Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • orhan gencebay24.07.2004 - 11:14

    Orhan Gencebay

    Orhan Gencebay'ın yaşamında iki doğum tarihi vardır... Birincisi 1944 yılının 4 Ağustos'unda sıcak bir öğle vakti ilk soluk. İkincisi ise müziği kanında, duygularında solukladığı an. Müzik yaşantısına altı yaşlarında babasının 'eğlensin' diye aldığı mandolin ve kemanı çalarak başladı. Bunlar daha çok batı aletleriydi. Hocası viyolanistti, çok iyi öğrenim yapmış birisiydi... Kırım Türklerindendi ama Samsun'da berberlik yapıyordu. Küçük Gencebay yetenekliydi, kısa zamanda notayı öğrendi.

    Ancak gözü Halk müziğindeydi. Yedi yaşında iken bağlama ile tanıştı. 12 yaşına geldiğinde artık tamburda çalıyordu. Şarkı söylemiyordu ama müziğin felsefesini tanımaya çalışıyordu. Konservatuar sınavlarına girdi, kazandı ve bir süre devam etti. Ancak aradığı ve düşlediği müziği bulamadığı gerekçesiyle ayrıldı. Ardından Ankara Radyosu sınavlarına girdi 20 yaşındaydı. Sınavları iftiharla kazandı, Halk Müziği'ni tercih etmişti.

    Müzik aletleri içinde ona bağlama kadar yakın gelen yoktu. Sınavları kazandığı halde usulsüzlük yapıldı diye radyoya girmedi. İki yıl sonra İstanbul Radyosu'nun sınavlarına girdi, onu da iftiharla kazandı, 10 ay TRT'de çalışıp ayrıldı. O sıralar çeşitli arayışlar içindeydi ve bütün sorunda buydu zaten. Var olan müziğin yapısından tatmin olmuyordu. Türk müziğin'de çok iyi malzeme vardı, çok iyi yerlere gelmesi mümkündü. O yıllarda böyle düşünüyordu.

    TRT'den ayrıldıktan sonra babasının da işlerinin bozulması üzerine yeniden Samsun'a dönen, ne var ki içindeki müzik tutkusu her geçen gün biraz daha yoğunlaşan Orhan Gencebay çalışmalarını bu kez İstanbul Plakçılar Çarşısın'da yoğunlaştırdı. Söz yazarı, besteci, yorumcu, bağlama sanatçısı olarak zirveye doğru uzanan bir maratona başladı. Sanatçı henüz şarkıcı olarak tanınmadan önce de bir çok bestesiyle şöhret olmuştu. 'Sevemedim Kara Gözlüm ', 'Koca Dünya', 'Sabır Taşı' adlı besteleri, besteci Orhan Gencebay'ın tanınmasına yetmişte artmıştı bile. Hatta 'Sevemedim Kar Gözlüm ' adlı bestesi rekor kırmış 45 sanatçı tarafından plak yapılmıştı.

    Orhan Gencebay ses sanatçısı olarak adını ilk kez 'Başa Gelen Çekilirmiş' adlı 45'lik plağı ile duyurdu ve hemen ardından 'Derdim Dünyadan Büyük' adlı plağı geldi. 1969 yılında 'Bir Teselli Ver''in satışını katlayarak kırdığı rekor nedeniyle çalıştığı plak şirketş tarafından 'Altın Taç' ile ödüllendirildi. 1978 yılında yaptığı 'Yarabbim' adlı plağı yurt içinde ve dışında yaptığı satışlarla rekor kırdı.

    Orhan Gencebay 1971 yılında İstanbul Plak'a ortak olmuş ve ilk plaklarının büyük çoğunluğu bu firmadan çıkmıştı. Sanatçı daha sonra merhum Yaşar Kekeva ile ortak olarak Kervan Plak şirketini kurdu ve kardeşi Burhan Gencebay ile birlikte çalışmalarını burada sürdürmeye başladı. Yaşar Kekeva Kervan Plak'tan ayrılıp kendi adını verdiği plak şirketini kurunca Kervan Plak Orhan ve Burhan kardeşlerin ortaklığı ile bugünlere geldi.

    Orhan Gencebay'ın ilk evliliğini yaptığı Azize Gencebay'dan Altan adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. Daha sonra oğlunun annesinden boşanan sanatçı 'Tanrı katında eşimdir' dediği Sevim Emre'yi kendine hayat arkadaşı olarak seçti. 1974 yılından bu yana birlikte olan ünlü çift çeyrek yüzyıla yakın bir zamandır beraberliklerini büyük bir uyum ve mutluluk içinde sürdürüyorlar.

    Ünlü sanatçı şimdiye karar 35 tane Yeşilçam filmi çevirdi. Sayısız filme müzik direktörü olarak imza atan Orhan Gencebay'ın kendi firmasından çıkan 25 albümü bulunuyor. 28 yıllık sanat hayatında plak ve kaset olarak 50 milyonu aşkın bir sayı ile erişilmesi güç bir rekoru elinde bulunduruyor.

  • piri reis24.07.2004 - 11:10

    Piri Reis

    Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.

    1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı Yavuz Sultan Selim Han’a sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman Han’a sundu. 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek Kahire'de 1554 yılında idam edildi.

    Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.

    Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik Denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek Kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.

    1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, orta ve Güney Amerika'yı gösterir. 1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.

    ESERİ: Kitab-ı Bahriye, (Yeni harflerle, Denizcilik Kitabı, 2 kitap, Y. Senemoğlu (haz) ,Tercüman 1001 Temel Eser)

  • peyami safa24.07.2004 - 11:08

    Peyami Safa

    (1899- 15 Haziran 1961) : Yazar. İstanbul'da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa'nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918) , gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul'da öldü.

    Kardeşi İlhami ile Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı. Bu gazetede 'Asrın hikâyeleri' ilk hikâyelerini imzasız yayınladı (1919) , Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul'da öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde gömülüdür.

    Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazdı. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe giriştir.

    Öldüğü zaman Son Havadis gazetesi baş yazarı idi.

    Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını 'Server Bedi' imzası ile yayınladı. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.

    Romanları: Gençliğimiz (1922) , Şimşek (1923) , Sözde Kızlar (1923) , Mahşer (1924) , Bir Akşamdı (1924) , Süngülerin Gölgesinde (1924) , Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925) , Canan (1925) , Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) , Fatih-Harbiye (1931) , Atilla (1931) , Bir Tereddüdün Romanı (1933) , Matmazel Noralya'nın Koltuğu (1949) , Yalnızız (1951) , Biz İnsanlar (1959) . Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980) . Oyunu: Gün Doğuyor (1932) . İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) , Büyük Avrupa Anketi (1938) , Felsefî Buhran (1939) , Millet ve İnsan (1943) , Mahutlar (1959) , Mistisizm (1961) , Nasyonalizm (1961) , Sosyalizm (1961) , Doğu-Batı Sentezi (1963) , Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970) , Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970) , Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971) , Din-İnkılâp-İrtica (1971) , Kadın-Aşk-Aile (1973) , Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976) , Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976) , 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976) . Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929) , Yeni Talebe Mektupları (1930) , Büyük Mektup Nümuneleri (1932) , Türk Grameri (1941) , Dil Bilgisi (1942) , Fransız Grameri (1942) , Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948) .

    Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Hayatı, Sanatı Felsefesi Dramı'nı yayınladı (1998) .

    ESERLERi:

    BiZ INSANLAR

    Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.

    YALNIZIZ

    Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çenberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır.

    FATiH HARBiYE

    Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.

    MATMAZEL NORALiYA' NIN KOLTUĞU

    Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu ihtiva etmektedir. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır.

    DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU

    Roman, yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mes'ud olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır.

    MAHŞER

    Yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır.

    ŞİMŞEK

    Yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir.

    CANAN

    Peyami Safa'nın 'Şimşek', 'Bir Akşamdı', 'Mahşer' romanları tarzında bir diğer eseridir.

    SÖZDE KIZLAR

    Günümüzün kızlarını, onları mesud yahud bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır.

    TÜRK İNKILABINA BAKIŞLAR

    Atatürk İnkılâbları öncesindeki fikir cereyanlarını en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır.

  • peyami safa24.07.2004 - 11:07

    server bedi takma isimli yazar..

  • pınar kür24.07.2004 - 11:06

    Pınar Kür

    Günümüz romancılarından. 15 Nisan 1945 tarihinde Bursa’da doğdu.Liseyi New York’ta okudu, üniversite eğitimini New York ve İstanbul’da tamamladı. Fransa’da Sorbon Üniversitesi’nde “Yirminci yüzyıl tiyatrosunda gerçeklik ve yanılsama” konusunda doktora verdi. Bir süre Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalıştı
    (1971-1973) , İstanbul’da (1974-) yaşıyor ve Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.

    Önceleri yazar oyuncu olarak tiyatro ile uğraştı, sonra hikâyeler yazdı (Dost dergisi, 1971-73)

    ESERLERİ

    Beş romanı (Yarın Yarın, 1976; Küçük Oyuncu, 1977; Asılacak Kadın; 1979, Bitmeyen Aşk; 1986) , müstehcen olduğu iddiasıyla toplatıldı; imhasına karar verildi, daha sonra aklandı. Bir Cinayet Romanı, (1989) , Sonuncu Sonbahar (1992) ve iki hikâye kitabı (Bir Deli Ağaç, 1981; Akışı Olmayan Sular, (1983) yayımlandı. Akışı Olmayan Sular kitabıyla 1984 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.

  • pir sultan abdal24.07.2004 - 11:04

    Pir Sultan Abdal

    Hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Sivas’ın Banaz köyünde doğmuştur. Asıl adı Haydar’dır. Divan edebiyatının etkisinde kalmadan, sözlü edebiyatın birikimlerinden yararlanarak kendine özgü duru bir dil oluşturmuştur.

    Şu kanlı zalimin ettiği işler
    Gaip bülbül gibi zâreler beni
    Yağmur gibi yağar başıma taşlar
    Dostun bir fiskesi pareler beni

    Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
    On derdim var ise şimdi ell’oldu
    Ecel fermanı boynuma takıldı
    Gerek asa gerek vuralar beni

    Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
    Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
    Şu ellerin taşı hiç bana değmez
    İlle dostun gülü yaraler beni

    Alçakta yüksekte yatan erler
    Yetişin imdada aldı dert beni
    Başım aldı hangi yere gideyim
    Gittiğim yerde buldu dert beni

    Oturup benimle ibadet kıldı
    Yalan söyledi de yüzüme güldü
    Yalın kılıç olup üstüme geldi
    Çaldı bölük bölük böldü dert beni

    Üstümüzden gelen boran, kış gibi
    Yavru şahin pençesinde kuş gibi
    Seher sabahında rüya, düş gibi
    Çağırta bağırta aldı dert beni

    Abdal Pir Sultan’ım gönlüm hastadır
    Kimseye diyemem gönlüm yastadır
    Bilmem deli oldu bilmem ustadır
    Şöyle bir sevdaya saldı dert beni
    ******************
    Seyyah olup şu ölemi gezerim
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu
    Kendi efkârımca okur yazarım
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu

    İki elim kalkmaz oldu dizimden
    Bilmem amelinden bilmem özümden
    Akıttım kanlı yaş iki gözümden
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu

    Yine boralandı dağların başı
    Akıttım gözümden kan ile yaşı
    Emaneti alır ol veren kişi
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu

    Bozuk şu cihanın pergeri bozuk
    Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
    Tükendi daneler kalmadı azık
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu

    Pir Sultan’ım eydür ummana dalam
    Gidenler gelmedi haberin alam
    Abdal oldum çullar giydim bir zaman
    Bir dost bulamadım gün akşam oldu.

  • cemil meriç23.07.2004 - 18:51

    Cemil Meriç

    12 Aralık 1917'de Hatay Reyhanlı'da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Öğrenimini tamamlayamadan Hatay'a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45) . İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı (1946) . 1955'te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul'da vefât etti.

    Cemil Meriç'in ilk yazısı Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıktı (1928) . Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo'dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu. Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.

    ESERLERİ: Umrandan Uygarlığa (1974) , Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
    Aldığı ödülleri: Kırk Ambar adlı eseriyle 'Türkiye Millî Kültür Vakfı' ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin'Yılın Yazarı', Kayseri Sanatçılar Derneğince, 'İnceleme', Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği 'Yılın Fikir Eserleri' ödüllerini aldı.


    HAKKINDA YAZILANLAR

    Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan, babasına gösterilen ilgiyi yorumladı:

    Cemil Meriç hayranları
    günden güne çoğalıyor

    TAKDİM
    Artık, Cemil Meriç ismi tefekkürün, çilenin ve bir büyük kültür abidesinin sembolüdür ülkemizde. Çünkü, yoz ve sığ bir kuşatma ile adeta bir mağaraya hapsedilmiş olan bizler, Batı’yı da, Doğu’yu da, Hind’i de, Uzak Doğu’yu da hep ondan öğrendik. O beyinlerimize düşürdüğü “tecessüs” ateşi ile bizi fikri bir yenileşmeye sevk etmiş, bir kültür ve irfan uyanışına doğru yönlendirmişti. Eğer o olmasaydı, ne “Bu Ülke”yi böylesine derinden tanıyabilecek, ne de “Işık Doğu’dan Gelir” fikri ile kendimize dönebilecektik.

    Aramızdan ayrılışının 12. Yılı münasebeti ile, günden güne büyüyen Cemil Meriç dalgası, Cemil Meriç sevdası, Cemil Meriç ilgisi üzerine, değerli kızı, sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan hanımefendi ile sohbet ettik.

    SPOTLAR

    Cemil Meriç, bugün 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, Anadolu bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi filizlenip boy atıyor.

    Cemil Meriç’in okurlar cemaatini tanımak, onların üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu konuda çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar ve babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesillerin yaptığı analizler.

    “Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin.”

    Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletleri yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, hedefleri vardır. Türkiye günübirlik bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması kaçınılmazdır.

    OLCAY YAZICI

    Bilinen bir gerçek, fakat genç nesiller açısından soruyorum. Kimdir o fikrin gökkuşağı olan, Batı’yı da, Doğu’yu da bizlere öğreten, fikrin büyük çilekeşi Cemil Meriç? Onun sadece kızı değil, aynı zamanda gözü, kulağı olan sizden, bir kere daha rica etsek?

    “Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz! ” diye bir sözümüz vardır. Bence artık Cemil Meriç’i anlatmanın, tarif etmenin zamanı geçmiştir. Çünkü Cemil Meriç, tariflerin ötesine geçmiştir. O eserleri ile bugün aşağı yukarı 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, vatan sathına, Anadolu
    bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi onlarla, yüzlerle yeşeriyor, filiz verip, boy atıyor.
    Dış dünya Cemil Meriç’i tanımak istiyor
    Büyük çileler çekilerek, vatan coğrafyasına dikilen Cemil Meriç çiçekleri açıyor, diyebiliriz yani?

    Evet, diyebiliriz...Bu çiçekler, topraktan çıkmış, boyatmışlardır. Bu bakımdan Cemil Meriç’in artık okurlar cemaatini tanımak, biraz da onun üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu okurlar cemaati ile ilgili olarak benim çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri de, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar, babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesiller.
    1997’nin Aralık ayında Tarık Zafer Tunaya kültür merkezinde, Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşma metinleri İz yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Adı ise ilginç, “Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları.” Bu okurlar cemaati ile iki senedir temasımızı hiç kaybetmedik. Ayda bir defa toplanıyor, bazen Cemil Meriç’in eserleri üzerine, Cemil Meriç’ten alınan ilhamla yeni olaylar üzerine görüş ve fikir alış verişinde bulunuyoruz.
    Ayrıca, Tunus Üniversitesi’nin tarih profesörü Abdülcemil Temimi’den, Cemil Meriç’in Arapça’ya tercümesi için teklif geldi.
    Konuşma sırasında babamın adı geçti. Ne yazık ki, müslüman bir Arap entellektüeli olarak, muhterem babanızı tanımıyorum. Benim gibi diğer Arap dünyası da maalesef tanımıyor. Türkiye’nin bu kadar önemli bir yazarını tanımamak, bizler için ayıp sayılır. Babanızı bana biraz tanıtınız, dedi. Ben de peki dedim ve “Bu Ülke”yi açarak ona, “Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik! ...” cümlesiyle başlayan bölümü okudum. Temimi öylesine etkilendi, öylesine beğendi ki bu cümleyi, lütfen dedi, babanızdan bir seçme yapınız ve onu vakit geçirmeden Arapça’ya tercüme edelim. Arap dünyası, 20. Yüzyıl Türk kültürünün yetiştirdiği bu irfan adamını mutlaka tanımalıdır.
    Bu münasebetle bir yıldır Cemil Meriç’in Arapçaya çevrilmesi metinleri üzerinde çalışıyoruz.
    Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi

    Ayrıca Türk cumhuriyetlerinde de, Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi uyanmaktadır. Cemil Meriç’in, Kazak ve Azerbaycan Türkçesine tercümesi yolunda da teklifler var. Yani biz belki Cemil Meriç’i dış dünyaya yeterince tanıtmadık, fakat dış dünya kendiliğinden Cemil Meriç’i tanımak istiyor, bunun için sınırları zorluyor. Çünkü Türkiye’yi tanımak demek; bir anlamda Cemil Meriç’i tanımak demektir.
    Bu arada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. “20. Yüzyıl Türk Kültürüne Yön Verenler” başlıklı bir dizi başlatıyorlar. Şahsiyetler arasında babam Cemil Meriç’in yanı sıra, Mehmet Akif, Peyami Safa, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir gibi isimler de bulunuyor.

    Bir şehre, bir köye ve bir mahalleye tek bir Cemil Meriç sevdalısı bile düşmüş ise, o belde zamanla fikri bir tutuşma yaşayacak demektir...Genç Cemil Meriç severler kimlerdir? Ne tür mektuplar geliyor size Babanızla ilgili olarak? ...

    Cemil Meriç’i tanımak isteği daha çok yurtdışından geliyor. Türkiye’yi tanımanın, önce Cemil Meriç’i tanımaktan geçtiğine inanıyorlar.
    Psikoloji bölümünden mezun bir öğrencinin, Elif Özdemir’in, babam Cemil Meriç’le ilgili yazdıklarını aktarmak istiyorum. Bir bir profil çizmek için.

    Elif benim öğrencim. 1997 yazında Amerika’ya gitti. Biliyorsunuz dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’dadır. Orada, Türkiye’den yazar var mı diye araştırmış, bakmış ki, kütüphanede “Hint Edebiyatı” var, “Bu Ülke” var, “Jurnal” var, “Mağaradakiler” ver, “Işık Doğu’dan Gelir” var, “Kırk Ambar” var, “Ümrandan Uygarlığa” ve “Sosyoloji Konuşmaları” var. Yani, seçmeyi bilen her idrak Cemil Meriç’i arayıp buluyor.

    Yerliden, evrensele açılmak demek bu olsa gerek?

    Evet, evrensellik bu demek...Gelelim, Cemil Meriç’in okuyucular cemaatine(Ümit hanım özellikle bu kavramı kullanıyordu. Biz de değiştirmedik.) Bunların içinde yazarlar da var. Cahit Koytak’ın yazdığı ilginç bir şiir var. Adı “Son Osmanlı.”

    Cemil Meriç okurlarını daha yakından tanımak için, Tarık Zafer Tunaya’daki toplantıya katılan, 17 yaşındaki Şükran Çatak’ın yazdığı mektubun ilk sayfasını okumak istiyorum:
    “Sayın Ümit Meriç Yazan, güzel paylaşımlara, dorukta mutluluk ve duyumlara vesile olduğunuz için teşekkürler. Kendimi hala bir rüyanın içinde hissediyorum. Ve oradan sesleniyorum şu an size. Fakat sanırım her şey gerçek, rüyadaki gibi eksiksiz ve güzel. Ve en önemlisi artık baş rollerden birini de ben oynuyorum. Sizinle, Cemil Meriç günlerini paylaştık. Teneffüs ettiğimiz havayı, kitabı, tarihi, heyecanları paylaştık. Yüreklerimiz tek bir yürek oldu. Beynimizi büyüttük o gün. Yüreklerimizle birlikte fikirlerimizi, ülkülerimizi, heyecanlarımızı da büyüttük.
    Tüm bunları harflere, kelimelere, cümlelere hapsettim. Onları seslere bağladım. Ben yeni heyecanları da yine seslere, kelimelere kilitleyeceğim. Benden yeni sesler gelecek kulaklarınıza.”

    Cemil Meriç için şeref defteri
    Bir de defterim var. Cemil Meriç’in şeref defteri. Defterin ilk sayfasına 4 Mayıs 1997’de kızıma hitaben şöyle bir şey yazdım:
    “Sevgili Hazal, bu defter Cemil Meriç’in fatihi olduğu serdengeçtilerin defteridir. Ona sahip çık. Çünkü bu liste, sana bırakacağım mirasın hepsinden daha önemli, daha ölümsüz ve daha anlamlıdır. Deden, bu ülkede bir düşünce aristokrasisi yarattı. Bu listede onların şeref listesini bulacaksın...”

    Daha sonra bu deftere çeşitli isimler, Cemil Meriç’le ilgili duygu ve düşüncelerini yazdı. Onlardan birini size okumak istiyorum. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi, Mahmut Çalışır’ın yazdıkları şöyle:
    “Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Aşk neymiş, acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin...Seni tanıdıktan sonra vatansız, kimliksiz kaldım. Seni tanıdıktan sonra ruhum boyalı bir kuş oldu. Şimdi ben göçebe bir serseriyim. Havarisiz İsa’yım...Seni tanımadan önce önümde iki kapı vardı. Biri cinnet, biri ölümdü. Şimdi üçüncü bir kapı var: O aşk kapısı...Kitaplar yaralarıma şifa olmaz oldu. Artık ben de karar verdim kitap olmaya. Seninle büyütüyorum acımı, hüznümü ve kendimi...Ben dergahtan kovulan dervişim. Körler seninle görür oldu. Sağırlar seninle duydular. Dilsizlerse şimdi hatip.! ..”

    Bir başka öğrenci, Yusuf Emre’nin yazdıkları ise şöyle:
    “Utanıyorum ismini yazmaktan, fikrin devasa insanı. Bu nesil adına. Bir sarmaşık gibi sarıldım, aşık olduğum kitaplarına. Bu aşkın büyüsünü bana kim yaptı? Bilmiyorum. Ama böyle bir büyüye nesil olarak muhtaç olduğumuzu biliyorum. Sen dünyaya hiç bir zaman kör bakmadın. Bizler ise açık gözlerimizle kör yaşadık. Yıllarca bilgiye, kültüre karşı aç yaşadığımız için, hislerimizi de kaybettik. Okumamakla ve kitaba yabancı kalmakla, en şiddetli zulmü kendimize reva gördük. Ruhaniyetin karşısında şimdi biz utanmayalım da, kimler utansın? Kazanma adına hiç bir şeyini boşa kaybetmedin. Seninle bir defa daha, yoklukta varlık cilvesinin sırrını anladık. Med-cezire maruz kalan sıkıntıların dalgalar gibi sahilindeki kayalara vuruyor. Ama sen aşınmadan, kızın ellerinden tutarak, yoluna devam ediyordun. Biz ise kıymetini bilemediğimiz zaman sermayesinin yokluğundan şikayet ettik durduk. Az da olsa yürüyebilseydik, duranların haline ağlamayı öğrenecektik. Fakat şimdi kendi halimize bile ağlayamıyoruz.

    Kapalı gözlerinle kitaplara selam sarkıtıyordun. Son anlarında kapalı şuurunla, Muhammet Sevgilim diyordun. Ağzından çıkan son cümleyi duyduğumda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim. Ağlamadım dersem, yalan olur. Şuurunun kapalı olduğu bir anda bile, Muhammed Sevgilim diyordun. Yaşasaydın, söylediğin bu cümle için sana köle olmaya razı olurdum...”

    Bunlar gibi daha yüzlerce mektup var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Cemil Meriç’in Anadolu bozkırına saçtığı tohumlar artık bugün çınar gibi boy atıyor.

    Meriç soyadı siyasetin üzerindedir

    Seçim öncesinde siyasi çevrelerden size aday olmak için teklifler geldi. Fakat, bunları kabul etmediniz. Neden? Siyasete soğuk mu bakıyorsunuz?

    Öğrencilerime de söylediğim bir cümle var. O da şudur: Sizler bütün partilerin üstündesiniz. Kendinizi bir parçaya mahkum ederek, bütünden vazgeçmeyiniz. Sosyolog bir partinin değil, Türkiye’nin sosyologu olmalı.
    Türkiye kendi kendisini tanımayan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletlerin yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, idealleri, hedefleri vardır. Türkiye ise plansız, programsız ve günübirlik, adeta bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması şarttır. Yarınla ilgili planlar bugünden yapılmalı. Eğer bu yapılmazsa, yarınla ilgili ümitlerimiz de olamaz. Sosyologların bu sahada faydalı olacağına inanıyorum. Fakat, sosyologlar hükümetlerin değil, devletin sosyologu olmalı...
    Konuya dönersek, evet, Meriç soyadının siyasileşmemesi için siyasete atılmadım. Çünkü o Türkiye’nin bütününü kapsayan kuşatıcı bir isim. Bu isme saygı göstermek, benim babama karşı bir görevimdir.

    Kalemin kutsiyetine inanıyorum

    Dünyanın küçüldüğünden ve küreselleşmeden söz ediliyor. 2000’li yıllarda genel bir dünya devleti kavramı mı ağırlık kazanacak, yoksa milli kimlikler mi ön plana çıkacak?

    Tabii bu sorunuza homojen bir cevap vermek mümkün değil. Çin ve Türk milleti gibi binlerce yıldan beri süregelen milletler vardır. Avrupa millet bilinci var. Bir de ayrıca tarih boyunca hiç devlet kurmamış etnik unsurlar var. Yani globalleşme karşısında milletlerin durumu ne olacak sorusunun cevabı tek olamaz.

    Elbette dünya çok küçüldü. İlk defa bu kadar kısa zamanda milletler birbirlerinden haber alır hale geldi. Ben bilgisayarıma tıklıyor ve Avusturya’daki bir profesörle sosyoloji üzerine konuşabiliyorum. Bu küçümsenecek bir şey değil. Salise farkı ile fikir alış verişinde bulunabiliyoruz. Bu manada elbette dünya küçüldü. İnsanlar oturduğu yerden, bilgisayar aracılığı ile uluslararası konferans verebiliyor.
    Fakat bu anlattıklarımdan teknolojiyi çok yücelttiğim, övdüğüm anlaşılmasın. Ben evime bilgisayar almadım. Hatta önce daktilo ile yazıyordum. Onu da bıraktım. Şimdi sadece elle yazıyorum. Yani kalemin kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir.
    Şüphesiz faydalı bir araç. Fakat ben bugüne kadar bilgisayar kullanarak, dahiyane bir eser sahibi olmuş tek bir insanla karşılaşmadım. Fakat insan dahi ise belli şeyleri kullanmak açısından bilgisayardan istifade edebilir. Zaten dünyanın en önemli bilgileri hiç bir zaman bilgisayarlara yüklenmez.

    Ölçü, değişirken “biz” kalmak olmalı

    Toplumların değişmek kaçınılmaz durum. Fakat değişirken toplumun kendisi kalması, bu ana rengi muhafaza etmesi önemli. Değerli sosyologumuz Prof. Dr. Mümtaz Turhan hoca, ölçüyü “biz kalarak değişmek ve değişirken biz kalmak” şeklinde özetliyor. Sizce ölçü ve denge nasıl kurulmalı?

    Bunun ölçüsünü, mayasını hiç bir birey koyamaz. Yalnız sosyolojik kanun olarak bir hakikat var. O da şudur: hiç bir toplum bütünüyle aynı kalamaz. Ve yine hiç bir toplum bütünüyle değişemez. Yani değişirken aynı kalır, aynı kalırken değişir. Mümtaz hocanın ölçüsü doğru. Bu bakımdan hiç bir ideoloji sonsuz, ölümsüz değildir. Tabii ki dinleri bunun dışında tutuyorum. Söz konusu olan beşeri ideolojilerdir. Beşeri nizamlar ise daima birbirini aşacaktır. Sosyal hareketleri bir yerde kontrol etmeniz mümkün olmaktan çıkabilir. Kendi kanununu kendi uygular.

  • cahit sıtkı tarancı23.07.2004 - 18:49

    Cahit Sıtkı Tarancı

    (1910-1956)
    Diyarbakır'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Mülkiye Mektebi'nde okudu. Paris'e gitti. ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü. Çevirmenlik yaptı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Viyana'ya götürüldü. Orada öldü. Ankara'ya getirilip toprağa verildi. Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı. Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır. Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır.

    Şiirlerinden örnekler;

    DESEM Kİ
    Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
    Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
    Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
    Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
    Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
    Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
    Sende tattım yemişlerin cümlesini.

    Desem ki sen benim için,
    Hava kadar lâzım,
    Ekmek kadar mübarek,
    Su gibi aziz bir şeysin;
    Nimettensin, nimettensin!
    Desem ki...
    İnan bana sevgilim inan,
    Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
    Ve soframda en eski şarap.
    Ben sende yaşıyorum,
    Sen bende hüküm sürmektesin.
    Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
    Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
    Günlerden sonra bir gün,
    Şayet sesimi farkedemezsen,
    Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
    Bil ki ölmüşüm.
    Fakat yine üzülme, müsterih ol;
    Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
    Ve neden sonra
    Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
    Hatırla ki mahşer günüdür
    Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.



    AŞK
    Açınca baharın dişi gülleri,
    Bir başka rüzgâr eser bahçelerde.
    Dinle çılgınca öten bülbülleri;
    Sorma niçin düştüğünü bu derde.

    De ki: – Aşktır şâdeden gönülleri;
    Perişan, berbat eden gönülleri.
    Aşk söyletir en yanık türküleri,
    Ay buluta girdiği gecelerde.


    BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN

    Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
    Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
    Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
    Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.

  • cahit zarifoğlu23.07.2004 - 18:48

    Cahit Zarifoğlu

    1940 yılında Ankara'da doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla ilk ve orta öğrenimini yurdun çeşitli yerlerinde yaptı. Liseyi memleketi K.Maraş'ta tamamladı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Çevirmenlik yaptı. Avrupa'yı dolaştı. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu ve TRT'de çevirmen olarak çalıştı. Son olarak TRT İstanbul Radyosu'nda denetçilik yaptı. İlk şiir ve hikâyelerini K.Maraş'ta mahalli gazetelerde yayımladı. Yine K.Maraş'ta Açı adında bir dergi çıkardı. Başta Diriliş ve Edebiyat olmak üzere birçok dergide yazdı. Mavera dergisi ve Akabe Yayınlarının kurucuları arasında yeraldı. Çeşitli gazetelerde müstear isimlerle günlük yazılar yazdı. Şiirden başka, öykü, roman, günlük, oyun ve çocuk edebiyatı alanlarında ürünler verdi. 1987 İstanbul’da öldü.

    ESERLERİ
    İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış adlı kitaplarında yeralan şiirleri, kitaplarına girmemiş şiirleriyle birlikte vefatından sonra Bütün Eserleri I/Şiirler adı altında yayınlandı.Günlüklerini Yaşamak adıyla topladı.

  • cezmi ersöz23.07.2004 - 18:48

    Cezmi Ersöz

    1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümünde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonda Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından haftalık Deli dergisinde yazdı, halen Leman dergisinde yazıyor.

    ESERLERİ
    Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Annelik Oyunu Bitti, Haritanın Yırtılan Yeri, Hayat Bir Emrin Var mı? , Hayallerini Yak Evini Isıt, Kafka Market, Kırk Yılda bir Gibisin,Saçlarını Kardeş Kokusu,Son Yüzler,Şehirden bir çocuk Sevdin Yine,İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme,Yok karşılığı Yüzünün, Bana Türkçe bir Ekmek Ver.


    Son Yüzler
    Cezmi Ersöz
    İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi

    Cezmi Ersöz'ün röportajlarında, yapmak isteyip de yapamadığımız eylemleri yapan, korumak isteyip de koruyamadığımız değerleri koruyan, gerçekleştirmek tutkusuyla yaşayıp da gerçekleştiremediğimiz düşleri gerçekleştiren insanlarla ve bu insanların hayat tarzlarıyla karşı karşıya geliriz. Yalnızlık, meslek, tutku ve değerlere dayalı hayat tarzı gibi dilekleri derinlemesine içselleştiren hayat tarzlarıdır bunlar. İşte, Cezmi Ersöz'ün, röportajlarının ayırıcı özelliği, sözkonusu izleklerin anlamsal niteliğinden kaynaklanmaktadır. O halde, nedir bu izleklerin anlamsal nitelikleri? Son Yüzler'i oluşturan kişiler mutlak bir yalnızlıkla sıralanan bir toplumsal yaşantı içindedirler. Buradaki yalnızlık nitelemesi, bu kişilerin tercihli bir yalnızlığa mahkum olmalarından bir düzen oluşturamamalarına kadar geniş bir anlam alanını içermektedir. Ortega Y Gasset'in 'Hayat tümden yalnızlıktır' sözünün somutlaştığı bir içeriğe denk düşmektedir bu durum. Yani, kişinin belli bir durum ve zamanlarda yaşadığı yalnızlıktan çok, bütün bir hayatın yalnızlığıdır, burada söz konusu olan. Son Yüzler'in yalnızlığı, bu kişilerin, toplumun ve hayatın kötülük makinesinin dışında yer almalarından kaynaklanan bir yalnızlıktır...