Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ramazan14.10.2006 - 17:20

    ÂH O ESKİ RAMAZANLAR! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçmişe özlem duymak insanın doğasında vardır. Ne hikmetse her konuda geçmişe özlem duyarız. Bununla beraber yaşadığımız andan da şikâyet eder dururuz. Oysa daha evvel, bugün özlem duyduğumuz geçmişten şekva ederdik. Nostaljiye meraklı bir milletiz. Gerçi dünle bugünü karşılaştırdığımızda bugünkü hayatımızın düne göre daha çok yozlaştığını görüyoruz. Onun için nostalji arzusu içerisinde olanlara hak vermemek elde değildir.

    Eskiden insanlar ramazanı büyük bir arzu ve heyecanla beklerdi. Ona madden ve manen hazırlanırlardı. Özellikle Şaban ayının son günleri herkesi bir telaş alırdı. İnsanlar ramazanın başladığına dair müjdeyi vermek için gece gün demeden hilali gözlerlerdi. Çünkü İslam inanışına göre Ramazan ayı, her yıl hilalinin doğuşuyla başlar. Hilali ilk gören kendini bahtiyar sayar, müjdeyi Müslümanlara iletirdi. Şer’iye mahkemelerinde kadılar, müftüler sabahlara kadar nöbet tutup Ramazan müjdecisini beklerlerdi. Kimsenin içinde şüphe kalmazdı. Gerçi günümüzdeki modern rasathaneler bu meseleye bilimsel bir çözüm getirmiştir. Fakat bazı İslam devletleri eski huylarını devam ettirmekte, ramazana bir gün evvel veya bir gün sonra başlamayı marifet saymaktadırlar.

    Çoğumuz günlük hayatın karmaşası içerisinde yok olan değerlerimizi ne kadar da arıyor ve de özlüyoruz. Eski ramazanları hatırımıza getirdiğimizde onları bir nostalji fırtınası olarak zihinlerimizde yaşatıyoruz. Çünkü günümüzde ramazanların içi boşaltıldı, heyecanı ve coşkusu kalmadı. Oysa eskiden ramazan yaklaşırken herkesi bir heyecan sarardı. Alış verişler ve genel temizlikler yapılırdı. Ramazanı adına yaraşır şekilde karşılamak için herkes seferber olurdu. Ramazan hayatımıza renk ve ahenk katardı.

    Geçmişte ramazan iftarlarında misafirsiz sofra olmazdı. İnsanların bir ekmeği bile olsa onu dostlarıyla bölüşürdü. İftardan sonra teravihe gidilirdi. İstanbul’da yaşayanlar Direklerarası’na giderek orada ortaoyunu, karagöz ve meddah seyrederdi. Çayların biri gider biri gelirdi. Evlerde kalan kadınlar musiki âlemleri yapardı. Kahveler yemenden gelirdi… Ve her birinin kırk yıl hatırı olurdu. Oysa şimdi o eski ramazanları yaşayamıyoruz. İnsanlar misafir ağırlamayı yük olarak görüyor. Oysa eskiden misafirsiz sofra olmazdı. Üstelik misafirlere yemek sonunda ‘diş kirası’ adı altında hediyeler verilirdi. Hem yedir, hem hediye ver…Hangi kültür ve medeniyette var böyle incelik? ...

    Günümüzde evlerimizin başköşesine ekran efendi oturmuş, topluca önünde eğilip donuk bakışlarla onu seyrediyoruz. Yaşama biçimlerimiz çok değişti. Artık o eski ramazanları yaşayamıyoruz. Eski gelenek ve görenekler rafa kaldırıldı.

    O eski ramazanlarda yemekler hazırlanır, topun atılması beklenirdi. Dededen toruna kadar bütün aile fertleri sofranın etrafını çepeçevre sarardı. Yürekler Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın verdiği hazla dolup taşardı. Ezanlar can kulağıyla dinlenirdi. Oysa günümüzde insanlar geçim derdine düşmüş… Kimsenin koşturmaktan kendine ve dostlarına ayıracağı vakti yok. Yarış atlarına dönüşmüş fertler, oradan oraya koşuşturup duruyorlar. Böyle bir dünyada insanın, kalbinin ve inançlarının sesini dinlemesi mümkün müdür?

    Eski zaman ramazanlarında sofranın başköşesinde tatlılar olurdu. Birbirinden güzel ve özel tatlılar büyük emekle hazırlanır, eşe dosta sunulurdu. Tatlı olur da birbirinden güzel ve özel çeşitli içecekler olmaz mı? Onlar da susayanlara hayat iksiri niyetine sunulurdu. Tatlılar ve içecekler çeşitlilik arz ederdi. Hepsi de doğaldı, evlerde yapılırlardı. Bugün maalesef evlerimizde ne idüğü belirsiz asit yoğunluğu yüksek kolalar içiyoruz. İçeriği hiç de güvenli olmayan içeceklerle midelerimizi tahrip ediyoruz.

    Bugünkü içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de ‘ah o eski ramazanlar’ diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddi bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.

    Millet olarak yaptığımız en büyük hata dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol yanlıştır. Acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve işgaller içerisinde yaşıyor olmamız geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. Dünyevi hayatı uhrevi hayata tercih etmek içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir.

    Dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmi ve kararlılığı bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır.

  • kadir gecesi14.10.2006 - 16:59

    KADİR GECESİNİN KADRİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Rahmet ve mağfiretin hayatımızı çepeçevre kuşattığı mübarek bir zaman dilimizdeyiz. Dört bir yanımız nimetlerle ve bereketlerle çevrilmiş… Bu günler sayılıdır ve kıymeti bilinmelidir. Manevi fırsatlar tıpkı maddi fırsatlar gibi belirli zamanlarda kapımızı çalar, bunları ganimet bilip değerlendiremezsek gelecekte pişmanlık duyarız. Fakat bu, geçen zamanı ve fırsatları geri getirmeye yetmez.

    Mübarek zaman dilimlerinden birisi de ramazan-ı şeriftir. Bu ayda Allah’a yakın olamayanlar zarardadır. Bu ayın gününü ve gecesini salih amellerin nuruyla tezyin etmeliyiz. Ramazanın içinde gizlenen bir gece vardır ki o geceyi ibadetle geçirenler bin aya eşit bir zamanın manevi kârını hanelerine yazdırmış olurlar. Bu gece mübarek Kadir gecesidir. Yüce Rabbimiz bu geceye dair şu övücü sözleri dile getiriyor:

    “Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır… O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail) , her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (Kadir Suresi 1-5. Ayetler)

    Bu ayetlerde de belirtildiği gibi Kur’an-ı Kerim Kadir gecesinde yeryüzüne inmeye başlamıştır. Bu olay da bu gecenin kutsiyetini artırmaktadır. Bu gecedeki ibadet, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapılan nafile ibadetten daha faziletlidir. Gelecek bir seneye kadar cereyan edecek olan her türlü hadiseler Allah Teâlâ’nın ezelî kaza ve takdiri ile ilgili meleklere bu gecede bildirilir. Bu gecede yeryüzüne Cebrail ve çok sayıda melek iner. Bu gece tanyerinin ağarmasına kadar esenliktir, her türlü kötülükten uzaktır. Yeryüzüne inen melekler uğradıkları her mümine selam verirler. Bu güzellikler senede bir gece gerçekleşir. Onun için kıymetini bilip gereğini yerine getirmeliyiz.

    Kadir gecesinin kendine mahsus bir ibadeti yoktur. Kadir gecesini, namaz kılarak, Kur’ân-ı Kerim okuyarak, tevbe, istiğfar ederek ve dua yaparak değerlendirmek en kârlı ve mantıklı bir davranıştır. Üzerinde namaz borcu olanların nafile namazı kılmadan önce hiç değilse beş vakit kaza namazı kılmaları daha faziletlidir. Kazası yoksa nafile kılar. Fakat bu ahir zamanda kazası olmayan kişiye rastlamak pek mümkün değildir. Onun için nafile yerine, kazalarımızı kılıp üzerimizdeki namaz borcundan kurtulmalıyız. Bu gecenin öyle bir anı vardır ki o anda yapılan ibadet ve dualar mutlaka makbul olur. Bu önemli anı yakalamak için gecenin bütününü tevbe ve istiğfar ile geçirmek gerekir. Bu tılsımlı vaktin saklı olması müslümanın bütün geceyi ibadetle geçirmesinin gerekliliğini ortaya koyar. Akıllı insan da her dakikasını Allah’ı anmakla ve ona yönelmekle geçirir.

    Bilindiği gibi Kadir gecesinin ne zaman olduğu meçhuldür. Bunda da sayısız hikmetler vardır. Şayet zamanı belli olsaydı diğer günleri gaflet içerisinde geçirebilirdik. Sevap bakımından kârlı çıkmak için bu geceye yüklenirdik. Bu da doğru bir davranış olmazdı. Kul her zaman Allah’ı anmalı, kalbini onun sevgisiyle doldurmalıdır. İbadette devamlılık esastır. Bir yıl yan gelip yatıp bütün ibadetleri bir akşama sığdırmak samimi imanla ve kulluk anlayışıyla bağdaşmaz. Peygamber Efendimiz (sav) ramazanın son on gecesi itikâfa girer ve ev halkını da ibadete yönlendirirdi. Eskilerimiz Kadir gecesiyle ilgili olarak şu özlü ifadeyi söylemişlerdir: “Her geceni Kadir bil; her geçeni Hızır bil” Böyle düşünülürse müslümanın iman hususunda her zaman kararlı ve sabit durması sağlanmış olur.

    Kadir Gecesinin Ramazan’ın hangi gecesine rastladığı hususunda pek çok rivayet bulunmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bazı hadis-i şeriflerde de ramazanın yirmi yedinci gecesine denk geldiği bildirilmektedir: “Onu yirmi yedinci gecede arayınız” hadisi buna işaret etmektedir.

    Kadir gecesinde yapılan ibadetler Allah katında çok makbuldür. Bu gece manevi bakımdan çok kârlı bir gecedir. Fakat bu geceye güvenip diğer günlerde ibadetleri askıya almak akıllı müslümanın yapacağı iş değildir. Resulullah Efendimiz: “Kim inanarak, sevabını ancak Allah’tan bekleyerek Kadir gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir.” buyurmaktadır. Bu hadiste ifade edildiği üzere bu gece uykumuzdan feragat edelim. Bol bol Allah’ı zikredelim; tövbe istiğfar edelim. Ruhlarımızı manevi kirlerden arındıralım. Şafak söktükten sonra günah yükünü üzerinden atmış bir şekilde yeni güne tertemiz bir surette doğalım. Bütün Müslümanların Kadir gecesini kutluyor, bu gecenin Müslüman âleminin uyanışına vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

  • ramazan14.10.2006 - 01:26

    RAMAZAN VE BASINIMIZIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan on bir ayın sultanı sıfatıyla her yıl kapımızı çalar, hayatımıza bambaşka bir renk ve ahenk katar. Bu ayın mübarek atmosferi manevî dünyamızı çepeçevre kuşatır. Ağzımız kötü sözlerden, midemiz ise abur cubur yiyeceklerden uzak durur. İç dünyamız manevî bereketle hayat bulur. Gerçek huzurun ikliminde soluklanırız.

    Ramazan özel ve müstesna zamanların en başta gelenidir. Onu hiçbir vakitle eşdeğer göremeyiz. O her açıdan eşsizdir. Onun güzelliğinin sırlarından birisi de Kur’an’ın bu ayda yeryüzü semasına inmiş olmasıdır. Peygamberimiz bu ayı diğer aylara nazaran çok daha fazla ibadet ederek geçirirdi. Öyle ki namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

    Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta ‘âmin! ’ dedi. İkinci basamakta yine ‘âmin! ’ dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha ‘âmin! ’ dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk ya Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “âmin” dediniz. Bunun hikmeti nedir? ” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Cebrail aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun! ’ dedi, ben de ‘âmin! ’ dedim. Cebrail, ‘Ya Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrail, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim.”

    Bu hadiste de belirtildiği gibi gelecekte pişman olmamak için hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Allah’ın çizdiği yolda yürümeliyiz. Anne babalarımıza sağ iken yetiştiğimizde onlara ‘öf’ bile dedirtmemeliyiz, rızalarını kazanmalıyız. Resulullah’ın adı geçtiğinde ona selatü selam getirmeliyiz. Ramazan geldiğinde onu ibadetlerle geçirip Hakk’ın razı olacağı kullar içerisinde yer almalıyız. Basiret gözümüzü dört açmalıyız.

    Ramazan insanı munisleştirir. Oruçlu insan kötülük yapmaz, başkalarına bulaşmaz. Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi dolu olur. Kendisine bulaşmak isteyenlere Peygamber Efendimizin yaptığı gibi oruçlu olduğunu hatırlatır ve susar. O büyük insan, ramazanda müslümanın tavrını şöyle özetler: “ Şayet birisi kendisiyle itişmeye veya kendisine karşı ağız bozmağa kalkışırsa ben oruçluyum diye mukabelede bulunsun”

    Ramazanla birlikte ülke sınırları içerisinde adeta bir maneviyat seferberliği yaşanır. Yedisinden yetmişine kadar hemen herkes kendisini ramazana hazırlar. Bu sadece maddi hazırlık değildir. Gönüller de bu aya girmek için her türlü kötülükten, fitne ve fesattan arındırılır. Müslümanlar o büyük dostu gönül hoşluğu içerisinde karşılarlar. Sadece insanlar mı hazırlanır ramazana? Elbette hayır! ... Kurumlar da kendince hazırlıklar yaparlar. Çalışma saatlerini esnekleştirirler. Bunun yanında gazete ve dergiler de yılda bir ay da olsa Müslümanlıktan söz ederler. Mübarek ramazan, inanç bakımından zayıf olanların kalemine bile dolanır. Onlar da bu ayın faziletinden dem vururlar. Çünkü halkın gündeminde ramazan vardır. Kendilerini okutabilmek için ramazandan bahsetmek mecburiyetindedirler.

    Türkiye’ye ramazan gelince, on bir ay boyunca Müslümanlara saldıran ve onları her fırsatta aşağılayan gazeteler bir anda kızıl olan renklerini yeşile döndürürler. Bu hızlı dönüşüm samimiyetten uzak ve yapmacık olsa da inananlar bu oyuna kolayca gelirler. Hacısının hocasının elinde kartel gazetelerini görebilirsiniz. Sene boyunca Müslümanları rencide eden kartelin gazetelerinde ramazan sayfaları yer almaya başlar. Bazı gazeteler dini kitaplar verir. Bu hızlı değişimi ve dönüşümü anlamakta zorlanırsınız. Islah olduklarını zannedersiniz iyi niyetinizi ortaya koyarak… Fakat ramazan çıkınca bir kez daha gerçek yüzlerini açığa çıkarırlar. Müslümanlara salya sümük saldırmaya kaldıkları yerden devam ederler. Bir ay boyunca onlara finansman sağlarsınız, onları karga misali beslersiniz ama sonuçta gözünüzü oymaktan çekinmezler. Çünkü onların inancı saman alevi gibidir. Sadece Müslümanların parasını çekmeyi, bir ay da olsa onlara gazete satmayı gaye edinirler. Saf olanlar, alışkanlık kazanarak ramazandan sonra da söz konusu gazeteleri almaya devam ederler. Neticede verdikleri paralar inançlarına saldırı şeklinde geri döner.

    Akıllı ve şuurlu mümin ramazan Müslümanlığıyla okuyucunun karşısına çıkan samimiyetten uzak kartel gazetelerinin oyununa gelmez. Onlara parasını kaptırmaz. Çünkü bilir ki bu kandırmacadan ibarettir. Ramazandan sonra her şey eski haline dönüşecektir. Bunun bir de Allah katında manevî vebali vardır. Bunun hesabını vicdanınıza verseniz de Allah’a veremezsiniz. Onun için kartelin oyununa gelmeyin; dostunuzu ve düşmanınızı iyi tanıyın. Kartel basının ikiyüzlülüğüne alet olmayın. Bilin ki Müslüman uyanık ve basiretli olur, olmalıdır da! ... Aksi halde lokma lokma küçülmeye ve yutulmaya müstahak olursunuz.

  • orhan pamuk13.10.2006 - 23:50

    NOBEL NASIL ALINIR YAHUT ORHAN PAMUK’A DAİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın en saygın bilim ve edebiyat ödüllerinin başında Nobel gelir. Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından İsveç’te kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan itibarlı bir ödüldür. İlk Nobel ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. O günden bugüne kadar fizik, kimya, tıp, iktisat, edebiyat ve barış alanında yüzlerce kişiye verilmiştir. Söz konusu ödül, bu alanlarda çalışanları gayretli olmaya teşvik etmiştir. Bugüne kadar 34 kadın bu ödülü alma başarısı göstermiştir. Bu ödüller bir gelenek halinde verilmeye devam ediliyor.

    Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel’in sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir. Bilindiği gibi 2006 Nobel Edebiyat Ödülü Orhan Pamuk’a verildi. Pamuk, Nobel Ödülleri tarihinde, bu onura hak kazanan ilk ve tek Türk oldu. Pamuk ödül yolunda Suriyeli şair Adonis, İsveçli şair Tomas Tranströmer, Joyce Carol Oates, İsrailli yazar Amos Oz, Philip Roth, Mario Vargas Llosa, Çek yazar Milan Kundera ve Doris Lessing, Amerikalı yazar Paul Aster ve Inger Christensen’i geride bıraktı. Ödülü veren İsveç Akademisi, “Nobel Edebiyat Ödülü, ‘Kentinin melankolik ruhunu ararken kültürler arasındaki çatışma ve birleşmenin yeni simgelerini keşfeden Türk yazar Orhan Pamuk’a verildi” ifadesini kullandı. Akademi, Pamuk’un uluslararası başarısının üçüncü romanı ‘Beyaz Kale’ ile geldiğini belirtti.

    Pamuk için İsveç Bilimler Akademisi bir de biyografi yayımladı. Biyografide şöyle denildi: “Pamuk ülkesinde, her ne kadar kendisini kurgu yapan, politik gündemle ilgilenmeyen bir yazar olarak görmekteyse de, toplumsal konularla ilgili bir yorumcu olarak ün kazandı. Müslüman dünyada açıkça Salman Rüşdi hakkında verilen fetvayı eleştiren ilk yazardı. Pamuk, meslektaşı Yaşar Kemal, 1995 yılında yargılanırken ona destek oldu. Pamuk, bir İsviçre gazetesine 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü açıklamasından sonra suçlandı.” Akademi Sekreteri Horace Engdahl da, Pamuk için, ‘kendi ülkesinde tartışmalı bir kişilik, ama neredeyse ödülümüzü alanların hepsi böyle’ dedi.

    1982’de Mısırlı edebiyatçı Necib Mahfuz’un ardından Orhan Pamuk Nobel Ödülü alan ikinci Müslüman yazar oldu.(Tabii ki Müslüman sıfatını kabul ederse)

    Nobel Edebiyat ödülünü son 10 yılda kazananların kazananların listesi şöyle: 2006: Orhan Pamuk (Türkiye) , 2005: Harold Pinter (İngiltere) , 2004: Elfriede Jelinek (Avusturya) , 2003: John Maxwell Coetzee (Güney Afrika) , 2002: İmre Kertesz (Macaristan) , 2001: V. S. Naipaul (İngiltere) , 2000: Gao Şingcian (Çin) , 1999: Günter Grass (Almanya) , 1998: Jose Saramago (Portekiz) , 1997: Dario Fo (İtalya)

    Orhan Pamuk Nobel madalyasının yanı sıra 10 milyon İsveç Kronu (yaklaşık 1,9 milyon YTL) para ödülünü de alacak. Parasında gözümüz yok, güle güle harcasın. Fakat bizim için sorgulanması gereken şey bugüne kadar Türkiye’ye gelmeyen Nobel ödülünün Türkiyeli bir yazara birdenbire nasıl verildiğinin ardındaki gerçeklerdir.

    Bilim ödüllerinin dışında edebiyat ve barış alanında verilen Nobel ödülleri hep tartışma yaratmıştır. Çünkü bu iki alandaki ödüllerde ciddi kıstaslar yoktur. Bu ödül daha çok kışkırtıcı demeçler verenlere, geleneksel düşünceyi yıkanlara, iktidar odaklarıyla didişenlere ve uluslararası alanda sıkı kulis yapanlara verilmektedir. Bu da gösteriyor ki bu alanlarda verilen ödülün gerekçeleri siyasidir.

    Bilindiği gibi Nobel Ödülünü alacak kişi yüzlerce aday arasından seçilmektedir. Ödülün kime verileceği kararını alan kurul üyelerinin aday olan yazarların tüm eserlerini alıp bir yıl boyunca derinlemesine incelediğini ve kararlarını bu inceleme sonucunda verdiğini söylemek mümkün değildir. Nobel’e aday olan yazarın İsveç’te ya güçlü bir yayıncısının bulunması ya da bu kuruldaki kişilere ulaşabilecek edebi çevrelerle ilişki içinde olması gerekiyor. Kısaca adayın ödülü almak için söz konusu ülkelerde ve çevrelerde güçlü bir lobi oluşturması şarttır. Bu da gösteriyor ki Nobel Edebiyat Ödülü, yazarın edebî kalitesine bakılarak verilmiyor. Maalesef aday kişinin ülkesine ve geleneksel kültürüne muhalif olup olmamasına bakılıp veriliyor. Bu da ödülün amacından sapmış olduğunu gösteren bir delildir.

    Nobel’le ilgili bu genel açıklamalardan sonra 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü alan Orhan Pamuk’a değinelim. Bu ödülü bir Türk’ün kazanması herkes gibi beni de mutlu eder. Fakat acaba Pamuk, Türk kimliğini kabul ediyor mu? Onu da bilmiyorum doğrusu. Pamuk Nobel edebiyat ödülünü nasıl aldı? Ödülün alınmasında bir İsviçre gazetesine Türklerin 30 bin Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürüldüğünü açıklamasının etkisi var mıdır? Bunun yanında ödülün açıklandığı gün aynı saatlerde sözde Ermeni soykırımı tasarısının Fransız meclisinde kabul edilmesine ne demeli, bilmiyorum. Nobel ödüllü büyük Türk romancısı Orhan Efendinin keyfi kaçmasın diye bütün bunlara tesadüf mü diyeceğiz? ...

    Her şey uluorta gerçekleşmektedir. Fazla yoruma gerek yoktur. Türkiye’ye iftira ederek, Batı’ya şirin görünme karşılığında alınan ödüller bizleri sevindirmez, aksine üzer. Biz bunu hıyanetin tescili olarak kabul ederiz. Başkaları Pamuk’tan yana hakikatlere muhalif tevillere başvuruyorsa bizler onların da aynı düşüncede olduğuna hükmederiz. Ermeni yandaşları, Nobel’iniz şimdiden hayırlı olsun. Herhalde kazandığınız milyon dolarlarla, Fransa’da yapılması düşünülen soykırım anıtına çimento, çakıl, demir alırsınız. Belki ekmeğini yediğiniz ülkenize yaptığınız hıyanet karşılığında Türk düşmanı Fransızlar, soykırım anıtının yanına sizin de heykelinizi dikerler. Kim bilir? ...



    .

  • ramazan08.10.2006 - 15:32

    RAMAZAN VE GÜL YÜZLÜ YÂR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan Allah’ın kullarına sunduğu büyük bir rahmet ve lütuf ayıdır. Görünürde külfet gibi düşünülse de hakikatte ruhumuzu ve gönlümüzü aydınlatan bir nurdur. Bunu İslamı hayat tarzı olarak kabul edenler ve bu dinin gereklerini gönül hücrelerine sindirenler ancak anlayabilir. Bu ruhu kazanabilmek için maneviyat kabında pişmek gerekir.

    Kur’an ve ibadet ayı olan ramazanı layıkıyla değerlendirmek istikbalimize manevi yatırım yapmak demektir. Akıllı insan odur ki fani şeylerle zaman kaybetmez, baki olanın peşinden koşup durur. Hak katında fani olan, günlük meşguliyetlerdir, bâki olan ise ahiret için çırpınmaktır. Fakat bu mübarek din, dünyayla ahiret dengesini de gözetiyor. Dünyayı da bir kenara bırakmamızı istemiyor. Çünkü yaşamak için bazı ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Müslüman miskin miskin oturamaz. Mümin daima hareket halinde yaşayan insandır.

    Ramazan ayıyla beraber hayatımızın ibresi maneviyatı gösterir. Bir aylık da olsa şahsi hayatımızda ve çevremizde manevi bir seferberlik ilan edilir. Başka günlerde gündemimizde olmayan İslam bu ayda deyim yerindeyse gündemimize oturur. Oysa gerçek Müslüman her zaman teyakkuz halinde olur. O her an ölebileceğini düşünerek maneviyatını takviye ve ikmal eder. Bilinmelidir ki bir aylık ibadet bizleri Cehennem ateşinden kurtaramaz.

    Ramazan ayında hayata Resulullah’ın nurlu penceresinden bakarız. Onu diğer vakitlere nazaran daha çok anlamaya çalışırız. Çünkü O, bu mübarek dinin elçisidir. Bu dini en kâmil biçimde yaşayan da odur. Ancak onun sünnetine dört elle sarılan kurtuluşa erebilir. Sünneti, imanın olmazsa olmazlarından sayanlar ve her fırsatta kılavuz edinenler asla pişman olmayacaklardır. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed(sav) onlara şefaat edecektir. Onun hayatını kendimize model edinirsek hidayete muhatap olma ümidimiz olabilir. Aksi halde beklentilerimiz boşa çıkmaya namzettir.

    Ramazan ayında Allah’ın son elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’i layıkıyla anlamanın gayreti içerisinde olmalıyız. Kâinatın uğruna yaratıldığı bu büyük iman ve ahlak abidesinin yolundan gitmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Onun yolundan gidenlerin nura ve saadete ulaşacağından asla şüphemiz yoktur. Ondan uzak kalanların uçurumlardan yuvarlanması ve paramparça olması muhtemeldir. Bu uçurumların dibinde de Cehennem ateşi olanca kızgınlığıyla küfür ehlini bekliyor. O uçuruma cüzi iradesiyle yuvarlanan insanın tutunacağı bir dal da yoktur. Onlara yardım eden de çıkmayacaktır. Ne kötü bir sondur onlarınki! ...

    İnsanlar felâketlere kendi ayaklarıyla koşarlar. Onları bu yoldan gitmeye zorlayan; içlerinde taşıdıkları, besleyip büyüttükleri azgın nefistir. Akıllı bir Müslüman hayatın gayesini kavrayan insandır. Bizler kuluz ve hataya düşmeye meyilliyiz. Varlığın hakikatini kavramış, ilmiyle amil bir mümin her iyiliğin, her bereketin, Allahü teâlânın zatından geldiğini düşünür. Her kusurun, her kötülüğün de, mahlûkların zatlarından ve sıfatlarından hâsıl olduğuna inanır. İyilikler de kötülüklerde ruz-ı mahşerde karşılığını bulur.

    Hayatını, son peygamberin çizdiği nurlu yolda devam ettirenler kurtuluşa erenlerdir. Onlar asla mahzun olmayacaklardır. Ramazan ayı da bu kullar için huzur sığınağıdır. Onlar bu ayı hakkıyla ihya ederler. Çünkü bu manevi bir fırsattır. Resulullah Efendimiz bu ayın rahmet ve bereket yönünü şu mübarek sözüyle ortaya koyuyor: “Ramazan’ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur. Her kim, bu ayda idaresi altında bulunanların iş yükünü hafifletirse, Allah ona mağfiret eder ve cehennem azabından kurtarır”.

    Ramazan ayında kâinatın gözbebeği olan Efendimizi çok çok anmalı, ona selatü selam getirmeliyiz. Kurtuluşumuz ancak ona yakınlaşmakla ve onun Allah’tan getirdiklerine riayet etmekle sağlanacaktır. Bu yolda ramazanı da iyi bir fırsat bilip sevap defterlerimizi doldurmalıyız. Bu ayda zaaflarımızdan sıyrılıp hak dairesinde kararlı bir biçimde daim ve sabit kalmalıyız. Bununla birlikte Resulullah’ın şu müjdesini ganimet bilmeliyiz: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5)

    Ramazan ayında Gül Yüzlü Yârı diğer günlere göre daha çok hatırlamalı ve tabir caizse sünnetine dört elle sarılmalıyız. Şüphesiz ki gerçek huzur ona yâr olmakla yakalanır. Ona yâr olanlar iki cihanda da bahtiyar olur. Nefisler ancak Allah korkusuyla ve Resul sevgisiyle gemlenir. Kurtuluş Resulullah’ın Allah’tan aldığı emirlerle çizdiği İslam dairesine girmekle sağlanır. Huzuru başka yerlerde arayanların elleri ve gönülleri boş dönmeye mahkûmdur. Ruhlar nübüvvet ikliminde ferahlar. Ne mutlu Yâr’in Yâr’ine yâr olabilenlere! ...

  • ramazan08.10.2006 - 13:18

    RAMAZAN DAVULCULARI VE MANİLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Müstesna zaman dilimlerinden birisidir mübarek ramazan… Onun için de Müslümanlar tarafından büyük bir şevkle karşılanır. Bu aya erişmeden evvel hazırlıklara girişilir. Kadınlar ramazanlık yiyecekler hazırlamaya aylar önceden başlarlar. Yufkalar açılır, konserveler yapılır. Kadınlar her gün birbirine gidip bu gibi hazırlıkları beraberce yaparlar. Bu ayda büyük bir yardımlaşma ve dayanışma örneği gösterilir.

    Ramazan deyince hiç şüphesiz ki aklımıza ramazan davulcuları geliyor. Çok eskilerden bugüne intikal eden ramazan davulculuğu geleneği bugün de devam ediyor. Oruç tutacaklara sahuru haber veren ve kalkıp yemelerini sağlayan bu kişiler nedense günümüzde bazı kesimler tarafından dışlanıyorlar. Hatta bazı belediyeler ramazan davulu çalınmasını yasaklıyorlar. Oruç tutmayanlar bu köklü geleneğin kalkmasını istiyorlar.

    Gerçi oruç tutanların bir kısmı da ramazan davulcularına sıcak bakmıyor. Çünkü küçük çocuklar gecenin yarısında uyanıyorlar; hatta korkuyorlar. Bir daha da yataklarına yatmıyorlar, anneleriyle yatıyorlar. Bazı çocukların davul sesinden etkilenip uyandıkları doğrudur. Fakat bunda asıl kabahat davulcularındır. Çünkü davul çalmanın da belli bir adabı vardır. Amaç oruç tutacakları uyandırmak ve ertesi gün aç kalmalarını önlemektir. Fakat bazı davulcular sanki inadına mahalleyi ayağa kaldırıyor. Bir anda her şey arapsaçına dönüyor. Bu gibi sorumsuz kişiler çok köklü bir geleneğin yavaş yavaş kaybolmasına neden oluyor.

    Bazı belediyeler ramazan davulcularının eğitilmesine önayak oluyor. Müzik alanında çalışanlar onlara davul çalmanın yollarını öğretiyor. Bu doğru ve yerinde bir uygulamadır. Çünkü gece yarısında ritimsiz bir gürültüyle uyanmayı hiç kimse istemez. Çok eskiden insanların diledikleri saatte uyanmasını sağlayan çalar saatler yoktu veya çok yaygın değildi. Fakat günümüzde hemen her evde çalar saat vardır. Hatta teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonları saat görevi de görerek bizi istediğimiz saatte uyararak kalkmamızı sağlıyorlar. Demek ki artık davulcuların görevi insanları sahura kaldırmaktan öte köklü bir geleneği devam ettirmek, ramazana eğlenceli bir hava kazandırmaktır. Bunu yapanların belli bir müzik eğitiminin olması şarttır. Özellikle vurmalı çalgılar konusunda tecrübeli olmaları, bu alanda eğitim almaları gerekir. Aksi halde gelenek ve eğlence zulme dönüşür. Bu çağda insanları gürültüyle sahura kaldırmak geleneğin yozlaşması sonucunu doğurur.

    Ramazanlarda davulcular hem davul çalar, hem de bu ayın ruhuna uygun maniler söylerler. Mani halk kültüründe ve edebiyatımızda çok köklü bir geleneğe ve muhtevaya sahiptir. Söyleyeni belli olmayan, genellikle 7’li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir. Doğu Anadolu’da mani yerine ‘bayatı’ sözü de kullanılmaktadır. Uyak düzeni a - a - b - a şeklindedir. İlk iki mısra birbirinden bağımsız olup; asıl vurgulayıcı içerik, üçüncü ve dördüncü mısralarda yer almaktadır. Konuları aşk, gurbet, ayrılık, kıskançlık olabileceği gibi, ramazan manileri gibi özel zamanlara ait manilere de rastlanmaktadır. Ramazan ayında davulcuların söylediği manilerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Yeni Cami direk ister / Söylemeye yürek ister
    Benim karnım toktur amma /Arkadaşım börek ister

    Sokak yolu dar mıdır? / Minaresi var mıdır?
    İftara kal diyorlar, / Acep aslı var mıdır?

    Aldanma sağa sola, / Gel gidelim hak yola,
    Güzel oruç tutanın, / Akıbeti hayrola.

    Maniler çiçeklidir. / Birbirine eklidir.
    Davulcunun daveti, / Mutlaka böreklidir.

    Herkes sabırla bekler, / Zayi olmaz emekler.
    İftara geliyoruz. / Hazırlansın yemekler.

    Bak geldi etli dolma, / Çok yiyip göbek salma.
    Üstüne bir kahve iç, / Terâvihe geç kalma! ..

    Kavuştuk Ramazana. / Ne de büyük ihsana.
    Bu ayda oruç tutmak, / Huzur verir insana.

    Sahur oldu ışıyor, / Bülbüller ötüşüyor,
    İftarda çay deyince, / Yüreğim tutuşuyor.”

    Milletler gelenek ve göreneklerini yaşayarak daha güçlü kalırlar. Her ne kadar bu işi maddi bir beklenti karşılığında yapıyorsa da ramazan davulcusu köklü bir geleneği devam ettiren insandır. Milletimizin değerleriyle zıtlaşmak, onlarla mücadele etmek yerine bu kültürel birikimi koruyup kollamalıyız. Milli ve manevi değerlerimiz sayesinde birbirlerimizle kenetlenebiliyoruz, aynı ruhu yaşıyoruz. Bizleri kendisine benzetmek ve yozlaştırmak isteyen Batılı toplumlara mesafeli durmalıyız; değerlerimize ve değerlilerimize sımsıkı sarılmalıyız.

  • ramazan08.10.2006 - 02:04

    RAMAZAN VE ÇOCUKLAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatın en saf, en berrak, en temiz ve en güzel yüzüdür çocuklar… Onların duygu ve düşüncelerinde riya ve çirkeflik bulamazsınız. Onlarda en ufak art niyet ve önyargı da yoktur. Karşılıksız severler ve bağlılıkları uzun sürer. İlişkilerinde çıkar gözetmezler. Hayal dünyaları çok geniştir çocukların… Yeter ki siz hayallerine kota koymayın…..Onlar güzelliklere yelken açmasını çok iyi bilirler. Onları azgın denizlerin şerrinden ve fırtınalardan koruyalım.

    Çocuklar ruh bakımından ilginç özellikler arz ederler. Her şeyden evvel çok meraklıdırlar. Her şeyin ayrıntısını öğrenmek isterler. Kendisini ister ilgilendirsin, ister ilgilendirmesin her mevzuda soru sorarlar. Hatta bazen sinirlerimizi bozacak derecede ısrarcı olurlar. Öyle olmasa onca bilgiyi kısa zamanda nasıl öğrenebilirler? Onların sonu gelmeyen soruları bizim sonlu sabrımızı çok kere taşırır, raydan çıkan trene döneriz.

    Çocukların ilgi duydukları konulardan birisi de mübarek ramazan ve oruçtur. Yaşı ne olursa olsun henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklar bile ramazan üzerine düşünür, kafa yorarlar. Oruç tutmak, özellikle sahura kalmak için can atarlar. Bizler de onlara kıyamadığımız için, onları her şeyden sakındığımız için bu masum istekleri karşısında olumsuz tepkiler gösteririz. Fakat onlar yine de pes etmezler. Netice alamasalar da aynı isteklerle defalarca karşımıza çıkarlar, ta ki isteklerine müspet cevap alana kadar! ...

    Ramazan her ne kadar ergenlik çağına girmiş kişileri muhatap alıp sorumlu tutsa da cemiyetin goncaları kabul edilen çocukları da ilgilendirir. Çocuklara ramazanın o mübarek tılsımlı havasını yaşatmak ebeveynler olarak boynumuzun borcudur. Çünkü onların körpe ruhları bu yaşlarda ramazan sevgisiyle beslenirse ilerde iradeleri çelikleşir.

    Ramazan tatlı heyecanların ve telaşların capcanlı yaşandığı müstesna zaman dilimleridir. Ramazanın heyecan ve coşkusunu çocuklarımızdan esirgememeliyiz. Onlara da bu manevi havayı yaşatmalıyız. Onları ramazanın sevgi, hoşgörü ve rahmet atmosferinden uzak tutmamalıyız. Aksi halde ilerde sorumluluk yaşına geldiklerinde onları oruca ve ramazana kolay kolay ısındıramayız. Ağaç yaşken eğilir der atalarımız. Ağaçlar kartlaşmadan onları eğmeye, yönlendirmeye gayret etmeliyiz.

    Çocuklar meraklıdır. Çok basit şeylerde bile harikuladelikler ararlar. Özellikle sahura kalkmak onlar için ulaşılmaz bir hedeftir. Çünkü anne büyük ısrar ve yalvarmalar karşısında, çocuğuna ‘seni kaldıracağım’ diye söz verse de çok sevdiği yavrusunun tatlı uykusunu bölmemek için evladının mışıl mışıl uyuduğunu görünce onu uyandırmaya kıyamaz. Sabahleyin isyanlar patlak verir elbette... Aslında anne ve babalar bu konuda fazla katı olmamalıdır. Sözlerinin arkasında durmalıdır. Çocuklarını birkaç kez(özellikle hafta sonları) sahura kaldırmalıdır. Onlara o manevi duyguyu da tattırmalıdır; merakını gidermelidir. Birkaç kez sahura kalkmakla çocuğa bir zarar gelmez. Aksine nadir de olsa bu sahura kalkışlar onun için gelecekte arkadaşlarına anlatabileceği güzel hatıralar oluşturabilir.

    Çocuk sahura kalkınca elbette ki o gün oruç tutmak için ısrar eder. Aile buna da yasak koyar genelde. Çocuk direnirse de ebeveynin şiddetli baskısıyla bu yumuşak direniş kırılır. Bırakın çocukları, kendilerine farz olmasa da istedikleri birkaç gün oruç deneyimi yaşasınlar. Bu onların vücut yapısını ve sağlığını olumsuz yönde etkilemez. Ta o yaşta açlığın ne demek olduğunu bilinçaltına yerleştirirler; yardımlaşma ve merhamet hisleri inkişaf eder. Çocuk akşama doğru iyice elden ayaktan düşse de o günkü heyecan onu dimdik ayakta tutar.

    Çocukların sevdiği bir başka şey de anne veya babalarıyla teravih namazlarına gitmektir. Bunun mücadelesini verirler bir ay boyunca… Bazen ret cevabı alsalar da, ısrarları az da olsa işe yarar ve caminin yolunu tutarlar. Anne ve babalarıyla yatar kalkarlar yumuşak hali ve kilimler üzerinde… Taklit ederler büyüklerini… Cami kavramı onların ruhunda derin ve müspet izler bırakır. Bu gidip gelmeler gelecekte edineceği ahlakına ve inancına tesir eder, onu şekillendirir. Özellikle bazı camilerde okunan mevlitler onlar için ayrı bir heyecan unsuru oluşturur. Çünkü mevlit olan camilerde şeker, bisküvi, çikolata ve lokum dağıtılır. Çocukların arayıp da bulamadığı şeylerdir bunlar! ...

    Gelecekte geleneklerine bağlı, saygılı, hürmetkâr, inançlı bir nesil istiyor ve bekliyorsak o neslin hamurunu şimdiden yoğurmalıyız. Hiçbir şey tesadüf eseri gerçekleşmez. Ciğerparelerimiz olan çocuklarımızı yetiştirirken onların manevi dünyalarını da doyuralım. Her şeyi yemek içmekten ibaret görmeyelim. Onları bugünün küçüğü, yarının büyüğü olarak sayalım. Bilirsiniz ki ruh boşluk kabul etmez. Bizler o boşluğu manevi hazlarla dolduramazsak başkaları dünyevi marazlarla doldurabilir. O zaman da iş işten geçmiş olur. Maazallah, ahlakı ve maneviyatı iflas etmiş bir nesil buluruz karşımızda. Bu da bizi manevi uçurumlara yuvarlar. Bu noktada dünya ayağa kalksa onları uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan kurtaramaz. Öz evlatlarımızı kendi ellerimizle kor alevler içine atmış oluruz.

    Teravihlere çocuklarımızı da götürelim. Yaramazlık yapsalar da onları Allah’ın evinden kovmayalım. Çünkü onlar günahtan arıdırlar, henüz melektirler. Meleklerin huzuru bulacağı yer de ancak camilerdir. Onlar sizleri namaz kılarken görsün, model olun onlara. Kısacası ramazanı sadece biz yaşamakla kalmayalım, çocuklarımıza da doyasıya yaşatalım. Böylelikle yarınlarımızdan daha emin oluruz.

  • Joseph Ratzinger (XVI. Benediktus)08.10.2006 - 00:24

    VATİKAN’IN GİZLİ TÜRKİYE GÜNDEMİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son günlerde Türkiye’de ve İslam dünyasında Papa 16. Benedikt’in ipe sapa gelmez sözleri konuşulmaya, tartışılmaya devam ediliyor. Bilindiği gibi Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa 16. Benedikt, Almanya ziyareti sırasında Müslümanlarla ve onların değerleriyle ilgili olarak bütün dünyayı ayağa kaldıran bir konuşma yapmıştı. Regensburg İlahiyat Fakültesi’nde konuşan Papa, radikal İslam’ı eleştirirken, Bizans İmparatoru 2. Manuel’in Hz. Muhammed ile ilgili sözlerine yer vermişti. Konuşma tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de enine boyuna tartışıldı, eleştirildi. Papa’nın konuşmasında Bizans İmparatoru Manuel Paleologos’a atfen “Muhammed hangi yenilik getirmiştir göster bana. Sadece imanını kılıç zoruyla kabul ettirme emri gibi şerri ve gayri insanî şeyler bulursun” demişti. Bu sözler Türkiye’yi ve İslam dünyasını haklı olarak ayağa kaldırmıştı.

    Kıymetli Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal, geçen hafta sonu 7 Eylül 2006 Cumartesi günü öğleden sonra Trabzon’da Hamamizade İhsan Bey Kültür Merkezi’nde “Vatikan’ın Gizli Türkiye Gündemi” konulu bir konferans verdi. Türk Ocakları Trabzon Şubesinin tertip ettiği konferansa Trabzonlular çok büyük bir ilgi gösterdi. Öyle ki bu enteresan konferansta ramazana rağmen seyirciler salona sığmadı. Koridorlar bile insanlarla dolup taştı. Çünkü konu ve konuk ilginçti. Konu son haftalardaki densiz çıkışlarıyla İslam âleminin nefretini üzerine çeken Papa 16. Benedikt’ti. Konuk ise sözünü sakınmayan ve her zaman doğruları söylemeyi gaye edinen kıymetli Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’dı. Onun için de ilgi ve heyecan doruktaydı. Hatip, konuşmasında çok ilginç bilgi ve belgelere yer verdi. Konuşmacı Altındal konferansta özet olarak şunları söyledi:

    “Papanın gençliğinden kaynaklanan, Türklere karşı önyargısı var. Papa 1941-1945 arası Nazi Gençlik Örgütü üyesiydi, Hitler’ci Alman ordusuna katıldı. Genç Nazilerin kafası ‘Hitler istediğinde Türkiye, Naziler safında savaşa katılacak ve Almanya savaşı kazanacak’ şeklinde iki yıl yıkandı ve savaşa gittiler. Bu olmayınca bu kez ‘Türkiye Almanya’ya ihanet etti’ propagandası başlatıldı. Bu, Papa’nın bilinçaltına öyle işlemiş ki ömrü boyunca Türk aleyhtarı olarak bilinmiştir.

    Kardinal Ratzinger, Papa seçilince Benedikt adını aldı. 1. Benedikt, İ.S. 575 yılında yaşadı. Avrupa’da Türk düşmanlığını başlatan ilk kişidir. O dönemden bu yana Benedikt adını alan papalar, Türk düşmanı bilinir.

    Joseph Ratzinger’in konuşmasından iki hafta öncesine bakalım. 27 Ağustos'ta Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve partisi CDU’nun önde gelenleri Roma’da Papa’yla özel bir görüşme yaptı. Bu görüşmede Papa, Merkel’e yapacağı konuşmanın metnini verdi. Dolayısıyla bu, esrarengiz bir konuşma değil. 16. Benedikt, son 200 yıl içinde gelmiş en entelektüel papa… Herhangi bir kelimeyi gereksiz yere kullanmaz. Bence konuşmanın hedefi İslam âleminden çok Türkiye’ydi, Türklerdi.

    Türk Dışişleri Bakanlığı’nın devletin 13 ilgili kurumuna gönderdiği özel bir tebliği var. Bakan Gül’ün imzasıyla ‘Papa, Türkiye’ye geldiğinde, baş başa ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temsilcileri bulunmaksızın dilediği görüşmeyi yapabilir’ deniyor. Vatikan’ın rakamlarına göre Diyarbakır’da çok sayıda Katolik varmış. Dahası, Abdullah Öcalan Vatikan’a iki mektup gönderdi. Mektuplar nedeniyle Katolik Kilisesi 1996’dan itibaren ‘Türkiye’de Kürtlere baskı yapılıyor’ diyerek bir karalama kampanyası başlattı. Kampanyayı yürüten bugünkü Papa’ydı. Türkiye’ye geldiğinde kalkıp ‘Ben, Kürt halkının temsilcileriyle görüşmek istiyorum’ derse Gül’ün verdiği özel izne göre görüşebilir.

    Papa ülkemize geldiğinde Fener Patriğini ekümenik kabul ediyoruz diyebilir. Görüşmelerin ardından üç dilde ortak deklarasyon yayınlayacaklar. Uyarıyorum, İngilizce ve Fransızca metne ekümenik diye koyarlar, Türkçesine koymazlar. Asıl olan İngilizce ve Fransızca metin... Dolayısıyla Türkiye, Lozan Antlaşması’nı eliyle çöpe atmış olur. Hükümet ve Türkiye’deki o diyalogcular buna bir kılıf uydurmak için ‘Türkçe metinde ekümenik denmedi’ diyebilir. Ayasofya’ya gidip dua etmesi söz konusuydu, bunun önüne geçildi. Dönüşte sadece sekiz dakikalık kültürel bir gezi yapacak.

    Yasayla Türkiye’den Katoliklere ait olduğu iddia edilen 1.900 adet taşınmaz malın iadesini istiyor Papa… Kayıtlarda sahibi Hazreti İsa görünen mallar var. Yasa onların istediği gibi çıkarsa Sümela Manastırı, Ani Harabeleri ve Ayasofya onların olur. 1 Ocak 2005’te yazdıkları insan hakları raporunda tek tek hangi malları istedikleri var.

    Papa, Türkiye’den neler talep edeceklerini, çok güvendiği Giovanni Sale isimli Cizvit papazdan bir rapor halinde istedi. Bu raporda isteklerin yanı sıra ilginç rakamlar var. ‘Diyarbakır’da 3 bin 670 Katolik Ermeni, 5 bin 993 Keldani ve 2 bin 155 Suriye Katoliği var’ diyor. Diyarbakır ve çevresinde 9 binden fazla Katolik yaşadığını duyan var mı? Yok; öyleyse nasıl buluyor bunu? Türkiye’de problemleri büyütmek için yapıyor. Papa ‘Türkiye’ye gittiğimde dört Katolik cemaatin lideriyle ya da Katolikler adına konuşacak dört kişiyle görüşeceğim’ dedi. Bunlar kim? Belli değil…”

    Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’ın Papa 16. Benedikt’le ilgili tespitleri bunlardan ibaret değil. Başka ilginç şeyler de söyledi konferansında. Özellikle Türkiye’deki diyalogculara bizzat isim vererek çattı. BOP’a alet olduklarını söyledi. Onları gaflet ve hıyanetle suçladı. Türkiye’nin bölünmenin eşiğinde olduğunu hatırlatarak Trabzonlulardan hain emeller karşısında uyanık olmalarını istedi. Türkiye’yi bu kör karanlıktan herhangi bir kurtarıcının değil, ancak halkın kendisinin, birbirleriyle kenetlenerek kurtarabileceğini, düzlüğe çıkarabileceğini belirtti. Yazar Altındal, konferans sonunda kitaplarını imzaladı.

  • ramazan05.10.2006 - 01:18

    RAMAZANI ORTALARKEN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eskilerimiz ne kadar da doğru demiş ‘Sayılı gün çabuk geçer’ diye… Gerçekten de sayılı gün çok çabuk geçiyor. Dakikalar saatleri, saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları, yıllar ise koca bir ömrü kovalayıp duruyor. Bir zaman geliyor ki soğuk duvarlara çatıp kalıyorsunuz. Bundan sonra teslimiyetten başka bir yol da görülmüyor. Şayet zamanında Hakk’a teslim olmuşsanız bu son noktadaki acizlikten mahzun olmazsınız.

    Ramazan ayı daha dün gelmişti. Fakat görüyoruz ki bu mübarek ayı gözümüzü açıp kapayıncaya kadar ortaladık. Yarısı gitti, öbür yarısı kaldı. Zaten ikinci yarısı birinci yarısından daha çabuk ve kolay geçer. Müslüman ramazanın geçip gitmesinden hoşnut olmaz. Zira müminler bir yıl boyunca onun gelmesini büyük bir heyecan ve şevkle bekler durur. Ramazanın gitmeye hazırlanması bizleri ancak hüzünlendirir. Çünkü hayatımıza büyük bir hareket, bereket ve neşe katan bu güzel zaman dilimi gönüllerimizi mamur ediyor.

    Ramazan gönüllerin sükûnete erdiği, kalplerin yumuşadığı, karşılıksız sevmenin ve saygının doruğa çıktığı nurlu bir fasıldır. Bu ayda içimiz durulur ve paklanır. Bir yılın kiri orucun tılsımıyla arınır, akar gider. İnsan yeniden doğmuşçasına saf ve hafif olur.

    Kim ister ramazanların bizleri bir başımıza bırakıp gitmesini? ... O ramazan ki sosyal dayanışmanın ve cömertliğin tavan yaptığı aydır. Zenginlerin malını garip gurebayla paylaştığı ve servetlerini temizlediği bu güzel ayda ellerimizi semaya kaldırıp acizliğimizi Yüce Yaratana beyan ederiz. O da rahmet ve merhamet şemsiyesini üzerimize açar. Nasibimiz neyse onun sonsuz rahmetinden o miktarda faydalanırız.

    Ramazanları öyle kolay unutmak mümkün müdür? ... Gider mi burnumuzdan ramazan pidelerinin mis gibi kokusu? ... Akşama doğru fırınların önündeki uzun kuyruklarda bekleyip pideleri kolumuzun altına koyup hızlı adımlarla yola revan oluruz. Neticede pideler elimizde olduğu halde eve girdiğimizde çocukların yüzündeki tatlı gülümseme ve o berrak nurlu parıltı daha bir belirginleşir. Yemekler sıralanır mutfak tezgâhının üzerinde… Çorba mı dersin pilav mı, yoksa kuru fasulye mi? Her biri ötekiyle lezzet yarışı yapar adeta… Salatadaki cümle yeşillik, taze soğan ve marul damak tadımızı doyumsuzlaştırır. Ferahlar midemiz ve bütün azalarımız… Sofraya uzanan eller bereket olup taşar dört bir yana…

    İşte biz böyle bir neşe çağlayanı olarak görürüz ramazanı… Bu ayla kurduğumuz gönül bağı çelikten daha güçlüdür. Nasıl koparız ramazanın o tılsımlı atmosferinden? ... Dosttan ayrılmak dostu üzer ancak…

    Ramazanda nur yüzlü nineler ve pamuk dedelerin cami dönüşünde ceplerine koyup torunlarına getirdiği mevlit şekerlerinde maddi tatların ötesinde bambaşka bir güzellik saklıdır. Paylaşmanın ve başkalarını düşünmenin parlak pırıltısıdır bu… Sofralarımıza konuk olan güzel insanları nasıl unuturuz, nasıl özlemeyiz? İftar sonrasındaki teravihler ve teravih dönüşü çay ve kahve eşliğinde sahura kadar süren dost sohbetleri ruhlarımızın açlığını giderir. Bizi birbirimize daha çok sevdirir ve yakınlaştırır.

    Akşama doğru açlığın üst düzeye çıktığı ve manevi sorumluluğun yerine getirilmesinden doğan hazzın belirginleştiği o mübarek vakitlerde gözümüz minare ışıklarında, kulağımız ezanda, burnumuz ise mutfaktan gelen yemek kokularında olur. Anneler maharetli elleriyle eş ve çocuklarına çektikleri açlığı yatıştıracak birbirinden lezzetli yemekler hazırlarlar. Her yemeğin içine maddi malzemelerin yanında bir kaşık sevgi ve samimiyet tılsımı eklemeyi ihmal etmezler. Onun içindir ki ev yemekleri dışarıda(lokantalarda) yenen yemeklerden çok daha leziz olur.

    Ramazan bütün bir toplumu çepeçevre kuşatır. Hemen hepimizin ramazana dair hatıraları vardır. Kimileri çocukluğunun, kimileri gençliğinin, kimileri orta yaşlılığının ramazanlarını yaşatır zihninde. Geçmişe dair anılar canlanır gözlerimizin önünde. Hepsi de muhabbet yüklüdür bu anıların. Çünkü güzelliğini ramazan ikliminden almışlardır. Bu ay içerisinde yaşananlar öyle kolay kolay hafızlardan silinmez. Hepsi de belleklerimize nakşedilir. Ne kadar büyüyüp olgunlaşsak da zihnimizin bir köşesinde yaşatırız onları.

    Ramazanı yaşamayanlara ne kadar da acıyorum. Bunların bir kısmı gurbette olduğu için bu duygudan mahrumdur. Bir kısmı ise zihinlerindeki karanlığın tesiriyle ramazanın nurlu yüzünü ve bereketli yanını görmekten ve yaşamaktan acizdirler, onların bu rahmet sağanağından nasipleri yoktur. Ne büyük bir ayıp ve kayıptır bu…

    Ramazanın içimize dolan rahmet esintisini doyasıya yaşayalım ve çevremize yaşatalım. Camilere sığınalım lanetli şeytanın şerrinden… Gerçi ramazanda bağlansa da şeytanın şerri ve vesvesesi yine de bırakmaz peşimizi. Ama oruçla zırhlanan yürekler nefsin gizli ve sinsi oyunlarına pabuç bırakmaz. Ramazan orucu ve ibadetleri iradeleri çelikleştirir. Daha bir güçlü ve donanımlı oluruz nefsimize karşı. Ramazan bizi cümle şer odaklarına karşı korur ve güçlendirir.

    Fakat yine geri sayım başladı. Çoğu bitti, azı kaldı bu sayılı günlerin.... Görünen o ki ayrılık kavuşmaktan daha yakın… Onu hoşnut gönderelim ki karşılamaya yüzümüz olsun. Biz senden razıyız, sen de bizden razı ol ya şehr-i ramazan… Allah kavuştursun bizi tekrar… Sana layık olamazsak da ümmet olarak bunun samimi mücadelesini verdik. Tevfik ve hidayet âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nezdindedir. Ne mutlu kurtuluşa erenlere! ...



  • ramazan04.10.2006 - 17:30

    ORUÇ VE SIHHAT

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüce Rabbimizin yapmamızı emrettiği vazifelerin hepsinde bir hikmet vardır. Fakat bizler o ibadetleri hikmetinden dolayı değil, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparız. Zira ibadetler kul ile Allah arasındaki muhabbeti ve gönül bağını kuvvetlendirir. İbadetlerin verdiği olgunlukla kul Allah’a daha da yakınlaşır. Kişi, yerine getirdiği kulluk vazifesinden büyük bir haz alır. Bu haz, ibadetlerdeki devamlılığı sağlar.

    Bilindiği gibi Rabbimizin doksan dokuz mübarek sıfatı vardır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ‘Hâkim’dir. Yani Allah hikmet sahibidir. Yüce Yaratıcı abes iş yapmaz. Bizler bazı şeylerin sebep ve hikmetlerini basiret gözüyle göremezsek bu onları halk edene bir eksiklik getirmez. Onun yaptığı işlerin hikmetinden sual olunmaz.

    Allah’ın her emrinde olduğu gibi oruç ibadetinde de birçok hikmetler, bizim için maddi ve manevi sayısız faydalar vardır. Oruç ibadetinin faydaları konusunda çok şeyler söylenebilir. Bunları maddi ve manevi diye ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü kâinatın gözbebeği olan insanı sadece maddeden ibaret göremeyiz. Onun manevi tarafına da eğilmek zorundayız. İşte orucun faydalarını sıralarken onun ruh dünyamızı mamur ettiği gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız. Aksi halde insana dair doğru analizler yapamayız.

    Oruç tutan insanlar Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın manevi doyumunu yaşarlar. Bu doyuma erişen kullar her geçen günü, ömür defterlerinden bir kayıp sayfa olarak değil, bir kazanç sayfası olarak nitelendirirler. Bu bakış açısı iç huzurun sağlanmasında etkin bir rol oynar. Maddi varlığımızla manevi dünyamızın dengede tutulması, bizi boşluğa düşmekten korur. İradenin günahları perdelemesi imtihana tabi tutulan kulu büyük bir zafer kazanmışçasına mutlu eder. Bu mücadeleden başı dik çıkan kişinin kendine güveni artar. Nefsin emrine karşı koyan yüksek irade gücü Hakk’a teslimiyetin getirdiği manevi saltanatı ebediyen yaşar. İşte dünya o zaman ahretin tarlası olur.

    Oruçla beraber kulun hayvani tarafı rahmani tarafına yenilir. Fiziksel olarak da midemiz yılda bir ay da olsa dinlenmiş olur. Kalbimiz kir ve pastan arınır; adeta manevi zımparayla törpülenir. Dilimiz yalandan, ellerimiz haramdan, gözlerimiz harama bakmaktan, kulaklarımız yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımız kötü işler peşinde koşmaktan uzaklaşır. Bu, huylarımızın meleklerinkilere benzemesini ve ruhlarımızın arınmasını sağlar. Oruç belli zaman içerisinde aç kalma olayı değil, aksine bir irade terbiyesidir.

    Orucun sağlık için çok büyük faydaları mevcuttur. Bunu tıp otoriteleri yıllardan beri söylemektedir. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimiz de “Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz.” buyurmuştur. Peygamberlerin hikmetini bilmediği bir konuda konuşmaları mümkün değildir. Sağlıkla ilgilenen ilim adamlarının her geçen gün orucun sıhhate dair yeni faydalarını keşfedip sıralamaları Efendimizin bu mübarek sözünü desteklemektedir. Fransız Profesör Pier Mulen de bu hususta şunları söyleyerek orucun ilahi hikmetlerine ışık tutar:

    “İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler. Hıristiyan dininde orucun bulunmaması büyük bir kayıptır. Aslında insanların her hafta bir gün oruç tutmalarında, başka bir deyimle diyet etmelerinde ve sadece meyve suyu içmelerinde büyük yarar var. Böylece vücut, doku ve organlardaki zehirleri atar, beden dinçleşir”

    Oruç tutanların ramazanda bazı hususlara dikkat etmesi bu ibadetin tıbbi faydalarının inkişaf etmesine zemin hazırlayacaktır. Doktorların uzun tecrübeler neticesinde elde ettiği ilmi gözlemlere ve tavsiyelerine kulak vermeliyiz. Aksi halde fayda yerine zarar görmek işten bile değildir. Bu konuda doktorların tavsiyelerine uymalıyız.

    Ramazan ayında dengesiz ve sağlıksız beslenme, başta diyabet, kalp, yüksek tansiyon hastaları olmak üzere birçok kişide sağlık sorunlarına yol açıyor. Beslenme uzmanları(diyetisyenler) aşırı yağlı kızartma ve kavurmalardan, hamur tatlılarından, şekerleme ve aşırı tatlı besinlerden uzak durmamızı, tatlı olarak sütlaç, keşkül, güllaç gibi sütlü tatlılar tercih etmemizi, sıvı alımına önem vermemizi, iftar ile sahur arasında bol su içmemizi öneriyorlar. Sadece ramazanda değil, diğer zamanlarda da bir seferde çok yememeliyiz. Eskilerimiz “Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur” derken bizlere halk hekimliğinin çok kez tıpla örtüştüğünü göstermişlerdir. Bu da gösteriyor ki halkın tecrübelerini yabana atmamak lazımdır.

    Oruç tutmak sağlıklı olmak demektir. Fakat ilahi olanla dünyevi olanı, gayeleri bakımından birbirine karıştırmamak gerekir. Orucu zayıflamak, zinde ve sağlıklı kalmak için tutanların oruçlarının Allah katında hiçbir mana ifade etmediğini söylemek mümkündür. Orucun gayesi Allah’ın emrine uymak ve ona yakın durmaktır. Ne mutlu ibadetleri, gayesine uygun bir anlayışla yerine getiren mümin ve müminelere! ...