Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Melsa Koç
Melsa Koç

SANMASINLAR YIKILDIK, SANMASINLAR ÇÖKTÜK, BİR BAŞKA BAHAR İÇİN SADECE YAPRAK DÖKTÜK.

  • baykuş30.11.2007 - 12:14

    Hz.Süleyman (a.s) 'ın huzuruna girip selam veren baykuşa sormuş:
    -Ey baykuş! Evlere konunca neden uzun uzun ötersin?
    İnsanoğlu bu kadar ağır bir imtihanla karşı karşıya iken nasıl rahat uyur? demek isterim.
    -Gündüzleri niçin dışarı çıkmazsın?
    İnsanoğlunun birbirlerine olan zulümlerinden dolayı....
    -Feryadında ne dersin?
    Ey gafiller! Yolculuk var.Hazırlıkta bulunun,derim.
    Hz Süleyman (a.s) şöyle buyurmuş:
    -İnsana böyle yol gösteren başka bir kuş yoktur.Neden insanoğlu onu uğursuz sayar,anlamadım.....

  • sır28.11.2007 - 14:10

    Su, kendine sırdaş arıyordu. Önce buluta verdi sırrını. Ağır geldi sır buluta. Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını.

    Sonra göle gitti su. Ona anlattı derdini. Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için, zaman zaman taşıyordu göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu.

    Sonra nehre verdi su sırrını. Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. Dereye verdi. Dere biraz daha yavaş olsada nehirden, o da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze... Çağlayanlar, şelaleler, akarsular.. Hepsi kayboluyordu bir anda. Sonra bir gün su takip etti dereyi. Dereye okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla, ırmaklarla... okyanusa taşındığını.

    Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. Öyle de yaptı zaten. Tüm sırlarını okyanusa verdi. Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu....
    g eçen karşılaştık suyla. Bir bardaktaydı. Suskundu. Çok uğraştım konuşturamadım. Ben tam giderken 'Dur! ' dedi su.

    Durdum! ...

    Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar, kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar.' dedi.

    Hep cevrenizde OKYANUS yürekli dostlarinizın olmasi dileği ile....

  • mantık23.11.2007 - 17:17

    Öğrenciler o yılın ders programlarında yeni bir ders olduğunu fark ederler.
    Dersin adi Mantıktır ve derse yaslıca bir profesör girecektir.
    Nihayet, ilk mantık dersi baslar.
    Çocuklardan biri söz hakki isteyerek:
    -Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız? ricasında bulunur.
    Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
    -Mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür.
    Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum- der.
    -Farzedin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde...
    Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır? -
    Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
    -Elbette, kirlisi! - diye cevap verirler.
    Profesör, tebessüm ederek:
    -İste evlatlarım- der,
    -mantık bu soruya cevap vermeden önce sunu sorar:
    Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?

  • heykel22.11.2007 - 18:13

    3 Heykel

    İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
    Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
    Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

    Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: 'Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.'
    Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

    Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarı fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

    Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
    Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
    İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
    Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.
    Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.

    Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
    'Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
    Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul
    değildir.
    En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.“

  • taş31.10.2007 - 14:34

    Taşın Hikayesi

    Genç bir Yönetici, yeni Jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti.

    Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu: Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?

    ”Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi. “Lütfen, amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı. Çocuk, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti. “abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

    Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu: “Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.
    Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı.

    Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi.
    Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı hiç unutmamak için sakladı:

    Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağın kadar hızlı geçme.
    Yaratıcı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır.

    Fısıltıyı dinle… veya taşı bekle.
    Seçim senin.

  • acele25.10.2007 - 17:51

    ACELE ETMEK

    Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş. Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş. Yolda yürürken köşe başında birisi 'Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe' diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: 'Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim' Bu ise pek akli ermemiş ama merak iste. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. Nasihat ' KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR' ve yoluna devam etmiş...

    İlerde yine köse başında başka bir adam bağırıyormuş 'bir nasihat bin akçe' diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış. İkinci nasihat da: GÖNÜL KIMI SEVERSE GÜZEL ODUR' Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyor. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı satın almış. Son nasihatte: 'HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ'. Parasız yoluna devam etmiş. Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karsılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye' Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. 'Kaderde ne var ise o çıkar' aşağı inmeye karar vermiş. Aslında bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor. İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: 'Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım.' Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve 'söyle bakalım hangisi güzel? ' demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve 'gönül kimi severse güzel odur' demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar,kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.
    Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karisi genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş 'Hiçbir is aceleye gelmez'. Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: 'bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun' demiş.
    KADERİNİZ ve YOLUNUZ AÇIK OLSUN, HAYAT ACELE ETMEYE GELMEZ. MEVLANA

  • farkına varmak19.10.2007 - 18:04

    Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat Ailesi Buna izin veremezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate Hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup Üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.
    Çocuk bir gün hocasına `hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek` dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar Hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.
    Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi. kağıtta çocuğun gençler karate
    şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün
    salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu,
    `hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin
    kaybederim`. Hocası ise `sen sadece hareketi yap` cevabını verdi.
    Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale
    kadar çıktı.
    Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama
    gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon
    oldu. Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu `hocam nasıl olur
    anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon
    oldum`.
    Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, `senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir...Ve bir tek savunması vardır
    O da, rakibin sol kolunu tutmak`.
    Farklılıklarınızı avantaja dönüştürün...

    MUTLAKA SİZİN DE ÇOK ÖNEMLİ VE DE FARKLI BİR YÖNÜNÜZ VARDIR. VARLIĞINIZIN YÜCELİĞİNİN FARKINA VARIN

  • yüzük19.10.2007 - 17:50

    Padisahın biri bir gün bir yüzük yaptırmak istemis..bir sürü sanatcıyı
    toplamıs onlara demiski:
    -Bana oyle bi yuzuk yapın ve icine oyle bi söz yazınki her gordugumde;
    eger üzgünsem mutsuzsam benim yüzümü güldürsün teselli olsun..
    Eger cok mutluysam şehvetin kollarına düşecek kadar mutluysam bana
    gercekleri anlatsın..dogru yola itsin..
    uzun bi sure adamlar düşünmüşler. Sonunda bi yuzuk yapmıslar padisaha,icine de:
    -Bu da gecer.. yazmıslar

  • sabır08.10.2007 - 17:40

    SABIR VE SADAKAT

    Eski Japon kültürüne göre parıldayan her şey değersiz ve bayağı kabul edilirdi.Yeni bir fincan veya vazo, ürküntü verirdi. Çünkü parlayan bir nesne yenidir ve yeni olduğundan henüz kullanımının ona kazandırdığı soylulukla değer kazanmamıştır.
    Eskimiş, pek çok kez çay içmekten ötürü kararmış bir fincan, bizimle yaşamış, sabrımızı ve özenimizi aktardığımız bir eşyadır ve zamanla hem bizim huyumuzu, hem duygularımızı yüklenmiş ve bize hizmet ederek bunun karşılığını vermiştir.
    Uzun süreli bir kardeşlik zamanın kararttığı bir fincanınkiyle eş değerde izler taşır. Gündelik eşyalarda da, kardeşliğimizde olduğu gibi kırılganlıklar ve gölgeler bulunur.Bir fincanı firlatıp atmamak ve bir kardeşini yaşantından uzaklaştırmamak için sabır ve sadakat gibi son derece önemli, ama artık pek sık rastlanmayan iki duyguya gereksinme vardır.
    'Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya, sadakat ise bir köke benzer.' 'Sabır acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiridir. '

  • namaz28.09.2007 - 12:36

    Namaza tekbir getirip başladıklarında, kurban misali bu alemden çıktılar. Çünkü imamın 'Allahü ekber' demesinin manası şudur:

    - İlahi! .. biz senin huzurunda kurban olduk! ...

    O sırada beden İsmail, can da İbrahim (sav) gibidir ki can, bedenin heva ve hevesini kesmek için tekbir getirmiştir.

    İşte o zaman beden, şehvetlerden ve hırslardan ölüp kurtulmuş, kul namaza başladığında:

    - Bismillâhirrahmânirrahim, diyerek boğazlanmıştır.

    Namaz kılanlar kıyamet gününde Allahu Teâla'nın huzurunda nasıl ki saflar halinde duracaklar, aynen o şekilde nefislerini hesaba çekerek, Rablerine yalvararak gelirler.

    Allah'ın huzurunda göz yaşı dökerler. Kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilir gibi namazda kıyam ederler. Cenab-ı Hak onlara şöyle der:

    -Sana verdiğim süre içinde ne kazandın, bana ne getirdin?
    -Ömrünü hangi amelde bitirdin?
    -Rızkını ve kuvvetini hangi işte tükettin?
    -Gözünün cevherini nerede eskittin?
    -Beş duyu organını nerede kullandın?
    -Sana bel ve kazma gibi el, ayak verdim. Ben onları kendi lütfum ile bağışlamıştım. Ne oldular?

    Onlar bu halde iken sorular ardı ardına gelir. Soruya muhatap olan utancından iki kat olup rüku halini alır. Zira utandığından ve ayakta duracak hali kalmadığından, Allahu Teâla'yı tesbih eder:

    -Sübhane Rabbiyel Azim, der. Cenab-ı Hak:

    -Ey Kulum! Başını kaldır da sorularıma cevap ver, diye ferman eder.

    Kul mahcup bir halde başını kaldırır ama ayakta duramaz.Hemen secdeye kapanır. Bu kez ona:

    -Secdeden başını kaldır, yapmış olduklarını anlat, denir.

    Fakat kul, mahcup olarak başını secdeden bir ara kaldırsa da duramaz. Hemen yüz üstü kapanır. Cenab-ı Hak tekrar:

    -Başını kaldır ve açıkla! Yaptıklarından birer birer hesap soracağım, buyurur:

    İşte bu heybetli hitaplar o kulun ruhuna tesir eder. Artık ayakta duracak hiç hali kalmamıştır. bu ağır yükün tesirinden dolayı ayakları üstüne otura kalır. Cenab-ı Hak bu halde iken ona:

    -Anlat şu halini! Sana nimet vermiştim. Nasıl şükrettiğini söyle. Sana sermaye vermiştim, nasıl tükettiğini göster! ..der.

    Ve....Kul, bir çıkış yolu bulabilmek için sağ tarafına selam vermek üzere, nebilerin ve meleklerin bulunduğu tarafa yönelir:

    -Esselâmu Aleyküm Ve Rahmetüllah, der.

    Bunu yapmakla, 'ey manevî rehberler! ..Şefaat ediniz ki bu kötü kuşun ayağı ve kilimi çabuşa barmış, kurtulsun' demek ister.

    Onun bu sözü üzerine peygamberler ona şöyle der:

    -Biz dünyada iken sana çare idik. Orada salih amellerde bulunmadın. Şimdi vakitsiz öten kuş gibisin. Ey talihsiz kişi! .. Git, kanımıza girme.

    Onlardan bir fayda göremeyen kul, bu kez sol tarafa aile ve yakınlarının bulunduğu tarafa, soluna yönelir:

    -Esselâmu Aleyküm Ve Rahmetüllah, der. Onlar da:

    -Sus! .. Bizden yardım isteme. Biz kim oluyoruz ki sana yardım edelim.Bizden el çek, derler.

    Zavallı ne o taraftan ne de bu taraftan bir fayda görür. Ruhu çaresiz kalır: Kalbi parça parça olur. böylece ümitleri tükenmiş bir halde Allahu Teâla'ya yalvarmak için ellerini yukarı kaldırır:

    -Ya Rabbi! .. Artık ümidim kalmadı. Sığınacak tek kapım sensin. Senin rahmet ve mağfiretinde son yoktur, der.'

    Tahirül Mevlevi, Şerhi Mesnevi