terör ve şiddet nerede olursa olsun, kimden gelirse gelsin insanlık suçudur.

    Bilindiği üzere bundan epey zaman evvel 11 Eylül 2001’de dünya ABD’deki terör olaylarıyla sarsılmıştı. Fakat bu saldırılar öncekilere benzer cinsten değildi. 11 Eylül 2001 saldırısı, ABD’de sivil ve askerleri hedef alarak yapılmış bir saldırıydı. Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri de Washington, D.C.’de Pentagon’a çarpmıştı. Sonuncu uçak ise düşürülmüştü. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve 11 Eylül Komisyon Raporu’na göre yolcu uçakları Usame Bin Ladin’in lideri olduğu El Kaide örgütünün 19 üyesi tarafından kaçırılarak bu kanlı eylem gerçekleştirilmişti. Fakat o günden bugüne kadar bu konuda somut deliller ileri sürülemedi. Bu hadisedeki sis perdesi hâlâ kalkmış değildir.

    Şüphe yok ki ABD, tarihinin en büyük ve kanlı terör eylemini 11 Eylül saldırılarıyla yaşadı. Bu saldırılar ABD’nin Ortadoğu başta olmak üzere dünya politikasını değiştirmesine neden oldu. Saldırıların ardından kendini terör tehditlerine her zamankinden daha açık hisseden Beyaz Saray, bir dizi önleme gitti. Bir numaralı önceliği ‘güvenliğe’ veren Bush yönetimi, bunun için son dört yılda Ortadoğu’da iki savaşa girdi. Beyaz Saray’ın izlediği ‘savaş yanlısı’ politika, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa Birliği ile ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Lâkin ABD yine de bildiğini okudu.

    11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere düzenlenen saldırıda çok sayıda kişi ölmüştü. Ölenlerin sayısı 2 bin 749’u bulmuştu. ABD’nin ilk kez terörü evinde yaşadığı olaylarda ölenlerden bin 164’ünün kimliği ise nedense hâlâ belirlememiş durumdadır. Hatta kimlik belirleme çalışmaları belli bir süreçten sonra sona erdirilmiştir. ABD teknolojisi güya bu işin altından kalkamamıştır. Bu arada, saldırının yapıldığı Dünya Ticaret Merkezi binalarının enkazından bugüne kadar 19 bin 916 ceset parçası bulunduğu ve adli tıp uzmanlarının bu parçalardan 10 bin 190’ının kimlik tespitini yaptığı kaydedilmiştir. Kimlik tespiti DNA testiyle yapılan kurban sayısının 844 olduğu belirtilirken, adli tıp uzmanlarının, diğer 530 kurbanın kimliğini ise diş röntgenleri ve parmak izlerinden tespit ettikleri ifade edilmiştir.

    11 Eylül 2001 günü gerçekleşen ve ‘11 Eylül 2001 Saldırısı’ olarak adlandırılan olay ile ilgili çeşitli komplo teorileri bulunmaktadır. Bu teorilerden bazıları şöyle: Medyanın bu olayın üzerine giden görüntü ve programları saklaması bir şeyler gizlendiği teorisini doğurmuştur. Kulelerin yıkılış şekli planlanmış yıkımlar gibi olduğu öne sürülmüştür. Gerekçe olarak rastgele uçakların çarpması ile sanki bir yıkım firması tarafından yıkıma hazırlanmış gibi yana yatıp etrafındaki binaların üstüne düşmeden doğrudan kendi üzerine yıkılmaları gösterilmiştir. Fiziksel olarak bunun gerçekleşme ihtimali olduğu kabul edilse de komplo teorisyenleri bu konunun çeşitli şüpheleri üstüne çektiğini iddia etmektedirler. Ayrıca, binaların yıkılma hızının da şüpheleri arttırdığı söylenmektedir.

    Washington, DC’da Pentagon binasında uçak çarpması sonucunda oluşan hasarın yayıldığı alan bir uçak çarpması için çok küçük olduğu öne sürülmüştür. Ayrıca bu binaya uçak çarpma görüntüsü bulunmaması buraya bir füze atıldığı konusundaki teorilere neden olmuştur. Aynı zamanda bu kadar büyük çaplı bir terör saldırısını Amerika Birleşik Devletleri gibi süper bir gücün daha önceden bilememesi ve hiçbir şey yapamaması da bu şüpheleri arttırmaktadır. CIA gibi müthiş bir güce ve istihbarata sahip bir kurumun bu konuyla ilgili istihbarat almamış olması çok ilginçtir. Hatta bir o kadar da düşündürücüdür.

    ABD yönetimi, 11 Eylül saldırılarının planlayıcısı olmakla suçlanan, El Kaide’nin kurucusu ve lideri olduğu ileri sürülen Bin Ladin’i beş yıldır arıyor. Dünyanın lider gücü bir adamı bulamıyor! Ladin’in kellesine elli milyon dolar ödül biçiyorlar. Demek ki adamlar Ladin’in bulunamayacağından eminler... Sen gel de bu işe inan. Gel de bu işin Müslümanlara tuzak olduğu, Irak ve Ortadoğu’nun işgaline zemin hazırlamak için gerçekleş(tiril) diği kanaatine varma… Mevcut veriler ve tarihî kanaatler istemesek de bizi bu noktaya çekiyor.

    11 Eylül ABD ve bütün dünya için adeta bir milat oldu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve kalmayacağı belirtildi. Bu saldırıyı gerekçe olarak gören ve gösteren ABD, Irak’a baskıyı artırırken, hızını alamayarak dolaylı da olsa Lübnan’a küçük oğlu olan İsrail’i musallat etti. Fakat ABD bu hadiselerden hiçbir zaman ders alamadı. Yaşananlara kalın cam gözlüklerin arkasından baktı. Kabadayı ve külhanbeyi tavrını hep sürdürdü.

    Akan bunca kan ve gözyaşına rağmen ABD’nin BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) ’u bütün hızıyla devam ediyor. Yakın bir zaman içerisinde taşlar yerinden oynayacak ve bu bölgedeki kanayan yaran daha da acılı bir hâl alacaktır. Fakat zulüm ile abad olacağını zanneden ABD, sonuçta büyük bir hezimetle karşılaşacak, berbat olacak ve yaptıkları karşısında büyük bir pişmanlık duyacaktır. Fakat İkiz Kulelerde, Irak’ta, Lübnan ve Filistin topraklarında ölenleri hiçbir güç geri getiremeyecektir. Yaşarsak bunları da göreceğiz. Allah bizleri Batı’nın, İsrail’in ve ABD’nin şerrinden korusun.

  • Üç aylar08.09.2006 - 16:43

    ÜÇ AYLARIN ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Dünya geçici zevklerin uğrak yeridir ve bir aldanıştan ibarettir. Burada ruhlar ancak manevi hissiyatla doyar, yeşerir ve hayat bulur. Makyevelist düşünceyle hareket edenler dünyanın yükünü sırtında taşıyan çağdaş hamallardır. Onların huzur bulması katiyen mümkün değildir. Çünkü gittikleri yok çıkmaz sokaktır.

    Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Her hal ve hareketimiz mercek altındadır. Yaptıklarımızı inkâr etme ihtimalimiz yoktur. Amellerimiz her gün manevî bir cihazla kayda alınmaktadır. Bunlar vakti gelince adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirilecektir. Yüce Allah Zilzal Suresi’nde kıyametin dehşetini anlattıktan sonra görülecek hesapla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.”(Zilzal 99/7–8)

    Müslümanlar için rahmet ve bereket ayları olan üç aylar adeta sevap hasat mevsimidir. Recep, Şaban ve Ramazan diye peşpeşe sıralanan bu aylarda çok mübarek geceler de mevcuttur. Bu aylar içerisinde bulunan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir geceleri maneviyat ikliminde alabildiğine soluklandığımız mukaddes zaman dilimleridir. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Miraç gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Fakat Kadir gecesinin tam vakti ihtilaflıdır. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi.

    Dünyaya geliş gayesini hakkıyla idrak edemeyen insanlık, gece gün demeden dünyalık biriktiriyor. Bir evi varsa ikincisini elde etmenin uğraşı içerisine giriyor. Arabası olmayan araba almaya, arabası olan modelini yükseltmeye çalışıyor. Kimsenin öteki dünyayı düşündüğü yok. Günlerimiz maddenin cenderesinde geçiyor. Ruhlarımız alabildiğine kirlenmiş; Kur’an ahkâmı rafa kaldırılmış… Böylesine kurak bir manevi mevsim yaşıyoruz.

    İç dünyamızın derin yaralar aldığı, her şeyin zahire göre hükmedildiği böyle bir dünyada yüce duyguların barınmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Üç aylar ruhların kuraklaştığı ve çoraklaştığı dönemlerde berrak bir su misali buraları yeşertir, hayat verir. Yeter ki bu güzide zaman dilimini manasına uygun olarak değerlendirelim.

    Recep ve Şaban ayları, rahmet ayı olan Ramazanı karşılayan aylar olup Ramazan ayının müjdecisidir. Resulüllah (SAV) bir hadis-i şerifinde; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Bunun yanında Mısır’da yetişen büyük velilerden Zünnun-i Mısri de üç aylarla ilgili şu güzel teşbihi yapıyor: “Recep tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise hasat ayıdır.”

    Sevapların bire on, günahların ise miktarınca yazıldığı bu nurlu vakitlerde malayani işlerle zamanımızı öldürmemeliyiz. Çünkü gelecek yılın üç aylarına erişip erişemeyeceğimiz şüphelidir. Onun için anın kıymetini bilip ihya etmeliyiz. Hiç kimsenin yarına sağ salim çıkacağına dair seneti yoktur. Aslında yarın diye bir şey yoktur.

    Üç aylar sair zamanlara göre çok daha renkli ve bereketlidir. Bu aylarda sanki maneviyat seferberliği düzenlenir. Uhrevi derinlik hat safhaya ulaşır. Müslümanlara yitirilmiş cennetin kapıları ardına kadar açılır. Fakat bu kapıdan geçebilmek ancak kulluk vazifelerinin layıkıyla yapılmasıyla mümkündür. Kapı geniş olsa da günahlar sırtımıza yüklenmişse bunlarla o kapıdan geçemeyiz. Ancak imanî ve insanî değerlerin atmosferinde soluklananların kuş gibi hafif olan ruhları ve tenleri cennet kapısından girmeye layıktır.

    Üç aylar bir yıllık zamanın üç altın dilimi sayılır. Körleşen ve sağırlaşan hayatlar bu aylarda rayına oturur. Yıl boyunca Cumalar hariç kimsenin pek uğramadığı, cemaatin tek saf bile oluşturamadığı kutlu mekânlarımız olan camiler bu aylarda müminlerle dolup taşmaya başlar. Hele Ramazan gelince camilerde yer bulmakta zorlanırsınız. Kadını erkeği, çocuğu yaşlısı safları doldurur. Yüreklerimizde adeta manevi bir seferberlik başlar. Minarelerdeki mahyalar içimizdeki karanlıkları aydınlatır. Bedbinlik ve karamsarlık yerini nikbinliğe ve taptaze ümitlere bırakır. Hayat ancak bu güzel zaman diliminde anlamını bulur.

    Üç aylar girince geçmişin muhasebesini yapmalı, geleceğe iman ve ihlâsla şekil verilmelidir. Yaratılış gayesi düşünüp ona göre yaşanmalıdır. Bu ayların feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanılmalıdır. Üç ayların Türk-İslam âlemine hayırlar getirmesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Ne mutlu bu günlerde Hakk’a ve hakikate uygun yaşayanlara! ...


  • berat kandili07.09.2006 - 19:28

    BERAT GECESİ’NİN NURANÎ ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üç ayların gelmesiyle beraber gönül dünyamız bir başka şenlendi. Rahmet ve bereketin sağnak sağnak müminlerin üzerine yağdığı bu aylarda bizler de maneviyat denizine sair zamanlara nazaran daha çok dalar olduk. Ne mutlu bu aylarda Allah’ın emrettiği şekilde İslâmı yaşayan ve yaşatanlara! … Onların mükâfatını bizzat Allah kat kat verecektir.

    Üç aylar denilince şüphesiz ki akla mübarek kandil geceleri gelir. Regaip’le başlayan Miraç, Berat ve Kadir gecesiyle devam eden bu nur halkaları içimizi ve dışımızı mamur eder; ruhumuzu manevî kirlerden arındırır.

    Üç aylar içerisinde yer alan mübarek gecelerden biri de Berat kandilidir. “Berat” kelimesi, günahtan, suçtan, borç ve cezadan kurtulmak manalarına gelir. Müslümanların, Yüce Allah’ın bağışlamasıyla günahlardan kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat Gecesi, Şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan gecedir. Bu mübarek gece aynı zamanda Ramazan ayının habercisidir. Ruhlarımızın Ramazana hazırlanması ve temizlenmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu gecenin feyiz ve bereketi saymakla bitmez. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    “Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz Kur’an’ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...”(Duhan, 44/1–4)

    Söz konusu bu ayette geçen, mübarek geceden maksat; bir ihtimale göre Berat gecesidir. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, ‘Kadir’ gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban’ın yarısı gecesi demişlerdir. Bazı görüşlere göre Kur’an bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Bu ayrıntının bilinmesi gerekir. Fakat en doğrusunu ancak Allah bilir. Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

    Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması gayesiyle Allah tarafından melekler gönderilir. Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Resulullah Efendimiz bu gecenin fazilet ve bereketiyle alâkalı olarak şu mübarek sözleri irat etmiştir:

    “Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kıllar sayısınca…”

    “Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz yahut çok kin güden veya içkiye düşkün olan yahut ana babasını inciten veya zinaya ısrarla devam eden müstesna...”

    “Şaban ayının on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve ‘tevbe eden yok mu, onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu, ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen’ der. Bu durum, sabaha kadar devam eder”

    “Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler müminlere müjde verir, ibadete teşvik ederler.”

    “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabbi yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim”

    “Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri (işleri) Allahü teâlâya arz olunur.”

    “Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şaban’ın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

    Mübarek gün ve geceler nefsimizi sorgulamak, gidişatımıza yeni ve nuranî bir yön vermek için birer vesile olmalıdır. Manevi değerlerin iyice aşındığı ve unutulduğu bu ahir zaman diliminde bu kutlu geceler sıkışan ruhlarımızın soluklanması için iyi bir sebep teşkil ederler. Bu vakitleri verimli bir şekilde ihya etmek menfaatimizedir.

    Günümüz insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlık yaşıyor. Çünkü kalabalıklar onun değerlerini yansıtmıyor. Özellikle Müslümanlar gurbet ve hicret hayatı yaşıyor desek yeridir. Nereye giderseniz gidin Allah’ı, ölümü ve ahireti hatırlatan her şey gözlerimizden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu hakikatleri ancak yılın belli gün ve gecelerinde tadımlık olarak hatırlayabiliyoruz. Bunlar da sembolik olmaktan öteye gitmiyor.

    Gelin bu mübarek Berat gecesinin arifesinde kendimize bir çekidüzen verelim. Mahşer günü Rabbimiz bizi hesaba çekmeden nefsimizi sorgulayıp yargılayalım. Nereden geldiğimizi, niçin burada bulunduğumuzu ve nereye gideceğimizi düşünelim. Bir yıl içerisinde gerçekleşecek hadiselerin defterlere geçildiği Berat gecesine bambaşka ve arınmış bir insan olarak girelim. Bu geceyi fırsat, bereket, rahmet ve ganimet olarak bilip öylece kıymetlendirelim. Gerçek manada gecenin adına münasip bir biçimde beraat edelim.

    Sözlerimin sonunda tüm Müslüman âleminin Berat kandilini en içten dileklerimle kutluyor, bu kutlu gecenin zulüm ve ölüm kıskacında yaşayan esir Müslümanlara çıkış yolu aralamasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Allah bütün müminlerin yâr ve yardımcısı olsun.

  • türkü07.09.2006 - 12:50

    “TÜRKÜLER BİZİ SÖYLER”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yürek yanığımız, hasretimiz, umudumuz ve soluğumuzdur türküler… Onlar ki Anadolu’nun bin yıllık çile kabında pişerek olgunlaşmışlardır. Türkülerle coşmuş, ağlamış, yavuklumuza duyduğumuz hissiyatı onlarla dile getirmişiz. Onlar bizim sırdaşımız, yoldaşımız ve arkadaşımızdır. Onlar hayatın ağır yükünü omuzlayan halkımızın terennümleridir. İçimiz hüzne boğulduğunda onların ferah ikliminde soluk alırız.

    Son yıllarda türküler bilinçli bir biçimde unutturulmak istenmektedir. Halk müziği göz ardı edilmekte, Batı müziği ön plana çıkarılmaktadır. Gençler, kültürümüzle uzaktan yakından alâkası olmayan gürültü kabilinden bir müziğe yönlendirilmektedir. Pop denilen bu tarz, insanlarımızı sükûnete ve huzura kavuşturmak yerine iyice asabileştirerek strese sokmaktadır. Türk şiirinin mühim simalarından, Beş Hececilerden Faruk Nafiz Çamlıbel bu durumu ‘Sanat’ adlı şiirinde veciz bir şekilde dile getirmişti:

    “Fırtınayı andıran orkestra sesleri
    Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
    Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
    Bizde geçer en yanık bir musiki yerine”

    Tarih boyunca millet olarak kurtuluşu hep Batıda aradık. Bunun uğrunda bin yıllık değerlerimizden feragat ettik. Hatta dinî inançlarımızı da zaman zaman askıya aldık. Türküler yerini şarkılara; horon, zeybek, efe yerini tango ve onun türevleri olan modern danslara; hat sanatı, minyatür ise yerini ‘nü’ tarzı resimlere bıraktı. Fakat bazı şer odaklarının yoğun gayretlerine rağmen geleneksel değerlerimiz tümüyle silinemedi. Çünkü insanî yapımız ve ruhî dinamiklerimiz Batının toplama değerlerini sindirmekte zorluk çekti. Hatta hazımsızlık nedeniyle bazılarını kustu. ‘Her şey aslına rücû eder’ anlayışı gereği bizler de bir şekilde özümüze dönme eğilimine girdik. Büyük halk şairi Âşık Veysel, Batılı toplama değerlere karşı tavrımızı ve kararlılığımızı şu dörtlüklerinde ifade etmiştir:

    “Dünya dolsa şarkıyılan / Türküz türkü çağırırız
    Yola gitmek korkuyulan / Türküz türkü çağırırız

    Bayramlarda düğünlerde / Toplantıda yığınlarda
    Sıkılınca dar günlerde / Türküz türkü çağırırız”

    Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türk kültürünün temel dinamikleri arasında yer alan türküleri yaşatmak ve geniş kitlelere yaymak için gayret içerisinde olan kişi ve kurumlar da vardır. Onlar kısıtlı imkânlarıyla da olsa türküleri gün yüzüne çıkarıp gündeme oturtuyorlar. Bu kişilerden birisi de Ali Rıza Malkoç’tur. Uzaktan da olsa akrabam olan bu türkü sevdalısı genç araştırmacı, derlediği türküleri ‘Türküler Bizi Söyler’ adı altında kitap haline getirmiştir. Daha evvel birinci, ikinci ciltleri okuyucuyla buluşan eserin üçüncü cildi de hazırlanmıştır.

    ‘Türküler Bizi Söyler’ derleme kitabının birinci cildinde farklı yörelerden harmanlanmış 255 tane türkü sözü ve açıklamalarını, okunduğu şekilde yazılmış, nakarat ve tekrar kısımlarını ayrıntılı şekilde bulacaksınız. Her türkünün alt kısmına; kaynak kişi, yöre adı ve sözlük eklenmiştir. Ayrıca her türkü sözünün alt kısmında birer tane olmak üzere, toplam 255 adet seçme, güzel söz kitapta yer almıştır. Alfabetik söz indeksinde ayrıca yöre adları da yazılmıştır. Kitabın sonunda ise âşıklar, ozanlar, kaynak kişiler, eğitimci ve sanatçılardan toplam 52 kişinin kısa özgeçmişi bulunmaktadır. Esere ayrıca yazarın, halk edebiyatı ölçülerine göre yazılmış üç adet şiiri de eklenmiştir. Serinin ikinci kitabında da 255 türkü sözüyle karşılaşacaksınız. Türküler il il, bölge bölge sıralanmıştır. Ayrıca söz indeksi alfabetik olarak düzenlenmiştir. Dilerseniz, pabuçlarının dama atılma arifesinde büyük bir duyarlılık ve sorumlulukla türküleri bir ışık olarak bize sunan ve yolumuzu aydınlatan Ali Rıza Malkoç’u biraz tanıyalım:

    Türkülere yürekten sevdalı olan Ali Rıza Malkoç,1965’te Samsun’da doğmuştur. İlkokul ve ortaokulu Samsun’da okumuştur. Lise öğrenimi Samsun Teknik Lise, Elektrik Bölümünde tamamlamıştır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem Zaman Gazetesi Samsun bölge temsilciliği görevinde bulunmuştur. Bursa Aktif Genç İşadamları Derneği’nde yedi yıl daimi Genel Sekreterlik görevinde bulunmuştur. Değişik sektörlerde teknik ve mali işlerde görev yapmıştır. 1999’da ilk internet gazetelerinden ‘mail gazete.com’ u yayınlamıştır. 2000 yılından beri, Anadolu Pazarı firma unvanı ve Hizmet Ofisi markasıyla, internet, iletişim ve bilişim projeleri alanında ticarî faaliyetini sürdürmektedir. 2004 Yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının birinci cildini yayınladı. 2005 yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının ikinci cildini türkü dostlarına sundu. 13 yıldan beri Bursa’da ikamet etmektedir. 2005 yılından beri halk şiiri yazmaktadır. Sivaslı Ozan Sentezi’den heceli halk şiiri tekniği konusunda dersler almıştır.

    Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Türküler şer odakların gayretlerine rağmen bizler yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü adı üzerinde onlar Türk’e ait(Türkî, Türkü) olma vasfını taşımaktadırlar. Bu millet, değerlerinden kolaylıkla vazgeçecek ve teslim olacak kadar zayıf değildir. Türküler her şeye rağmen yaşayacaktır. Türküleri yaşatma ve tanıtma yolunda gayret sarfeden Ali Rıza Malkoç’u ‘Türküler Bizi Söyler’ adlı derlemesinden dolayı kutluyorum. Kendisinden seriyi devam ettirmesini rica ediyorum. Siz kıymetli okuyuculardan da bu gibi eserlere itibar etmenizi, alıp okumanızı istirham ediyorum.

  • berat kandili05.09.2006 - 11:55

    BERAT GECESİNİN NURANÎ ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üç ayların gelmesiyle beraber gönül dünyamız bir başka şenlendi. Rahmet ve bereketin sağnak sağnak müminlerin üzerine yağdığı bu aylarda bizler de maneviyat denizine sair zamanlara nazaran daha çok dalar olduk. Ne mutlu bu aylarda Allah’ın emrettiği şekilde İslâmı yaşayan ve yaşatanlara! … Onların mükâfatını bizzat Allah kat kat verecektir.

    Üç aylar denilince şüphesiz ki akla mübarek kandil geceleri gelir. Regaip’le başlayan Miraç, Berat ve Kadir gecesiyle devam eden bu nur halkaları içimizi ve dışımızı mamur eder; ruhumuzu manevî kirlerden arındırır.

    Üç aylar içerisinde yer alan mübarek gecelerden biri de Berat kandilidir. “Berat” kelimesi, günahtan, suçtan, borç ve cezadan kurtulmak manalarına gelir. Müslümanların, Yüce Allah’ın bağışlamasıyla günahlardan kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat Gecesi, Şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan gecedir. Bu mübarek gece aynı zamanda Ramazan ayının habercisidir. Ruhlarımızın Ramazana hazırlanması ve temizlenmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu gecenin feyiz ve bereketi saymakla bitmez. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    “Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz Kur’an’ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...”(Duhan, 44/1–4)

    Söz konusu bu ayette geçen, mübarek geceden maksat; bir ihtimale göre Berat gecesidir. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, ‘Kadir’ gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban’ın yarısı gecesi demişlerdir. Bazı görüşlere göre Kur’an bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Bu ayrıntının bilinmesi gerekir. Fakat en doğrusunu ancak Allah bilir. Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

    Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması gayesiyle Allah tarafından melekler gönderilir. Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Resulullah Efendimiz bu gecenin fazilet ve bereketiyle alâkalı olarak şu mübarek sözleri irat etmiştir:

    “Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kıllar sayısınca…”

    “Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz yahut çok kin güden veya içkiye düşkün olan yahut ana babasını inciten veya zinaya ısrarla devam eden müstesna...”

    “Şaban ayının on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve ‘tevbe eden yok mu, onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu, ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen’ der. Bu durum, sabaha kadar devam eder”

    “Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler müminlere müjde verir, ibadete teşvik ederler.”

    “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabbi yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim”

    “Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri (işleri) Allahü teâlâya arz olunur.”

    “Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şaban’ın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

    Mübarek gün ve geceler nefsimizi sorgulamak, gidişatımıza yeni ve nuranî bir yön vermek için birer vesile olmalıdır. Manevi değerlerin iyice aşındığı ve unutulduğu bu ahir zaman diliminde bu kutlu geceler sıkışan ruhlarımızın soluklanması için iyi bir sebep teşkil ederler. Bu vakitleri verimli bir şekilde ihya etmek menfaatimizedir.

    Günümüz insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlık yaşıyor. Çünkü kalabalıklar onun değerlerini yansıtmıyor. Özellikle Müslümanlar gurbet ve hicret hayatı yaşıyor desek yeridir. Nereye giderseniz gidin Allah’ı, ölümü ve ahireti hatırlatan her şey gözlerimizden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu hakikatleri ancak yılın belli gün ve gecelerinde tadımlık olarak hatırlayabiliyoruz. Bunlar da sembolik olmaktan öteye gitmiyor.

    Gelin bu mübarek Berat gecesinin arifesinde kendimize bir çekidüzen verelim. Mahşer günü Rabbimiz bizi hesaba çekmeden nefsimizi sorgulayıp yargılayalım. Nereden geldiğimizi, niçin burada bulunduğumuzu ve nereye gideceğimizi düşünelim. Bir yıl içerisinde gerçekleşecek hadiselerin defterlere geçildiği Berat gecesine bambaşka ve arınmış bir insan olarak girelim. Bu geceyi fırsat, bereket, rahmet ve ganimet olarak bilip öylece kıymetlendirelim. Gerçek manada gecenin adına münasip bir biçimde beraat edelim.

    Sözlerimin sonunda tüm Müslüman âleminin Berat kandilini en içten dileklerimle kutluyor, bu kutlu gecenin zulüm ve ölüm kıskacında yaşayan esir Müslümanlara çıkış yolu aralamasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Allah bütün müminlerin yâr ve yardımcısı olsun.

  • Lübnan30.08.2006 - 01:18

    GİTME MEHMED’İM! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    İsrail’in, kaçırılan iki askerini bahane ederek başlattığı Lübnan Savaşı’nda binin üzerinde masum insan hayatını kaybetti. Onların iki üç katı miktarda insan da sakatlandı. Binlerce kişi de evsiz kaldı. İsrailli askerler uzun menzilli akıllı füzelerle Lübnan’da taş taş üstünde bırakmadı. Batılı devletler, ABD ve Birleşmiş Milletler bu katliama göz yumdu.

    İsrail yapacağını yaptıktan sonra BM ateşkeste arabulucu oldu. Hafızalarınızı yoklarsanız tarih boyunca İsrail’in BM kararlarına uymadığını görürsünüz. Bu son savaşta da aynısı yaşandı. İsrail koca BM’yi takmadı bile… Şimdi BM, Lübnan’da konuşlandırmak üzere barış gücü oluşturuyor. Fakat bu nasıl bir barış gücüdür ki İsrail’in istediği devletlerden asker çağrılıyor. Tabir caizse hırsıza anahtar teslim ediliyor.

    BM’nin, Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Bununla ilgili olarak geçenlerde elli ülkenin yetkililerinin katıldığı geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Türk yetkililer de katıldı. Bu demektir ki Türkiye; Kore, Somali, Bosna-Hersek, Afganistan gibi ülkelerden sonra Lübnan’a da asker gönderecek. Fakat bunun için bir tezkere hazırlanması ve TBMM’den geçmesi gerekir.

    Bilindiği gibi yakın tarih içerisinde Irak’a asker göndermemiz için ABD ısrarcı olmuştu. Fakat bunun için hazırlanan tezkere TBMM genel kurulundan geçmemişti. Bu Türkiye’nin, daha doğrusu ülkemizi yönetenlerin ABD’ye karşı biraz da mahcup olmasına zemin hazırlamıştı. Böyle bir olumsuzluğun tekrar yaşanmaması için şimdi hükümet işi sıkı tutuyor. Bununla birlikte son zamanlarda Ankara’da Lübnan’a askeri güç gönderilmesi tartışmaları hız kazandı. Muhalefet Lübnan’a asker gönderme girişimine şiddetle karşı çıkıyor. Fakat Türkiye’de muhalefet demek, hükümetin dediğinin tersini yapmak demektir. Onun için muhalefetin bu kararının sosyal bir derinliğinin olduğunu düşünmüyorum.

    Gidişat öyle gösteriyor ki üçüncü tezkere yolda… Hükümet, Cumhurbaşkanı Sezer’in karşı olmasına rağmen Lübnan’da konuşlandırılacak barış gücüne asker gönderme kararında ısrarcı görünüyor. Yakında Meclis tezkere için olağanüstü toplanacak. Alınan karar doğrultusunda hareket edilecek. Öyle görünüyor ki bu üçüncü tezkere hükümete bağlı milletvekillerince kabul edilecek. Çünkü önümüz seçim! … Başbakan’ın kararlı tutumu karşısında hiçbir milletvekili gelecek seçimleri göz ardı ederek olumsuz oy verme gözü pekliğini gösteremez. Çünkü herkesin geleceğe dönük bir hesabı vardır. Yanlış hesap Bağdat’tan dönmese de Beyrut’tan geri dönebilir.

    Bu milletin evlatlarını sınır ötesine göndermek çok büyük riskleri de beraberinde getirir. Hele askerlerin gönderileceği ülke Lübnan gibi bir cehennemse karar verirken bir değil, birkaç kere düşünülmesi, ellerin vicdana koyularak karar alınması gerekir. Çünkü bu ülke bundan yarım asır evvel Kore’de önemli ve acı tecrübeler yaşadı. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi bir deyimden öte, tecrübelerin ehemmiyetini gösteren yaşanmış bir vakadır. Onun için bu gibi millî konularda kılı kırk yarma mecburiyetimiz vardır.

    Türkiye, dünyanın hassas bir bölgesindedir. Tarihten aldığımız sorumlulukla etrafımızda bir denge unsuru olma yükümlülüğümüz vardır. Etrafımız, özellikle Ortadoğu tam bir barut fıçısı… Bin yılı aşkın bir süreden ibaret devlet geleneği ve tecrübesi olan bizler, henüz devlet ve millet şuuruna erişememiş bu yeni yetme topluluklara yol göstermek zorundayız. Zaman zaman onların birikmiş gazını almalıyız ki nâhoş hadiseler yaşanmasın. Lâkin bataklıktan can kurtarırken bataklıkta boğulma riski de vardır. Bu konuda çok temkinli olma ve bilerek hareket etme gereği gün gibi ortadadır. Ucuz kahramanlık, asırlık devletlerin tavrı değildir. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız.

    Ben, oldum olası Batıya ve ABD’ye güvenmemişim. Bunu önyargı sanmayın. Zira onlar bize hiçbir zaman hayırlı rüya görmemişlerdir. Onların bizim için gördükleri rüyalar nedense hep kâbusla neticelenmiştir. Onun için biraz abartılı olsa da ben Batının ve ABD’nin söylemlerinin tersini yaptığımızda düzlüğe çıkacağımıza inanıyorum. Onlar bizleri, oluşturdukları organizasyonlara heves içerisinde almaya çalışıyorlarsa bu işin içinde bir bit yeniği olduğu şüphesine kapılırım. Bu siyaset bilimi ve siyaset etiği açısından geçer akçe kabul edilmese de, içimde böyle bir his hâsıl olur. Bu benim şahsî sağduyumdur. Fakat bu sağduyu beni genellikle yanıltmamıştır.

    Şahsen Lübnan’a asker gönderilmesi taraftarı değilim. Çünkü bu bölgede ateşkes ilan edilmişse de bu topraklarda büyük bir belirsizlik hâkimdir. Yarın neler olacağını kimse kestiremez. Tarihte Ortadoğu her zaman riskli bölgelerden olmuştur, bugün de öyledir. Bu nedenle iki düşünülüp bir karar verilmesinde sayısız faydalar vardır.

    Bizler Lübnan’a Müslüman kardeşlerimizin zarar görmemesi için gidiyoruz; İsrail’in menfaatleri için değil… Lâkin onların hamiliğini yaparken vatan evlatlarının da zarar görmemesi esastır. Askerimiz bizim gözbebeğimizdir. Onların kılına zarar gelmesi bizi derinden yaralar. Yarın Lübnan topraklarında Türk askerine yönelik saldırılar olursa bunun altından kalkamayız. Hem bunu kimseye izah edemeyiz. Doğu ve Güneydoğu’dan yükselen feryatlara Lübnan’ı eklemek istemiyoruz.

    Savaş telalığı yapmak istemiyorum ama gelecekte Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa bunun vaki olacağı coğrafya Ortadoğu’dur. Bazıları bunun bir an evvel gerçekleşmesi için kabuklaşan yaraları kaşıyarak kanatıyor. Sanki yeni bir oyun için sahne ve zemin hazırlanıyor. Onun için ben Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretlerine şüpheyle bakıyorum.

    Batı, ABD ve BM, binin üzerinde Lübnanlının ölmesini istemeseydi yaşanan kanlı savaşı bu noktaya gelmeden bitirirdi. Fakat öyle yapmadılar. Ortadoğu’nun yedi başlı yılanı olarak tabir edebileceğimiz İsrail yılanına sınırsız kredi tanıdılar. Şimdi de İsrail’in yeni istek ve planları doğrultusunda böyle bir girişimde bulunuyorlar. Bundan hayır hâsıl olacağını düşünmüyorum. Türkiye barış gücüne destek olma konusunda acele davranmamalıdır. Belli bir süre boyunca yaşananları ve yaşanacakları gözlemlemelidir. Aksi takdirde dönülmez yollara sap(tırıl) mış olabiliriz.

    Türkiye yeni sancıları ve yeni yıkımları kaldıracak güçte ve konumda değildir. Delikanlı ve lider ülke dolduruşlarına gelip sonu belli olmayan hovardalıklara tevessül etmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Ben yurdunu canından aziz bilen bir vatandaş olarak şunu söylüyorum: “Gitme Mehmet’im…” Son olarak da şunu hatırlatmak istiyorum: “Son pişmanlık fayda etmez.” Cenabı Allah karar mekanizmalarının başında bulunanlara akıl, insaf ve sağduyu nasip etsin.(Âmin)

  • Savaş ve Barış29.08.2006 - 01:14

    DÜNYA BARIŞ GÜNÜ MÜ DEMİŞTİNİZ! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Barış bütün zamanlar içerisinde insanlığın hep esas özlemi olduğu halde bir türlü tam manasıyla tesis edilememiştir. Halk hep barış ve dostluktan yana olmasına rağmen dünyayı yönlendiren liderler küçük hesaplar peşinde koşarak şiddetin ve nefretin saltanatını devam ettirmişlerdir. Onun için de arzulanan barış bir ütopya olarak hep uzağımızda kalmıştır. Olan yine savaşta ölenlere ve cepheye sürülenlere olmuştur. Liderler her zamanki gibi kendilerini güvenlik çemberi içerisinde muhafaza etmişlerdir. Onların kılına zarar gelmemiştir. Barış deyince benim aklıma hep Can Yücel'in şu dörtlüğü gelir:

    'Koyunlar keçiler ve koçlar için
    Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
    Bu barış var ya, bu barış
    Cephedekiler için o kadar barış'

    İnsanın en tabii haklarının başında yaşama hakkı gelir. Hiç kimsenin yaşama hakkına kastedilemez. Birilerinin çıkarlarının yerine gelmesi ve planlarının tutması için başkaları feda edilemez. Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun insanlar yaşama hakkı hususunda eşittirler. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar; birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilk on maddesinde özetle insana dair şu haklar sıralanır:

    'Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ve toplumsal köken, doğuş ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır. Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır. Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış ve ceza uygulanamaz. Herkesin, nerede olursa olsun yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.

    Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkı vardır. Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır. Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından hakça ve açık bir yargılanmaya hakkı vardır.'

    İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde bu haklar uzayıp gidiyor. Fakat bu hakların pratikte geçerliliği ve uygulanabilirliği ne kadardır? Asıl ele alınması gereken budur. Bütün mesele buradadır. Bu beyanname metnini yazanlar ve altına imza koyanlar söz konusu hakları en çok ihlal edenlerdir. Bunu günümüzde tüm çıplaklığıyla görüyoruz.

    Bugün Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da, Filistin'de, Çeçenistan'da, Doğu Türkistan'da, Keşmir'de ve daha ismini sayamadığım dünyanın pek çok bölgesinde kadın ve çocuk demeden insanlar öldürülüyor, yaralanıyor, ırzına geçiliyor, işkenceye tabi tutuluyor. Bunları yapanlar da isimlerinin önüne 'demokrat, medenî' sıfatlarını koyan sözüm ona Batılı devletler ve özellikle ABD'dir. Adama sorarlar 'Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' diye! ... Fakat vicdanlar sağırlaşınca kulaklar duymaz, gözler görmez olur. Onlar söylediklerinin tam tersini yaparlar, üstelik yaptıklarını da utanmadan savunmaya, şirin göstermeye kalkarlar.

    Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD Irak'a ve Afganistan'a girmek gerekçesini 'demokratikleşme' zemini oluşturma olarak açıklamadı mı? Bu ne biçim demokratikleşmedir ki her gün onlarca insan ölüyor, bir o kadar da yaralanıyor, su misali oluk oluk kan akıyor. Kelimenin tam anlamıyla taş taş üstünde bırakılmıyor. Kardeşler birbirine düşürülüyor. Bütün bunlar olurken bir yandan da gizli gizli petrol sevkıyatı yapılıyor. Sizin insan haklarınızı ve demokrasinizi sevsinler! ... Sizden demokrasi isteyen mi oldu, koşup geldiniz. Gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz sizden…

    Bilindiği gibi her yıl Eylül ayının birinci günü bütün dünyada 'Dünya Barış Günü' olarak kutlanır. Gün boyunca barış, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi konularda sosyal mesajlar verilir. Fakat eylülün ikisinde savaş, katliam ve işkencelere kalındığı yerden devam edilir. Her şey bir anda unutulur.

    Barış gününün de bir hikâyesi vardır... Tarihî malumatlarımızı yokladığımızda İkinci Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939'da Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladığı görülür. Bu tarihte başlayan savaş, ardında elli iki milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bırakmıştır. Bu kirli savaş, Mayıs 1945'de son bulmuştur. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edilmiştir. Fakat bu gündeki dilek ve temenniler bir sürü kuru laftan öteye gitmemiştir.

    Yine bir Dünya Barış Gününün sene-i devriyesindeyiz. Dört bir yanımızda savaşlar ve kanlı çatışmalar sürüyor. ABD'nin ve yandaşlarının Irak işgali(pardon demokratikleştirme faaliyeti! ...) devam ediyor. İsrail, Filistin ve Lübnan'a saldırıp taş taş üstünde koymuyor. Rusya, Çeçenlere özgürce yaşama hakkı tanımıyor. Afganistan'da piyonlar, şahı devirip mat etmenin peşindeler. Herkesin kanlı bir hesabı var. Böyle bir manzara karşısında barış türküleri söylemek ne kadar da uygun düşüyor! ...İnsanın gözleri yaşarıyor! ...

    Yeni bir Dünya Barış Gününün yıldönümündeyiz. Bugün bu acıklı manzara karşısında hiçbir şey olmamış gibi yine bozuk plaklar çalınacak. Barış mesajları irat edilecek. Fakat bu süslü sözler havanda su dövmekten öteye gitmeyecek. Ustaca kurulmuş içi boş cümleler akan kanı durdurmayacak… Ne diyelim barış, sevgi ve hoşgörü ufukta görünmese de içimizde hâlâ umut var. Zaten umudun tükendiği yerde hayat da tükenmiş demektir.

    Pardon anlayamadım! ... Dünya Barış Günü mü demiştiniz? Şimdi anlar gibi oldum… Barış haa, barış! …Eee ne diyelim Dünya Barış Günü mazlumlara olmasa da; Filistin ve Lübnan'ı yerle bir eden İsrail'e, Irak ve Afganistan'ı kan gölüne çeviren ABD'ye, onun sadık finosu İngiltere'ye, Çeçen liderleri bir bir öldüren Rusya'ya, Keşmir'i ikide bir kaşıyan Hindistan'a, Doğu Türkistan Türklerine işkence üstüne işkenceler eden Çin'e, Balkanlar'ın huzurunu kaçıran Sırbistan'a kutlu olsun…. Biz neyiz ki! ...Barış da, savaş da onların hakkıdır.

  • malazgirt savaşı28.08.2006 - 23:02

    935.YILINDA MALAZGİRT ZAFERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Millet olmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu belli bir süreci gerektirir. Devlet olabilirsiniz ama millet olamayabilirsiniz. Dünyada toplama devletlerin yanında, millet devletler de vardır. Bugünkü Türkiye, millet devletlerin en dikkate değer olanıdır. Fakat bu, Cumhuriyetle gerçekleşmiş bir durum değildir. Millet olma sürecimizi Göktürklere kadar götürebiliriz. Hatta biraz daha zorlarsanız daha da gerilere gidebilirsiniz.

    Toplama devletler çözülmeye ve dağılmaya müsait bir sosyal yapıya sahiptirler. Oysa millet devletleri birbirine bağlayan, onları sımsıkı kenetleyen tarihî, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağların kopması zannedildiği kadar kolay değildir. Bu çelikten bağlar dış mihrakların tasallutuyla zayıflasa, hatta kopsa da toplum önderleri tarafından belli bir süre sonra tamir edilebilirler. Yeter ki millet tarihini unutmasın, geçmişine sırt çevirmesin.

    Türk milleti tarih içinde çok çetin dönemeçlerden geçmiştir. Fakat hiçbir zaman geçmişle bağlarını koparmamış, geleceğe yönelik olarak hep ümitvar olmuştur. Bunun da semeresini görmüştür. Tam tarihten silindik, silineceğiz derken, esen rahmanî bir rüzgâr bizi tekrar zirveye taşımıştır. Allah, dinine ve davasına hizmet edenlerden rahmetini esirgemez, tarih boyunca da esirgememiştir; kanaatimiz odur ki bundan sonra da esirgemeyecektir.

    Türklerin Anadolu'ya açılışını ve bugünkü toprakları yurt edişini sağlayan vesile, Malazgirt ovasında yapılan, tarihe mal olmuş o dehşetli savaştır. Bu mühim savaş Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen'in ordusu arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu'da, Muş'a bağlı Malazgirt Ovasında meydana gelmiştir. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından çok önemlidir. Çünkü bu savaş yepyeni bir dönemin başlangıcıdır. Anadolu'nun Müslümanlaşmasının ilk adımıdır.

    Malazgirt Zaferi, Türk'ün maddî gücünün çok ötesinde, asıl manevî gücünün eseri ve tezahürüdür. Bu bir moral ve inanç savaşıydı. İnancı ve morali üstün olanlar, mübarek neticeyi belirlemiştir. Selçuklu Hükümdarı Alparslan'ın bu büyük zaferi aslında dünya tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Bu aynı zamanda imanın küfre galebe çalmasının muhteşem bir yansımasıdır. Bu zafer Müslümanların kendini tüm dünyaya kabul ettirişinin zeminini hazırlamıştır. Bundan sonra Haçlılar daha fazla ortak hareket etme ve yekvücut olma ihtiyacı duymuştur. Fakat buna rağmen kaderleri hep hezimet olmuştur. İslam coğrafyasının her köşesinde Türk-İslam ordularının zaferi için hutbelerin okunduğu Malazgirt Meydan Muharebesi, Alparslan'ın şu tarihi konuşmasıyla başlamıştır:

    'Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.'

    Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan atından inip secdeye kapandıktan sonra ellerini göğe doğru açarak 'Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah'ım, niyetim halistir, bana yardım et' diye dua eder. Bu noktadan sonra bütün uzuvları savaşa motive olmuştur.

    Yüce Mevla böyle inançlı ve kararlı bir kulunun duasını hiç geri çevirir mi? Elbette çevirmez, çevirmedi de! ... Onun kararlı ve inançlı tutumu, kendisine tabi olan askerleri de heyecana sevketti. İçinde bir nebze korku ve telaş olanlar da mutmain oldu. Şüphe ve tereddütler izale edildi. Çünkü bu maddî olduğu kadar da psikolojik bir savaştı. Zira bu savaşın neticesi, zaferin sadece insan sayısıyla ve maddî güçle kazanılamayacağını göstermiştir. Çünkü tarihî kaynaklara göre Bizans'ın 200 bin kişilik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Selçuklular karşılarındaki Bizans ordusunu dörtte bir oranındaki bir kuvvetle yenmesini bilmiştir. Bu azmin ve inancın zaferi değil de nedir? ...

    Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm tarihinin eşsiz bir kazanımıdır. Bu zaferi tarih sayfalarına altın yaldızla işlesek yeridir. Çünkü Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Müslümanlar için derin bir nefes alma zamanı gelmiştir. Bu hayırlı neticenin verdiği güçle ezikliğimizi üzerimizden attık. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi oldu. Bu zafer, Türklerin İslam dünyasındaki itibarını ve kredisini artırdı. O güne kadar basite alınan milletimize daha farklı bir gözle bakmaya başladılar. Yani bize bakış açıları değişti. Bu zaferden sonra bize geleceğin lider ülkesi(milleti) olarak bakmaya başladılar.

    Kısacası bütün tarihçiler, Malazgirt'in bütün dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiği fikrinde birleşmektedirler. Bu zaferle ve onun eşsiz kahramanlarıyla ne kadar övünsek azdır. Ne mutlu bize ki o güzel insanların torunları olma şerefini taşıyoruz. Fakat bu onurun ağırlığını kaldırabiliyor muyuz? Bu mevzuda bir kısım tereddütlerim yok değil. Gelin iş işten geçmeden, yozlaşmadan, daha çok bozulmadan o insanlara layık insanlar olmanın mücadelesini verelim. Malazgirt Zaferi'nin 935. yıldönümünü kutlarken sözlerimi destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun 'Malazgirt Destanı' adlı şiirinden aldığım bir bölümle neticelendirmek istiyorum:

    'Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
    Gün doğmadan evvel iklim-i Rum'a
    Bozkurtlar ordusu geçti hücuma
    Yeni bir şevk ile gürledi gökler
    Ya Allah... Bismillah... Allahuekber

    Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
    Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
    Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi
    Bu seste birleşir bütün yürekler...
    Ya Allah... Bismillah... Allahuekber! ..'

  • Ashâb-ı Kiram26.08.2006 - 23:00

    SAHABEDE DAVA VE HİZMET ŞUURU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ashabın İslam tarihi içerisinde müstesna bir yeri vardır. Zira onlar İslâm’ın çelikleşmiş iradesini temsil eden sembolleşmiş inanç heykelleridir. İmanın ateşten bir kor olarak nitelendirildiği bir zamanda bu nurlu simalar bunu ellerinden ve yüreklerinden düşürmemişlerdir. Çünkü onun yere düşmesi manevî bir infilaka sebep olacaktı. Bunun da bedeli şüphesiz ki çok ağırdı. Bedel ödenecekse baştan ödenmeliydi.

    Yüce Rabbimiz ve onun son peygamberi Hz. Muhammed(SAV) İslam davasını sırtlayan sahabilere çok büyük kıymet vermiştir. Onların fedakârlıkları ve muhatap oldukları canhıraş hadiseler, manevî sahada büyümelerine zemin hazırlamıştır. Yüce Mevla’mız bu büyük Allah dostlarını bakın nasıl tavsif ediyor:

    “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.”(Fecir 48/29)

    Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi sahabeler kâfirlere karşı canlarını ortaya koymuşlardır. Fakat onlara evvelâ İslâmı tebliğ etmişler, müspet cevap alamayınca mücadele yolunu seçmişlerdir. Çünkü bu Allah’ın emriydi. Onlar da emredilene riayet etmişlerdir. Bu yolda yaşanabilecek menfi hadiselere hazırlıklı olmuşlar, asla korkuya kapılmamışlardır.

    İnkârcılara karşı ne kadar şiddetli bir asabiyet içerisindeyseler, öyle de dostlarına karşı son derece müşfiktiler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederlerdi. Kur’anî hakikatler üzerinde toplanmaları ve ortak hareket etmeleri son derece kolay olurdu. Onları hep rükû ve secde halinde görürlerdi, o kadar çok ve düzenli namaz kılarlardı ki yüzlerinde secde izi belirirdi. Allah’ın emirlerine karşı itaatkârdılar ve ibadetlerine düşkündüler. Bu güzel hasletleri yüzlerine nur olarak yansımıştı.

    Ashab, Allah’ın birliğini(tevhidi) , Hz. Muhammed’in(SAV) onun kulu ve elçisi olduğu gerçeğini(risaleti) bütün insanlara ikna edici bir surette anlatarak yaşantılarıyla iyi bir mümin prototipi(ilk örnek) olmuşlardır. Bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Hatta bu uğurda pek çok sahabe hayatını feda edebilmiştir. Onun içindir ki onların İslâmî mücadele anlayışı bugünkü insanlarla kıyaslanamayacak kadar yücedir, emsalsizdir.

    Sahabeler hayatlarında dünya işlerini daima ikinci plana itmişlerdir. Onların asıl gayesi tevhit ağacının kökleşmesi ve dallarının gürbüzleşmesiydi. Bu manevî ağacı yeri geldiğinde kanlarıyla sulamaktan çekinmemişlerdir.

    İslam tarihine bakınca sahabeler dönemi müstesna bir yer teşkil eder. O dönemin, 1400 küsur yıllık süreç içerisinde emsali yoktur. Zira o dönemde ümmetin başında Resulullah gibi nurlu bir rehber ve cesur bir kumandan vardı. İslamla şereflenenler, manevî hizmet sahasında birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu asla bir üstünlük yarışı değildi. Çünkü onlar enaniyetlerini yenmiş müstesna şahsiyetlerdi. Bu olsa olsa bir takva yarışı olabilirdi, nitekim de öyleydi. Onlar karşılarındaki inkârcı güruh gibi, hedonist(hazcı) bir felsefeye itibar etmiyorlardı. Nefsin emellerine alet olmuyorlardı.

    Arapların cahiliye dönemini olanca şiddetiyle yaşadıkları bir zamanda bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilen Hz. Muhammed(SAV) ’ e tabi olanlar, çok kısa bir zaman içerisinde bağlı oldukları bütün tanrıları ve mitleri terk etmişlerdi. Böylelikle de teslimiyetin en güzel örneğini göstermişlerdir. Öyle ki sahabelerin en büyüğü kabul edilen Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(SAV) için ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulullah’ diyecek kadar yürekten bağlanmıştı ona… Efendimizi ve onun büyük davasını bütün dünyevî değerlerin fevkinde görüyorlardı. Onların ruhlarını yakınlaştıran, kalplerini yumuşatan, birbirine bağlayan ebetteki bağların en kuvvetlisi ve hayırlısı olan iman bağıydı.

    Allah’ın, Hz. Muhammed(SAV) aracılığıyla gönderdiği İslamiyet öyle ulvî bir dindi ki imanla taçlanmış olmak şartıyla köleyle hür, zenginle fakir aynı statüde kabul ediliyordu. Daha doğrusu İslâm’da en geçerli statü iman derecesiydi. Buna takva da deniyordu. Nitekim Peygamberimiz bunu ‘Üstünlük takvadadır’ diyerek özetlemiştir. Ashab da bu sözün gereği olarak takva üzere yaşama hususunda birbiriyle kenetlenerek tatlı bir yarışa girmişlerdir. Bu yarışta herkes gücü nispetinde bir noktaya gelmiş, en mühimi de bu yarışta kaybeden ve üzülen olmamıştır. Zira hepsi Cennet hediyesiyle mükâfatlandırılmışlardır.

    İslâmın nesep üstünlüğüne itibar etmediği aşikârdır. İnsanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke’de dünyaya gelen Bilâl-i Habeşi’nin imanla şereflenmesinden sonra kazandığı manevî mertebe buna delildir. Aslen Habeşli olan bu büyük sahabenin annesi ve babası da köleydi. Efendisinin koyun ve develerini gütmekten başka bir işi yoktu. Köle olduğu için hiçbir söz hakkı bulunmuyordu. Hayatında geleceğe dönük iyimser bir işaret de görülmüyordu. Böyle karamsar bir tablo içerisindeyken kendisine Resulullah’ın davetine icabet etmek nasip oldu. O artık kula kul değil, Hakk’a kuldu. Hakk’a kul olmak, anlayan için aslında en büyük özgürlüktü.

    Bilâl-i Habeşi zamanında imanını ifşa etmek o kadar kolay bir şey değildi. Fakat o her türlü zulme ve işkenceye göğüs germe pahasına imanını ilan eden yedi şerefli kişiden biri oldu. Fakat akla gelmedik baskı ve işkenceler de böylece başladı. Bilal’ı alıp sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed’i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı. Tanrılık iddiasında bulunan Ebu Cehil bu durum karşısında çileden çıkmıştı. Kendi iradesi dışında bir güce tabi olunmasını kabul edemiyordu.

    İmanla ve İslamla şereflenen Bilal yüzüstü kızgın kumlara yatırılıyor ve kendisine güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Her tarafı kan, revan içinde kalıyordu. Bir taraftan da, ‘Muhammed’in Rabbini inkâr et! ’ diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyorlardı. Zaten gücü tükenen Bilal’ın, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: ‘Ehad… Ehad! ...’

    Ona yapılan onca zulüm ve işkence neticeyi değiştirmedi. O artık İslâmın mücahitlerinden biriydi. Daha sonra da Hz. Muhammed’in(SAV) müezzini olma bahtiyarlığına kavuşacaktı. Kula kulluktan Allah’a kulluğa giden yolda çok acılar çekse de Bilal kölelikten Cennet’in çok arzuladığı bir mümin konumuna yükselmişti.

    Ashab iman üzere yaşamak ve etrafını imanla aydınlatmak için nelere göğüs germemiştir ki! ... Cennetle müjdelenen on kişiden(aşere-i mübeşşere) biri olan Sa’d b. Ebi Vakkas İslâm’a girişini ve sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatır:

    “Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası iman etmemişti”

    Sa’d’ın, Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim’ demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Bu hadiseden sonra yüce Allah, anneye babaya itaat konusunda sınırın nasıl koyulacağına dair şu ayeti göndermişti:

    “Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onları iyilikle (maruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve Bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31 / 15)

    Sa’d b. Ebi Vakkas da diğer sahabeler gibi pek çok çileye talip olmuş ve büyük sıkıntılarla yüz yüze gelmiştir. Mekke’de Müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur. Cihat açısından balkınca da mühim bir dönüm noktasıdır bu... Yine bu mübarek sima bütün savaşlara katılmış, Resulullah onu bir birliğe komutan tayin etmiştir.

    Bunun yanında yine dünyadayken cennetle müjdelenen kişilerden bir başkası olan Talha b. Ubeydullah da birçok Müslüman gibi, İslam’a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam’ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha’nın Müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir’le onu bir iple birbirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiştir.

    Talha b. Ubeydullah, Bedir’den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamberimizi kahramanca müdafaa etmiş, O’na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah’ı müdafaadan geri durmamıştır.

    Bir diğer cennet ehli(cennetle müjdelenen) sahabe de Ebu Ubeyde b. El-Cerrah’tır. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah’la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akidesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, oğlu ile; Mus’ab b. Umeyr, kardeşi ile; Hz. Ömer, dayısı ile çarpışmıştır. Bunlarla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

    “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Resulüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyarız ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir” (Mücadele, 58/22)

    Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah’ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır. Rivayetlere göre Ebû Ubeyde önderliğinde keşfe gönderilen sahabe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmaktaydı; onun için bütün gün bir hurma ile idare etmişler, ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmışlardır. Bu örnek olay, sahabenin hangi zor şartlar ve yokluklar altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir örnektir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

    Yaşadıklarına bakınca Ebu Ubeyde’nin, züht ve takva sahibi, ‘ümmetin emini’, cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahabe olduğu görülür. Diğer birçok sahabe gibi o da, fütuhat(zaferler, fetihler) sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürmüştür. Hz. Ömer onun odasının eşyasız; bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve “Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” demiştir. Bugünkü ehli keyif hayatımızla bu fedakârlıkların kıyası mümkün müdür?

    Rasûlullah’ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk Müslümanlardan bir diğeri de Abdurrahman İbn Avf’tır. Ticaretten çok iyi anladığı için maddî durumu iyiydi. Fakat ömrü boyunca nesi varsa ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Beş yüz devesini üzerindeki kıymetli mallarla fakir fukaraya taksim etmiştir. Çok kıymetli bir arazisini satmış, elde ettiği parayı ahirete göçen Peygamberimizin zevcelerine dağıtmıştı. Halifelik seçimlerinde kendisi de aday olmasına rağmen bu hakkından feragat etmiştir. Bugünün siyasileri bunu yapabilir miydi? Bu fedakârlığı gösterebilir miydi? Nerdeee? ...

    Yine sahabenin ileri gelenlerinden birisi de Zeyd b. Sabid’di. O, hicretten yaklaşık on bir yıl önce dünyaya gelmiştir. Resulullah (SAV) , Bedir Savaşı’na katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti, Zeyd de bu gençler arasındaydı. Ufacık bir çocuğun Allah için savaşma aşkını görüyor musunuz? Günümüzün gençlerinden bazıları askerden kaçmak için kendilerini çürüğe ayırmaya çalışıyorlar. Asrı Saadet’te bir çocuk gönüllü olarak müminlerin saflarına katılıyordu. Ruh yüceliğine bakar mısınız? ...

    Resulullah(SAV) Efendimiz’in güzîde ashabının önemli simalarından biri de şüphesiz ki Mus’ab bin Umeyr’dir. Mus’ab(r.a.) , Dâru’l Erkam’da Kâinatın Efendisi(SAV) ’ni dinlemeye geldi ve orada İslam ile şereflendi. Mus’ab(r.a.) ’ın tam olarak hangi yılda Müslüman olduğu bilinmemekle birlikte Bi’set’in yedinci yılında İslam’ı kabul ettiği rivayet edilmektedir. Bi’set’in yedinci yılında Müslüman olan Mus’ab, hicretin üçüncü yılında Uhud’da şehit düşmüştür. O büyük izzet sahibi zat, dünya hayatında mümin olarak dokuz yıl yaşadı. Fakat bu zorlu dokuz yılda ebedî hayatını kurtardı. Bizler ortalama yetmiş yıllık ömrümüzde hiçbir manevî rütbe kazanamıyoruz. Geçen günler ziyan hanemize yazılıyor.

    Mus’ab(r.a.) Kureyş’in en asil ailelerinden birinin çocuğuydu. Ailesi çok zengin olduğu için Mus’ab, lüks içinde yaşıyor, her istediği eksiksiz yerine getiriliyordu. Tabir caizse bir eli yağda, bir eli baldaydı. Üstelik çok da güzel bir delikanlıydı. Bütün gözler onun üzerindeydi. Herkes onun yerinde olmak isterdi. Fakat o çok rahat şartlar içerisinde yaşasa da mevcut durumundan razı değildi. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu. Bir arayış içerisindeydi. Bu arayış neticesinde yolu Resulullah’la kesişti; şereflerin ve saadetlerin en büyüğü olan Müslüman olma şerefine nail oldu.

    Herkesin gıptayla baktığı öyle bir hayatı terk eden Mus’ab, çetin bir hayata atılmayı tercih etmişti. Çileye talip olmuştu. Bununla beraber dünyevî nimetleri de elinin tersiyle itmişti. O, bolluk içerisinde yaşarken açlığa meyletmişti. Ailesinin mali durumu nedeniyle çevresinde itibarlı bir insanken bu konumunu da kaybetmiş, eski çevresinde aşağılanan ve hor görülen bir insan olmuştu. Şan ve şöhreti bırakmış sıradan bir insan olmayı tercih etmişti. Rahat içerisinde yaşarken işkencelere tabi tutulmayı göze almıştı. Neticede baskılara dayanamayarak Habeşistan’a hicret edenlerin yanında yer almıştı. Dünya nimetleri yerine imana itibar etmişti. Kısacası dünyayı bir kalemde silmiş, ahiret saltanatını seçmişti. Hayatı yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret gören günümüz insanı buna cesaret edebilir mi?

    Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed(SAV) ’i ağlatacak kadar örnek bir mücadelesi ve çileli hayatı vardır Mus’ab(r.a.) ’ın… Hem de bir değil birkaç kere ağlatacak kadar içli, bir o kadar da mübarek… Medine günlerinden bir gün Mus’ab’in ihlâsı ve dirayeti Resulullah’ın gözlerinden mübarek yaşların süzülmesine neden olmuştur. Sahabe hayatının örnek levhalarından biri olan bu hadiseyi Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatır:

    “Biz Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah(SAV) onu görünce, Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: ‘Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de halılar ve kilimler ile Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz? ’ ‘O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.’ ‘Hayır! ’, buyurdu, ‘Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.”(Tirmizî, Kıyamet 36, (2478))

    Sahabelerin ibretlik hayatına dair o kadar çok misal var ki insan hangisini anlatacağını şaşırıyor. Hangi örnekten yola çıkarsanız çıkın neticede onların dirayeti, asaleti, vefakârlığı ve cefakârlığı çıkıyor meydana... Onun içindir ki Resulullah o mübarek canları bağrına basarak himaye etmiştir hep… Bu güzel insanlar onun himayesini zaten fazlasıyla hak ediyorlardı. Çünkü Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (SAV) ’in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır. Manevi tekâmül için bundan büyük referans olur mu?

    Günümüz insanı bu büyük zatları tanıyıp onlar gibi yaşadıkça yükselecek, onları gündeminin dışına itip onlardan uzaklaştıkça alçalacaktır. Tercih cüzi irade sahibi olan insanlarındır. Herkes de tercihinin akıbetinden sorumludur.

    Zamanımızda ruhlarımız dünyevî endişelerle kuşatılmış… Elimiz kolumuz, önümüz arkamız nimetlerle dolu olduğu halde yine de yarının rızkının olup olmayacağı, nimetlerin gelip gelmeyeceği endişesiyle rahatımızı kaçırıyoruz. Henüz uçma yeteneği bile kazanamayan minik kuş yavrularının kursağını annelerinin getirdiği yiyeceklerle dolduran ve onları Rezzak sıfatıyla rızıklandıran Allah, her gününü rızık peşinde harcayan müminlerin rızkını niye vermesin ki! ... Bu hususta menfi düşüncelere kapılıp rahatını kaçırmak Allah’a güvensizlik değil de nedir? Maazallah şuurlu yapılırsa bunun ucu küfre kadar varır. Peygamber Efendimiz bu hakikati, “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister” hadisiyle dile getirmiştir. Öyle değil mi? Buldukça bulandırmıyor muyuz?

    Sahabeler; İslam ve Allah yolunda çarpışırken, mallarını, canciğer dostlarını ve onları diri tutan canlarını kaybetti.Ya biz mukaddes değerlerimiz için nelerimizi kaybettik ki Rabbimizden manevî ücret(Cennet) talep ediyoruz? ... Allah’ın izniyle o kutlu insanların kabirlerinden dünyaya bir pencere açılsa ve ahir zaman ümmeti olan bizi seyretme imkânına erişseler acaba bu durumumuza ne derlerdi? Acaba hal ve hareketlerimizi temaşa ettikten sonra bizi Müslüman vasfıyla vasıflandırırlar mıydı? Bu mevzuda ciddi şüphe ve endişelerim mevcuttur. Peki, biz bu büyük maneviyat erenlerini görsek yüzlerine bakmaya yüzümüz olur muydu? Azıcık arlanma duygumuz kalmışsa utanıp, sıkılıp yerin dibine geçmez miydik?

    Huzuru mahşerde Allah ve Resulü’nün karşısına çıktığımızda yüzlerimizin kızarıp pancara dönmesini istemiyorsak attığımız adımlara dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Sahabeler canlarını ortaya koyarak İslam kalesini sonuna kadar muhafaza ve müdafaa ettiler. Oysa bizlerin oralarda hiç mi hiç bezi yok. Gündelik meşguliyetlerle altın kıymetindeki ömrümüzü zayi ediyoruz. Çamur içerisinde debelenip duruyoruz.

    Gelin tez vakitte tuttuğumuz bu yanlış yoldan dönelim. Bu yolun ötesi uçurumdur. Hayatımızı Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre yeniden tanzim edelim. Ashabın dava anlayışını ve hizmet şuurunu kendimize şiar edinelim. ‘Daha gencim, zamanım var, sonra dönerim’ demeyelim. Çünkü ruhların ne zaman kabzedileceğini Cenab-ı Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Sıkışınca, ölüm meleği gelince Firavun misali ‘İnandım’ demek fayda etmez. Firavun imanı(!) bizi ancak Cehenneme götürür.