Ülkemizi kıskaca almak isteyenler, tarihi gerçekleri saptırarak başka türlü ve yanlı gösterme gayreti içerisindedirler. Bu anlamda ülkemizi Ermenilere soykırım uygulamakla suçlayanlar aynı teraneleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktadırlar. Hatta bazıları bu hususta Ermenilerden daha heveskâr davranmaktadırlar. Bunların başında pek çok Avrupa ülkesiyle birlikte şüphe yok ki Fransa gelmektedir.
Dilerseniz bu konuyla ilgili ayrıntılara girmeden evvel soykırımı tanımlayalım… Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.
Bazıları soykırımı tehcirle karıştırıyor. Oysa tehcir zorla göç ettirme demektir. Türklerin Ermenilere yaptığı tehcirdir. Bunun sebebi de Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklere ihanet etmeleridir. Bunun belgelerle ispatı defalarca yapılmıştır.
Soykırım dendiği zaman Nazilerin, Yahudilere ve diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel yok etme akla gelir. 1939-1945 yılları arasında 5-6 milyon Yahudi, üç milyondan fazla Sovyet savaş esiri, birer milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil halkı, 200.000 civarında Çingene ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. Bunlar planlı ve son derece çirkin cinayetlerdir. Soykırım dedikleri bu olsa gerek…
Almanların soykırımı var da onların yanı başındaki Fransızların yok mu? Olmaz mı? Fransızlar soykırımın alâsını Cezayirlilere yapmışlardır. Birleşmiş Milletler'in 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir. Fransızların Cezayirlilere yaptığı bu tanımlamaya uyuyor. Fakat Türklerin Ermenilere yaptığı, bu tanımlamayla örtüşmüyor.
Türklere karşı her fırsatta kin ve nefret kusan Fransa, son aldığı meclis kararıyla Ermeni soykırımını inkâr edenleri para ve hapis cezasıyla tehdit ediyor. Bu kararı alan Fransa'nın tarihine bakınca insanın 'bu perhiz bu ne lahana turşusu' diyeceği geliyor. Çünkü bizi suçlayan Fransa, bir zamanlar Cezayir topraklarını işgal ederek, bu topraklarda akla ve hayale gelmedik zulümler yapmıştır. Her fırsatta Türklerin Ermenileri katlettikleri iddiasını gündeme getiren Fransızların Cezayir'de yaptıkları katliamlar, asıl hangi milletin zalim ve katil olduğunu belgeleriyle gözler önüne seriyor. Fakat gözü kör, kulağı sağır ve şuuru kapalı olanlar hakikatleri görmekte zorlanıyorlar. Oysa gerçekler inkâr etmekle yok olmuyor.
Gizlenmek istenen ve hiçbir şekilde kabullenilmeyen bu toplu öldürmeler 1830 yılında Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle başlamış ve bu katliamlar 132 yıl boyunca en vahşi şekilde devam etmiştir. Bu döneme ait onlarca toplu mezar bulunmuştur. Cezayirlilerin bu zor zamanlarında ülkemiz onlara elinden geldiğince yardım etmiştir. Fakat her nedense Cezayir'in bağımsızlığıyla ilgili yapılan oylamada Türkiye çekimser oy kullanmıştır. Bu tutum Müslüman Cezayirlileri çok üzmüş, ümmet bilinci yara almıştır.
Fransa'nın Cezayir'e baskıları bu kadarla kalmamış, öldürmeler ve yıldırmalar 1945 yılında iyice çığırından çıkmıştır. Türkiye ise, Cezayir'in 1954-1962 yılları arasında Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği bağımsızlık savaşı sırasında Fransa'ya destek vermişti. Bu, millet olarak yüzümüzü kızartan bir duruştur.
Batıya sırtını yaslayanın batması mukadderdir. Çünkü Batı hiçbir zaman dostumuz olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Millet olarak Avrupa'ya ve ABD'ye verdiğimiz değerin ve emeğin yüzde birini Doğu milletlerine verseydik bugünkü konumda olmazdık. Müslüman âleminin lideri olurduk. Fakat bizler bunu anlamayacak kadar izan fakiriyiz.
Bağımsız bir devlet olmasına rağmen bugün Cezayir'de Fransa'nın kültürel izlerini bütün çıplaklığıyla görebilirsiniz. Öncelikle Cezayir'de Fransızca, Arapça'dan daha yaygın olarak konuşulmaktadır. Bu ülkede damak dadında bile Fransa'nın izleri vardır. Fransız mutfağı ülkeye egemendir. Bugün Cezayir sokaklarında dolaşsanız Paris'te olduğunuzu zannedersiniz. Bu benzerlik gelişmişlik açısından değil, kültürel açıdandır. Zaten üzücü olan da budur. Dilini ve kültürünü kaybedenlerin uşaklaşması mukadderdir. Nitekim öyle de olmuştur. Bundan millet olarak hepimizin ders alması gerekir.
Köklü ve medeni devlet geleneğine yakışmayan bütün bu tavırlarından sonra yine de Fransa'yı sağduyulu olmaya çağırıyoruz. Kraldan çok kralcı olmasınlar. Kendi kamburlarını görmezlikten gelip başkalarının selvi boyunu kambur göstermeye çalışmasınlar. Tarihi tarihçilere bıraksınlar. Mazlum milletlerin kaderini masa başında tayin etmesinler. Her ne kadar kabullenmeseler de Cezayir mezalimini biz değil, onlar yaptı. Unutmasınlar ki güneş balçıkla sıvanmaz. Boşuna kendilerini yormasınlar. Neticede su akar mecrasını bulur.
Türkiye’nin en köklü kurumlarından birisidir Kızılay…138 yıldan beri bu ülkenin muhtaç insanlarına hizmet veriyor. 11 Haziran 1868 tarihinde ‘Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti’ adıyla kurulan Kızılay, 1877’de ‘Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti’, 1923’te ‘Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti’,1935’te ‘Türkiye Kızılay Cemiyeti’ ve 1947’de ‘Türkiye Kızılay Derneği’ adını almıştır. Kuruluşa ‘Kızılay’ adını büyük önder Atatürk vermiştir. İlk Başkanı Dr. Makro Paşa’dan bugüne kadar onlarca başkan bu güzide kurumda görev yapmıştır. Zaman zaman büyük felâketler altında ezilmiş, kimi zaman da vazifesini alnının akıyla yerine getirmiştir.
Kızılay sosyal bir yardım kuruluşudur; savaş, deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalık gibi felakete uğrayanlara yardım eder. Depremden, selden, yangından zarar görenlerin yardımına koşar. Felakete uğrayanların barınmaları için çadır, battaniye, yiyecek, giyecek dağıtır. Yaralananların iyileşmeleri için geçici hastaneler kurar. Savaşta yaralanan askerlerin iyileşmeleri için çaba gösterir. Onlara her tür yardımda bulunur. Kızılay’ın sembolü, beyaz zemin üzerinde karşıdan bakarken sola doğru açık kırmızı ‘ay’dır. Yalnız Kızılay bayrağında ‘ay’ın açık yüzü bayrak direğinin tersine doğrudur.
Kızılay zor zamanların kurumudur. Onun için her zaman teyakkuzdadır. Her an olumsuz bir olay yaşanacakmışçasına hazırlıklıdır, öyle de olmalıdır. Ülke olarak zor ve tehlikeli bir coğrafyadayız. Doğal afetler ve savaşlar bu coğrafyanın adeta kaderi olmuştur. Bu millet çok sıkıntılar çekmiştir. Bu sıkıntılar sırasında Kızılay her zaman onların yanında ve yakınında olmuştur. Vatandaş bu kurumun sıcaklığını yanı başında hissetmiştir.
Kızılay’ın amacı; savaşta felakete uğrayanları koruyan 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleriyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin taraf bulunduğu uluslararası anlaşmaların kendisine yüklediği hizmetleri görmek, bunların yerine getirilmesine yardımcı olmak, barışta yurt içinde ve yurt dışında vukua gelen her türlü afet ve felâketlere karşı Tüzük dâhilinde üzerine düşen hizmetleri yerine getirmek, insaniyetçi hukuk ilkelerine bağlı kalmak, sağlık ve sosyal dayanışmayı desteklemek, sosyal refahın geliştirilmesine yardımcı olmak, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşlarla amaç ve işbirliği yapmaktır.
Türkiye’den daha yaşlı olan bu kurum, bu kutsal vazifeyi büyük bir titizlikle ve eksiksiz olarak devam ettirmektedir. Savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan askerlere hiçbir ayırım gözetmeden yardım etme arzusundan doğan Kızılay, taraf olduğumuz bütün savaşlarda bu doğrultuda çok başarılı hizmetler vermiştir. Cephe gerisinde kurduğu seyyar ve sabit hastaneler, hasta taşıma servisleri, donattığı hastane gemileri ve yetiştirdiği hemşireler ve gönüllü hastabakıcılar aracılığıyla savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan on binlerce Mehmetçik’in dost ve düşman askerinin bakım ve tedavisine yardımcı olmuş, Türk olsun, düşman olsun savaş esirlerine gereken insani yardımları yapmış, savaştan etkilenen sivil halkın bakımı ve korunması için çaba göstermiş, ülkemizde, sağlık ve sosyal yardım alanlarında birçok hizmete öncülük etmiş ve uluslararası insani yardım faaliyetlerine de katılmıştır. Bu çalışmaları bütün kesimler tarafından takdir edilen Kızılay’a gönüllü yardım kuruluşları ve vatandaşlar maddi ve manevi destekte bulunmuştur.
Bazılarının zannettiği gibi Kızılay sadece kan toplayan bir kurum değildir. Kan toplamanın yanında ihtiyaç sahiplerine gıda ve çadır yardımı da yapmaktadır. Kızılay deyince nedense aklımıza deprem gelmektedir. Çünkü Kızılay depremde zarar görenlerin, evlerini ve yakınlarını kaybedenlerin en samimi dostudur. Türkiye 27 Ağustos 1998 Depremi’nde çok büyük acılar yaşamış, bu zor günlerde yanında Kızılay’ın sıcak dost elini bulmuştur. Fakat o zamanlar Kızılay böyle büyük bir depreme hazırlıksız yakalandığı için çok aciz kalmış, eleştiri oklarına muhatap olmuştur. Fakat böyle büyük bir felâkette hangi kurum olsa aciz kalırdı. Depremin büyüklüğüyle birlikte o zamanlar Kızılay’ın idaresinde de ciddi yanlışlıklar göze batmaktaydı. Bugünkü Başkan Tekin Küçükali bu meseleleri çözmüş, her zaman hazır ve nazır bir Kızılay teşkilatı oluşturmuştur.
Türk Kızılay’ı sadece ülkemiz sınırları içerisindeki felaketlere müdahale etmiyor, bunun yanında Türkiye’nin darda kalmış dost ve müttefiklerine de elinden gelen yardımı yapıyor. Bunlar arasında Pakistan, Filistin, Bosna-Hersek Belarus, Bangladeş, Arnavutluk, Azerbaycan, Afganistan, Sudan, ABD, Endonezya, Srilanka, Lübnan…vb. gibi ülkeleri sayabiliriz. Bu yardımlar Türkiye’yle ilgili ülkeler arasında dostluk köprülerinin kurulmasına zemin hazırlamaktadır. İnsanı açıdan bakılınca bundan büyük kazanç yoktur.
Son yıllarda Türk Kızılayı büyük bir atılım içerisine girmiştir. Kızılay’ımız artık doğal afetlere karşı geçmişe göre daha hazırlıklıdır. Eski hatalardan dersler alınmıştır. Eleştiriler ehliyetli idareciler tarafından dikkate alınmış, bir dost tavsiyesi olarak görülmüş ve bunlardan faydalanılmıştır. Zaten akıllı yöneticiler eleştiriden gocunmaz, bunları ganimet bilir.
Son dönemde Kızılay Kurumu yurt dışında pek çok ülkede takdire şayan çalışmalar yapmakta, Müslüman Türk milletini dünya genelinde yüzünün akıyla temsil etmektedir. Bu güzel hizmetleri başarıyla organize eden hemşehrim Sürmeneli Tekin Küçükali’yi iflasın eşiğindeki bir kurumu alıp zirveye taşıdığı için yürekten kutluyorum. 138. yaş gününde Kızılay haftasını kutluyor, bu güzide kuruma uzun ömürler diliyorum.
Durup dururken sözde Ermeni soykırımının inkârını suç sayan tasarıyı Türkiye'nin ve AB'nin tepkilerine rağmen kabul eden Fransa artık çok olmaya başladı. Fransızların sinsi Türk düşmanlığını bilmemize rağmen son aldıkları saçma sapan kararla bunu bu kadar aşikâr göstermelerine şaşırdık. Biz şaşırırken dünyanın medeni ülkeleri bu karara güldü. Herkes Fransa'yla dalga geçmeye başladı. Çünkü karar çok komikti. Alınan kararda fikir ve vicdan hürriyeti hiçe sayılıyor. Fransa bu kadarla da kalmıyor Ermeni soykırımını inkâr edenlere çok ağır bir para cezasını öngörüyor. Yıl 2006… Yer Fransa…Filmin türü komedi! ...
İlk bakışta Fransa'nın Ermeni hayranlığı hepimizi şaşırtıyor. Çünkü Ermenistan bile bu konuda Fransa kadar radikal kararlar almamıştır. Aslında Fransızların Ermenileri kayırma gibi bir dertleri yoktur. Onların asıl gayesi Türkiye'nin AB yolunu kapatmaktır. Fransa'nın Türkiye'ye karşı Osmanlı'dan gelen tarihi bir kini vardır. Bazı tarihi hakikatleri sindirmede güçlük çekmektedirler. Hele Türkiye'nin gelecekte AB'ye üye olmasına asla tahammül edemeyeceklerdir. Bu hususta her fırsatta ülkemizin önünü keseceklerdir. Milli duruşu ilke edinen bizler Fransa'nın bu tutumunu hazmedemesek de Batı'dan ilham alan besleme aydınlar bu küstahlığı rahatlıkla içlerine sindirebilmektedirler.
Ülkemizde özellikle tanzimatla başlayan Fransız tesiri bugüne kadar devam etmiştir. Bu etki azalsa da bugün hâlâ devam etmektedir. Galatasaray, Saint Joseph, Notre Dame de Sion, Saint Benoit Liseleri ve Galatasaray Üniversitesi ülkemizdeki Fransız menşeli okullardır. Bu okullar Fransız dilini ve kültürünü Türkçenin ve Türk kültürünün önüne geçirmenin mücadelesi içindedirler. Bu okullar nerden bakarsan misyonerlik faaliyetleri yürütmektedirler. Fransız din adamları tarafından kurulmuşlardır. Faaliyetleri şüpheler uyandırmaktadır. Bizce yeri ve zamanı gelmişken bu kurumların da boykot edilmesi gerekir. Benim ülkeme kuyu kazanın dilini de, okulunu da istemem. Varsın Fransa'nın dilinden ve mimsiz medeniyetinden mahrum kalalım. Fransızların yaptığı bu son densizlikten sonra bu okulların da kızağa çekilmesi gerekir. En azından bu okullara olan talebin azalması temennimizdir. Bu okulların Türk kültürüne hiçbir katkısı yoktur; hatta zararı vardır.
Bilindiği gibi Fransa'yla tarih boyunca diplomatik ve ekonomik ilişkilerimiz oldu. Onlar hep bizden koparmaya çalıştılar. Para, toprak, imtiyaz… Bizler de hep onların dümen suyunda gittik. Orta yolu bulma konusunda hiç taviz vermediler, bizden taviz beklediler. Bizler yumuşak başlı olduğumuz için hep geri adım attık. Tepkilerimizi sözden öteye götürmedik. Kuru kınama sözleri hiçbir zaman Fransa'yı geri adım atmaya zorlayamadı.
Bu sefer böyle olmamalı… Tepkimiz sözden öteye gitmeli… Fransızlar sözden anlamaz. Onların anladığı dil boykottur. Zira ülkemizde çok sayıda Fransız markası satılmaktadır. Bizler eğer ülkemizi seviyorsak bizi kıskaca almak isteyen ve her fırsatta yok etmeye çalışan Fransa'ya ekonomik ambargo uygulamalıyız. Ciddi olarak geri adım atıncaya kadar Fransız mallarını evimize, işyerimize sokmamalıyız. Paramızda bu hainleri beslememeliyiz. Bu kargaları besledikçe gözümüzü oyuyorlar. Gelin bu basiret körlüğüne son verelim. Hangi malın Fransızlara ait olduğunu bilmiyorsanız alın size liste… İşte Fransız ürünleri… Bu ürünlerden uzak durun. Türkiye'de yaygın olarak satılan Fransız ürünlerini sektörleriyle birlikte dikkatinize sunuyorum:
'Benzin: Total, Elf; Süpermarket: Carrefour, Gima, Dia Endi, ChampionSA; İnşaat: Ondulin Avrasya (Onduline -Bituline-Isoline) , Lafarge, Chryso, Weber Markem; Seyahat: Air France, Club Med; Tıraş Bıçağı: BIC; Çakmak: BIC, Cartier; Kırtasiye: BIC, Sheaffer; Yoğurt: Danone, Yoplait; Şişe Suyu: Perrier, Danone, Evian; Mutfak ve diğer ev eşyaları: Tefal; Oto Lastiği: Michelin, Uniroyal, Recamic; Oto Yedek Parça: Valeo; Otomobil: Renault, Peugeot, Citroen; Spor Ekipmanı: Le coq sportif; Motosiklet, Bisiklet: Peugeot; Giyim: Lacoste, Givenchy, Pierre Cardin, Yves Saint Laurent, Etam, René Derby, Sonia Rykiel, Cacharel, Daniel Hechter; Çanta: Longchamps, Lancel, Louis Vuitton; Şampuan: L'Oreal, Studio Line, Lancome; Saç ürünleri: L'Oreal, Studio Line, Garnier, Kerastase; Cilt Bakım ürünleri: Clarins, Guerlain, Avon, Avene; Bebek giyim, mama, oyuncak: Bledina, Mellin, Majorette, DPAM, Petit Bateau; Kozmetik: L'Oreal, La Roche Posay, Biotherm, Christian Dior, Clarins, Vichy; Parfüm: Chanel, Christian Dior, Clarins, Drakkar Noir, Fahrenheit, Lancome, Lavendar Harvest; Dergi: Marie Claire, Elle; Telekom: Alcatel; Sigorta: AXA, Güneş Sigorta, Başak Sigorta, Başak Emeklilik (Groupama International): Finans: Societe General Bankası, TEB (Türk Ekonomi Bankası): İlaç firmaları: Sanofi …'
Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Özgürlük, eşitlik ve demokrasinin anavatanı olmakla övünen Fransa'nın siyasi ve ideolojik bir yaklaşımla ifade özgürlüğünü kısıtlaması ve tarihe müdahale etmeye kalkışması demokrasiye vurulmuş bir darbedir. Gerçi bizler Fransızların bu ikiyüzlülüğüne tarihten bu yana alışığız. Bunlar bizim için sürpriz değil.
Bizler haklı tepkimizi koyarsak ve bunda kararlı olursak onlar da bu çeşit küstahlıkları yapmaya bir daha cesaret edemezler. Fransız'ın lafa karnı toktur. En doğru eylem boykottur. Zira Fransız ekonomisi bugünlerde hiç de iyi bir dönem geçirmiyor. Milletçe boykotumuzda kararlı olalım. Fransız malları ucuz ve kaliteli olsa da almayalım. Bu tepkinin bir vatandaşlık görevi olduğunu unutmayalım. Ülke olarak Fransız mallarını topyekûn boykot edersek onlar da bu tarz densizliklere bir daha kalkışamazlar.
Dua Allah’a yalvarma, yakarış demektir. ‘Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek’ anlamlarına gelen dua, yüce kitabımız Kuran’a göre ‘insanın içten bir kalp ile Allah’a yönelmesi, O’na muhtaç bir varlık olduğunun şuuru ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah’tan yardım talebinde bulunmasıdır. Kul özellikle darda kaldığı zaman Rabbine sığınır, ondan ister. Çünkü yaratan, besleyen ve koruyan ancak O’dur. İslam dini isteme hususunda Allah ile kul arasına üçüncü bir kişinin girmesine asla müsaade etmez. Bu yaklaşım yüce dinimizin kolaylıklarından birisidir. Bu da gösteriyor ki Yüce Allah kullarını her zaman görüyor, işitiyor; kimliği, makamı, mevkisi ne olursa olsun muhatap kabul ediyor. Sevgi, şefkat, hoşgörü ve merhamet dini dediğin ancak böyle olur.
Dua zaman ve mekân sınırlarını aşmanın bir başka ifadesidir. Dua ibadetin özü, inanan insanların her an hakka yönelen sözüdür, yakarışıdır. Kulun, kendisini yaratan Rabbine maruzatıdır. Beş vakit namazdan sonra açılan ellerimiz ve söyleyen dillerimiz aslında Allah’a muhtaç olduğumuzu ve onun sonsuz kudret sahibi olduğunu beyan eder. Güçsüzün güçlüye ilticası ve onun Rabbaniyetine boyun eğmesi, onun şefkat ve cömertlik ikliminde soluklanması… Duanın bir başka manası da bu olsa gerek…
Yüce Rabbimiz kendisinden istememizi, el açıp yalvarmamızı murat ediyor. Kulun helal dairesinde olan nimetleri istemesi onu mutlu ediyor. Çünkü o isteyene vermekten hoşlanıyor. Yeter ki üslubunca istemesini bilelim. Öncelikle alnımızdan ter akıtalım. İstemeden evvel fert olarak yapılması gerekenleri yapalım. Dualarımızda samimi olalım. Rabbimiz, Habibi Hz. Muhammed(sav) ’e şöyle sesleniyor: “De ki: Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? ”(Furkan 25/77) . Demek ki bizi kıymetli kılan dualarımızdır.
Dualarımızın kabul ve muteber olması için duadan önce iyi iş yapmak, temiz olmak, abdestli olmak, dua başında Allah’a hamdetmek, kıbleye yönelmek, Resullullah’a salâvat getirmek, elleri açıp yalvarmak, sükûn içinde, boynu bükük, mütevazı olmak, kalben korku içinde olmak, alçak sesle ve gizlice dua etmek, Resulullahtan intikal eden, Kuran’da geçen dualarla niyaz etmek, Resulü ve salih kulları vesile etmek, dua ederken kalbinden ne geliyorsa o şekilde dua etmek, kalbi başka düşünceden temizlemek, herkese dua etmek ve sözlerini üç defa tekrarlamak, duanın kabulünün ümidi içinde olmak, kötü dilekte bulunmamak ve salâvat getirmek gerekir. Böyle davranmak duanın kabulünü hızlandırır.
Dua müminin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, gülen yüzü, helale koşan ayağı, Hakk’a yönelen kalbi, zikreden dili ve fikreden beynidir. Cennet kapıları ancak duayla ve besmeleyle açılır. Cehennem kapılarını sadece dualı diller ve helale uzanan eller kapatabilir. Dua açan gülümüz, seherde esen yelimiz, Hakk’a teslim olan ve onun adıyla titreyen kalbimizdir. Gönül bahçelerimiz onunla yeşerir. Hayat onunla anlamını bulur. O ki içimizdeki karanlıkları aydınlatır, yanan kalpleri serinletir. Fırtınanın tipiye dönüştüğü ve kurtuluşun, imkânın sınırlarını zorladığı demlerde tutacağımız yegâne dal duadır.
Dua kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o… Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahtır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.
Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Allah içimizden geçenleri bilir. Madem öyle niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir. Onun için, duada sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak işte öyle de Allah’la olan bağımızı duayla güçlü ve sağlam kılarız.
Dua kulun aczinin fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.
Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.
Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlullâh! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum! ’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben: ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et! ..’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.
Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… “Dua, ibadetin beynidir.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez? Nasıl dua edileceğini bilmeyenler Peygamber Efendimizin ettiği duaları aynen söyleyebilirler. Peygamberimizin ettiği dualardan bazılarını dikkatinize sunmak istiyorum:
“Ya Rabbi, Sana ve Resulüne itaat etmemizi ve bildirdiklerinle amel etmemizi nasip eyle! ...Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım….Ya Rabbi, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün iyilikleri ver, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün kötülüklerden de koru! ...Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru! ...Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle! ...Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle! ...Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım! ...Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle! ...Bedenime, kulağıma, gözüme sıhhat ver! Küfürden, fakirlik ve kabir azabından sana sığınırım…Ya Rabbi, kusurlarımızı ört, korkulardan emin kıl ve borçlarımızı ödememizi nasip et! ...Ya Rabbi, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak ver! Kaza ve kaderine rıza gösterenlerden eyle! ...Ya Rabbi, gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan, kötü arkadaştan ve kötü komşudan sana sığınırım….Ya Rabbi, ölünceye kadar ibadet etmemizi, ömrümüzün hayırlı amellerle sona ermesini nasip et ve Cennetini ihsan eyle! ...Ya Rabbi, zulmetmekten, zulme uğramaktan sana sığınırım….Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru! ...”
Allah kulundan dua istiyor. Dua Allah ile kul arasındaki manevi rabıtadır. Dua bağıyla Yaratana bağlananlar asla gevşeklik gösteremezler. Onlar Rablerinin, dualarına ses vereceğini bilirler. Dualarının Allah’a ulaşacağından şüphe duymazlar. Yalnız ona dayanırlar, yalnız ondan isterler. Çünkü mülkün gerçek sahibi O’dur. Bununla ilgili olarak Allahü Teala sevgili Peygamberine hitaben şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammet!) kullarım sana, benden sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara pek yakınım. Bana dua edenin duasını dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm.”(Bakara 2/186)
Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı; duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?
Bazıları dualarının kabul olmadığını söylerler. Bu nerden bakarsan hoş bir ifade değildir. Bu, farkında olmadan Allah’tan şikâyetçi olmaktır. Şartlarına uygun yapılırsa dua kabul olur. Duanın en mühim şartı Müslüman olmaktır. Helâl yiyenin duası makbuldür. Hadis-i şerifte, “Duanın kabul olması için, iki şey lâzımdır: Birincisi, kişi duayı ihlâs ile yapmalıdır. İkincisi, yedikleri ve giydikleri helâl olmalıdır.” diye buyrulmaktadır.
Günahkârın duasının kabul edilip edilmeyeceği hep tartışılagelmiştir. Dünyada günahkâr olmayan kul varsa da, sayıları azdır. Kul günah işlemeye meyillidir. Mühim olan bile bile günah işlememektir. Allah günah işleyip istiğfar eden kulunu sever. Günahkâr müslümanın duası, kabule şayan değilse de, bilinmelidir ki Allah, dua edenin elini boş çevirmez. Dua sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir bela önlenir, ya mevcut bir bela kalkar yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur. Yeter ki kul işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duysun, bundan sonra günah işlememek için gayrete gelsin. Zira Resul-i Ekrem Efendimiz: “Allahü Teala, duanızı kabul eder. Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı diye acele etmeyiniz! Allah’tan çok isteyiniz! Çünkü kerem sahibinden istiyorsunuz” diye buyurarak tavrımızın ne olması gerektiğini beyan etmektedir. Fakat bizler aceleci davranıp peşin istiyoruz. Bu da hatalar zincirinin ilk halkasını teşkil ediyor.
Bir rivayete göre Hazret-i Musa, Tûr Dağı’na giderken, yolda, namaz kılıp Hakk’a ağlayıp duâ eden bir zâta rastlamış. Musa Aleyhisselâm, münacatında bu kimsenin affı için Cenab-ı Hakk’a niyaz ettiğinde, Cenâb-ı Hak’tan nida gelip, ‘Ya Musa! Ben o zatın namazını ve duasını kabul etmem. Zira üstüne giymiş olduğu elbisenin bedelinde haram para vardır! ’ buyurmuştur. Bu hadise duaların Allah katında kabulü için helal yemenin ve helal kazancın ehemmiyetini göstermektedir. Dualarımız geri çevriliyorsa bu hususta kendimizi yoklamalıyız. Zira bir hadis-i şerifte, ‘Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder, edilen duayı kabul eder’ buyrulmuştur.
Dua kula manevi güç verir. Onun dayanacağı bir güç, tutunacağı bir dal olduğunu bilmesi korkularını ve umutsuzluklarını bertaraf eder. Bundan yola çıkarak bazı hastalıkların duayla iyileştiği sonucuna varılmıştır. Zira pek çok hastalığın esas nedeni psikolojiktir. Kişi güçlü olunca hastalıkları da kolayca yenebilmektedir. Allah gibi bir dostu ve sonsuz gücü yanında hisseden kişi elbette çok daha umutlu ve diri olacaktır.
Duanın hastalıkların iyileşme sürecine katkıda bulunup bulunmayacağı konusu Batılı bilim adamları tarafından bile araştırılmıştır. Mind/Body Medicam Enstitüsü’nün kurucusu Dr. Herbert Benson tarafından 10 yıl boyunca devam eden ve 1800 kişinin katıldığı bir araştırma, bu alanda şimdiye kadarki en geçerli sonuçların elde edildiği araştırma olarak nitelendirilmektedir. ABD'de federal hükümetin 2,3 milyon dolar fon ayırdığı araştırmalarla ulaşılan sonuç, dua ve hastalıkların iyileşmesi arasında birebir bağlantı olduğudur. Bu ilmî bir araştırmadır. Dolayısıyla bu neticeyi iyi okuyup yorumlamak gerekir. Bu araştırmanın Müslüman bilim adamları tarafından yapılmış olmasını ne kadar çok isterdim. Fakat duanın tesirini bile Batılılar ve Amerikalılar araştırıp bizlere sunuyor. Müslümanlar tevekkül edip çalışmayı erteleyedursun,bakalım sonumuz ne olacak! ....
Duanın iyileşme sürecindeki tesirini araştıran bilim adamları dua eden ve Allah’a dayanan kişilerin daha kısa zamanda iyileştiği sonucuna varmışlardır. Şimdi biz böyle konuşunca bazıları yine sözlerimizi suiistimal edecektir. İlmî inkâr ettiğimizi söyleyecektir. Hayır, kimsenin ilmi inkâr ettiği filan yok. Aksine İslam dünyasında en çok gelişen bilim sahalarından birisi de tıptır. Biruni, Farabi, İbni Sina gibi isimler bu alanda köklü çalışmalar yapmış ve kaynak teşkil etmiş müslümanlardır.
Duanın hastalıkların iyileşmesindeki ehemmiyeti bazı kesimler tarafından çağdaş bulunmasa da bugünkü bilim bunu ispat ediyor. Zaten bu konuda mühim olan inançtır, güvendir, telkindir. İnanmayan kişinin dua etmesi de, duadan medet umması da abestir. Çünkü duayla inanç, yapışık ikizler gibidir. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Yüce Allah bir ayette duaya şöyle dikkat çekmektedir: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir) ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin, 40/60) .
Böyle diyen bir Allah nasıl olur da hastalıklarla savaşan inançlı bir kuluna yardım etmez, ‘Şafi’ sıfatını onun üzerinde tecelli ettirmez? Elbette Allah hastalıklarla cedelleşen kulunun sesine ses verecektir. Şayet iyileşme olmasa bilinmelidir ki bu da bir imtihan sırrıdır. Şükreden kul, çektiği acıların mükâfatını kat kat görecektir. Mükâfata en çok ihtiyaç duyduğumuz yer şüphesiz ki ahiret yurdudur.
Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Onun için çektiklerimiz kötülüğümüzden değil, imtihan sırrındandır. Öyle olmasaydı en büyük zorlukları peygamberler yaşamazdı. Allah dünyayı yüzü suyu hürmetine yarattığı Hz. Muhammed(sav) ’e bile imtihan sırrının gereği olarak bazı acıları tattırmıştır. Hz. Eyüp, Hz. Yunus, Hz. Zekeriya gibi peygamberlerin başına gelenler hangi kulun başına gelmiştir?
Musibetlerle karşılaşanlar kendilerini diri tutmalı ve Allah’a dayanmalıdır. Dua zırhıyla zırhlanmalıdır. Bu zırhı giyinenlere hiçbir belâ tesir edemez. Başlarına belalar gelen Peygamberler her zaman dua etmiş, şükürlerinde hiçbir noksanlık olmamıştır. Aksine Allah’a daha bir sevgiyle ve güvenle bağlanmışlardır. Yüce Allah kendilerine değişik belalar gönderdiği Peygamberlerle ve onların dualarıyla ilgili olarak Kuran’da şöyle buyuruyor:
“Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımız’dan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik.” (Enbiya, 21/83–84)
“Balık sahibi (Yunus’u da): hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka İlah yoktur, Sen Yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız. (Enbiya, 21/87–88)
“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiya, 21/89–90)
“Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.” (Saffat, 37/75)
Dua etmek için her zaman ve zemin müsaittir. Kişinin sadece namaz sonunda dua etmesi şart değildir. Kişi her fırsatta dua etmelidir. İnsanlar genellikle darda kaldıkları zaman dua ederler. Bu doğru değildir. Rahat günlerimizde de Allah’a yönelmeli, ondan istemeliyiz. İstemek derken aklımıza hep maddi varlıklar gelmemelidir. İmanlı ölmeyi, Allah’a yakın kul olmayı, islama hizmet etmeyi, dürüst ve muttaki bir kul olmayı istemek en güzel dileklerdir. Duada işi maddi menfaate dökmek samimiyet noksanlığına işarettir.
Dua her zamanda ve zeminde yapılsa da duanın makbul olduğu zaman dilimleri de vardır. Seher vakti bu zaman dilimlerinden birisidir. Seher vakti, gecenin son altıda biridir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Allahü Teala, seher vakti, ‘İstiğfar eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duasını kabul edeyim’ buyurur.”
Mübarek gün ve gecelerde dua etmek çok makbuldür. Hadis-i şeriflerde buyruluyor ki: “Şu beş gecede yapılan dua reddedilmez: Regaib gecesi, Şaban’ın 15. (Berat) gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.”… Bunlarla beraber “Cuma günlerinde bir an vardır ki, o anda edilen dua reddolmaz.”… “Oruçlunun duası reddedilmez “… “Kulun Rabbine en yakın hali, namazda secdede ikendir. Secdede çok dua edin. Bu dua kabul olur.”… “Ana babanın evladına duası, yolcunun, misafirin ve mazlumun duası makbuldür.”…“Kur’an’ı hatmedenin duası kabul olur.” Tabii ki bunları daha da çoğaltabiliriz. Duada esas olan halis niyettir. Bilinmesi ve dikkat edilmesi gereken budur.
Dua hayatımızın olmazsa olmazlarındandır. Kul hiçbir zaman duayı ihmal etmemelidir. Duayı ihmal etmek Allah’ı unutmaya sebep olabilir. Hayatın yansıması olan şiir duayı da içine almıştır. Edebiyatımızda pek çok şair, dua şiirleri yazmıştır. Divan şiirinde yazılan münacatlar dua şiirlerinin en kıymetlileridir. Övgü şiirleri olan kasidelerin dua bölümleri vardır. Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç gibi şairler en güzel dua şiirlerini yazmışlardır. Bunlardan Arif Nihat Asya’nın güzel bir dua şiirini ilgi ve dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“ Biz, kısık sesleriz... minareleri, Sen, ezansız bırakma Allah’ım! Ya çağır şurda bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma Allah’ım!
Kul duada ısrar etmelidir. Fakat neticesini acele beklememelidir. Bunun yanında müslümanın müslümana gıyaben duası çok muteberdir. Müminler dua hususunda bencil olmamalıdır. Kendisi ve yakın çevresi için istediklerini bütün Müslümanlar için de istemelidir. Çünkü Müslümanlar kardeştir. Allah katında din bağından kaynaklanan kardeşlik, kan bağıyla olan kardeşlikten daha evlâdır. İman kardeşliği her şeyin üstündedir. Müslüman kendisi için istemediğini mümin kardeşi için de istememelidir. Öte yandan kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemelidir. Duaların içeriği bu doğrultuda olmalıdır.
Dua ruhumuzun karardığı demlerde nur coğrafyasında soluklanmadır. Dua ümitsizliklere ümit, dertlere tesellidir. Kuşkuları inanca, karanlığı aydınlığa, üzüntüleri sevince tebdil eder. Pörsüyen tenimize can, körelen gözlerinize fer, çirkinliklere örtü, inanan kalplerde iman ve mağfirettir dua… Günahlarla kirlenen kalplerimizin cilasıdır dua… Rahmettir, ihsandır, berekettir, şefkattir, merhamettir, lütuftur, servettir, manevi huzurdur…
Ruhumuz buhranlar anaforunda çalkalandığında mübarek dualar içimizi serinletir. Onlar lafızların en güzelidir. İç sıkıntılarımızın ilacıdır. Pespaye duygular nefsimizle elele verip imanımıza tuzaklar kurduğunda dualara sığınırız. Mücadele gücümüzü onlardan alırız. Korkularımız dua ikliminde erir; ümitlerimiz onunla beslenir. Benlik ve bencilik duvarlarını dua merdiveniyle aşarız. Uzaklıklar onunla bertaraf olur. Zaman ve mekân dualarla kalkar ortadan… Dua kalın perdelerin arkasını gösteren şeffaf bir tüldür. Aczin itirafıdır aynı zamanda… Kısacası dua hayatımız kuşatan ve gecelerimizi aydınlatan ışıktır.
Tarih boyunca ne çektiysek Fransızlardan çektik. Medeniyetin beşiği olarak gösterilen Fransa, tarih boyunca Osmanlı Devleti’ne onca zorluk çıkardı. Hatta Osmanlı’nın çöküşüne zemin hazırlayan da Fransız İhtilali’dir. Bu ihtilal milliyetçilik akımlarının yayılmasını beraberinde getirdi. Böylelikle çok milliyetli olan Osmanlı’da bölünmeler başladı.
Geçenlerde Fransa Meclisi Genel Kurulu yapacağını yaptı; Sosyalist Parti’nin sunduğu ‘Ermeni soykırımı’nı inkârın suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etti. Teklif, soykırımı inkâr edenler hakkında bir yıl hapis ve 45 bin euroya kadar para cezası öngörüyor. Görüldüğü gibi bu çirkin tasarının akılla, mantıkla ve medeniyetle bağdaşır tarafı yoktur. Voltier’in, Russo’nun ve Mostesque’nun çocuklarının bu hale düştüğünü görmek bizi şaşırtıyor, hatta utandırıyor. Bu çağda bu mantık! ... Bu geriye gidiş değil de nedir?
Fransa’da Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa teklifi, Türkiye’de iktidardan muhalefete; gazeteci, yazar ve yayıncılara kadar geniş bir kesimi haklı bir biçimde ayağa kaldırdı. Her zaman olduğu gibi yine milli bir konuda ortak paydada buluştuk. Bu duruş, necip milletimizin bir meziyetidir. Tasarıyla ilgili ortak görüş, ifade özgürlüğünün bu yasa ile darbe alacak olmasıdır.
Nasıl olur da kişilere inanmadıkları şeyi kanun zoruyla dayatırsınız? Hatta kabul etmezlerse bir yıl hapis cezası verirsiniz. Yetmedi, 45 bin euro para cezasıyla cezalandırırsınız. Ortaçağda mı yaşıyorsunuz siz? Hani sizin sosyal demokratlığınız? Hani demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti? ...Güldürmeyin insanı Allah aşkına! ...Komik, hatta çok komik oluyorsunuz. Saçma sapan esprilerle de olsa dünyayı güldürüyorsunuz. Fakat güldürürken tavrınızdaki ciddiyetten ödün vermiyorsunuz.
Görünen o ki Fransa, sırtındaki Cezayir kamburunu görmezlikten gelip Ermenilerin sözcülüğünü yapıyor. Ermenilerden daha Ermenici kimliğine bürünüyor. Aslında bu Fransa’nın değil, Fransa’daki Ermeni lobilerinin çirkefliklerinin neticesidir. Bilindiği gibi Cezayir Soykırımında Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir. Fransa, Cezayir’de sadece insanlara karşı değil, insanların kimliklerine ve kültürlerine karşı da bir soykırım uygulamıştır. Bugün Cezayir’de Fransız soykırımının izleri hâlâ belirgin olarak görülebilmektedir.
Cezayir resmi kaynaklarına göre soykırımın asıl başladığı tarih Setif Katliamı’dır. Bu katliamda kırk beş bin sivil gösterici Fransız askerler tarafından katledilmiştir. Bu ne demektir? Bir ülkeye destur almadan giriyorsunuz ve önünüze geleni kırıp geçiriyorsunuz. Sonra da develiğinizi unutup başkalarının eğrilerini arıyorsunuz.
Fransa’nın Cezayir’de yaptığı işkence ve katliamlar tüm canlılığıyla hâla hafızalardadır. Durum bundan ibaretken bugünkü Fransa, soykırım bir yana, olaylardaki sorumluluğunu dahi kabul etmiş değildir. Paris hükümetine göre tüm bu olaylar tarihçilere bırakılmalıdır. Kendilerine gelince işi tarihçilere havale ederken bizim hesabımızı siyaset arenasında yargısız infaz yaparak görüyorlar. Budur Fransa’nın gerçek yüzü…
Fransa’nın bugünlerde yaptığı şey, kendisi gibi soykırım suçluları bulup bu yolda yalnız olmadığını göstermektir. Yani kabul etmeseler de demek istiyorlar ki ‘Sadece biz soykırım yapmadık, Türkiye de yaptı.’ Fakat kendilerine gelince tarihi tarihçilere bırakmak gerektiğini ifade eden Fransa, bize gelince Ermenilerin avukatlığına soyunuyor, tarihi tarihçilere bırakmıyor. Bu tavır çifte standart değil de nedir? Onların bu yaklaşımı tarihi kinlerinin tezahürüdür. Fransızlar hâlâ Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’yi hazmedemiyorlar.
Fransızlar garip insanlar… Ben onların yerinde olsam ‘soykırım’ kelimesini sözlüklere bile sokmazdım. Çünkü olur ya bu sözcük Cezayir’de yapılanları hatırlatır. Bugün Cezayir’deki ‘İstiklal Müzesi’nde bir ‘Soykırım’ bölümü vardır; burada sömürgecilik dönemi sergilenir. Aynı müzede Cezayir çölünde Fransa atom denemesi yaparken Cezayirlileri kobay olarak kullandığını gösteren bir yağlıboya tablo vardır. Bunları söz konusu müzeyi gezenler bilir. Bu belgeler ve bilgiler nedense dünya gündeminden uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Dünyanın kültür atlası olan Fransa’da ifade özgürlüğünü, demokrasiyi, katılımcılığı barış ve dostluğu hiçe sayacak tarihi gerçeklerden ve temellerden yoksun bir yasa tasarısı inatla ve ısrarla hayata geçirilmeye çalışmakta, bununla medeniyetler arasına nifak sokulmaktadır. Oysa yüzyılımızın medeniyetler ittifakının tesisine ihtiyacı var. Ayrılık tohumları ekenler kin ve nefret biçecektir. Bilinmelidir ki bu yanlı ve çirkin karara Türkiye’deki Ermeniler de sıcak bakmıyor. Çünkü bizim devlet olarak Ermenistan’la sıkıntılarımız olsa da fert ölçeğinde Türkiye’deki Ermenilerle meselemiz yoktur. Onlarla tarihi ve kültürel bağlarımız vardır. Onlar da diğer insanlar gibi bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdırlar. Fakat bu gibi tasarılar bu dostluğu bozuyor. Daha doğrusu güven duygusunu zedeliyor, zihinleri bulandırıyor. Fransa’nın gayesi de Türk-Ermeni ilişkilerini germek ve puslu havada avlanmaktır. Onların bu çirkin emellerine fırsat vermeyelim.
Durum bu iken bizler ne yapabiliriz? Ülkemizde yüzlerce Fransız malı satılmaktadır. Bu ülkeden otomotivden tekstile, gıdadan kozmetiğe kadar yüzlerce kalem mal ithal edilmektedir. Fransızlar sözden anlamazlar. Onlar ekonominin dilinden anlarlar. Paramızla bu küstah milleti semirtmeyelim. Fransız mallarını almayalım. Bu konuda duyarsız olmayalım. Fransızlara Fransız kalmayalım. Ta ki hatalarını anlayıp özür dileyinceye kadar…
Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması çok önemli bir tarihi dönemeçtir. 1071'de başlayan bu süreç iğneyle kuyu kazarcasına zor ve külfetli olmuştur. Fakat bu süreç başarıyla tamamlanmasaydı Anadolu bugünkü konumda bulunmazdı. Bizler bu toprakların sakini olamazdık. Sesimiz ya çıkmaz, ya da kısık çıkardı. Trabzon'un fethi bu toprakların İslamlaşmasında çok mühim bir merhaledir. Bu topraklar dile gelse fetih öncesi, fetih sırası ve fetih sonrasını anlatsa kim bilir neler söylerler…
'Fetih' in kelime anlamı 'açmak' demektir. Fetihle kurtuluş farklı kavramlardır. Fetih bir millete ait olmayan bir toprağın o milletin eline geçmesidir. Kurtuluş ise bir ülkenin topraklarının işgale uğradıktan sonra tekrar eski sahiplerine dönmesidir. Onun için Trabzon öncelikle Bizans'ın elinden alınarak fethedilmiştir. Daha sonra Rusların geçmiş, sonra da 24 Şubat'ta kurtarılarak eski sahipleri olan Türklere kazandırılmıştır.
26 Ekim Trabzon'un Bizans'tan kurtarılarak Fatih Sultan Mehmet tarafından Türklerin eline geçirildiği tarihtir. Fetihten evvel Trabzon'da Çepni Türkleri de yaşıyordu. Yani bu topraklar Bizans'ın elindeyken bile buralarda Türkler vardı. Çepniler Oğuz boyundandı. Çepniler Karadeniz kıyılarının fethinde de mühim roller oynamışlardır.
Rum tekfurları Osmanlı'ya karşı sürekli kuyu kazıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet bunun farkındaydı. Fakat uygun zaman kolluyordu. Trabzon'u fethetmek ve Bizans'ın Anadolu'daki son kalıntılarını temizlemek istiyordu. Osmanlı'da Fatih'ten önce Trabzon'u almaya çalışanlar olmuşsa da muvaffak olamamışlardır. Bizans'ın Osmanlı aleyhtarlığı artınca taarruzdan başka çare kalmamıştır. İkinci Mehmet devletin başına gelince fethedeceği yerlere Trabzon'u da katmış ve bu uğurda gayretlerini artırmıştır. Önce Amasra'yı, sonra Kastamonu ve Sinop'u almıştır. Sıra Trabzon'a gelmiştir. Bununla ilgili olarak veziri Hünkâr Mahmut Paşa'ya şöyle söylemiştir:
'Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyulhisar'dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon'u bir cünüb kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez.'(Kitab-ı Cihannüma-Neşrî)
Fatih Trabzon'a varmadan Koyulhisar'ı almış, Erzincan üzerinden Kelkit'e gelmiş, burada ordusunu ikiye ayırarak kendisi doğudan, veziri Mahmut Paşa batıdan Trabzon'a hareket etmiştir. Ordusunu farklı güzergâhlardan Trabzon üzerine salmıştır. Böyle bir planı aklından geçirmeyen Trabzon tekfuru gafil avlanmıştır. Sultan Fatih planını uygularken bu bölgeyi çok iyi tanıyan Çepni Türklerinden faydalanmıştır.
Trabzon'un fethinin 1461'de gerçekleştiğinde şüphe yoktur. Fakat fetih günü konusunda farklı düşünceler vardır. Pek çok tarihçi fetih gününü zikretmemektedir. Sadece İsmail Hakkı Uzunçarşılı fetih tarihini 26 Ekim 1461 olarak göstermektedir. O da bu hususta W. Miller'i kaynak göstermiştir. Bununla beraber fetih tarihini 15 Ağustos olarak verenler de az değildir. Bu hususta tarihçiler görüş birliğine varamamıştır, bu durum çok da mühim değildir. Mühim olan Trabzon'un İslam beldesi yapılmasıdır.
Fetihten sonra tekfura ve ailesine zarar verilmemiş, kendileri İstanbul'a gönderilmiştir. Fetihten sonra Trabzon'un yerli ahalisinin ileri gelenleri imparator David ile İstanbul'a götürülmüş, bir kısmı da şehirden kendiliğinden ayrılmıştır. Bu yüzden şehirde pek az nüfus kalmıştır. Fakat hiçbirine baskı ve zulüm yapılmamıştır. Şehirde kalmalarına engel olabilecek bir tutum takınılmamıştır. Bu da Osmanlı'nın hoşgörüsünü ve Müslümanların şefkatini göstermesi açısından mühim bir örnektir. Osmanlıyı ve Müslümanları değerlendirirken insaf ölçülerini kaçıranların bunları dikkate alması makul hareket tarzıdır.
Fatih Trabzon'un fethini toprak kazanmak, sınırlarını genişletmek gayesiyle düşünmemiş, bir cihat şuuru içerisinde gerçekleştirmiştir. Allah'ın adını cümle âleme duyurmak ve insanlara islamı tebliğ etmek asıl gayesiydi. Onlar İslam için yaşayan ve bu dinin neferi olan mümtaz insanlardı. Trabzon İmparatorunun kızıyla evlenen Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun Fatih'i Trabzon'un fethinden vazgeçirmek için 'Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür? ' diye sorunca Sultan Fatih ona şu anlamlı cevabı vermiştir: 'Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.'
Trabzon'un o zor günleri çok gerilerde kaldı. Artık ufkumuz karanlık değil. Ufuklarda beliren güneş içimizi ısıtıyor, umutlarımızı filizlendiriyor. Yarına dair endişelerimiz yerini umutlara bırakmış. Bu şehir artık taşıyla toprağıyla Müslüman Türk'ün bir parçası olduğunu haykırıyor. Artık karanlık bulutlar geri dönmemek üzere kayboldu göğümüzden...
Trabzon'umuzun fethinden bugüne 445 yıl geçti. Bir ara Rus işgali yaşandıysa da bu esaret kısa süreli oldu. O gün bugündür bu topraklar Türk-İslam kültürünün bayraktarlığını yapıyor. Trabzon bizimdir ve ilelebet bizim kalacaktır. Bu şehir bizim varlık sebebimizdir. Onu koruyup kollamak her Trabzonlunun asil vazifesidir. Fethin 545. yıldönümü kutlu olsun.
Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesi olarak ifade edilir. Aslında bu cumhuriyetin değil, demokrasinin tanımıdır. Oysa demokrasiyle cumhuriyet birebir aynı şeyler değildir. Cumhuriyet milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimidir. Anayasamızın birinci maddesine göre ‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.’ Bu madde değiştirilemez.
Cumhuriyet olmasına rağmen demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Demek ki cumhuriyet demokrasiyi çağrıştırsa da pek çok cumhuriyet idaresindeki uygulamalar hiç de bu doğrultuda değil. Bugün dünyadaki antidemokratik devletlerin çoğunun cumhuriyet yönetim biçimiyle idare edildiğini düşünürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Kendisine bağlı olan onlarca devleti sömüren eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Hatta Irak ve İran da cumhuriyetle yönetilir. Bu örnekler bazı ülkelerde cumhuriyetin içinin boşaltıldığını gösterir.
Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi ülkelerin demokrat olmadıklarını söyleyebilir misiniz? Aksine bu ülkeler demokrasinin gelişip serpildiği devletlerdir. Fakat bunların yönetim biçimi monarşidir. Okul sıralarında bize monarşiyle demokrasinin zıt kavramlar olduğu öğretildi hep… Monarşiyle yönetilen ülkelerde demokrasiden bahsedilemeyeceği bilinçaltımıza yerleştirildi. Demek ki her cumhuriyet demokrat olmadığı gibi her monarşi de anti demokrat değildir. Mühim olan idareler değil, idarecilerdir.
Ülkemizin bir cumhuriyet olduğu Anayasa’yla teminat altına alınmıştır. Atatürk, kendisinin de içinden çıktığı bu milleti çok iyi bildiği ve tanıdığı için onların ruhuna en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu anlamış ve gereğini yapmıştır. Bunu ‘Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.’ sözüyle dile getirmiştir. 29 Ekim 1923 senesinde Cumhuriyeti ilan etmiş, bu anlamlı günü de bayram saymıştır. O gün bugündür 29 Ekimleri Cumhuriyet Bayramı olarak kutlamaktayız. Bu yıl Cumhuriyetimizin 83. sene-i devriyesini kutluyoruz. Cumhuriyetin körpe zihinlere nakşedilmesi için bu günleri vesile kabul ediyoruz. Çünkü insan ruhuna en uygun yönetim ancak cumhuriyettir.
Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddınının Tavzihen Tadiline Dair Kanun” ile ilan edilmiştir. Bu Kanunun birinci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ibaresini kullanarak yönetim anlayışının cumhuriyet olarak devam edeceğini teyit etmiştir.
Atatürk cumhuriyete çok değer vermiş ve onu halkına en güzel bir hediye olarak takdim etmiştir. O kendini düşünseydi monarşiyi tercih eder, ömür boyu iktidarda kalırdı. Fakat o geleceğimizi hesaba katarak milletin zalim yöneticiler tarafından ezilmesini, halka söz hakkı verilmemesini engellemiştir. Herkesin yönetime dair fikirlerinden azami derecede yaralanmıştır. Cumhuriyetle beraber hak ve hukuk kavramları daha bir anlam kazanmıştır. Rüşvet, yolsuzluk ve suiistimaller en aza indirilmiştir. Nereden nereye geldiğimizi anlamanız için bununla ilgili olarak anlatılan bir anekdotu dikkatinize sunmak istiyorum:
“Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle: ‘- Beni tanıdın mı oğul? ’ dedi. ‘Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.’
Bu sözlerden sonra Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: ‘- Oğlunu almadılar mı? ’ dedi. ‘Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...’ Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir sesle: ’-İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice...’ diyordu.”
Zor şartlar altında yepyeni bir devlet kuran Atatürk, cumhuriyeti fazilet olarak görüyor, halkın onu korumasını, sahiplenmesini istiyordu. Cumhuriyeti korumak ve yükseltmek görevini çok güvendiği gençlere yüklüyordu. O, yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla her fikre saygı gösteriyordu. Çünkü cumhuriyet ancak bu bakış açısıyla ayakta kalabilirdi. Günümüzde doğal özgürlükleri kısıtlayanlar aslında Atatürk’ün mirasına ihanet ediyorlar. Cumhuriyet ve demokrasi özgürlüklerle beslenir, gelişir, serpilir.
Yarınlarımızın teminatı olan gençlere cumhuriyeti tanıtmalı, faziletlerini kavratmalı ve bu güzel idare şeklini sevdirmeliyiz. Çünkü onlar gelecekte bu ülkenin idaresinin başında bulunacaklardır. Onların bilinçaltını nasıl şekillendirirsek bakış açıları da o doğrultuda olur. Doğruları anlatalım, sevdirelim, fakat dayatmayalım. 83. kuruluş yılında hepinizin cumhuriyet bayramını kutluyor, bu güzel idare şeklinin ebediyen sürmesini temenni ediyorum.
Gönüllerin islamla aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dini bayramların yeri apayrıdır. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi milli bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dini bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayram günlerinde evlerimiz bir anda kalabalıklaşır. Yakın ve uzak çevreden insanlar gelir doğup büyüdükleri memleketlerine… Hasret giderir analar, gelinler ve bacılar… Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır bayram günlerinde.
Eskiden bayramlar bambaşka bir heyecan ve coşkuyla kutlanırdı. Çocuklara bayramlık hediyeler alınarak sevindirilirdi. Bu yüzden bu müstesna günler dört gözle beklenirdi. Günümüzde bayramlar daha çok iş ortamından uzaklaşmak için vesile kabul ediliyor. Bu güzide günlere ticaret penceresinden bakınca farklı bir tabloyla karşılaşırız. Bayram günlerinde alışverişler doğal olarak katlanıyor. Piyasaya hareket geliyor. Bayramlık alışverişler için bütçeler iyiden iyiye zorlanıyor. Bayram sonrasında gerçeklerle yüz yüze gelince bayramın o güzelim esintisi fırtınaya dönüşüyor, dallarımız kırılıyor.
Aslında bayramı masumca ve doyasıya yaşayanlar çocuklardır. Onlar bayramı, bu günlerin ruhuna uygun olarak büyük bir keyif ve neşe içerisinde kutluyorlar. Bir çikolata, bir şeker, az miktarda para onları mutlu etmeye yetiyor. Mutlu olmak için çok fazla şey istemez çocuklar… Bir güler yüze bile rıza gösterirler. Bayramlarda kendi çocuklarımızı sevindirirken yetim ve öksüz çocukları da düşünmeliyiz. İmkânlarımız ölçüsünde onların da elinden tutup bayram sevincini kendilerine yaşatmalıyız. Asıl yardıma, sevgi ve şefkate muhtaç olanlar onlardır. Garibin elinden tutmak ve onu düzlüğe çıkarmak sosyal toplum olmanın gereğidir. Böylelikle sosyal huzurun temelini de atmış oluruz. Büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy eski bayramları ve bu bayramlarda çocukların konumunu şöyle anlatıyor:
'Gelinde bayramı Fatih'te seyredin bir, Hayale hatıra sığmaz o herc ü merci safa Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için Nöbetleşe bekliyorlar acep içinde ne var Bu kâinat-ı sürurun içinde gezdikçe Çocukların tarafındaydı en çok eğlence'
Bayramlar sıra dışı günlerdir. Buluşma ve kaynaşma vakitleridir onlar… Sosyal bağlarımız bu vakitlerde daha bir sıkılaşır. Sıla-ı rahim bu günlerde hayatı daha da güzelleştirir ve anlamlı kılar. Bayram neşe ve sevinçtir. İlahi rahmet ve mağfiretin bol bol yeryüzüne indiği mübarek gündür. Duaların kabul olduğu mübarek vakitlerdir. Bu günlerde müminler birbirleriyle daha çok kaynaşmalıdır. Verilecek fıtır sadakalarıyla garibanlar da sevindirilmelidir. Bayramlar zenginlerin keyif çattığı, yurtdışı gezilerine çıkıp oralarda yüklü alışverişler yaptığı günler olmaktan çıkarılmalıdır. Muhtaçlara her açıdan bayram ettirilmelidir. Çünkü durumu iyi olanların garibanı kollama yükümlülüğü vardır.
Nerde o eski bayramlar deyip duruyoruz. Bayramların o eski manevi havasını kaybettiğinden şikâyetçi oluyoruz. Fakat bunun suçlusunun bizler olduğunu hiç düşünmüyoruz. Uzaydan gelen birileri bizi bu hale getirmedi. Nefsimize köle olarak basiret gözlerimizi kaybettik. Suçluyu başka yerlerde aramak beyhudedir. Suçlu biziz… Bu günlere o eski havasını yine ancak bizler kazandırabiliriz. Çok zor değil aslında… İşe yakın çevremizden başlayıp halka halka manevi tamirata girişmeliyiz.
Anlaşılan o ki bu bayramı da buruk kutlayacağız. Çünkü bu yıl da İslam beldeleri zulüm ve işgal altında bulunuyor. Filistin'de, Çeçenistan'da, Keşmir'de, Filipinler'de, Irak'ta, Lübnan'da, Gazze'de, dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar kan ağlıyor. Hatta Tunus gibi ülkelerde müminler öz vatanlarında parya olarak yaşamak mecburiyetinde bırakılıyorlar. Sokakta bile başörtülerine müdahale ediliyor. İnançlarını yaşamalarına izin verilmiyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder; milletimiz, ülkemiz ve tüm İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ederim.
Üniversiteler çağdaş bilim yuvalarıdır. Daha doğrusu öyle oldukları sanılır. Öyle oldukları sanılmasaydı insanlar üniversite kapılarından içeri girmek için gecesini gündüzüne katmazdı, canını dişine takmazdı. Ülkemizde iki milyona yakın insan bu kapıdan içeri girmek için her yıl sinir ve bilim harbi yapıyor. Fakat çok az bir kısmı bu kapıdan içeri girmeye muvaffak oluyor. Fakat kazananlar da bir zaman sonra oralarda umduklarını bulamıyorlar. Böyle olunca da hayal kırıklığına uğruyorlar.
Son yıllarda Türkiye’de pek çok yeni üniversite açıldı. Bunların bir kısmı özel bir kısmı devlet üniversitesidir. Devlet yetkilileri ‘her ile bir üniversite’ açmanın gayreti içerisindedir. Üniversitesi olmayan iller bu konuda bastırıyor. Üniversite şehrin prestiji sayılıyor. Fakat yeni açılan üniversitelerin mevcut altyapısı bu kurumların dönüşümü için yeterli değil. Bunların birçoğu tabela üniversitesinden öteye gitmiyor. Çoğunda yeterli öğretim elemanı yok. Kör topal gidiyorlar.
Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmı bilimden çok, siyaset peşinde koşmaktadır. Bilindiği gibi Anayasa’ya ve 2547 sayılı YÖK Kanunu’na göre, üniversitelerimiz özerk kurumlardır. Fakat bu özerklik kanun maddesinde unutulmuştur. Üniversitelerdeki özgür düşünceyi ve özerk yapıyı en fazla bozan bu kurumların bağlı olduğu YÖK’tür. YÖK her fırsatta bilimdışı bir mantıkla üniversitelere çomak sokmaktadır. Üniversitelerin doğal akışında seyretmesine müsaade etmemektedir. YÖK, bünyesinde barındırdığı üniversitelere güvenmemektedir. Onları her fırsatta kıskaca almaktadır.
Geçenlerde Çin ve İngiltere’de yapılan araştırmada dünyanın en iyi üniversiteleri belirlendi. Ne yazık ki Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent dâhil Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 500’e giremedi. Araştırma çerçevesinde, “Uluslararası bilimsel atıf indekslerinde yer alan makale sayıları, bilimsel araştırma sonuçları, mezunları ve hocalarının uluslararası bilimsel çalışmaları” gibi ölçütler değerlendirildi. Başta Amerika, İngiltere, Almanya ve Japonya olmak üzere, sıralamaya şu ülkeler girdi: Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Singapur, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Macaristan…
Dünyanın en iyi 200 üniversitesi İngiltere’deki The Times Gazetesi tarafından yayınlanan “The Times Education Supplement” tarafından açıklandı. Listenin ilk 50’si Amerikan üniversitelerinin ağırlığıyla dikkat çekerken ilk 50’de 10 İngiliz Üniversitesi de yer aldı. İlk sırada dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi yer alırken, İngiltere’den Oxford altıncı ve Cambridge Üniversiteleri yedinci sırada olarak ilk 10’a girdiler. Londra Üniversitesine bağlı kolejlerin ilk 50’de yer alması Londra’nın eğitim merkezi olduğunu bir kez daha kanıtladı. The London School of Economics, 11. sırada, Imperial College 14. sırada, University College London, 34. sırada ve School of Oriental and African Studies 44. sıradan dünyanın en iyi ilk 50 üniversitesi sıralamasına girdiler. Avrupa üniversitelerinden ilk 50’ye giren tek üniversite, listeye onuncu sıradan giren İsviçre’den Federal Insitute of Technology in Zurich oldu. İlk 200’de ise, Amerika’dan 62 üniversite, İngiltere’den 30, Almanya’dan 17 ve Avustralya’dan 14 üniversite yer aldı. Sıralamada bizimkilerin esamisi bile okunmadı.
Türkiye’de çoğu devletin olmak üzere özellerle birlikte yüzü aşkın üniversite vardır. Bu üniversitelerden hiçbirinin en iyi 500 üniversite içerisine girememesi hem düşündürücü hem de üzücüdür. Bu Türkiye’de bazı üniversitelerin liseleştiğinin işaretidir. Bunda en büyük rolü YÖK oynamıştır. Bilimle uğraşacak yerde öğrencilerin kılık kıyafetliyle uğraşan ve rektörleri kıskaca alan YÖK yetkilileri, üniversitelerin bilim açısından içlerinin boşalmasına zemin hazırlamıştır. Başarısızlıklarını da popüler çıkışlarla örtmeye çalışmışlardır. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu neticeden utanç duyuyorum. Türkiye bu acı tabloya layık değildir. Bu bizleri utandıran bir neticedir. Birileri bu sonuçtan ders çıkarmalıdır.
Türkiye’de üniversitelere maalesef siyaset ve ideoloji hâkimdir. Fakat bu ideoloji YÖK’ün çizdiği yoldan dışarı çıkamaz. İnsanların ellerine, ayaklarına ve gönüllerine prangalar vurdukları yetmemiş gibi bir de zihinlerine prangalar vurmuşlardır. Türkiye’de bilim hasta döşeğinde… Bilim YÖK’ün verdiği narkozun etkisinden kurtulamamış… İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler mesele haline getirilip haftalarca konuşuluyor. Okul birincisi olanlar sırf kıyafetinden dolayı ödül törenlerine alınmıyor. İnsanlar durup dururken hayali, düşmanlar icat edip Don Kişot’un yel değirmeniyle savaştığı gibi onlarla savaşıyor. Sonuçta olan bu ülkeye, bu güzel millete oluyor. Ülkeyi bilimde geri bırakanlar kendilerini ilerici olarak nitelendiriyor. Onların tuzu kuru… Yedi sülalelerini besleyecek dünyalıkları var. Türkiye’nin bilimde birinci lige çıkması onların umurunda mı? Yeter ki zihinlerindeki sanrılar bertaraf edilsin. Bilim de neymiş… Bilim uyusun tosuncuklar büyüsün.
Ramazan ayının kıymetli oluşunun en önemli sebeplerinden birisi de içinde bin aydan daha hayırlı kabul edilen Kadir gecesinin bulunmasıdır. Onun içindir ki Müslümanlar Kadir gecesini bütün belirli zamanlardan daha üstün tutmuşlardır. Fakat Rabbimiz Kadir gecesini ramazanın içinde gizlemiştir. Yani ramazanın kaçıncı gecesinin Kadir gecesi olduğu bilinmemektedir. Bunda sayısız hikmetler mevcuttur. Öncelikle bu geceyi ihya etmek isteyen kişi ramazanın her gecesini kadir bilip ona göre her geceyi ibadetle ve taatle geçirecektir. Atalarımızın “Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil” sözü bu gerçeği teslim etmektedir. Biz Müslümanlar da bu hikmetli sözün gereğini yerine getirmek için ramazan gecelerinin içini manevi feyiz ve bereketle dolduracağız.
Kadir gecesi her ne kadar ramazan ayının içinde gizlenmişse de bu gecenin ramazanın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bütün bunlara rağmen ülkemizde Kadir gecesi ramazanın yirmi altısını yirmi yedisine bağlayan gece olarak kabul edilir. Ramazanın son günleri yaklaştığında Kadir gecesinin heyecanı bütün hücrelerimizi sarar. Manevi açıdan Kadir gecesine hazırlanırız. Bu gecenin feyiz ve bereketinden azami derecede istifade etmek için planlamalar yaparız. O geceyi ibadetlere ayırırız.
Hadis kaynaklarında Allah Resulü’nün Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan’ın son on gününde itikâfa çekildiği ve hanımlarını da teşvik ettiği mevzuunda bilgiler yer almaktadır. İtikâf sözlükte bir şeye devam etmek, insanın kendisini bir yerde alıkoyması, bir yere kapanıp ibadetle meşgul olması anlamındadır. Dinimizdeki anlamı ise bir mescitte Allah’ın rızasını kazanmak için belli âdâb içerisinde bir müddet kalmaktır. İtikâfa girene ‘mu’tekif’ veya ‘âkif’ denir. Hz. Ayşe anamız Resulullah’ın ramazanın son günlerinde nasıl davrandığını şöyle rivayet etmiştir: “Ramazan’ın son on günü girince, Resulullah geceleri ibadetle geçirirdi. Ailesini de ibadet etmeleri için uyandırırdı. İbadet için diğer zamanlardan daha fazla gayret gösterirdi.”
Ashab-ı Kiram’dan Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (sav) ’le birlikte Ramazanın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Resulullah Efendimiz bir hutbe irad etti ve sonra şunu söyledi: “İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resulullah (sav) itikâf mahaline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescit o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.” (Buhârî, Fadlu Leyle-i-Kadr)
Daha evvel de belirttiğimiz gibi ayların sultanı olan Ramazan’a kadir kıymet kazandıran, Kur’ân’dır. Rivayetlere göre Kur’an bu ayda bir bütün olarak dünya semasına inmiştir. Daha sonra yine ramazan ayı içerisinde parça parça Resulullah’a gönderilmeye başlanmıştır. Bir kısım ayetler belli olaylara cevap olarak gelmiştir. Bu mübarek ayetler zor zamanlarda muhataplara cevap olsun diye Resul-i Ekrem’imizin imdadına yetişmiştir.
Kadir gecesine erişen Müslüman bu mübarek geceyi büyük bir bahtiyarlık ve kazanç olarak addetmelidir. Geceden sehere kadar ibadet ve dua etmeliyiz. Bu gecede özellikle inanarak ve samimiyetle yapılan dualar asla geri çevrilmez. Bu dualarla Allah arasında perde yoktur. Nefeslerimiz direkt Allah’a ulaşır. Her Müslüman dilinin döndüğünce bu vakitler içerisinde ümmetin saadeti ve barışı için dua edip yalvarmalıdır. Nitekim nasıl dua edeceğimize dair Hz. Ayşe anamızın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:
“Dedim ki, ‘Ya Resulullah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim? ’ Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”
Dünya denen bu mezrada çok sınırlı bir zaman kalacağız. Sonra asıl yurdumuz olan ebedi âleme göç edip gideceğiz. Orada büyük bir hesaba çekileceğiz. Herkes yaptığının karşılığını görecek. Kimse Allah’tan başka arka bulamayacaktır. Eğer burada alnımızın ak, göğsümüzün dik olmasını istiyorsak dünyadaki manevi fırsatları kaza etmeyelim. Çünkü fırsatlar her zaman kapımızı çalmaz; çalsa da biz evde olmayız. Ne olur manevi hayatımızın tanzimi için her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilelim. Bütün Müslümanların Kadir gecesini en derin duygularımla kutluyor, düşman çizmeleri altında inim inim inleyen Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşuna vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
FRANSA'NIN CEZAYİR SOYKIRIMI
M.NİHAT MALKOÇ
Ülkemizi kıskaca almak isteyenler, tarihi gerçekleri saptırarak başka türlü ve yanlı gösterme gayreti içerisindedirler. Bu anlamda ülkemizi Ermenilere soykırım uygulamakla suçlayanlar aynı teraneleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktadırlar. Hatta bazıları bu hususta Ermenilerden daha heveskâr davranmaktadırlar. Bunların başında pek çok Avrupa ülkesiyle birlikte şüphe yok ki Fransa gelmektedir.
Dilerseniz bu konuyla ilgili ayrıntılara girmeden evvel soykırımı tanımlayalım… Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.
Bazıları soykırımı tehcirle karıştırıyor. Oysa tehcir zorla göç ettirme demektir. Türklerin Ermenilere yaptığı tehcirdir. Bunun sebebi de Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklere ihanet etmeleridir. Bunun belgelerle ispatı defalarca yapılmıştır.
Soykırım dendiği zaman Nazilerin, Yahudilere ve diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel yok etme akla gelir. 1939-1945 yılları arasında 5-6 milyon Yahudi, üç milyondan fazla Sovyet savaş esiri, birer milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil halkı, 200.000 civarında Çingene ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. Bunlar planlı ve son derece çirkin cinayetlerdir. Soykırım dedikleri bu olsa gerek…
Almanların soykırımı var da onların yanı başındaki Fransızların yok mu? Olmaz mı? Fransızlar soykırımın alâsını Cezayirlilere yapmışlardır. Birleşmiş Milletler'in 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir. Fransızların Cezayirlilere yaptığı bu tanımlamaya uyuyor. Fakat Türklerin Ermenilere yaptığı, bu tanımlamayla örtüşmüyor.
Türklere karşı her fırsatta kin ve nefret kusan Fransa, son aldığı meclis kararıyla Ermeni soykırımını inkâr edenleri para ve hapis cezasıyla tehdit ediyor. Bu kararı alan Fransa'nın tarihine bakınca insanın 'bu perhiz bu ne lahana turşusu' diyeceği geliyor. Çünkü bizi suçlayan Fransa, bir zamanlar Cezayir topraklarını işgal ederek, bu topraklarda akla ve hayale gelmedik zulümler yapmıştır. Her fırsatta Türklerin Ermenileri katlettikleri iddiasını gündeme getiren Fransızların Cezayir'de yaptıkları katliamlar, asıl hangi milletin zalim ve katil olduğunu belgeleriyle gözler önüne seriyor. Fakat gözü kör, kulağı sağır ve şuuru kapalı olanlar hakikatleri görmekte zorlanıyorlar. Oysa gerçekler inkâr etmekle yok olmuyor.
Gizlenmek istenen ve hiçbir şekilde kabullenilmeyen bu toplu öldürmeler 1830 yılında Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle başlamış ve bu katliamlar 132 yıl boyunca en vahşi şekilde devam etmiştir. Bu döneme ait onlarca toplu mezar bulunmuştur. Cezayirlilerin bu zor zamanlarında ülkemiz onlara elinden geldiğince yardım etmiştir. Fakat her nedense Cezayir'in bağımsızlığıyla ilgili yapılan oylamada Türkiye çekimser oy kullanmıştır. Bu tutum Müslüman Cezayirlileri çok üzmüş, ümmet bilinci yara almıştır.
Fransa'nın Cezayir'e baskıları bu kadarla kalmamış, öldürmeler ve yıldırmalar 1945 yılında iyice çığırından çıkmıştır. Türkiye ise, Cezayir'in 1954-1962 yılları arasında Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği bağımsızlık savaşı sırasında Fransa'ya destek vermişti. Bu, millet olarak yüzümüzü kızartan bir duruştur.
Batıya sırtını yaslayanın batması mukadderdir. Çünkü Batı hiçbir zaman dostumuz olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Millet olarak Avrupa'ya ve ABD'ye verdiğimiz değerin ve emeğin yüzde birini Doğu milletlerine verseydik bugünkü konumda olmazdık. Müslüman âleminin lideri olurduk. Fakat bizler bunu anlamayacak kadar izan fakiriyiz.
Bağımsız bir devlet olmasına rağmen bugün Cezayir'de Fransa'nın kültürel izlerini bütün çıplaklığıyla görebilirsiniz. Öncelikle Cezayir'de Fransızca, Arapça'dan daha yaygın olarak konuşulmaktadır. Bu ülkede damak dadında bile Fransa'nın izleri vardır. Fransız mutfağı ülkeye egemendir. Bugün Cezayir sokaklarında dolaşsanız Paris'te olduğunuzu zannedersiniz. Bu benzerlik gelişmişlik açısından değil, kültürel açıdandır. Zaten üzücü olan da budur. Dilini ve kültürünü kaybedenlerin uşaklaşması mukadderdir. Nitekim öyle de olmuştur. Bundan millet olarak hepimizin ders alması gerekir.
Köklü ve medeni devlet geleneğine yakışmayan bütün bu tavırlarından sonra yine de Fransa'yı sağduyulu olmaya çağırıyoruz. Kraldan çok kralcı olmasınlar. Kendi kamburlarını görmezlikten gelip başkalarının selvi boyunu kambur göstermeye çalışmasınlar. Tarihi tarihçilere bıraksınlar. Mazlum milletlerin kaderini masa başında tayin etmesinler. Her ne kadar kabullenmeseler de Cezayir mezalimini biz değil, onlar yaptı. Unutmasınlar ki güneş balçıkla sıvanmaz. Boşuna kendilerini yormasınlar. Neticede su akar mecrasını bulur.
KIZILAY’IN YÜKSELİŞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin en köklü kurumlarından birisidir Kızılay…138 yıldan beri bu ülkenin muhtaç insanlarına hizmet veriyor. 11 Haziran 1868 tarihinde ‘Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti’ adıyla kurulan Kızılay, 1877’de ‘Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti’, 1923’te ‘Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti’,1935’te ‘Türkiye Kızılay Cemiyeti’ ve 1947’de ‘Türkiye Kızılay Derneği’ adını almıştır. Kuruluşa ‘Kızılay’ adını büyük önder Atatürk vermiştir. İlk Başkanı Dr. Makro Paşa’dan bugüne kadar onlarca başkan bu güzide kurumda görev yapmıştır. Zaman zaman büyük felâketler altında ezilmiş, kimi zaman da vazifesini alnının akıyla yerine getirmiştir.
Kızılay sosyal bir yardım kuruluşudur; savaş, deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalık gibi felakete uğrayanlara yardım eder. Depremden, selden, yangından zarar görenlerin yardımına koşar. Felakete uğrayanların barınmaları için çadır, battaniye, yiyecek, giyecek dağıtır. Yaralananların iyileşmeleri için geçici hastaneler kurar. Savaşta yaralanan askerlerin iyileşmeleri için çaba gösterir. Onlara her tür yardımda bulunur. Kızılay’ın sembolü, beyaz zemin üzerinde karşıdan bakarken sola doğru açık kırmızı ‘ay’dır. Yalnız Kızılay bayrağında ‘ay’ın açık yüzü bayrak direğinin tersine doğrudur.
Kızılay zor zamanların kurumudur. Onun için her zaman teyakkuzdadır. Her an olumsuz bir olay yaşanacakmışçasına hazırlıklıdır, öyle de olmalıdır. Ülke olarak zor ve tehlikeli bir coğrafyadayız. Doğal afetler ve savaşlar bu coğrafyanın adeta kaderi olmuştur. Bu millet çok sıkıntılar çekmiştir. Bu sıkıntılar sırasında Kızılay her zaman onların yanında ve yakınında olmuştur. Vatandaş bu kurumun sıcaklığını yanı başında hissetmiştir.
Kızılay’ın amacı; savaşta felakete uğrayanları koruyan 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleriyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin taraf bulunduğu uluslararası anlaşmaların kendisine yüklediği hizmetleri görmek, bunların yerine getirilmesine yardımcı olmak, barışta yurt içinde ve yurt dışında vukua gelen her türlü afet ve felâketlere karşı Tüzük dâhilinde üzerine düşen hizmetleri yerine getirmek, insaniyetçi hukuk ilkelerine bağlı kalmak, sağlık ve sosyal dayanışmayı desteklemek, sosyal refahın geliştirilmesine yardımcı olmak,
Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşlarla amaç ve işbirliği yapmaktır.
Türkiye’den daha yaşlı olan bu kurum, bu kutsal vazifeyi büyük bir titizlikle ve eksiksiz olarak devam ettirmektedir. Savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan askerlere hiçbir ayırım gözetmeden yardım etme arzusundan doğan Kızılay, taraf olduğumuz bütün savaşlarda bu doğrultuda çok başarılı hizmetler vermiştir. Cephe gerisinde kurduğu seyyar ve sabit hastaneler, hasta taşıma servisleri, donattığı hastane gemileri ve yetiştirdiği hemşireler ve gönüllü hastabakıcılar aracılığıyla savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan on binlerce Mehmetçik’in dost ve düşman askerinin bakım ve tedavisine yardımcı olmuş, Türk olsun, düşman olsun savaş esirlerine gereken insani yardımları yapmış, savaştan etkilenen sivil halkın bakımı ve korunması için çaba göstermiş, ülkemizde, sağlık ve sosyal yardım alanlarında birçok hizmete öncülük etmiş ve uluslararası insani yardım faaliyetlerine de katılmıştır. Bu çalışmaları bütün kesimler tarafından takdir edilen Kızılay’a gönüllü yardım kuruluşları ve vatandaşlar maddi ve manevi destekte bulunmuştur.
Bazılarının zannettiği gibi Kızılay sadece kan toplayan bir kurum değildir. Kan toplamanın yanında ihtiyaç sahiplerine gıda ve çadır yardımı da yapmaktadır. Kızılay deyince nedense aklımıza deprem gelmektedir. Çünkü Kızılay depremde zarar görenlerin, evlerini ve yakınlarını kaybedenlerin en samimi dostudur. Türkiye 27 Ağustos 1998 Depremi’nde çok büyük acılar yaşamış, bu zor günlerde yanında Kızılay’ın sıcak dost elini bulmuştur. Fakat o zamanlar Kızılay böyle büyük bir depreme hazırlıksız yakalandığı için çok aciz kalmış, eleştiri oklarına muhatap olmuştur. Fakat böyle büyük bir felâkette hangi kurum olsa aciz kalırdı. Depremin büyüklüğüyle birlikte o zamanlar Kızılay’ın idaresinde de ciddi yanlışlıklar göze batmaktaydı. Bugünkü Başkan Tekin Küçükali bu meseleleri çözmüş, her zaman hazır ve nazır bir Kızılay teşkilatı oluşturmuştur.
Türk Kızılay’ı sadece ülkemiz sınırları içerisindeki felaketlere müdahale etmiyor, bunun yanında Türkiye’nin darda kalmış dost ve müttefiklerine de elinden gelen yardımı yapıyor. Bunlar arasında Pakistan, Filistin, Bosna-Hersek Belarus, Bangladeş, Arnavutluk, Azerbaycan, Afganistan, Sudan, ABD, Endonezya, Srilanka, Lübnan…vb. gibi ülkeleri sayabiliriz. Bu yardımlar Türkiye’yle ilgili ülkeler arasında dostluk köprülerinin kurulmasına zemin hazırlamaktadır. İnsanı açıdan bakılınca bundan büyük kazanç yoktur.
Son yıllarda Türk Kızılayı büyük bir atılım içerisine girmiştir. Kızılay’ımız artık doğal afetlere karşı geçmişe göre daha hazırlıklıdır. Eski hatalardan dersler alınmıştır. Eleştiriler ehliyetli idareciler tarafından dikkate alınmış, bir dost tavsiyesi olarak görülmüş ve bunlardan faydalanılmıştır. Zaten akıllı yöneticiler eleştiriden gocunmaz, bunları ganimet bilir.
Son dönemde Kızılay Kurumu yurt dışında pek çok ülkede takdire şayan çalışmalar yapmakta, Müslüman Türk milletini dünya genelinde yüzünün akıyla temsil etmektedir. Bu güzel hizmetleri başarıyla organize eden hemşehrim Sürmeneli Tekin Küçükali’yi iflasın eşiğindeki bir kurumu alıp zirveye taşıdığı için yürekten kutluyorum. 138. yaş gününde Kızılay haftasını kutluyor, bu güzide kuruma uzun ömürler diliyorum.
FRANSA'NIN ANLADIĞI DİL: BOYKOT
M.NİHAT MALKOÇ
Durup dururken sözde Ermeni soykırımının inkârını suç sayan tasarıyı Türkiye'nin ve AB'nin tepkilerine rağmen kabul eden Fransa artık çok olmaya başladı. Fransızların sinsi Türk düşmanlığını bilmemize rağmen son aldıkları saçma sapan kararla bunu bu kadar aşikâr göstermelerine şaşırdık. Biz şaşırırken dünyanın medeni ülkeleri bu karara güldü. Herkes Fransa'yla dalga geçmeye başladı. Çünkü karar çok komikti. Alınan kararda fikir ve vicdan hürriyeti hiçe sayılıyor. Fransa bu kadarla da kalmıyor Ermeni soykırımını inkâr edenlere çok ağır bir para cezasını öngörüyor. Yıl 2006… Yer Fransa…Filmin türü komedi! ...
İlk bakışta Fransa'nın Ermeni hayranlığı hepimizi şaşırtıyor. Çünkü Ermenistan bile bu konuda Fransa kadar radikal kararlar almamıştır. Aslında Fransızların Ermenileri kayırma gibi bir dertleri yoktur. Onların asıl gayesi Türkiye'nin AB yolunu kapatmaktır. Fransa'nın Türkiye'ye karşı Osmanlı'dan gelen tarihi bir kini vardır. Bazı tarihi hakikatleri sindirmede güçlük çekmektedirler. Hele Türkiye'nin gelecekte AB'ye üye olmasına asla tahammül edemeyeceklerdir. Bu hususta her fırsatta ülkemizin önünü keseceklerdir. Milli duruşu ilke edinen bizler Fransa'nın bu tutumunu hazmedemesek de Batı'dan ilham alan besleme aydınlar bu küstahlığı rahatlıkla içlerine sindirebilmektedirler.
Ülkemizde özellikle tanzimatla başlayan Fransız tesiri bugüne kadar devam etmiştir. Bu etki azalsa da bugün hâlâ devam etmektedir. Galatasaray, Saint Joseph, Notre Dame de Sion, Saint Benoit Liseleri ve Galatasaray Üniversitesi ülkemizdeki Fransız menşeli okullardır. Bu okullar Fransız dilini ve kültürünü Türkçenin ve Türk kültürünün önüne geçirmenin mücadelesi içindedirler. Bu okullar nerden bakarsan misyonerlik faaliyetleri yürütmektedirler. Fransız din adamları tarafından kurulmuşlardır. Faaliyetleri şüpheler uyandırmaktadır. Bizce yeri ve zamanı gelmişken bu kurumların da boykot edilmesi gerekir. Benim ülkeme kuyu kazanın dilini de, okulunu da istemem. Varsın Fransa'nın dilinden ve mimsiz medeniyetinden mahrum kalalım. Fransızların yaptığı bu son densizlikten sonra bu okulların da kızağa çekilmesi gerekir. En azından bu okullara olan talebin azalması temennimizdir. Bu okulların Türk kültürüne hiçbir katkısı yoktur; hatta zararı vardır.
Bilindiği gibi Fransa'yla tarih boyunca diplomatik ve ekonomik ilişkilerimiz oldu. Onlar hep bizden koparmaya çalıştılar. Para, toprak, imtiyaz… Bizler de hep onların dümen suyunda gittik. Orta yolu bulma konusunda hiç taviz vermediler, bizden taviz beklediler. Bizler yumuşak başlı olduğumuz için hep geri adım attık. Tepkilerimizi sözden öteye götürmedik. Kuru kınama sözleri hiçbir zaman Fransa'yı geri adım atmaya zorlayamadı.
Bu sefer böyle olmamalı… Tepkimiz sözden öteye gitmeli… Fransızlar sözden anlamaz. Onların anladığı dil boykottur. Zira ülkemizde çok sayıda Fransız markası satılmaktadır. Bizler eğer ülkemizi seviyorsak bizi kıskaca almak isteyen ve her fırsatta yok etmeye çalışan Fransa'ya ekonomik ambargo uygulamalıyız. Ciddi olarak geri adım atıncaya kadar Fransız mallarını evimize, işyerimize sokmamalıyız. Paramızda bu hainleri beslememeliyiz. Bu kargaları besledikçe gözümüzü oyuyorlar. Gelin bu basiret körlüğüne son verelim. Hangi malın Fransızlara ait olduğunu bilmiyorsanız alın size liste… İşte Fransız ürünleri… Bu ürünlerden uzak durun. Türkiye'de yaygın olarak satılan Fransız ürünlerini sektörleriyle birlikte dikkatinize sunuyorum:
'Benzin: Total, Elf; Süpermarket: Carrefour, Gima, Dia Endi, ChampionSA; İnşaat: Ondulin Avrasya (Onduline -Bituline-Isoline) , Lafarge, Chryso, Weber Markem; Seyahat: Air France, Club Med; Tıraş Bıçağı: BIC; Çakmak: BIC, Cartier; Kırtasiye: BIC, Sheaffer; Yoğurt: Danone, Yoplait; Şişe Suyu: Perrier, Danone, Evian; Mutfak ve diğer ev eşyaları: Tefal; Oto Lastiği: Michelin, Uniroyal, Recamic; Oto Yedek Parça: Valeo; Otomobil: Renault, Peugeot, Citroen; Spor Ekipmanı: Le coq sportif; Motosiklet, Bisiklet: Peugeot; Giyim: Lacoste, Givenchy, Pierre Cardin, Yves Saint Laurent, Etam, René Derby, Sonia Rykiel, Cacharel, Daniel Hechter; Çanta: Longchamps, Lancel, Louis Vuitton; Şampuan: L'Oreal, Studio Line, Lancome; Saç ürünleri: L'Oreal, Studio Line, Garnier, Kerastase; Cilt Bakım ürünleri: Clarins, Guerlain, Avon, Avene; Bebek giyim, mama, oyuncak: Bledina, Mellin, Majorette, DPAM, Petit Bateau; Kozmetik: L'Oreal, La Roche Posay, Biotherm, Christian Dior, Clarins, Vichy; Parfüm: Chanel, Christian Dior, Clarins, Drakkar Noir, Fahrenheit, Lancome, Lavendar Harvest; Dergi: Marie Claire, Elle; Telekom: Alcatel; Sigorta: AXA, Güneş Sigorta, Başak Sigorta, Başak Emeklilik (Groupama International): Finans: Societe General Bankası, TEB (Türk Ekonomi Bankası): İlaç firmaları: Sanofi …'
Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Özgürlük, eşitlik ve demokrasinin anavatanı olmakla övünen Fransa'nın siyasi ve ideolojik bir yaklaşımla ifade özgürlüğünü kısıtlaması ve tarihe müdahale etmeye kalkışması demokrasiye vurulmuş bir darbedir. Gerçi bizler Fransızların bu ikiyüzlülüğüne tarihten bu yana alışığız. Bunlar bizim için sürpriz değil.
Bizler haklı tepkimizi koyarsak ve bunda kararlı olursak onlar da bu çeşit küstahlıkları yapmaya bir daha cesaret edemezler. Fransız'ın lafa karnı toktur. En doğru eylem boykottur. Zira Fransız ekonomisi bugünlerde hiç de iyi bir dönem geçirmiyor. Milletçe boykotumuzda kararlı olalım. Fransız malları ucuz ve kaliteli olsa da almayalım. Bu tepkinin bir vatandaşlık görevi olduğunu unutmayalım. Ülke olarak Fransız mallarını topyekûn boykot edersek onlar da bu tarz densizliklere bir daha kalkışamazlar.
DUA MÜMİNİN SİLAHIDIR
M.NİHAT MALKOÇ
Dua Allah’a yalvarma, yakarış demektir. ‘Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek’ anlamlarına gelen dua, yüce kitabımız Kuran’a göre ‘insanın içten bir kalp ile Allah’a yönelmesi, O’na muhtaç bir varlık olduğunun şuuru ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah’tan yardım talebinde bulunmasıdır. Kul özellikle darda kaldığı zaman Rabbine sığınır, ondan ister. Çünkü yaratan, besleyen ve koruyan ancak O’dur. İslam dini isteme hususunda Allah ile kul arasına üçüncü bir kişinin girmesine asla müsaade etmez. Bu yaklaşım yüce dinimizin kolaylıklarından birisidir. Bu da gösteriyor ki Yüce Allah kullarını her zaman görüyor, işitiyor; kimliği, makamı, mevkisi ne olursa olsun muhatap kabul ediyor. Sevgi, şefkat, hoşgörü ve merhamet dini dediğin ancak böyle olur.
Dua zaman ve mekân sınırlarını aşmanın bir başka ifadesidir. Dua ibadetin özü, inanan insanların her an hakka yönelen sözüdür, yakarışıdır. Kulun, kendisini yaratan Rabbine maruzatıdır. Beş vakit namazdan sonra açılan ellerimiz ve söyleyen dillerimiz aslında Allah’a muhtaç olduğumuzu ve onun sonsuz kudret sahibi olduğunu beyan eder. Güçsüzün güçlüye ilticası ve onun Rabbaniyetine boyun eğmesi, onun şefkat ve cömertlik ikliminde soluklanması… Duanın bir başka manası da bu olsa gerek…
Yüce Rabbimiz kendisinden istememizi, el açıp yalvarmamızı murat ediyor. Kulun helal dairesinde olan nimetleri istemesi onu mutlu ediyor. Çünkü o isteyene vermekten hoşlanıyor. Yeter ki üslubunca istemesini bilelim. Öncelikle alnımızdan ter akıtalım. İstemeden evvel fert olarak yapılması gerekenleri yapalım. Dualarımızda samimi olalım. Rabbimiz, Habibi Hz. Muhammed(sav) ’e şöyle sesleniyor: “De ki: Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? ”(Furkan 25/77) . Demek ki bizi kıymetli kılan dualarımızdır.
Dualarımızın kabul ve muteber olması için duadan önce iyi iş yapmak, temiz olmak, abdestli olmak, dua başında Allah’a hamdetmek, kıbleye yönelmek, Resullullah’a salâvat getirmek, elleri açıp yalvarmak, sükûn içinde, boynu bükük, mütevazı olmak, kalben korku içinde olmak, alçak sesle ve gizlice dua etmek, Resulullahtan intikal eden, Kuran’da geçen dualarla niyaz etmek, Resulü ve salih kulları vesile etmek, dua ederken kalbinden ne geliyorsa o şekilde dua etmek, kalbi başka düşünceden temizlemek, herkese dua etmek ve sözlerini üç defa tekrarlamak, duanın kabulünün ümidi içinde olmak, kötü dilekte bulunmamak ve salâvat getirmek gerekir. Böyle davranmak duanın kabulünü hızlandırır.
Dua müminin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, gülen yüzü, helale koşan ayağı, Hakk’a yönelen kalbi, zikreden dili ve fikreden beynidir. Cennet kapıları ancak duayla ve besmeleyle açılır. Cehennem kapılarını sadece dualı diller ve helale uzanan eller kapatabilir. Dua açan gülümüz, seherde esen yelimiz, Hakk’a teslim olan ve onun adıyla titreyen kalbimizdir. Gönül bahçelerimiz onunla yeşerir. Hayat onunla anlamını bulur. O ki içimizdeki karanlıkları aydınlatır, yanan kalpleri serinletir. Fırtınanın tipiye dönüştüğü ve kurtuluşun, imkânın sınırlarını zorladığı demlerde tutacağımız yegâne dal duadır.
Dua kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o… Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahtır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.
Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Allah içimizden geçenleri bilir. Madem öyle niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir. Onun için, duada sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak işte öyle de Allah’la olan bağımızı duayla güçlü ve sağlam kılarız.
Dua kulun aczinin fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.
Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.
Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlullâh! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum! ’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben: ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et! ..’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.
Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… “Dua, ibadetin beynidir.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez? Nasıl dua edileceğini bilmeyenler Peygamber Efendimizin ettiği duaları aynen söyleyebilirler. Peygamberimizin ettiği dualardan bazılarını dikkatinize sunmak istiyorum:
“Ya Rabbi, Sana ve Resulüne itaat etmemizi ve bildirdiklerinle amel etmemizi nasip eyle! ...Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım….Ya Rabbi, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün iyilikleri ver, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün kötülüklerden de koru! ...Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru! ...Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle! ...Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle! ...Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım! ...Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle! ...Bedenime, kulağıma, gözüme sıhhat ver! Küfürden, fakirlik ve kabir azabından sana sığınırım…Ya Rabbi, kusurlarımızı ört, korkulardan emin kıl ve borçlarımızı ödememizi nasip et! ...Ya Rabbi, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak ver! Kaza ve kaderine rıza gösterenlerden eyle! ...Ya Rabbi, gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan, kötü arkadaştan ve kötü komşudan sana sığınırım….Ya Rabbi, ölünceye kadar ibadet etmemizi, ömrümüzün hayırlı amellerle sona ermesini nasip et ve Cennetini ihsan eyle! ...Ya Rabbi, zulmetmekten, zulme uğramaktan sana sığınırım….Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru! ...”
Allah kulundan dua istiyor. Dua Allah ile kul arasındaki manevi rabıtadır. Dua bağıyla Yaratana bağlananlar asla gevşeklik gösteremezler. Onlar Rablerinin, dualarına ses vereceğini bilirler. Dualarının Allah’a ulaşacağından şüphe duymazlar. Yalnız ona dayanırlar, yalnız ondan isterler. Çünkü mülkün gerçek sahibi O’dur. Bununla ilgili olarak Allahü Teala sevgili Peygamberine hitaben şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammet!) kullarım sana, benden sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara pek yakınım. Bana dua edenin duasını dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm.”(Bakara 2/186)
Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı; duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?
Bazıları dualarının kabul olmadığını söylerler. Bu nerden bakarsan hoş bir ifade değildir. Bu, farkında olmadan Allah’tan şikâyetçi olmaktır. Şartlarına uygun yapılırsa dua kabul olur. Duanın en mühim şartı Müslüman olmaktır. Helâl yiyenin duası makbuldür. Hadis-i şerifte, “Duanın kabul olması için, iki şey lâzımdır: Birincisi, kişi duayı ihlâs ile yapmalıdır. İkincisi, yedikleri ve giydikleri helâl olmalıdır.” diye buyrulmaktadır.
Günahkârın duasının kabul edilip edilmeyeceği hep tartışılagelmiştir. Dünyada günahkâr olmayan kul varsa da, sayıları azdır. Kul günah işlemeye meyillidir. Mühim olan bile bile günah işlememektir. Allah günah işleyip istiğfar eden kulunu sever. Günahkâr müslümanın duası, kabule şayan değilse de, bilinmelidir ki Allah, dua edenin elini boş çevirmez. Dua sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir bela önlenir, ya mevcut bir bela kalkar yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur. Yeter ki kul işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duysun, bundan sonra günah işlememek için gayrete gelsin. Zira Resul-i Ekrem Efendimiz: “Allahü Teala, duanızı kabul eder. Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı diye acele etmeyiniz! Allah’tan çok isteyiniz! Çünkü kerem sahibinden istiyorsunuz” diye buyurarak tavrımızın ne olması gerektiğini beyan etmektedir. Fakat bizler aceleci davranıp peşin istiyoruz. Bu da hatalar zincirinin ilk halkasını teşkil ediyor.
Bir rivayete göre Hazret-i Musa, Tûr Dağı’na giderken, yolda, namaz kılıp Hakk’a ağlayıp duâ eden bir zâta rastlamış. Musa Aleyhisselâm, münacatında bu kimsenin affı için Cenab-ı Hakk’a niyaz ettiğinde, Cenâb-ı Hak’tan nida gelip, ‘Ya Musa! Ben o zatın namazını ve duasını kabul etmem. Zira üstüne giymiş olduğu elbisenin bedelinde haram para vardır! ’ buyurmuştur. Bu hadise duaların Allah katında kabulü için helal yemenin ve helal kazancın ehemmiyetini göstermektedir. Dualarımız geri çevriliyorsa bu hususta kendimizi yoklamalıyız. Zira bir hadis-i şerifte, ‘Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder, edilen duayı kabul eder’ buyrulmuştur.
Dua kula manevi güç verir. Onun dayanacağı bir güç, tutunacağı bir dal olduğunu bilmesi korkularını ve umutsuzluklarını bertaraf eder. Bundan yola çıkarak bazı hastalıkların duayla iyileştiği sonucuna varılmıştır. Zira pek çok hastalığın esas nedeni psikolojiktir. Kişi güçlü olunca hastalıkları da kolayca yenebilmektedir. Allah gibi bir dostu ve sonsuz gücü yanında hisseden kişi elbette çok daha umutlu ve diri olacaktır.
Duanın hastalıkların iyileşme sürecine katkıda bulunup bulunmayacağı konusu Batılı bilim adamları tarafından bile araştırılmıştır. Mind/Body Medicam Enstitüsü’nün kurucusu Dr. Herbert Benson tarafından 10 yıl boyunca devam eden ve 1800 kişinin katıldığı bir araştırma, bu alanda şimdiye kadarki en geçerli sonuçların elde edildiği araştırma olarak nitelendirilmektedir. ABD'de federal hükümetin 2,3 milyon dolar fon ayırdığı araştırmalarla ulaşılan sonuç, dua ve hastalıkların iyileşmesi arasında birebir bağlantı olduğudur. Bu ilmî bir araştırmadır. Dolayısıyla bu neticeyi iyi okuyup yorumlamak gerekir. Bu araştırmanın Müslüman bilim adamları tarafından yapılmış olmasını ne kadar çok isterdim. Fakat duanın tesirini bile Batılılar ve Amerikalılar araştırıp bizlere sunuyor. Müslümanlar tevekkül edip çalışmayı erteleyedursun,bakalım sonumuz ne olacak! ....
Duanın iyileşme sürecindeki tesirini araştıran bilim adamları dua eden ve Allah’a dayanan kişilerin daha kısa zamanda iyileştiği sonucuna varmışlardır. Şimdi biz böyle konuşunca bazıları yine sözlerimizi suiistimal edecektir. İlmî inkâr ettiğimizi söyleyecektir. Hayır, kimsenin ilmi inkâr ettiği filan yok. Aksine İslam dünyasında en çok gelişen bilim sahalarından birisi de tıptır. Biruni, Farabi, İbni Sina gibi isimler bu alanda köklü çalışmalar yapmış ve kaynak teşkil etmiş müslümanlardır.
Duanın hastalıkların iyileşmesindeki ehemmiyeti bazı kesimler tarafından çağdaş bulunmasa da bugünkü bilim bunu ispat ediyor. Zaten bu konuda mühim olan inançtır, güvendir, telkindir. İnanmayan kişinin dua etmesi de, duadan medet umması da abestir. Çünkü duayla inanç, yapışık ikizler gibidir. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Yüce Allah bir ayette duaya şöyle dikkat çekmektedir: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir) ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin, 40/60) .
Böyle diyen bir Allah nasıl olur da hastalıklarla savaşan inançlı bir kuluna yardım etmez, ‘Şafi’ sıfatını onun üzerinde tecelli ettirmez? Elbette Allah hastalıklarla cedelleşen kulunun sesine ses verecektir. Şayet iyileşme olmasa bilinmelidir ki bu da bir imtihan sırrıdır. Şükreden kul, çektiği acıların mükâfatını kat kat görecektir. Mükâfata en çok ihtiyaç duyduğumuz yer şüphesiz ki ahiret yurdudur.
Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Onun için çektiklerimiz kötülüğümüzden değil, imtihan sırrındandır. Öyle olmasaydı en büyük zorlukları peygamberler yaşamazdı. Allah dünyayı yüzü suyu hürmetine yarattığı Hz. Muhammed(sav) ’e bile imtihan sırrının gereği olarak bazı acıları tattırmıştır. Hz. Eyüp, Hz. Yunus, Hz. Zekeriya gibi peygamberlerin başına gelenler hangi kulun başına gelmiştir?
Musibetlerle karşılaşanlar kendilerini diri tutmalı ve Allah’a dayanmalıdır. Dua zırhıyla zırhlanmalıdır. Bu zırhı giyinenlere hiçbir belâ tesir edemez. Başlarına belalar gelen Peygamberler her zaman dua etmiş, şükürlerinde hiçbir noksanlık olmamıştır. Aksine Allah’a daha bir sevgiyle ve güvenle bağlanmışlardır. Yüce Allah kendilerine değişik belalar gönderdiği Peygamberlerle ve onların dualarıyla ilgili olarak Kuran’da şöyle buyuruyor:
“Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımız’dan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik.” (Enbiya, 21/83–84)
“Balık sahibi (Yunus’u da): hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka İlah yoktur, Sen Yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız. (Enbiya, 21/87–88)
“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiya, 21/89–90)
“Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.” (Saffat, 37/75)
Dua etmek için her zaman ve zemin müsaittir. Kişinin sadece namaz sonunda dua etmesi şart değildir. Kişi her fırsatta dua etmelidir. İnsanlar genellikle darda kaldıkları zaman dua ederler. Bu doğru değildir. Rahat günlerimizde de Allah’a yönelmeli, ondan istemeliyiz. İstemek derken aklımıza hep maddi varlıklar gelmemelidir. İmanlı ölmeyi, Allah’a yakın kul olmayı, islama hizmet etmeyi, dürüst ve muttaki bir kul olmayı istemek en güzel dileklerdir. Duada işi maddi menfaate dökmek samimiyet noksanlığına işarettir.
Dua her zamanda ve zeminde yapılsa da duanın makbul olduğu zaman dilimleri de vardır. Seher vakti bu zaman dilimlerinden birisidir. Seher vakti, gecenin son altıda biridir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Allahü Teala, seher vakti, ‘İstiğfar eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duasını kabul edeyim’ buyurur.”
Mübarek gün ve gecelerde dua etmek çok makbuldür. Hadis-i şeriflerde buyruluyor ki: “Şu beş gecede yapılan dua reddedilmez: Regaib gecesi, Şaban’ın 15. (Berat) gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.”… Bunlarla beraber “Cuma günlerinde bir an vardır ki, o anda edilen dua reddolmaz.”… “Oruçlunun duası reddedilmez “… “Kulun Rabbine en yakın hali, namazda secdede ikendir. Secdede çok dua edin. Bu dua kabul olur.”… “Ana babanın evladına duası, yolcunun, misafirin ve mazlumun duası makbuldür.”…“Kur’an’ı hatmedenin duası kabul olur.” Tabii ki bunları daha da çoğaltabiliriz. Duada esas olan halis niyettir. Bilinmesi ve dikkat edilmesi gereken budur.
Dua hayatımızın olmazsa olmazlarındandır. Kul hiçbir zaman duayı ihmal etmemelidir. Duayı ihmal etmek Allah’ı unutmaya sebep olabilir. Hayatın yansıması olan şiir duayı da içine almıştır. Edebiyatımızda pek çok şair, dua şiirleri yazmıştır. Divan şiirinde yazılan münacatlar dua şiirlerinin en kıymetlileridir. Övgü şiirleri olan kasidelerin dua bölümleri vardır. Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç gibi şairler en güzel dua şiirlerini yazmışlardır. Bunlardan Arif Nihat Asya’nın güzel bir dua şiirini ilgi ve dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“ Biz, kısık sesleriz... minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allah’ım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allah’ım!
Mahyasızdır minareler... göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah’ım! ”
Kul duada ısrar etmelidir. Fakat neticesini acele beklememelidir. Bunun yanında müslümanın müslümana gıyaben duası çok muteberdir. Müminler dua hususunda bencil olmamalıdır. Kendisi ve yakın çevresi için istediklerini bütün Müslümanlar için de istemelidir. Çünkü Müslümanlar kardeştir. Allah katında din bağından kaynaklanan kardeşlik, kan bağıyla olan kardeşlikten daha evlâdır. İman kardeşliği her şeyin üstündedir. Müslüman kendisi için istemediğini mümin kardeşi için de istememelidir. Öte yandan kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemelidir. Duaların içeriği bu doğrultuda olmalıdır.
Dua ruhumuzun karardığı demlerde nur coğrafyasında soluklanmadır. Dua ümitsizliklere ümit, dertlere tesellidir. Kuşkuları inanca, karanlığı aydınlığa, üzüntüleri sevince tebdil eder. Pörsüyen tenimize can, körelen gözlerinize fer, çirkinliklere örtü, inanan kalplerde iman ve mağfirettir dua… Günahlarla kirlenen kalplerimizin cilasıdır dua… Rahmettir, ihsandır, berekettir, şefkattir, merhamettir, lütuftur, servettir, manevi huzurdur…
Ruhumuz buhranlar anaforunda çalkalandığında mübarek dualar içimizi serinletir. Onlar lafızların en güzelidir. İç sıkıntılarımızın ilacıdır. Pespaye duygular nefsimizle elele verip imanımıza tuzaklar kurduğunda dualara sığınırız. Mücadele gücümüzü onlardan alırız. Korkularımız dua ikliminde erir; ümitlerimiz onunla beslenir. Benlik ve bencilik duvarlarını dua merdiveniyle aşarız. Uzaklıklar onunla bertaraf olur. Zaman ve mekân dualarla kalkar ortadan… Dua kalın perdelerin arkasını gösteren şeffaf bir tüldür. Aczin itirafıdır aynı zamanda… Kısacası dua hayatımız kuşatan ve gecelerimizi aydınlatan ışıktır.
FRANSIZ’A FRANSIZ KALMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Tarih boyunca ne çektiysek Fransızlardan çektik. Medeniyetin beşiği olarak gösterilen Fransa, tarih boyunca Osmanlı Devleti’ne onca zorluk çıkardı. Hatta Osmanlı’nın çöküşüne zemin hazırlayan da Fransız İhtilali’dir. Bu ihtilal milliyetçilik akımlarının yayılmasını beraberinde getirdi. Böylelikle çok milliyetli olan Osmanlı’da bölünmeler başladı.
Geçenlerde Fransa Meclisi Genel Kurulu yapacağını yaptı; Sosyalist Parti’nin sunduğu ‘Ermeni soykırımı’nı inkârın suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etti. Teklif, soykırımı inkâr edenler hakkında bir yıl hapis ve 45 bin euroya kadar para cezası öngörüyor. Görüldüğü gibi bu çirkin tasarının akılla, mantıkla ve medeniyetle bağdaşır tarafı yoktur. Voltier’in, Russo’nun ve Mostesque’nun çocuklarının bu hale düştüğünü görmek bizi şaşırtıyor, hatta utandırıyor. Bu çağda bu mantık! ... Bu geriye gidiş değil de nedir?
Fransa’da Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa teklifi, Türkiye’de iktidardan muhalefete; gazeteci, yazar ve yayıncılara kadar geniş bir kesimi haklı bir biçimde ayağa kaldırdı. Her zaman olduğu gibi yine milli bir konuda ortak paydada buluştuk. Bu duruş, necip milletimizin bir meziyetidir. Tasarıyla ilgili ortak görüş, ifade özgürlüğünün bu yasa ile darbe alacak olmasıdır.
Nasıl olur da kişilere inanmadıkları şeyi kanun zoruyla dayatırsınız? Hatta kabul etmezlerse bir yıl hapis cezası verirsiniz. Yetmedi, 45 bin euro para cezasıyla cezalandırırsınız. Ortaçağda mı yaşıyorsunuz siz? Hani sizin sosyal demokratlığınız? Hani demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti? ...Güldürmeyin insanı Allah aşkına! ...Komik, hatta çok komik oluyorsunuz. Saçma sapan esprilerle de olsa dünyayı güldürüyorsunuz. Fakat güldürürken tavrınızdaki ciddiyetten ödün vermiyorsunuz.
Görünen o ki Fransa, sırtındaki Cezayir kamburunu görmezlikten gelip Ermenilerin sözcülüğünü yapıyor. Ermenilerden daha Ermenici kimliğine bürünüyor. Aslında bu Fransa’nın değil, Fransa’daki Ermeni lobilerinin çirkefliklerinin neticesidir. Bilindiği gibi Cezayir Soykırımında Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir. Fransa, Cezayir’de sadece insanlara karşı değil, insanların kimliklerine ve kültürlerine karşı da bir soykırım uygulamıştır. Bugün Cezayir’de Fransız soykırımının izleri hâlâ belirgin olarak görülebilmektedir.
Cezayir resmi kaynaklarına göre soykırımın asıl başladığı tarih Setif Katliamı’dır. Bu katliamda kırk beş bin sivil gösterici Fransız askerler tarafından katledilmiştir. Bu ne demektir? Bir ülkeye destur almadan giriyorsunuz ve önünüze geleni kırıp geçiriyorsunuz. Sonra da develiğinizi unutup başkalarının eğrilerini arıyorsunuz.
Fransa’nın Cezayir’de yaptığı işkence ve katliamlar tüm canlılığıyla hâla hafızalardadır. Durum bundan ibaretken bugünkü Fransa, soykırım bir yana, olaylardaki sorumluluğunu dahi kabul etmiş değildir. Paris hükümetine göre tüm bu olaylar tarihçilere bırakılmalıdır. Kendilerine gelince işi tarihçilere havale ederken bizim hesabımızı siyaset arenasında yargısız infaz yaparak görüyorlar. Budur Fransa’nın gerçek yüzü…
Fransa’nın bugünlerde yaptığı şey, kendisi gibi soykırım suçluları bulup bu yolda yalnız olmadığını göstermektir. Yani kabul etmeseler de demek istiyorlar ki ‘Sadece biz soykırım yapmadık, Türkiye de yaptı.’ Fakat kendilerine gelince tarihi tarihçilere bırakmak gerektiğini ifade eden Fransa, bize gelince Ermenilerin avukatlığına soyunuyor, tarihi tarihçilere bırakmıyor. Bu tavır çifte standart değil de nedir? Onların bu yaklaşımı tarihi kinlerinin tezahürüdür. Fransızlar hâlâ Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’yi hazmedemiyorlar.
Fransızlar garip insanlar… Ben onların yerinde olsam ‘soykırım’ kelimesini sözlüklere bile sokmazdım. Çünkü olur ya bu sözcük Cezayir’de yapılanları hatırlatır. Bugün Cezayir’deki ‘İstiklal Müzesi’nde bir ‘Soykırım’ bölümü vardır; burada sömürgecilik dönemi sergilenir. Aynı müzede Cezayir çölünde Fransa atom denemesi yaparken Cezayirlileri kobay olarak kullandığını gösteren bir yağlıboya tablo vardır. Bunları söz konusu müzeyi gezenler bilir. Bu belgeler ve bilgiler nedense dünya gündeminden uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Dünyanın kültür atlası olan Fransa’da ifade özgürlüğünü, demokrasiyi, katılımcılığı barış ve dostluğu hiçe sayacak tarihi gerçeklerden ve temellerden yoksun bir yasa tasarısı inatla ve ısrarla hayata geçirilmeye çalışmakta, bununla medeniyetler arasına nifak sokulmaktadır. Oysa yüzyılımızın medeniyetler ittifakının tesisine ihtiyacı var. Ayrılık tohumları ekenler kin ve nefret biçecektir. Bilinmelidir ki bu yanlı ve çirkin karara Türkiye’deki Ermeniler de sıcak bakmıyor. Çünkü bizim devlet olarak Ermenistan’la sıkıntılarımız olsa da fert ölçeğinde Türkiye’deki Ermenilerle meselemiz yoktur. Onlarla tarihi ve kültürel bağlarımız vardır. Onlar da diğer insanlar gibi bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdırlar. Fakat bu gibi tasarılar bu dostluğu bozuyor. Daha doğrusu güven duygusunu zedeliyor, zihinleri bulandırıyor. Fransa’nın gayesi de Türk-Ermeni ilişkilerini germek ve puslu havada avlanmaktır. Onların bu çirkin emellerine fırsat vermeyelim.
Durum bu iken bizler ne yapabiliriz? Ülkemizde yüzlerce Fransız malı satılmaktadır. Bu ülkeden otomotivden tekstile, gıdadan kozmetiğe kadar yüzlerce kalem mal ithal edilmektedir. Fransızlar sözden anlamazlar. Onlar ekonominin dilinden anlarlar. Paramızla bu küstah milleti semirtmeyelim. Fransız mallarını almayalım. Bu konuda duyarsız olmayalım. Fransızlara Fransız kalmayalım. Ta ki hatalarını anlayıp özür dileyinceye kadar…
TRABZON'UN ZOR GÜNLERİ YAHUT UFUKTA BELİREN GÜNEŞ
M.NİHAT MALKOÇ
Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması çok önemli bir tarihi dönemeçtir. 1071'de başlayan bu süreç iğneyle kuyu kazarcasına zor ve külfetli olmuştur. Fakat bu süreç başarıyla tamamlanmasaydı Anadolu bugünkü konumda bulunmazdı. Bizler bu toprakların sakini olamazdık. Sesimiz ya çıkmaz, ya da kısık çıkardı. Trabzon'un fethi bu toprakların İslamlaşmasında çok mühim bir merhaledir. Bu topraklar dile gelse fetih öncesi, fetih sırası ve fetih sonrasını anlatsa kim bilir neler söylerler…
'Fetih' in kelime anlamı 'açmak' demektir. Fetihle kurtuluş farklı kavramlardır. Fetih bir millete ait olmayan bir toprağın o milletin eline geçmesidir. Kurtuluş ise bir ülkenin topraklarının işgale uğradıktan sonra tekrar eski sahiplerine dönmesidir. Onun için Trabzon öncelikle Bizans'ın elinden alınarak fethedilmiştir. Daha sonra Rusların geçmiş, sonra da 24 Şubat'ta kurtarılarak eski sahipleri olan Türklere kazandırılmıştır.
26 Ekim Trabzon'un Bizans'tan kurtarılarak Fatih Sultan Mehmet tarafından Türklerin eline geçirildiği tarihtir. Fetihten evvel Trabzon'da Çepni Türkleri de yaşıyordu. Yani bu topraklar Bizans'ın elindeyken bile buralarda Türkler vardı. Çepniler Oğuz boyundandı. Çepniler Karadeniz kıyılarının fethinde de mühim roller oynamışlardır.
Rum tekfurları Osmanlı'ya karşı sürekli kuyu kazıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet bunun farkındaydı. Fakat uygun zaman kolluyordu. Trabzon'u fethetmek ve Bizans'ın Anadolu'daki son kalıntılarını temizlemek istiyordu. Osmanlı'da Fatih'ten önce Trabzon'u almaya çalışanlar olmuşsa da muvaffak olamamışlardır. Bizans'ın Osmanlı aleyhtarlığı artınca taarruzdan başka çare kalmamıştır. İkinci Mehmet devletin başına gelince fethedeceği yerlere Trabzon'u da katmış ve bu uğurda gayretlerini artırmıştır. Önce Amasra'yı, sonra Kastamonu ve Sinop'u almıştır. Sıra Trabzon'a gelmiştir. Bununla ilgili olarak veziri Hünkâr Mahmut Paşa'ya şöyle söylemiştir:
'Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyulhisar'dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon'u bir cünüb kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez.'(Kitab-ı Cihannüma-Neşrî)
Fatih Trabzon'a varmadan Koyulhisar'ı almış, Erzincan üzerinden Kelkit'e gelmiş, burada ordusunu ikiye ayırarak kendisi doğudan, veziri Mahmut Paşa batıdan Trabzon'a hareket etmiştir. Ordusunu farklı güzergâhlardan Trabzon üzerine salmıştır. Böyle bir planı aklından geçirmeyen Trabzon tekfuru gafil avlanmıştır. Sultan Fatih planını uygularken bu bölgeyi çok iyi tanıyan Çepni Türklerinden faydalanmıştır.
Trabzon'un fethinin 1461'de gerçekleştiğinde şüphe yoktur. Fakat fetih günü konusunda farklı düşünceler vardır. Pek çok tarihçi fetih gününü zikretmemektedir. Sadece İsmail Hakkı Uzunçarşılı fetih tarihini 26 Ekim 1461 olarak göstermektedir. O da bu hususta W. Miller'i kaynak göstermiştir. Bununla beraber fetih tarihini 15 Ağustos olarak verenler de az değildir. Bu hususta tarihçiler görüş birliğine varamamıştır, bu durum çok da mühim değildir. Mühim olan Trabzon'un İslam beldesi yapılmasıdır.
Fetihten sonra tekfura ve ailesine zarar verilmemiş, kendileri İstanbul'a gönderilmiştir. Fetihten sonra Trabzon'un yerli ahalisinin ileri gelenleri imparator David ile İstanbul'a götürülmüş, bir kısmı da şehirden kendiliğinden ayrılmıştır. Bu yüzden şehirde pek az nüfus kalmıştır. Fakat hiçbirine baskı ve zulüm yapılmamıştır. Şehirde kalmalarına engel olabilecek bir tutum takınılmamıştır. Bu da Osmanlı'nın hoşgörüsünü ve Müslümanların şefkatini göstermesi açısından mühim bir örnektir. Osmanlıyı ve Müslümanları değerlendirirken insaf ölçülerini kaçıranların bunları dikkate alması makul hareket tarzıdır.
Fatih Trabzon'un fethini toprak kazanmak, sınırlarını genişletmek gayesiyle düşünmemiş, bir cihat şuuru içerisinde gerçekleştirmiştir. Allah'ın adını cümle âleme duyurmak ve insanlara islamı tebliğ etmek asıl gayesiydi. Onlar İslam için yaşayan ve bu dinin neferi olan mümtaz insanlardı. Trabzon İmparatorunun kızıyla evlenen Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun Fatih'i Trabzon'un fethinden vazgeçirmek için 'Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür? ' diye sorunca Sultan Fatih ona şu anlamlı cevabı vermiştir: 'Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.'
Trabzon'un o zor günleri çok gerilerde kaldı. Artık ufkumuz karanlık değil. Ufuklarda beliren güneş içimizi ısıtıyor, umutlarımızı filizlendiriyor. Yarına dair endişelerimiz yerini umutlara bırakmış. Bu şehir artık taşıyla toprağıyla Müslüman Türk'ün bir parçası olduğunu haykırıyor. Artık karanlık bulutlar geri dönmemek üzere kayboldu göğümüzden...
Trabzon'umuzun fethinden bugüne 445 yıl geçti. Bir ara Rus işgali yaşandıysa da bu esaret kısa süreli oldu. O gün bugündür bu topraklar Türk-İslam kültürünün bayraktarlığını yapıyor. Trabzon bizimdir ve ilelebet bizim kalacaktır. Bu şehir bizim varlık sebebimizdir. Onu koruyup kollamak her Trabzonlunun asil vazifesidir. Fethin 545. yıldönümü kutlu olsun.
83. YILINDA CUMHURİYET VE GELECEĞİMİZ
M.NİHAT MALKOÇ
Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesi olarak ifade edilir. Aslında bu cumhuriyetin değil, demokrasinin tanımıdır. Oysa demokrasiyle cumhuriyet birebir aynı şeyler değildir. Cumhuriyet milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimidir. Anayasamızın birinci maddesine göre ‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.’ Bu madde değiştirilemez.
Cumhuriyet olmasına rağmen demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Demek ki cumhuriyet demokrasiyi çağrıştırsa da pek çok cumhuriyet idaresindeki uygulamalar hiç de bu doğrultuda değil. Bugün dünyadaki antidemokratik devletlerin çoğunun cumhuriyet yönetim biçimiyle idare edildiğini düşünürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Kendisine bağlı olan onlarca devleti sömüren eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Hatta Irak ve İran da cumhuriyetle yönetilir. Bu örnekler bazı ülkelerde cumhuriyetin içinin boşaltıldığını gösterir.
Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi ülkelerin demokrat olmadıklarını söyleyebilir misiniz? Aksine bu ülkeler demokrasinin gelişip serpildiği devletlerdir. Fakat bunların yönetim biçimi monarşidir. Okul sıralarında bize monarşiyle demokrasinin zıt kavramlar olduğu öğretildi hep… Monarşiyle yönetilen ülkelerde demokrasiden bahsedilemeyeceği bilinçaltımıza yerleştirildi. Demek ki her cumhuriyet demokrat olmadığı gibi her monarşi de anti demokrat değildir. Mühim olan idareler değil, idarecilerdir.
Ülkemizin bir cumhuriyet olduğu Anayasa’yla teminat altına alınmıştır. Atatürk, kendisinin de içinden çıktığı bu milleti çok iyi bildiği ve tanıdığı için onların ruhuna en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu anlamış ve gereğini yapmıştır. Bunu ‘Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.’ sözüyle dile getirmiştir. 29 Ekim 1923 senesinde Cumhuriyeti ilan etmiş, bu anlamlı günü de bayram saymıştır. O gün bugündür 29 Ekimleri Cumhuriyet Bayramı olarak kutlamaktayız. Bu yıl Cumhuriyetimizin 83. sene-i devriyesini kutluyoruz. Cumhuriyetin körpe zihinlere nakşedilmesi için bu günleri vesile kabul ediyoruz. Çünkü insan ruhuna en uygun yönetim ancak cumhuriyettir.
Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddınının Tavzihen Tadiline Dair Kanun” ile ilan edilmiştir. Bu Kanunun birinci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ibaresini kullanarak yönetim anlayışının cumhuriyet olarak devam edeceğini teyit etmiştir.
Atatürk cumhuriyete çok değer vermiş ve onu halkına en güzel bir hediye olarak takdim etmiştir. O kendini düşünseydi monarşiyi tercih eder, ömür boyu iktidarda kalırdı. Fakat o geleceğimizi hesaba katarak milletin zalim yöneticiler tarafından ezilmesini, halka söz hakkı verilmemesini engellemiştir. Herkesin yönetime dair fikirlerinden azami derecede yaralanmıştır. Cumhuriyetle beraber hak ve hukuk kavramları daha bir anlam kazanmıştır. Rüşvet, yolsuzluk ve suiistimaller en aza indirilmiştir. Nereden nereye geldiğimizi anlamanız için bununla ilgili olarak anlatılan bir anekdotu dikkatinize sunmak istiyorum:
“Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle: ‘- Beni tanıdın mı oğul? ’ dedi. ‘Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.’
Bu sözlerden sonra Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: ‘- Oğlunu almadılar mı? ’ dedi. ‘Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...’ Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir sesle:
’-İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice...’ diyordu.”
Zor şartlar altında yepyeni bir devlet kuran Atatürk, cumhuriyeti fazilet olarak görüyor, halkın onu korumasını, sahiplenmesini istiyordu. Cumhuriyeti korumak ve yükseltmek görevini çok güvendiği gençlere yüklüyordu. O, yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla her fikre saygı gösteriyordu. Çünkü cumhuriyet ancak bu bakış açısıyla ayakta kalabilirdi. Günümüzde doğal özgürlükleri kısıtlayanlar aslında Atatürk’ün mirasına ihanet ediyorlar. Cumhuriyet ve demokrasi özgürlüklerle beslenir, gelişir, serpilir.
Yarınlarımızın teminatı olan gençlere cumhuriyeti tanıtmalı, faziletlerini kavratmalı ve bu güzel idare şeklini sevdirmeliyiz. Çünkü onlar gelecekte bu ülkenin idaresinin başında bulunacaklardır. Onların bilinçaltını nasıl şekillendirirsek bakış açıları da o doğrultuda olur. Doğruları anlatalım, sevdirelim, fakat dayatmayalım. 83. kuruluş yılında hepinizin cumhuriyet bayramını kutluyor, bu güzel idare şeklinin ebediyen sürmesini temenni ediyorum.
NERDE O ESKİ BAYRAMLAR? ...
M.NİHAT MALKOÇ
Gönüllerin islamla aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dini bayramların yeri apayrıdır. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi milli bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dini bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayram günlerinde evlerimiz bir anda kalabalıklaşır. Yakın ve uzak çevreden insanlar gelir doğup büyüdükleri memleketlerine… Hasret giderir analar, gelinler ve bacılar… Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır bayram günlerinde.
Eskiden bayramlar bambaşka bir heyecan ve coşkuyla kutlanırdı. Çocuklara bayramlık hediyeler alınarak sevindirilirdi. Bu yüzden bu müstesna günler dört gözle beklenirdi. Günümüzde bayramlar daha çok iş ortamından uzaklaşmak için vesile kabul ediliyor. Bu güzide günlere ticaret penceresinden bakınca farklı bir tabloyla karşılaşırız. Bayram günlerinde alışverişler doğal olarak katlanıyor. Piyasaya hareket geliyor. Bayramlık alışverişler için bütçeler iyiden iyiye zorlanıyor. Bayram sonrasında gerçeklerle yüz yüze gelince bayramın o güzelim esintisi fırtınaya dönüşüyor, dallarımız kırılıyor.
Aslında bayramı masumca ve doyasıya yaşayanlar çocuklardır. Onlar bayramı, bu günlerin ruhuna uygun olarak büyük bir keyif ve neşe içerisinde kutluyorlar. Bir çikolata, bir şeker, az miktarda para onları mutlu etmeye yetiyor. Mutlu olmak için çok fazla şey istemez çocuklar… Bir güler yüze bile rıza gösterirler. Bayramlarda kendi çocuklarımızı sevindirirken yetim ve öksüz çocukları da düşünmeliyiz. İmkânlarımız ölçüsünde onların da elinden tutup bayram sevincini kendilerine yaşatmalıyız. Asıl yardıma, sevgi ve şefkate muhtaç olanlar onlardır. Garibin elinden tutmak ve onu düzlüğe çıkarmak sosyal toplum olmanın gereğidir. Böylelikle sosyal huzurun temelini de atmış oluruz. Büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy eski bayramları ve bu bayramlarda çocukların konumunu şöyle anlatıyor:
'Gelinde bayramı Fatih'te seyredin bir,
Hayale hatıra sığmaz o herc ü merci safa
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için
Nöbetleşe bekliyorlar acep içinde ne var
Bu kâinat-ı sürurun içinde gezdikçe
Çocukların tarafındaydı en çok eğlence'
Bayramlar sıra dışı günlerdir. Buluşma ve kaynaşma vakitleridir onlar… Sosyal bağlarımız bu vakitlerde daha bir sıkılaşır. Sıla-ı rahim bu günlerde hayatı daha da güzelleştirir ve anlamlı kılar. Bayram neşe ve sevinçtir. İlahi rahmet ve mağfiretin bol bol yeryüzüne indiği mübarek gündür. Duaların kabul olduğu mübarek vakitlerdir. Bu günlerde müminler birbirleriyle daha çok kaynaşmalıdır. Verilecek fıtır sadakalarıyla garibanlar da sevindirilmelidir. Bayramlar zenginlerin keyif çattığı, yurtdışı gezilerine çıkıp oralarda yüklü alışverişler yaptığı günler olmaktan çıkarılmalıdır. Muhtaçlara her açıdan bayram ettirilmelidir. Çünkü durumu iyi olanların garibanı kollama yükümlülüğü vardır.
Nerde o eski bayramlar deyip duruyoruz. Bayramların o eski manevi havasını kaybettiğinden şikâyetçi oluyoruz. Fakat bunun suçlusunun bizler olduğunu hiç düşünmüyoruz. Uzaydan gelen birileri bizi bu hale getirmedi. Nefsimize köle olarak basiret gözlerimizi kaybettik. Suçluyu başka yerlerde aramak beyhudedir. Suçlu biziz… Bu günlere o eski havasını yine ancak bizler kazandırabiliriz. Çok zor değil aslında… İşe yakın çevremizden başlayıp halka halka manevi tamirata girişmeliyiz.
Anlaşılan o ki bu bayramı da buruk kutlayacağız. Çünkü bu yıl da İslam beldeleri zulüm ve işgal altında bulunuyor. Filistin'de, Çeçenistan'da, Keşmir'de, Filipinler'de, Irak'ta, Lübnan'da, Gazze'de, dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar kan ağlıyor. Hatta Tunus gibi ülkelerde müminler öz vatanlarında parya olarak yaşamak mecburiyetinde bırakılıyorlar. Sokakta bile başörtülerine müdahale ediliyor. İnançlarını yaşamalarına izin verilmiyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder; milletimiz, ülkemiz ve tüm İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ederim.
ÜNİVERSİTELERİMİZ VE DÜNYADAKİ YERİMİZ
M.NİHAT MALKOÇ
Üniversiteler çağdaş bilim yuvalarıdır. Daha doğrusu öyle oldukları sanılır. Öyle oldukları sanılmasaydı insanlar üniversite kapılarından içeri girmek için gecesini gündüzüne katmazdı, canını dişine takmazdı. Ülkemizde iki milyona yakın insan bu kapıdan içeri girmek için her yıl sinir ve bilim harbi yapıyor. Fakat çok az bir kısmı bu kapıdan içeri girmeye muvaffak oluyor. Fakat kazananlar da bir zaman sonra oralarda umduklarını bulamıyorlar. Böyle olunca da hayal kırıklığına uğruyorlar.
Son yıllarda Türkiye’de pek çok yeni üniversite açıldı. Bunların bir kısmı özel bir kısmı devlet üniversitesidir. Devlet yetkilileri ‘her ile bir üniversite’ açmanın gayreti içerisindedir. Üniversitesi olmayan iller bu konuda bastırıyor. Üniversite şehrin prestiji sayılıyor. Fakat yeni açılan üniversitelerin mevcut altyapısı bu kurumların dönüşümü için yeterli değil. Bunların birçoğu tabela üniversitesinden öteye gitmiyor. Çoğunda yeterli öğretim elemanı yok. Kör topal gidiyorlar.
Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmı bilimden çok, siyaset peşinde koşmaktadır. Bilindiği gibi Anayasa’ya ve 2547 sayılı YÖK Kanunu’na göre, üniversitelerimiz özerk kurumlardır. Fakat bu özerklik kanun maddesinde unutulmuştur. Üniversitelerdeki özgür düşünceyi ve özerk yapıyı en fazla bozan bu kurumların bağlı olduğu YÖK’tür. YÖK her fırsatta bilimdışı bir mantıkla üniversitelere çomak sokmaktadır. Üniversitelerin doğal akışında seyretmesine müsaade etmemektedir. YÖK, bünyesinde barındırdığı üniversitelere güvenmemektedir. Onları her fırsatta kıskaca almaktadır.
Geçenlerde Çin ve İngiltere’de yapılan araştırmada dünyanın en iyi üniversiteleri belirlendi. Ne yazık ki Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent dâhil Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 500’e giremedi. Araştırma çerçevesinde, “Uluslararası bilimsel atıf indekslerinde yer alan makale sayıları, bilimsel araştırma sonuçları, mezunları ve hocalarının uluslararası bilimsel çalışmaları” gibi ölçütler değerlendirildi. Başta Amerika, İngiltere, Almanya ve Japonya olmak üzere, sıralamaya şu ülkeler girdi: Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Singapur, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Macaristan…
Dünyanın en iyi 200 üniversitesi İngiltere’deki The Times Gazetesi tarafından yayınlanan “The Times Education Supplement” tarafından açıklandı. Listenin ilk 50’si Amerikan üniversitelerinin ağırlığıyla dikkat çekerken ilk 50’de 10 İngiliz Üniversitesi de yer aldı. İlk sırada dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi yer alırken, İngiltere’den Oxford altıncı ve Cambridge Üniversiteleri yedinci sırada olarak ilk 10’a girdiler. Londra Üniversitesine bağlı kolejlerin ilk 50’de yer alması Londra’nın eğitim merkezi olduğunu bir kez daha kanıtladı. The London School of Economics, 11. sırada, Imperial College 14. sırada, University College London, 34. sırada ve School of Oriental and African Studies 44. sıradan dünyanın en iyi ilk 50 üniversitesi sıralamasına girdiler. Avrupa üniversitelerinden ilk 50’ye giren tek üniversite, listeye onuncu sıradan giren İsviçre’den Federal Insitute of Technology in Zurich oldu. İlk 200’de ise, Amerika’dan 62 üniversite, İngiltere’den 30, Almanya’dan 17 ve Avustralya’dan 14 üniversite yer aldı. Sıralamada bizimkilerin esamisi bile okunmadı.
Türkiye’de çoğu devletin olmak üzere özellerle birlikte yüzü aşkın üniversite vardır. Bu üniversitelerden hiçbirinin en iyi 500 üniversite içerisine girememesi hem düşündürücü hem de üzücüdür. Bu Türkiye’de bazı üniversitelerin liseleştiğinin işaretidir. Bunda en büyük rolü YÖK oynamıştır. Bilimle uğraşacak yerde öğrencilerin kılık kıyafetliyle uğraşan ve rektörleri kıskaca alan YÖK yetkilileri, üniversitelerin bilim açısından içlerinin boşalmasına zemin hazırlamıştır. Başarısızlıklarını da popüler çıkışlarla örtmeye çalışmışlardır. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu neticeden utanç duyuyorum. Türkiye bu acı tabloya layık değildir. Bu bizleri utandıran bir neticedir. Birileri bu sonuçtan ders çıkarmalıdır.
Türkiye’de üniversitelere maalesef siyaset ve ideoloji hâkimdir. Fakat bu ideoloji YÖK’ün çizdiği yoldan dışarı çıkamaz. İnsanların ellerine, ayaklarına ve gönüllerine prangalar vurdukları yetmemiş gibi bir de zihinlerine prangalar vurmuşlardır. Türkiye’de bilim hasta döşeğinde… Bilim YÖK’ün verdiği narkozun etkisinden kurtulamamış… İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler mesele haline getirilip haftalarca konuşuluyor. Okul birincisi olanlar sırf kıyafetinden dolayı ödül törenlerine alınmıyor. İnsanlar durup dururken hayali, düşmanlar icat edip Don Kişot’un yel değirmeniyle savaştığı gibi onlarla savaşıyor. Sonuçta olan bu ülkeye, bu güzel millete oluyor. Ülkeyi bilimde geri bırakanlar kendilerini ilerici olarak nitelendiriyor. Onların tuzu kuru… Yedi sülalelerini besleyecek dünyalıkları var. Türkiye’nin bilimde birinci lige çıkması onların umurunda mı? Yeter ki zihinlerindeki sanrılar bertaraf edilsin. Bilim de neymiş… Bilim uyusun tosuncuklar büyüsün.
HER GECEYİ KADİR BİLMEK
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazan ayının kıymetli oluşunun en önemli sebeplerinden birisi de içinde bin aydan daha hayırlı kabul edilen Kadir gecesinin bulunmasıdır. Onun içindir ki Müslümanlar Kadir gecesini bütün belirli zamanlardan daha üstün tutmuşlardır. Fakat Rabbimiz Kadir gecesini ramazanın içinde gizlemiştir. Yani ramazanın kaçıncı gecesinin Kadir gecesi olduğu bilinmemektedir. Bunda sayısız hikmetler mevcuttur. Öncelikle bu geceyi ihya etmek isteyen kişi ramazanın her gecesini kadir bilip ona göre her geceyi ibadetle ve taatle geçirecektir. Atalarımızın “Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil” sözü bu gerçeği teslim etmektedir. Biz Müslümanlar da bu hikmetli sözün gereğini yerine getirmek için ramazan gecelerinin içini manevi feyiz ve bereketle dolduracağız.
Kadir gecesi her ne kadar ramazan ayının içinde gizlenmişse de bu gecenin ramazanın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bütün bunlara rağmen ülkemizde Kadir gecesi ramazanın yirmi altısını yirmi yedisine bağlayan gece olarak kabul edilir. Ramazanın son günleri yaklaştığında Kadir gecesinin heyecanı bütün hücrelerimizi sarar. Manevi açıdan Kadir gecesine hazırlanırız. Bu gecenin feyiz ve bereketinden azami derecede istifade etmek için planlamalar yaparız. O geceyi ibadetlere ayırırız.
Hadis kaynaklarında Allah Resulü’nün Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan’ın son on gününde itikâfa çekildiği ve hanımlarını da teşvik ettiği mevzuunda bilgiler yer almaktadır. İtikâf sözlükte bir şeye devam etmek, insanın kendisini bir yerde alıkoyması, bir yere kapanıp ibadetle meşgul olması anlamındadır. Dinimizdeki anlamı ise bir mescitte Allah’ın rızasını kazanmak için belli âdâb içerisinde bir müddet kalmaktır. İtikâfa girene ‘mu’tekif’ veya ‘âkif’ denir. Hz. Ayşe anamız Resulullah’ın ramazanın son günlerinde nasıl davrandığını şöyle rivayet etmiştir: “Ramazan’ın son on günü girince, Resulullah geceleri ibadetle geçirirdi. Ailesini de ibadet etmeleri için uyandırırdı. İbadet için diğer zamanlardan daha fazla gayret gösterirdi.”
Ashab-ı Kiram’dan Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (sav) ’le birlikte Ramazanın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Resulullah Efendimiz bir hutbe irad etti ve sonra şunu söyledi: “İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resulullah (sav) itikâf mahaline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescit o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.” (Buhârî, Fadlu Leyle-i-Kadr)
Daha evvel de belirttiğimiz gibi ayların sultanı olan Ramazan’a kadir kıymet kazandıran, Kur’ân’dır. Rivayetlere göre Kur’an bu ayda bir bütün olarak dünya semasına inmiştir. Daha sonra yine ramazan ayı içerisinde parça parça Resulullah’a gönderilmeye başlanmıştır. Bir kısım ayetler belli olaylara cevap olarak gelmiştir. Bu mübarek ayetler zor zamanlarda muhataplara cevap olsun diye Resul-i Ekrem’imizin imdadına yetişmiştir.
Kadir gecesine erişen Müslüman bu mübarek geceyi büyük bir bahtiyarlık ve kazanç olarak addetmelidir. Geceden sehere kadar ibadet ve dua etmeliyiz. Bu gecede özellikle inanarak ve samimiyetle yapılan dualar asla geri çevrilmez. Bu dualarla Allah arasında perde yoktur. Nefeslerimiz direkt Allah’a ulaşır. Her Müslüman dilinin döndüğünce bu vakitler içerisinde ümmetin saadeti ve barışı için dua edip yalvarmalıdır. Nitekim nasıl dua edeceğimize dair Hz. Ayşe anamızın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:
“Dedim ki, ‘Ya Resulullah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim? ’
Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”
Dünya denen bu mezrada çok sınırlı bir zaman kalacağız. Sonra asıl yurdumuz olan ebedi âleme göç edip gideceğiz. Orada büyük bir hesaba çekileceğiz. Herkes yaptığının karşılığını görecek. Kimse Allah’tan başka arka bulamayacaktır. Eğer burada alnımızın ak, göğsümüzün dik olmasını istiyorsak dünyadaki manevi fırsatları kaza etmeyelim. Çünkü fırsatlar her zaman kapımızı çalmaz; çalsa da biz evde olmayız. Ne olur manevi hayatımızın tanzimi için her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilelim. Bütün Müslümanların Kadir gecesini en derin duygularımla kutluyor, düşman çizmeleri altında inim inim inleyen Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşuna vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.