Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • fazıl hüsnü dağlarca25.10.2008 - 07:18

    BİR DAĞ(LARCA) DEVRİLDİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

    Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

    ‘Şairler az mı yaşıyor? ’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

    Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

    Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

    Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

    Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…

  • hızır06.05.2007 - 14:23

    TÜRK KÜLTÜRÜNDE HIDRELLEZ GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Çok zengin bir kültürel birikimimiz vardır. Anadolu’nun dört bir köşesi bunun nişaneleriyle doludur. Fakat bunların kıymetini bildiğimiz söylenemez. Hatta ülkemizde bu zenginliğin farkında olmayan, Avrupa’ya gıpta eden, Batı’nın kültürel kaynaklarından beslenmeyi marifet sayan özüne yabancılaşmış sözde aydınların sayısı hiç de az değildir.

    Anadolu, dostluğun ve kardeşliğin doyumsuz güzelliklerinin yaşandığı bir toprak parçasıdır. Bu coğrafyada nice güzellikler paylaşılmıştır bugüne dek… Farklılıklarımız gökkuşağının renkleri misali apayrı bir zenginlik ve güzellik katmış kültür atlasımıza. Bazıları, farklılıklarımızı çatışma unsuru haline dönüştürmenin çirkin ve aşağılık mücadelesini vermişse de sağduyu her zaman galip gelmiştir. Dostluk ve kardeşlik daima kazanmıştır. Zira doğruların aydınlığı, yalanların karanlıklarını bastırmaya muktedirdir.

    Müspet geleneklerini yaşatmayan milletlerin devamına imkân yoktur. Onlar milleti kaynaştıran çimento kabilindendir. Geleneklerimiz ceddimizin bize mirasıdır. Geleneklerimiz hayat tarzımızı ve dünyaya bakış açımızı yansıtırlar. Atalarımıza saygı duyuyorsak bunları yaşatmak da boynumuzun borcudur. Fakat olumsuz gelenekleri de cahillik sayıp bir an evvel terk etmeliyiz. Töre cinayetlerini bu grup içerisinde sayabiliriz.

    Türk kültürünün en mühim unsurlarından biri de her yıl Mayıs ayının altısında kutlanan Hıdrellez bayramıdır. Bu, mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Türkiye’de ve Türk dünyasında benimsenen bir bayramdır. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır.

    Hıdrellez iki tabiat bayramından birisidir. Öteki de nevruzdur. Hıdrellez; “ederlez, idernez, hıdırellez” biçimleriyle de söylenir. Bilindiği üzere Hızır inancı bizim kültürümüzde apayrı bir yer tutar. Bununla ilgili atasözlerimiz de vardır. Bunlardan en önemlisi” Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” şeklinde ifade edilenidir. Hatta “Hızır gibi yetişmek” diye ifade edilen deyimimiz de bu inancın kültürümüze yansımasından başka bir şey değildir.

    Halkımız birikimlerini geleceğe taşımıştır. Kültürümüz o birikim üzerine temellendirilmiştir. Halk inançlarına göre sene, yaz ve kıştan ibarettir; kış altı ay, yaz da altı ay sürer. Yaz mevsimi hıdrellezde başlar ve 7–8 Kasım’da sona erer. Kış mevsimi de bu tarihte başlar, hıdrelleze kadar devam eder. Hıdrellez gününün de öğleye kadar kış, öğleden sonra yaz olduğunu söylerler. O gün halk büyük bir neşe içerisinde kırlara çıkar. Piknik yapılır. İp atlanılır, salıncakta sallanılır. Hatta bazı yörelerde salıncakta sallanmakla günahların döküldüğüne inanacak kadar bu işe kendini kaptıranlar görülmektedir. Üç yıl yaşadığım Türkmenistan’da bu inanç yaygındı. Bu yüzden o gün salıncak kavgaları olurdu.

    Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır. Yani halk 6 Mayıs’ta iki mevsimli dünyalarında büyük bir değişimi ve dönüşümü yaşamaktadır.

    Milletimizin geçmişten bugüne taşıdığı değerlerden biridir hıdrellez… Halk tarafından benimsenmiş, 6 Mayıs günü hiçbir özel çağrı yapılmamasına rağmen bu hususi gün geniş katılımlarla kutlanagelmiştir. Bu yönüyle milletimizi kenetleyen, bir araya getiren güçlü bir bağ olmuştur. Hızır’ın mahiyeti kesin olarak bilinmese de onunla ilgili rivayetler çoktur. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları şunlardır:

    “Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir. Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder. Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir.”

    Hıdrellez yazın güzelliklerini coşkuyla kucaklamaktır. Tabiata sığınmaktır bir anlamda… Ağaçlara, ekinlere el açmaktır. Uyanan toprağın suyla buluşarak güzelliklere kanatlanmasıdır. Hıdrellez bolluk ve bereketin müjdecisidir. Toprağın cömertliğinin ve güler yüzünün şahlanışıdır. Bu yüzden halkımız hıdrelleze çok büyük değer verir. Bu günle ilgili inançlar çoktur. Bu inançlar çok eski dönemlere dayanır. Fakat bu davranışların önemli bir kısmının mantıklı bir dayanağı yoktur. Fakat halk onları benimsemiş ve bugüne kadar getirip yaşatmıştır. Bu günde yapılması gereken şeyleri şöyle sıralayabiliriz:

    Hıdrellez gece ibadetle geçirilir. Ertesi gün temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. Bunun için en güzel elbiseler giyinilir. Evde genel temizlik yapılır. Çeşitli yiyecekler hazırlanır. Hıdrellez günü için, yumurta kaynatılır. Ağzı açık bükme, katmer, börek, irmik helvası vb. gibi yemekler hazırlanır. Hıdrellez sabahı erken kalkmak uğurlu kabul edilir. Sabahleyin dua edilmesi, dilek ve temennilerde bulunulması, toplu olarak ailece yemek yenilmesi, Kuran kıraati, sabah namazından önce kabir ziyareti yapılması gereken adetler olarak görülmektedir. Bu günde kadınlar ellerine ve ayaklara kına yakar. Dilekler bir kâğıda yazılarak akarsuya bırakılır. Mesela İzmir ve çevresinde dilek kâğıtları Hıdrellez sabahı denize bırakılmaktadır. Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir.

    Hıdrellez günü evler ilaçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgeler de evler süpürülmez. Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçede muhtelif yerlere asılır.

    Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan genç kızların başları üzerinde Hıdrellez günü yeni kullanılmamış kilit açılır. Hıdrellez günü, açların doyurulmasına, dargınların barıştırılmasına, üzüntülü olanların sevindirilmesine çalışılır. Hıdrellezde içki içilmez, kumar oynanmaz. Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve Hıdır’ın uğradığına inanılır. Hıdrellez günü kırlara gidildiğinde hıdrellez azığını çalma âdeti yaygındır. Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. Bunlar böylece sıralanır gider… Bunlar gelenektir. Mantıklıdır, değildir tartışmasının yapılması yersizdir. Zira halk bunları benimsemiştir.

    Hıdrellez günü yapılması şart olan işlerin yanında yapılmaması gereken işler de vardır. Halkımız bugün yapılması gereken işler konusunda gösterdiği hassasiyeti, yine o gün yapılmaması gerektiğine inandığı işlerde de gösterir. Bugün içerisinde şunlardan kaçınılır:

    Hıdrellez günü sabah erkenden kalkmayan kişinin işleri ters gider. Geç kalkmak kusur addedilir. Hıdrellezde salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Hıdrellez günü çamaşır yıkanmaz. Yünlü giyecekler güneşe çıkarılır. Hıdrellez günü un elenmez ve ekmek yapılmaz. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz. Bağ ve bahçelerde çalışılmaz, tarlaya gidilmez. Hıdrellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el sürülmez. Eve kuru çalı-çırpı götürülmez…

    Halkın inançlarıyla alay etmek, onları küçümsemek, çağdışı bulmak soysuzluğa işarettir. Türk milleti, geçmişine sahip çıkmasıyla ve değerlerini yaşatmasıyla bugünlere gelmiştir. Yarınlarımızın aydınlık olması için aynı yolda ve çizgide ısrarla yürümeliyiz.

    Geleneklerimizi yaşamak ve yaşatmak vazifemizdir. Onları birlik ve beraberlik vesilesi saymalıyız. Hain odaklar bizleri birbirimize düşürmek için bu güzel hasletlerimizi kötüye kullanmaya çalışacaklardır. Onların çirkin oyunlarına gelmeyeceğiz. Cehaleti yüzünden bu oyunlara gelenlerin elinden tutup onların, söz konusu hadiselere basiret nazarlarıyla bakmalarını sağlamalıyız. İnsanları dışlamak hiçbir zaman çözüm olmamıştır. Bu ülke değerleriyle muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacaktır. Hıdrellez günü kutlu olsun.

  • muhammed17.04.2007 - 02:33

    AYYÜZLÜ RESULE HİTABIMDIR! …
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bedbahtım; zamanın köhnesinde yaşamaya mecbur olduğum için
    Bedbahtım; senin saadet asrından ve nur ikliminden uzak kaldığım için
    Bedbahtım; hakikat güneşinin altında nefsimin buzlarını eritemediğim için
    Bedbahtım; nurunla cilalanamadığım ve varlığında yok olamadığım için
    Bedbahtım; senin iman göğünde sönük de olsa bir yıldız olamadığım için
    Bedbahtım; ayaklarının değdiği kızgın kum tanelerine yüzümü süremediğim için
    Bedbahtım; arkanda el bağlayıp Hakk’a yönelen cemaatine dâhil olamadığım için
    Bedbahtım; fezayı kuşatan mübarek dualarına yürekten ‘âmin’ diyemediğim için
    Bedbahtım; gönül pervazlarına konup adını terennüm eden bir ak güvercin olamadığım için
    Bedbahtım; yüreğim hicret duygularının sancısıyla kıvranıyor, doğranıyor şimdi…

    Sen gidince; güneşin ziyası değmez oldu üstümüze, yıldızlar iyice kıstı o berrak ışığını
    Sen gidince; yeşilin büyüsü siyahın mateminde eriyip buz kesildi ebemkuşağı
    Sen gidince; dindi rahmet yağmurları, kirlendi gönül evimiz, tarumar oldu hanemiz
    Sen gidince; kanadı kırıldı yetimlerin, yüreği burkuldu gariplerin ve mazlumların
    Sen gidince; çağların üstüne kâbus misali kalın bir paçavra örtüldü, yırtıldı perdeler…
    Sen gidince; riya, inkâr ve hıyanet altın devrini yaşamaya başladı toz duman içinde
    Sen gidince; ümmetinle birlikte Hira Dağı da gözyaşı döktü buz tutan eteklerine
    Sen gidince; zamanın bağrına düştü ateş, sessizliğin çığlığı tuttu yedi kat göğü
    Sen gidince; çıkmaz oldu Bilâl-i Habeşilerin yanık sesi, yas tuttu arşın direği minareler
    Sen gidince; düşmez oldu cemreler toprağa, hayat hayatını kaybetti her dem nefes alsak da…

    Ey Sevgili; şimdi bir yağmur damlacığında berraklaşıp düş, kavrulan gönül çölümüze
    Ey Sevgili; yoluna revan olanların safında yer almak bahtiyarlığın tarifsiz şahikasıdır
    Ey Sevgili; senin rayihana muhtacız, suretine ve siretine hasrettir gönül gözlerimiz
    Ey Sevgili; hasretin dayanılmaz oldu gayri, doğ ne olur güneş olup kararan göğümüze
    Ey Sevgili; yaratılan cümle mevcudat senin bitimsiz aşkına Kerem olmuştur
    Ey Sevgili; cismine hayran, yoluna kurban olduğum, gül yaprağına sinmiş teninin kokusu
    Ey Sevgili; sensizliğin gurbetinde mahkûm duygularım; Muhammed’im, can Ahmed’im…
    Ey Sevgili; sensin mevsimlerin ilkbaharı, rüzgârların kıbleden eseni, cennetin müjdecisi
    Ey Sevgili; Miraç gecesi sana açılmıştı yedi kat gökler, sidretül müntehaya değmişti başın
    Ey Sevgili; sürmeli gözlerinden süzülen şehla bakışlar, ateşe duvar olur ruz-i mahşerde

    En Sevgili; senin nurun güneşin aydınlığını bile gölgede bıraktı, bulutlar sana ağladı
    En Sevgili; aşkınla, hasretinle, eleminle yanmayan yürekler yüktür tarumar sinelerde
    En Sevgili; güllerin nebisi, nebilerin gülü, hakikat güneşinin süveydaya düşen gölgesi
    En Sevgili; hissiz, sevgisiz, muhabbetsiz, aşksız gönülleri aydınlatan ışıksın sen…
    En Sevgili; acizdir kalemler, seni anlatmaya muktedir değil şair, kâğıtlar yetmez methine
    En Sevgili; bir gece, tek bir gece rüyalarıma misafir ol, doyasıya seyredeyim o gül cemalini
    En Sevgili; içimizi yakar müşfik bakışların, kalp göğünden doğar gül yüzlü hayalin
    En Sevgili; gül kokusunu senden alır, herkes sana hayran kalır, sana dönen yolu bulur
    En Sevgili; göklere adın yazılıdır, senden alır yıldızlar ışığını, bulutlar rahmetini…
    En Sevgili; nurun dolar gönül hanemize, ağarır tan vakti karanlığın koynundaki düşlerimiz

    Hasretim; payıma düşmeyen o doyumsuz sevdanın her dirhemine nefes kadar…
    Hasretim; kıpkızıl güneşin kavurucu sıcağında şefkatli gölgenin altında serinlemeye
    Hasretim; ashabın seni yücelten ve gök kubbeye sığmayan sınırsız sevgisine
    Hasretim; nefreti silip süpüren aşk iklimine, engin hoşgörüne ve şiddetin panzehiri sevgine…
    Hasretim; hasat mevsiminde ağırlaşan başağını yere eğen buğday misali ağır başlılığına
    Hasretim; hıçkırıklardan tebessümler çıkaran, umarsızlığı umuda dönüştüren duruşuna
    Hasretim; seherlerde gül dalı işlemeli seccadelerde Allah’a dönüp yakaran titrek sesine
    Hasretim; yağmalanan duygularımızı, cam kırıkları arasından toplayıp kalbimize serpişine
    Hasretim; bir kılını koca dünyayla değişmediğim saçının her bir teline, ahirine, evveline…
    Hasretim; nurdan cemaline, erişilmez kemaline, anlatılmaz ahvaline, ikbaline, her şeyine…

    Dön artık; serpildi nifak ağacı, günahlar boyumuzu aştı, hakikat yuvadan uçtu
    Dön artık; kurudu pınar başları, akmaz oldu nurlu oluklardan hayat suyu
    Dön artık; gayya çukurlarından temenna dileyenler uyansın gaflet uykularından
    Dön artık; Kisra saraylarındaki sütunları yeniden imar ediyor asrın Ebu Cehilleri
    Dön artık; ayağa kaldır zulmün önünde diz çökmüş ümmetini, bir kez ruhundan üfle
    Dön artık; bitsin gönül gurbetleri, dinsin hüzün sağanağı, kanatlansın yetim hissiyatımız
    Dön artık; merhem ol yaralanmış bilinçlerimize; sula, kuruyan gönül pınarlarımızı
    Dön artık; şafaklarımız hüzne boğulmasın, dağıt ruhumuzda çöreklenen karanlığı
    Dön artık; gecelerin efkârı bitirdi bizi, dinmiyor kalbimizi saran o yetim sızı
    Dön artık; haybeye kürek çeken ellerimiz, hakikat mumunun fitilini tutuştursun

    Gel ki; dinsin yüreklerin sızısı, kırılsın hakikati tersyüz eden kiralık kalemler
    Gel ki; yeşersin dualar, can bulsun ahların gökleri kuşattığı raddede uhrevi arzular
    Gel ki; hüznün alevleri sönsün rahmet damlalarının çepeçevre kuşattığı yerde
    Gel ki; esrik düşünceler can suyuyla çelikleşsin, diri kalsın biteviye
    Gel ki; hayra tebdil olsun serencamımız, yol alsın bulutlara, buharlaşsın gamımız
    Gel ki; durulsun hercai duygularımız, hedefini bulsun taş yerine attığımız gonca güller
    Gel ki; tek bedende toplansın cümle canlar, yetim kalmasın minarelerde ezanlar
    Gel ki; ihtiraslar dinsin, sabrın ve şükrün bayrağı dalgalansın ruhun maviliklerinde
    Gel ki; açılsın üzeri is bağlamış, duvarlara çivilenmiş, ölülere adanmış nurlu sahifeler
    Gel ki; hafiflesin serçelerin kanatlarına yüklenen kurşundan ağır yükler…

    Sen ki; gönül bahçelerimizin solmayan gülüydün, dikenlerin ensesinde açan
    Sen ki; putların taşlardan çok olduğu bir Mekke gecesinin alacakaranlığına doğmuştun
    Sen ki; çaresizlerin çaresi, umarsızların gözyaşlarını silen şefkat ve umut eliydin
    Sen ki; karakışlarımıza baharın gülen yüzünü nakşettin, diriliş muştusuydu getirdiklerin
    Sen ki; paçavralar altında kıvranan ve ruhuna prangalar vurulan kimsesizlerin kimsesiydin.
    Sen ki; bir damla gözyaşında okyanuslar saklardın, kirlenen hislerimizi paklardın
    Sen ki; kâinat kitabının içine sığdıramadığı, bulutların kıyıp da yağdıramadığı nursun
    Sen ki; korunaktın, limandın imanımızı sakladığımız, küfrün kalelerini yokladığımız…
    Sen ki; yüreklere altın yaldızla işlenen suretinle, adınla kalp tahtının güçlü padişahıydın
    Sen ki; naatlarımızı anlamlandıran, sözü kıymetli kılan, mana eriydin berzahımızda

    Sensiz daralıyor yürek denizlerimizin kararan ufukları, fırtınalar dinmiyor ateş deryalarında
    Sensiz daralıyor asumanın nefesleri, büküyor boynunu kutlu bahçedeki peygamber çiçekleri
    Sensiz daralıyor vakit, yanıyor muhayyel saraylarım, intizara gömülüyor alevden âhlarım
    Sensiz daralıyor görüş alanım, fırtınalarda inciniyor, kırılıyor ipekten kanatlarım…
    Sensiz daralıyor kalbimizin saçakları, uhrevi bakışın yakıyor kirpiklerimi, soluyor gamzelerim
    Sensiz daralıyor yürek dağlarım, leyli düşünceler kurşuna diziliyor, eşkıyalar çalıyor hislerimi
    Sensiz daralıyor mevsimlerin soluğu, çatlıyor tohum, çürüyor olgunlaşan meyveler dallarında
    Sensiz daralıyor göğüs kafeslerimiz, şehrayinler karanlığa el pençe divan duruyor sabahlarda
    Sensiz daralıyor gönül kıyılarım, sadağında paslanıyor oklar, kumlar şimdi kırgındır denize
    Sensiz daralıyor sesimizin değdiği coğrafyanın nazenin ervahı, kül oluyor coşkumuz tende

    Ey gölgesi fecre kadar uzayan, melali aynalara yansıyan güzel, karanlığımıza hükmet! ..
    Ey gökleri gezen seyyah, uğra bizim de iklimimize, damıt ve dağıt içimizdeki hüzünleri
    Ey gönüllere köprü olan, kin köprülerini yıkan dost, dökülmesin umut ağacımızın yaprakları
    Ey ilham pınarlarının eşsiz kaynağı, esirgeme can suyunu, serp çatlayan yüreğimize
    Ey korkularımızı silip süpüren, sol yanımda taşıyorum alev parçasına dönüşen yokluğunu
    Ey bereketli yağmurlarla gelen nur damlası, çölleşen gönül atlasımıza ruhundan can ver
    Ey gönüllerin mümbit topraklarında açan yetim gül, çağlasın nehirlerin her kum tanesinde
    Ey göklerdeki yıldızları devşiren nurlu elçi, ışığını gönder kapkaranlık atmosferimize
    Ey varlığı yoklukta bulan sevgili, gözlerin çağırsın beni dar vakitlerde gönül hapsine
    Ey tarihin gülen talihi, götür hülyalarımızı teslim eyle sözün çoğalan keremine…

    Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah! ...Esselatü Vesselamü Aleyke ya Habiballah!

  • bahar09.04.2007 - 01:15

    NİSAN YAĞMURLARI VE YETİM HİSSİYAT

    M.NİHAT MALKOÇ


    Her mevsimin kendine mahsus güzellikleri vardır şüphesiz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Belki her insanın favori mevsimi de farklıdır. Birinin çok sevdiği mevsimi, bir başkası pekâlâ sevmeyebilir. Fakat kış, çoğumuzun çabuk geçmesini arzuladığı bir mevsimdir. Çünkü kış, tabiatın bembeyaz bir örtüye büründüğü ve insanların daha çok evlerine kapandığı bir zaman dilimidir. Görüntü itibariyle hoş olsa da, eve mahkûm olmak; kışı öteki mevsimlere kıyasla daha itici kılar. Kış, doğayla bütünleşen ve çevreyle iç içe yaşayan insanı boğar.

    Mart kıştan çıkışın, bahara erişmenin müjdecisidir adeta. Henüz bütün çiçekler açmasa da, havalar tam anlamıyla ısınmasa da umutların tomurcuklandığı demlerdir bu zaman dilimi… Esas olan da umutların filizlenmesi değil midir? Gerisi zaten vakit erişince gelir.
    Takvimler nisanı gösterdiğinde bulutlar, biriken gözyaşlarını tutamaz artık, koyverirler damlalarını yere… Yerçekimi galip gelir suyun direncine. İlkbahar iyiden iyiye kendini hissettirir. Toprak ana uyanır uzun kış uykusundan. Yeşerir kırlar, dağlar ve bayırlar…

    Nisan yağmurları bolluk ve bereket getirir soframıza. Toprak nasibine düşen suyu emer hararetle. Topraktaki elementler birbiriyle etkileşim içerisine girer. Çiftçiler tavan aralarına ve depolara koydukları kazma ve belleri çıkarırlar orta yere. Ovalarda traktörlerin bolluk ve bereket habercisi homurtularıyla, hücreleri yıpranan hayata can gelir.

    Nice insan sırılsıklam olur nisan yağmurları altında. Çünkü sürprizleri çok sever nisan yağmurları. Sabahleyin evden çıkarsınız, her taraf günlük güneşliktir. Öğleye doğru gökten süzülür damlalar. ‘Nerden çıktı bu yağmur’ deyip hayrete düşersiniz. Fakat ani bastırmaları, onların en bariz özellikleridir. Bazen de şiddetini artırarak hareket kabiliyetimizi iyice azaltırlar. Fakat kimse kaçmaz bu bereket habercisi yağmurlardan. Kaçan da Nasreddin Hoca misali rahmete basmamak için kaçar. Bu yağmurlar tenimizi yenilerler adeta.

    Kimse korkmaz nisan yağmurlarından. Zira müşfiktir gökten yere inen damlaların her biri. Nasıl çabuk bastırmışsa, öyle de çabuk diner nisan yağmurları. Bıktırmazlar, durağan gidişimize renk ve ahenk katarlar bir anlamda. Fırtınanın tiksindirici ve korkutucu yüzünü göremezsiniz bu gülümseyen damlalarda. Toprakla buluşan katreler acıtmazlar, kıyamazlar bize, pamuk gibi değerler saçlarımıza. Sanki sevgilinin eli dokunur başımıza. Bir okşayış hazzıyla hayatınıza apayrı bir dinamizm gelir. Katreler çiçek açmış erik dallarına değerek köke hayat verirler. Yeşilin çağrısıdır toprağa inen her bir damla…

    Baharın bir an evvel gelmesi için sabırsızlanan gönüllere yürekten bir merhabadır nisan yağmurlarının sesi… Bahara duyulan özlemin bittiğinin müjdecisidirler aynı zamanda… Baharla birlikte kırlar çağırır bizi kuytularına. Erik ve badem ağaçları süslenmiş bir gelin gibi belirirler bereketli topraklar üzerinde. Güneşin sıcaklığını yavaş yavaş hissetmeye başlarız tenimizde. Yağmur damlalarının yere düşmesiyle birlikte, içimizde hasrete dönüşen ve bedenimizin bir parçası olan toprak, biriken kokusunu salar atmosfere. Çorak topraklar hüznünü dağıtır ab-ı hayat hükmündeki damlalarla buluşunca. Yeşeren otlar gözümüze ve gönlümüze temaşa zevkini fazlasıyla tattırır. Dinlenir gözbebeklerimiz yeşilin her tonunda.

    Bolluk ve berekete davetiyedir bahar… Arılar kovanlardan dökülür dışarıya. Rüzgâr uçurur çiçek tozlarını bir uçtan bir uca. Kış uykusuna yatan mahlûkat güneşe döner soluklaşan yüzünü. Börtü böcek yuvalarını kurmaya başlar güneşe nazır… Zira yeniden doğuşun bir diğer adıdır bahar… Yağmur taneleri nur taneleri olup yarınlarımızı aydınlatır bereket kisvesiyle… Buram buram toprak kokar gün boyu işleyen anaların nasırlı elleri. Çoraklaşan ve gözden düşen topraklar için zemzem suyu kadar muteberdir nisan yağmurları. Bunu ancak hayatını toprağa adayanlar ve maişetini topraktan kazananlar bilir.

    Uzun geçen kıştan sonra bahar bize adeta ilaç gibi gelir. Hiçbir psikolog sağlayamaz bize baharın getirdiği sevinci ve hayata tutunma arzusunu. Baharla birlikte daha mütebessim olur suretlerimiz. Güneşten beslenir gözbebeklerimiz, bardağın dolu kısmını görür gözlerimiz… İyimserlik iksiri katılır kanımıza. Huzur, huzursuzluğa galebe çalar bu demlerde. Hırkalarını ceviz sandıklarına koyan insanlar düşünmek istemezler kışın tekrar geri geleceğini. Evinize taşırsınız bahar sevincini ve heyecanını. Uykularınız ve rüyalarınız bile baharla daha da güzelleşir. Kâbuslar yerini renkli düşlere bırakır gecenin en yalnız yerinde…

    Kardelenlerin hükmü biter nisan yağmurlarıyla birlikte. Bülbüller yarıda kalan aşk nağmelerini ve sevdalarını sunmak için iki büklüm olurlar gülün önünde. Hercai menekşelerin taç yaprakları faslı bahara ram olur. Nice çiçek boy gösterir tabiatın sımsıcak kucağında.

    Bahar dirilişin bir diğer adıdır zannımca. En kötü anımızda bile gitmeyi değil, kalmayı yeğleriz. Hayata güzel bakabilmek için imkânların sonuna kadar kullanıldığı bir zaman dilimidir bahar.... İçimizdeki çöllerin yeşerdiği, kuraklığın son bulduğu ve vahaların hayat iksiri sunduğu bir dönemin müjdecisidir. Cemrelerin nihayetinde havaların ısınması, bolluk ve bereketin fışkırması bahara endekslidir. Bahar her şeydir aslında…

    Nisan yağmurları baharın öz evladıdır. Etle tırnak gibidirler. İçimizdeki kiri ve pası silip süpürürler. Bizi yeniden doğmuşçasına saflaştırarak hayata katarlar. Kim kaçar ki bu bereket sağanağından! ... Bilinmelidir ki nisan yağmurlarının olmadığı bir bahar, elbet yetim ve öksüzdür. Nisan yağmurlarında arınmayan ruhlar, arınmanın hazzını bir daha hiç yaşayamazlar. Onlar biraz da yalnızlığımızı giderirler. İyi ki geldin bahar… Baharın gelişi nisan yağmurlarıyla zinetlendi. Son sözüm şudur ki bu bahar günlerini doyasıya yaşayın.

  • nato08.04.2007 - 14:23

    NATO’NUN İŞLEV(SİZLİĞ) İ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Günümüzde dünya devletlerinin en büyük yatırım alanları güvenlik ağırlıklıdır. Büyük devletlere baktığımızda bu alana çok büyük paralar yatırdıklarını görüyoruz. Başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkeleri ve Çin, güvenliğe bütçelerinden çok büyük paylar ayırıyorlar.

    Dünyada güvenlik deyince NATO akla gelmektedir. Yani bu teşkilat savunma amaçlı bir kuruluştur. NATO’ya üye olan ülkelere saldırı olduğunda bu kurumun üyeleri ortak hareket ederek saldırıyı etkisiz kılarlar. “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü” anlamına gelen “North Athlantic Traty Organization” olarak yazılan İngilizce aslındaki sözcüklerin kısaltılmış şeklidir. Türkçesi “Kuzey Atlantik Paktı” olarak da ifade edilebilir.

    Kuzey Atlantik İttifakı’nın kuruluşuna ilişkin antlaşma, 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanmıştır. “Washington Antlaşması” olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı devletlerin onayları alındıktan sonra 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiştir. Antlaşmayı imzalayan 12 ülke şunlardır: ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya. Burada da görüldüğü gibi Türkiye bu teşkilatın kuruluşunda yoktur.

    Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılımına ilişkin Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü, 22 Ekim 1951’de Londra’da imzalanmıştır. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nı 18 Şubat 1952’de onaylayarak (5886 sayılı yasa) NATO’ya üye olmuştur. Yunanistan da aynı tarihte Antlaşmayı onaylamıştır. NATO’nun üye sayısı, Almanya, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın katılımıyla 19 olmuştur.

    21–22 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO’nun Prag Zirvesinde, Soğuk Savaş sonrası ikinci genişleme kararı alınmış, bu doğrultuda Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, İttifak ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edilmiştir. Bu ülkelerle katılım müzakereleri sonucunda hazırlanan Katılım Protokolleri 26 Mart 2003’te Brüksel’de imzalanmıştır. Eski Doğu bloku ülkesi Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya, 29 Mart 2004’te ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen törenle NATO’ya resmen üye olmuşlardır. Böylece NATO, tarihinin en geniş kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirmiştir. NATO’nun üye sayısı, son yedi ülkenin katılımıyla 26’ya ulaşmıştır. Bunların yanında Fransa İttifak üyesi olmakla birlikte bütünleşmiş askeri yapıya dâhil değildir.

    SSCB dağılmadan evvel, Doğu bloku içinde yer alan ülkeler Varşova Paktı’na da doğal üyeydiler. Bilindiği gibi NATO, Varşova Paktı’na karşı askeri güvenlik ve savunma teşkilatı olarak kurulmuştur. O zamanlar iki kutuplu bir dünya vardı. Kutuplardan birisinde Varşova Paktı, öbüründe ise NATO yer alıyordu. Fakat SSCB’nin dağılmasıyla Varşova Paktı da tarih oldu. Bu sefer NATO tek kanat olarak kaldı. Hatta bazı eski Varşova Paktı üyesi ülkeler NATO’da yerini aldı. Tabir caizse eski düşmanlar aynı safta, aynı gayede buluştular.

    Önceleri komünizm tehlikesine karşı kurulan NATO, bu tehlikenin ortadan kalkmasından sonra kendini lağvetmedi. Hatta geçmişle kıyaslanamayacak derecede genişledi. Rakipsizlik, bu teşkilatı daha da büyüttü. Fakat etkinliğini o derece artıramadı.

    Aslında bugün NATO’nun varlığı fazla bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu birliğin düşman olarak gördüğü blok artık yok ortada. Hatta düşman olarak görülen bazı ülkeler şu anda söz konusu askeri savunma teşkilatının içinde yer almaktadırlar. Bir zamanlar ABD Savunma Eski Bakanı Rumsfeld’in ifade ettiği gibi “NATO, savunmaya yönelik bir güç olmaktan çıkıp, kriz bölgelerine müdahale edecek bir saldırı gücüne dönüşmelidir.” Bu kuruluş barışçı bir anlayışla mazlumun yanında yer almalıdır. Haksız olan ülkelere karşı sert ve kararlı durmalıdır. Fakat NATO’nun başı(bir anlamda patronu) olan ve dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, zalimce politikalar yürüterek petrol ve diğer yeraltı kaynaklarına sahip ülkelere küstahça saldırınca NATO’ya üye diğer ülkeler her nedense ya ABD’nin şer politikalarını açıkça desteklemekte ya da suspus olmaktadırlar. Bu demektir ki NATO; ABD’nin arka bahçesidir. ABD bu uluslararası kuruluşu çıkarları doğrultusunda istediği gibi yönlendirmektedir. Bunu Bosna-Hersek’te Filistin’de ve Lübnan’da açıkça gördük; Irak’ta da görüyoruz. NATO Irak’ta ABD’nin bir anlamda taşeronluğunu yapmaktadır; bütün kararlarını ABD’nin menfaatleri doğrultusunda almaktadır.

    Kuzey Atlantik Antlaşması’nın birinci maddesinde “Taraflar, BM Yasası’nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası ilişkilerinde BM’nin amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler.” yazmasına rağmen bugüne kadar buna uyulmamıştır.

    Kimse kimseyi kandırmasın… Bu teşkilattaki çifte standartlar her geçen gün artmaktadır. NATO günümüzde mazlumlara karşı balyoz, zalimlere karşıysa kalkan görevi görmektedir. NATO artık ABD çıkarlarına hizmet eden bir tabela teşkilatı olmaktan öte bir şey ifade etmemektedir. Türkiye’nin NATO üyeliği bize hiçbir şey kazandırmamıştır, aksine zarar vermiştir. Türkmenistan bile NATO’ya üye olmayıp dünyada az sayıda tarafsız kalan ülkelerden biri olurken, bizler nedense NATO’nun şemsiyesi altında kalmayı yeğlemişiz.

  • yaşlılık27.03.2007 - 01:06

    BİR GÜN SEN DE YAŞLANACAKSIN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayat değişik etaplardan oluşmuş bir yol güzergâhıdır. Bu yolda bazıları yürür, bazıları koşar, bazıları ise sürünür. Herkes gücüne göre hareket eder. Güçsüzler ve yaşlılar hep gerilerde kalır. Şair Ahmet Haşim ömrü bir merdivene benzeterek şöyle demişti:

    “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
    Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
    Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...”

    Hepimiz bu hayat merdivenlerini bir bir çıkıyoruz. Yükseldikçe görüş alanımız artsa da nefesimiz de o oranda azalmaktadır. Her merdiven, dermanımızı eksiltmekte, takatimizden çok şey alıp götürmektedir. Yorulsak da, daralsak da bu merdivenin en üst basamağına çıkıncaya kadar yükselişimize devam edeceğiz. Yükselirken de güneş rengi hükmündeki hatıralarımızı beraberimizde götüreceğiz. Bunlar bazen bizi sevindirecek, fakat çok kere de üzecektir. Çünkü mazinin ihtişamı hâlin acizliği karşısında hep üste çıkacaktır. Mevcut durum bizi üzmeye, yormaya, içimizdeki melali artırmaya fazlasıyla yetecektir. Vakit gelecek mevcut manzara karşısında semaya yaşlı gözlerle bakmak durumunda kalacağız.

    Aynalar gençlere huzur verirken, yaşlılara korku salar. Şakaklarımızdaki beyazlar ve alnımızdaki kırışıklar üstümüze abanan yılların ürkütücü çehresini gösterir. Gerçi her yaşın kendine göre bir güzelliği olduğu gerçeğini de kabul etmek gerekir. Yaşlılık ağır bir yük olsa da, manevi açıdan bakınca kötü bir şey olmadığı görülür. Bu yaşlar bir anlamda ömrün hasat mevsimidir. Çocuklar ve torunların mürüvvetleri görülür, onların başarılarıyla gururlanılır. Çalışmaya ara verdiğimiz için bedenimiz dinlenir. Şiirimizin büyük şahsiyetlerinden Cahit Sıtkı Tarancı yaşlanmayla beraber bedenimizde ve ruhumuzda meydana gelen değişimleri hüzünlü bir edayla “Otuz Bey Yaş” adlı şiirinde bakın nasıl dile getiriyor:

    “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
    Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
    Ya gözler altındaki mor halkalar?
    Neden böyle düşman görünürsünüz,
    Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

    Zamanla nasıl değişiyor insan!
    Hangi resmime baksam ben değilim.
    Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
    Bu güler yüzlü adam ben değilim;
    Yalandır kaygısız olduğum yalan.”

    Yaşlanmak nihai kaderimizdir, ondan kaçış ancak erken ölmekle mümkündür. Bu da sanırım tercih edilen bir durum değildir. Madem yaşlanmaktan kaçış yok, o zaman bu yeni halimize alışmak gerekir. Gerçi bedenimizin fiziki olarak yaşlanmasına ruhumuz da kendince destek oluyor. Yani ruh bu yeni duruma göre değişiyor, başkalaşıyor. Hissiyatımız yaşlılığı kabul edecek hale bürünüyor. Eğer bedenle ruh bu hususta denge içerisinde hareket etmezse psikolojik sıkıntılar baş gösterir. Ruh, bedenin bu değişmiş halini kabul etmede zorlanır.

    Yaşlılığa alışmak çok kolay bir şey değildir. Yaşlanan insanlarda ihtiyarlığın getirdiği fiziki olumsuzluklarla beraber, ölüm korkusu da sıkıntı teşkil eder. Allah’a ve ahiret gününü inananlar bu korkuyu hissetmezler. Bilirler ki ölüm yok oluş değil, kulluk vazifesini tamamlamış olmayla birlikte verilen bir çeşit berattır. Ne mutlu nurlu berat alabilenlere! ...

    Eskiden toplumumuzda geniş aile vardı. Günümüzde yaşlılar ayrı evlerde bir başına oturuyorlar. Evlatlar anne babalarını başlarından savıyorlar. Huzurevlerinde binlerce anne baba, çocuklarının sevgisinden uzak ömür törpülemektedir. Bu, Müslüman Türk toplumuna yakışmıyor. Fazla söze ne hacet… Herkes ettiğini bulur. Ne ekerseniz onu biçersiniz.

  • gençlik25.03.2007 - 01:39

    İMAN VE İRFAN NESLİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Genç demek enerjik, dinamik, aksiyoner, yiğit, korkusuz, açık sözlü, vefakâr, fedakâr ve şeffaf insan demektir. Onların bu hususiyetleri “delikanlı” sıfatıyla tavsif edilmeleri için yeterli bir sebeptir. Kanları kaynayan ve hata yapmaya meyilli olan bu güruhu disipline etmek büyüklerin vazifesidir. Bunu yapmazsak uç noktalara kaymalarına sebep olabiliriz.

    Çocuklukla yetişkinlik arasındaki dönemdir gençlik… Ömrün ilkbaharıdır bu dönem… Fakat manevi sorumlulukların da başlangıcıdır. Gençlik bir ülkenin geleceği ve ümit kaynağıdır. Onun varlığı itici güçtür, fakat bir o kadar da risktir. Onları inanç akidelerimiz etrafında yetiştirebilirsek mesele yoktur. Lakin bir de yoldan çıkmaya görsünler, toparlamak sanıldığı kadar kolay olmaz. Onun için gençliği iyi şekillendirmek mecburiyetindeyiz.

    Gençlik bireyin bedenen ve ruhen hızlı geliştiği dönemdir. Beden gelişimiyle ruh gelişimi muvazeneli yürümezse sıkıntılar baş gösterir. Dinçlik, zindelik, çeviklik, aktiflik, canlılık, heyecanlılık, delikanlılık, yiğitlik, mertlik, duygusallık, hızlılık, acelecilik, acemilik, tecrübesizlik bu dönemin en belirgin özelliklerindendir. Bunlar yerine göre olumlu, yerine göre olumsuz hasletlerdir. Mühim olan, hayatın bu en sorunlu olan devresinde bireyin sosyal ve psikolojik dünyasını kırıp dökmeden, olumsuz davranışları olumluya dönüştürmektir.

    Günümüz dünyasında ve Türkiye’de gençlik adeta akrep kıskacına alınmıştır. Her köşe başında açılan gayya kuyuları gençliğin manevra kabiliyetini ve hareket sahasını kısıtlamaktadır. Onları bu kör kuyulara düşmekten kurtaracak yegâne kılavuz imanla yoğrulmuş, fenle cilalanmış iyi bir eğitimdir. Basiret nazarlarını eşyaya yoğunlaştıranlar yanılmaktan azade olurlar. Vahiyle süslenmiş aklın nuruyla hareket edenler, zorlu kavşaklarda kör istikametlere sapmazlar. Kalple bütünleşen akıl, onları uçurumlara yuvarlanmaktan korur.

    Türk şiirinin tartışmasız en büyük isimlerinden biri olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek özlediği gençliği “Gençliğe Hitabe” isimli veciz yazısında şöyle dillendiriyordu:

    “Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hâkimiyet Hakk’ındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…“Kim var? ” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım! ” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur! ” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…

    Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, müzahrefat(süprüntü) kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…

    Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…”

    Müslüman gençlik inançlı, şuurlu, ahlaklı, iffetli, emin, sadık, basiretli, şahsiyetli, medeni, fedakâr, sorumluluk sahibi, hizmet ehli, kültürlü, adaletli, bilgice donanımlı, edepli ve ibadetlerine düşkün olmalıdır. Böyle bir gençlik geleceğe güven ve umut taşır. Merhum Mehmet Akif bu özelliklerle mücehhez gençliğe “Asım’ın Nesli” diyordu. Bu nesil Çanakkale’de yedi düvele karşı ölüm kalım mücadelesi vermişti. Onlar ki ömrün henüz taze baharında tomurcuk gül gibi yaşamak dururken ölümün kollarına atmışlardı kendilerini. Akif bu imanlı ve irfanlı nesli Safahat’taki altın yaldızlı dizelerinde şöyle nitelendiriyordu:

    “Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek
    İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek”

    Gençlik ömrün en zevkli ve unutulmaz çağıdır. Bu dönemde kendimizi güçlü ve zinde hissederiz. Duygularımız aklımıza galebe çalar. Büyüklerin sözleri ve nasihatleri fazla itibara alınmaz. Zordur gençlerin dilinden ve hâlinden anlamak… Tüm bu zorluklara rağmen onları şefkat kanatlarımızın altına almaya gayret etmeliyiz. Gelecek nesillerimizi maddi ve manevi ilimlerle tam donanımlı yetiştirmeliyiz. Onların ruhlarını üstün ideallerle doldurabilirsek, başıboş adımlarına hedefler tayin edebilirsek gelecekten endişelenmek anlamsızdır.

    İbadetler gençlikte daha değerlidir. Nefsanî arzuların yoğunlaştığı bu dönemde Allah korkusuyla günahlardan uzak durma gayreti içerisinde olan genci Allah da korur. Peygamberimiz, Allah’ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah’ın gölgesinde gölgeleneceğini haber vermiştir. Bu hadiste ilk olarak “adaletli yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç” zikredilmektedir. Başka rivayetlerde ise “Allah, gençliğini Allah’a itaatle geçiren genci sever”; “Allah tevbe eden genci sever” buyrulmaktadır. Gencin sabrı ve tahammülü her şeyden kıymetlidir.

    Dünyada emrimize verilen zaman nimeti iyi kullanılmalıdır. Akıllı insan vaktini hayırlı işlerle geçirir. Çünkü bize bu ömrü bahşeden Allah, günümüzü neyin peşinde geçirdiğimizi soracaktır. Resulullah bunu bir mübarek sözünde şöyle ifade ediyor: “Kıyamet günü Âdemoğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda (sorgudan) kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiğiyle ne denli amel ettiğinden…”

    Günümüzde gençlik hiç de iyi bir görüntü çizmemektedir. Küçüklerin büyüklere saygısı ve hürmeti tükenme noktasındadır. Gençler, anne baba dâhil, yaşlı kesimi bir yük olarak görmektedir. Oysa Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan genç için, Allah Teala ikram edecek kimseler hazırlar.”

    Günümüz gençliği gününü gün etmenin peşindedir. Bunun için hemen her türlü maceraya atılıp, risklerle dolu bir hayatı tercih etmektedirler. Eğlence ve oyun hayatın merkezinde yer almaktadır. Damarlarda deli kan dolaşmaktadır. Sinelerde dava ve inanç şuuru yer etmemektedir. Dünyaya geliş gayesi hakkıyla bilinmemektedir.

    Günümüzde gençler evlenmeye karşı soğuk durmakta, günübirlik ilişkilerle oyalanıp şehvet bataklığında debelenmektedirler. Kitle iletişim araçları körpe zihinleri bulandırdıkça bulandırmaktadır. Secdede olması gereken alınlar diskolarda kan tere batıp yaratılış gayesinden uzakta, kirli bir hayatın gölgesinde günahlara batmaktadır. Böylelikle neslin devamı da tehlikeye girmektedir. Bu çürümüşlüğe de modern ve Batılı hayat denmektedir. Böyle hareket edenlere ilerici denirken, aksini düşünenlere gerici yaftası yapıştırılmaktadır. Gözler yalan bağcıklarıyla sıkıca bağlanmaktadır. Oysa Peygamberimiz öyle düşünmüyor, bu hususta şöyle diyor: “Ey gençler topluluğu! Evlenmeye gücü yetenler derhal evlensin! Zira bu, gözü haramdan korur, ırzı muhafaza eder. Gücü yetmeyenler ise oruç tutsun! Çünkü onun için o şehevi arzuyu gidericidir.”

    Gençliğin nasıl yetiştirileceği hususunda da modelimiz Hz. Muhammed(sav) ’dir. O öncelikle bir fert olarak yaşadığı mübarek bir hayatla bize iyi bir örnek teşkil etmektedir. Onun muazzez sahabeleri gösterdikleri fedakârlıklarla ve yaşadıkları örnek hayatlarla nurlu abideler olarak bize ışık tutmaktadırlar. Onların atmosferinde soluklanırsak cennetin en mutena köşelerinde yerimizi alarak bolca rızıklanırız. Bunda tereddüt ve şüphe yoktur.

    Aslında dikenlerden arınmış, güle sevdalı bir gençlik yetiştirmek bizim elimizde… Ne ekersek onu biçeriz şüphesiz… Gençlerimizi Kur’an ikliminde soluklandırabilirsek onlara ruhları genişleten ebedilik iksiri sunmuş oluruz. Akif’in ideal olarak sunduğu Asım’ın nesli ile Tevfik Fikret’in oğlunun başını çektiği Haluk’un nesli iki zıt kutuptur. Saflar açık ve sarihtir. İsteyen Asım’ın, isteyen Haluk’un neslinin yanında yer alır. Asım’ın nesli ebedilik iksiriyle ufuklara çengel atarken, Haluk’un nesli alev topuyla oynayarak kendini ateşe atmıştır.

    Geleceğini geçmişin potasında yoğurmuş bir nesli özlüyoruz. Davasını şevk ve arzuyla sırtlamış, yorulma nedir bilmeyen, yolunu ta ruhlara şekil verilirken bellemiş, sözünün arkasında durmayı şeref addetmiş, kılavuzunu hakikat ikliminden seçmiş, Batı’nın ithal fikirlerini boşamış, sesi göğün yedinci katında yankılanan, surda mukaddes gedikler açan, kahpe rüzgârlara karşı yelkenlisini namus bilip koruyan, küfrü ve taklitçiliği patlamaya hazır el bombası hükmünde gören, yüzde yüz yerli malı bir gençlik bekliyor ve istiyoruz. Gayretimiz bu neslin inşası içindir. Bu binada bir tuğlası olanlara ne mutlu! ...

  • nevruz14.03.2007 - 00:42

    TÜRK BAYRAMI NEVRUZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde içimiz kıpır kıpır olur. Çünkü bu tarih bizde Nevruz Bayramı olarak kutlanır. “Nevruz” ifadesi her ne kadar Farsça bir terkip olsa da bu en eski Türk bayramlarından biridir. Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir. Nev; yeni, rûz; gün anlamını taşır. Kelimenin Farsça kökenli olması bu bayramı Türk bayramı olmaktan çıkarmaz. Çünkü tarihi malumatlar bu bayramın Türklerle olan derin bağlantısını ortaya koymaktadır. Kimse bu köklü değerlerimizi bizden koparmaya çalışmasın. Bunlar Türk kökenli milletleri birbirine bağlayan bir nevi çimentodur.

    Türkler toprağa çok değer veren, adeta onunla duygusal bir bağ kuran ender milletlerden biridir. Onun içindir ki topraklarına yan gözle bakanlara yüzyıllarca kılıç sallamışlardır. Asırlarca at üzerinde göçebe yaşamayı göze alabilmişlerdir. Toprağa kendilerince bir kutsiyet atfetmişlerdir. Nevruz da bir anlamda toprağın uyanışıdır, ses verişidir. Uzun sayılabilecek bir kıştan sonra baharın gelişinden dolayı duyulan sevinç yansıtılır nevruzda… Toprakla ilgili olarak Âşık Veysel’in şu dörtlüğü bize ne çok şey anlatır:

    “Karnın yardım kazmayınan, belinen
    Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
    Yine beni karşıladı gülünen
    Benim sadık yârim kara topraktır”

    Nevruz dün olduğu gibi bugün de çok geniş bir coğrafyada kutlanan bir Türk bayramdır. Bazılarının iddia ettiği gibi bir Mecusi bayramı değildir nevruz... Ateş yakılması ve ateş üzerinden atlanması yüzünden bu bayramı Mecusilikle ilişkilendirmek bayağılık ve sığlıktır. Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Görünen o ki bu coğrafyada nevruz coşkusu her geçen gün artmaktadır.

    Türkmenistan’da üç yıl boyunca kaldım. Orada nevruza çok büyük yer ve değer verildiğini bizzat gördüm. Burada halk nevruzu sahipleniyor. Bu bayram insanları kenetliyor. Sabahtan akşama kadar insanlar tabiatla iç içe yaşayıp eğleniyor. Küçük çocuklar ve yetişkin kızlar en güzel ve renkli elbiselerini giyerek gezintiye çıkıyorlar. En güzel yemekler bugüne saklanıyor, bugün için yapılıyor. Bütçeler alabildiğine zorlanıyor. Halk yeşilin doyumsuz güzelliğine sığınıyor. Eski gelenekler mümkün olduğunca yaşatılıyor. Halkın bu günü bayram tadında ve havasında kutlaması için bütün resmi kurumlarda üç günlük tatil ilan ediliyor.

    Türkiye’de yakın zamana kadar nevruz kelimesinden ürküyordu insanlar… Çünkü nevruzun bir Türk bayramı olduğu pek az kesim tarafından biliniyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı kesimler tarafından kutlanan bir gün olarak yer ediyordu hafızalarımızda… Hatta o gün bir kısım şer odakları olaylar çıkarıyor, kal döküyor, eylemleriyle gündemi işgal ediyorlardı. Böylelikle nevruz insanlarda ve devlette bir baskı unsuru oluşturuyordu. Oysa günümüzde bu tazyikin tesirin geçmişe nazaran çok daha yumuşatılmıştır.

    Yasakçı zihniyetlerle bir yerlere varılamayacağını gösteren hadiselerin başında gelir nevruz… Eskiden bir kısım yerlerde nevruz kutlamalarına izin verilmezdi. Bunu fırsat bilen art niyetli kesimler, yasağa karşı çıkarak işi kan dökmeye kadar götürürlerdi. Oysa günümüzde nevruz kutlamaları polisin gözetiminde olmak üzere serbesttir. Halk o gün taşkınlık yapmamak şartıyla doyasıya eğlenmektedir. Baharın gelişinin getirdiği coşku ve dinamizm bütün güzelliğiyle etrafa yansıtılmaktadır. Uzun kışın kasveti dağıtılmaktadır. Halk nahoş hadiselere geçit vermemektedir. Böylelikle halk kendisine duyulan güveni karşılıksız bırakmamaktadır. Böyle olunca pek ciddi hadiseler de yaşanmamaktadır. Bu da gösteriyor ki öncelikle insanlara itimat etmeliyiz ki fertlerdeki bağlılık ve sorumluluk duygusu inkişaf edebilsin. Gelin en eski Türk bayramlarından biri olan nevruzu ruhuna uygun olarak bahar neşesiyle kutlayalım. Cemrelerin ısıttığı toprağa, havaya ve suya sahip çıkalım.

  • nazan bekiroğlu13.03.2007 - 23:48

    ÜNLÜ HİKÂYECİ NAZAN BEKİROĞLU’YLA DOST SOHBETİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Geçenlerde (09 Mart 2007 Cuma günü) KTÜ/ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Öğretim Görevlisi Ahmet Hilmi İmamoğlu biz öğrencilerini ziyaret etmek üzere Trabzon Lisesi’ne geldi. Öğretmenler odasında muhabbeti koyulaştırdıktan sonra Nazan Bekiroğlu Hoca’yı ve diğer hocaları ziyaret etmeye karar verdik. Randevu aldık. Öğretmen arkadaşlardan Meryem Bülbül ve Nebahat Eyüboğlu’yla beraber Söğütlü’ye gittik. Ahmet Bey arabasıyla götürdü bizi. Nazan Bekiroğlu hocamı ziyaret ettik. Daha sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından Bilal Kırımlı ve Osman Kemal Kayra da geldi. Maziye şöyle bir bakıverdik. Geçmişe dair anılara yolculuk yaptık.

    Ben 1992 senesinde mezun oldum Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nden. Az değil aradan 15 sene geçmiş. Fakat geçmişte yaşananlar küllense de, unutulmamış. Hocalarımla çayları yudumlarken o güzel günleri konuşup geçliğin atmosferinde soluklandık. Hocalarımız bizi hiç unutmamış, tabii ki biz de onları unutmamışız. Aramızda hiçbir kırgınlık geçmemiş. Onun için ak sayfalar var arkamızda.

    İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Köprübaşı’nda okudum ben... Geri kalmış bir bölge olduğu için eğitim ve öğretim adına fazla bir şey alamadık lise yıllarında… Çünkü derslerin çoğu öğretmensizlik yüzünden boş geçiyordu. İstanbul Türkçesi’nin esamisi okunmuyordu burada… İmlâ ve noktalama berbattı. Böyle bir altyapıyla Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’ne başladım. İlk aylarda doğal olarak bocaladım. Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu ‘Sen bu bölümde okuyamazsın, yol yakınken geri dön’ dedi. Beni bir korku sardı. Korku daha sonra hırsa dönüştü. Bu eksikliklerimi önce okuyarak, sonra yazarak giderecektim. İç dünyamda büyük bir seferberlik başlattım. Her gün kütüphanelerde akşamlıyor, kitapların üzerinden kalkmıyordum. Bunlar ders kitabı değildi. Hikâye, roman ve şiir türünde eserlerdi. Okudukça doldum, doldukça boşalma ihtiyacı hissettim.

    O birikimle üniversitenin ilk yıllarında yazmaya başladım ben… Önce şiirle koyuldum işe. Daha sonra deneme, makale ve fıkralar geldi. Türksesi Gazetesi’nin sahibi rahmetli Ayhan Kıyak’a giderek gazetesinde yazmak istediğimi söyledim. Şöyle bir baktı bana, daha doğrusu süzdü beni. Tanımak için sorular yöneltti bana. Gözlerimdeki arzu ve heyecanı hissetmiş olmalı ki yazma teklifimi kabul etti. ‘Yarından itibaren yazmaya başla’ dedi. Tabii ki parasız yazacaktım. Dünyalar benim olmuştu. O gece uyumadım, ilk yazımı yazdım.

    Böylece başladı yazma maceram… Ondan sonra 15 sene yazdım Ayhan Kıyak’ın Türksesi ve Hizmet Gazetelerinde… Görüldüğü gibi hâlâ buradayım. Bir ara Bizim Okul isimli derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü yürüttüm. Okuyucu yanımızda yer almadığı için kısa zamanda kepenkleri kapattık. Yurt genelindeki pek çok dergide yazılarım ve şiirlerim görülmeye başladı. Artık belli çevrelerde tanınmaya başlamıştım. Hocam Nazan Bekiroğlu bu yönümü biliyor ve sırf bu yüzden bana değer veriyordu. O yıllarda hocam az yazıyordu, seçici davranıyordu. Ben pek çok dergi ve gazetedeki yazıları bir arada yürütüyordum. Bunlarla beraber zaman zaman hocam Nazan Hanım’la edebi münakaşalarda bulunuyordum.

    Günümüz modern hikâyesinin öncülerindendir Nazan Bekiroğlu… Uzun yıllar boyunca yazdıklarını biriktirmiş, yakın geçmişte peş peşe yayınlamıştır. Kendisi şimdilerde Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünde öğretim görevlisidir. Ben de dört yıl boyunca onun öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşadım. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü vardı orada… Nazan Hanım da bu bölümün başkanıydı. Yakın geçmişte, hangi akla hizmettir bilinmez, bu bölüm kaldırılarak yerine Türkçe Öğretmenliği Bölümü açıldı. Şimdilerde Bekiroğlu hocam bölüm başkanlığını bırakıp kendini edebi çalışmalar üzerinde yoğunlaştırmıştır.

    Nazan Bekiroğlu bu şehrin, Trabzon’un öz evladıdır. O, şehrimizin adını edebiyat sahasında geniş kitlelere duyurmaktadır. Fakat Trabzon halkının büyük çoğunluğu ne yazık ki onun varlığından bile haberdar değildir. Bırakın sıradan halkı, okumuş kesim bile bu büyük öykücünün varlığından bihaberdir. Bizde aydın kavramının dışı cilalı olsa da içi boştur.

    Nazan Hanım deneme, makale, hikâye ve roman sahasında dev eserler vermiştir. “Nun Masalları(Öykü) , Cam Irmağı Taş Gemi(Öykü) , Mor Mürekkep(Deneme) , Mavi Lale(Deneme) , Cümle Kapısı(Deneme) , İsimle Ateş Arasında(Roman) , Yusuf İle Züleyha(Şark Mesnevisi) , Şair Nigar Hanım(İnceleme) , Halide Edip Adıvar(İnceleme) onun özgün eserleridir. Bu kitaplar seçkin kitapçıların raflarını süslemektedir. Fakat O, bu eserlerin sahibi büyük bir yazar olmasına rağmen tevazuu hiçbir zaman elden bırakmamaktadır. O, günümüz Türkiye’sinde çok kibar ve zarif bir Osmanlı Hanımefendisi gibi davranarak hayranlık uyandırmaktadır. Bu onun ruh inceliğinin bir yansıması olarak görülebilir.

    Türkiye’nin son dönemde yetiştirmiş olduğu en büyük hikâyecilerden biri olan Nazan Bekiroğlu’yla, her tarafı kitaplarla dolu bir odada iki saate yakın muhabbet ettik. Her daldan ve her telden konuştuk. Bu, hoca öğrenci dostluğunun ve dayanışmasının bir nişanesiydi. Bana yanından ayrılırken “Yazdıklarını kitaplaştır. Bir dahaki gelişinde kendine ait bir kitapla yanıma gelmeni istiyorum.”dedi. Ben de kendisine yazdıklarımı kitap haline getirmenin büyük bir iddia ve cesaret gerektirdiğini, bunun zamanının gelmediğini söyledimse de o bana “Artık kemale erdin, bundan sonra yazdıklarını iki kapak arasına almalısın.” diye nasihatte bulundu. Ne diyelim, üstatlar en iyisini bilir. Bu kıymetli sanatkârın sohbetinden büyük bir haz alarak geri döndük. Kendisine bundan sonraki edebi hayatında üstün başarılar diliyorum. Onun öğrencisi olmak benim için şereftir. İyi ki varsın sevgili Nazan Bekiroğlu…

  • çanakkale savaşı13.03.2007 - 20:10

    ÇANAKKALE’DE UYANIŞ

    M.NİHAT MALKOÇ


    18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.

    Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.

    Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:

    “Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
    Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi

    Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
    Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi

    Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
    Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi

    Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
    Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi

    Fazilet yarışında önde gider yiğitler
    Zekeriya misali bölse de hızar bizi

    Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
    Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi

    Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
    Kendimize getirir ilâhî nazar bizi

    Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
    Çağların göbeğine tarihler yazar bizi

    Gök kubbenin altında dolaşırken avare
    Hicran ateşlerine atar intizar bizi

    Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
    Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi

    Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
    Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi

    Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
    Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi

    Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
    Maziden arda kalan sermaye bakar bizi

    Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
    Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi

    Doğar Anafartalar alacakaranlığa
    Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi

    Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
    Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi

    Kirli çizmeleriyle girer de haremime
    Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi

    Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
    Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi

    Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
    Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi

    Diner Çanakkale’de esen acı karayel
    Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi

    İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.