Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • yakup kadri karaosmanoğlu05.08.2004 - 17:36

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu

    27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. İlköğrenimine ailesiyle birlikte gittiği Manisa'da başladı. 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi. Babasının ölümünden sonra annesiyle yine Mısır'a döndü, öğrenimini İskenderiye'deki bir Fransız okulunda tamamladı. 1908'de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirmedi. 1909'da arkadaşı Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. 1916'da tedavi olmak için gittiği İsviçre'de üç yıl kadar kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. 1921'de Ankara'ya çağrıldı ve bazı görevler verildi.

    1923'te Mardin, 1931'de Manisa milletvekili oldu. Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü. Kadro Dergisi 1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için Kadro dergisinin 1934'te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran elçiliğine atandı. Daha sonra 1935'te Prag, 1939'da La Haye, 1942'de Bern, 1949'da Tahran ve 1951'de yine Bern elçiliklerine getirildi. 27 Mayıs 1960'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. Siyasal hayatının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekilliği oldu. 13 Aralık 1974'te Ankara'da öldü.

    Yazı Hayatı

    Karaosmanoğlu yazarlığa Ümit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap gibi dergilerde başladı. Fecr-i Âticiler'in 'sanat şahsî ve muhteremdir' görüşünü paylaştığı ve 'sanat için sanat' yaptığı bu ilk döneminde Nirvana adlı bir oyun, makaleler, denemeler, düzyazı şiirler ve öyküler yazdı. Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında ülkenin durumu, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı. Türk toplumunun çeşitli dönemlerdeki gerçekliğini sergilemek istediği için bir ikisi dışında eserlerinde belli tarihi dönemleri ele aldı. Kiralık Konak I. Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet'in, Sodom ve Gomore Mütareke döneminin, Yaban Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara Cumhuriyet'in ilk on yılının, Bir Sürgün II. Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır. Panorama 1923-1952 yıllarını kapsar. Karaosmanoğlu 1920'lerden sonra iyimser bir devrimci görünümündeyken, sonra umutlarını yitirerek romancılığını devrimci yönde kullanmaktan vazgeçmiştir. 1955'ten sonra da anı kitaplarından başka bir şey yazmamıştır.Romanları arasında en ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır. Nur Baba Nur Baba, Karaosmanoğlu'nun ilk romanıdır. 1922'de kitap olarak çıkmadan önce gazetede yayımlanmıştır. Ama yazılışı ondan sekiz dokuz yıl öncesine gider. O yıllar Karaosmanoğlu'nun Eski Yunan ve Latin edebiyatıyla ilgilendiği ve Çamlıca'daki bir Bektaşi tekkesine devam ettiği dönemdir. Nur Baba'yı Euripides'in Bakkhalar'ından esinlenerek ve tekkedeki gözlemlerine dayanarak yazmıştır.

    Roman, tekkenin şeyhiyle, evli bir kadın arasındaki tutkulu bir aşkın öyküsünü anlatır. İçki, müzik ve sevişmeyle sabahlara değin süren ayinler, Bektaşi töreleri ve tekke yaşamı kitapta büyük yer tutar. Bu ayinlerle Bakkhalar'in ayinleri arasında benzerlik bulan Karaosmanoğlu, romanın kadın kahramanı Nigâr'ın cinsi ilişkileriyle bu benzerliği anlatmaya çalışır.Ancak okur için romanın ilginç yönü Bektaşilik'e ilişkin bilgiler olmuş ve bu yönü, yapıtın çok satılmasını sağladığı gibi Karaosmanoğlu'nun ününü de yaygınlaştırmıştır. Ancak Karaosmanoğlu Bektaşilik'in sırlarını açıklamak ve üstelik Bektaşilik'i küçük düşürmekle suçlandığı için romanın ilk ve ikinci baskılarına yazdığı 'izah'larla bu suçlamalara karşı kendini savunmak gereğini duymuştur. Kiralık Konak Kiralık Konak'ta Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyet yıllarında Batılılaşma hareketinin yol açtığı değer kargaşasını, geleneklerden ve eski hayat biçiminden ayrılışı ve kuşaklar arasındaki kopukluğu sergiler. Romanda yazar adına konuşan Hakkı Celis, başlangıçta yurt sorunlarına karşı ilgisiz, âşık, içli bir şairken, sonradan bilinçlenerek değişir ve 'milli ideal' sevdasına tutulur. Bu ideal geleceğin Türkiye'sidir. Karaosmanoğlu romanın öbür kişilerini ve dolayısıyla toplumu, bu yeni bilince ulaşmış Hakkı Celis'in gözleriyle değerlendirir ve yargılar.

    ESERLERİ Roman: Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panaroma, 2 cilt, Hep O Şarkı. Hikaye Bir Serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikâyeleri. Anı: Zoraki Diplomat, Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Politikada 45 Yıl, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları.

  • yunus emre05.08.2004 - 17:35

    Yunus Emre

    (1241? -1321?) Hayatı hakkında kesin bilgimiz yoktur. Son araştırmalara göre 1240/41 ile 1320/21 yılları arasında yaşadığı kabul edilmektedir. Şiirlerinden ve hayatı hakkında yazılıp anlatılagelen menkıbelere göre; iyi bir eğitim görmüştür. Taptuk Emre'nin dergâhına kapılanmış, orada tasavvuf terbiyesinden geçmiştir. Halkı irşad etmek amacıyla diyar diyar dolaştı. Şiirleriyle irşad görevini sürdürdü. Mevlânâ ile görüştü. Yıllar süren gurbet hayatından sonra doğduğu köye, Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy'e döndü. Orada vefat etti. Sonradan burada kendisi için bir anıt mezar yapıldı. Anadolu'nun birçok yerinde kabri ya da makamı olduğu rivayetleri vardır. Yunus, Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiştir. Kullandığı Türkçe, işlediği temalar, şiirindeki sadelik ve yalınlık, onun ne denli büyük bir şair olduğunu ispat etmeye yeter. Bazı şiirlerinde aruzu da deneyen Yunus, asıl şiir kabiliyetini heceyle yazdığı ilahî, nefes ve semaî türü şiirlerinde ortaya koymuştur. Şiirleri bir çok araştırmacı tarafından derlenip toplanmış ve yayınlanmıştır. Dîvân'ının karşılaştırmalı metni Dr. Mustafa Tatçı tarafından basılmıştır.

    GEL GÖR BENİ AŞK NEYLEDİ

    Gönlüm düştü bir sevdaya gel gör beni aşk neyledi
    Başımı verdim kavgaya gel gör beni aşk neyledi

    Ben yürürüm yana yana aşk boyadı beni kana
    Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi

    Ben yürürüm ilden ile dost sorarım dilden dile
    Gurbette hâlim kim bile gel gör beni aşk neyledi

    Benzim sarı gözlerim yaş bağrım pâre yüreğim baş
    Hâlim bilen dertli kardaş gel gör beni aşk neyledi

    Gurbet ilinde yürürüm dostu düşümde görürüm
    Uyanıp Mecnûn olurum gel gör beni aşk neyledi

    Gâh tozarım yerler gibi gâh eserim yeller gibi
    Gâh çağlarım seller gibi gel gör beni aşk neyledi

    Akar sulayın çağlarım dertli ciğerim dağlarım
    Şeyhim anuban ağlarım gel gör beni aşk neyledi

    Ya elim al kaldır beni ya vaslına erdir beni
    Çok ağlattın güldür beni gel gör beni aşk neyledi

    Ben Yûnus-ı bî-çâreyim başdan ayağa yareyim
    Dost ilinde avareyim gel gör beni aşk neyledi

  • zülfü livaneli05.08.2004 - 17:33

    Zülfü Livaneli

    Ömer Zülfü Livaneli 1946 yılında Konya Ilgın’da doğdu. Sinemaya ilgisi özgün film müzikleri yapmakla başladı. Hikaye kitapları yazdı. Çeşitli ülkelerde konserler verdi. Yorumuyla uluslararası üne sahip oldu. Yer Demir Gök Bakır'la yönetmenliğe başladı (1987) .

    Önemli filmleri (besteci) :Otobüs (Tunç Okan) , Sürü (Zeki Ökten) , Hazal (Ali Özgentürk) , Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray) , Yol (Şerif Gören) -Yönetmen: Sis (1988) .

    HAKKINDA YAZILANLAR

    Zülfü Livaneli:‘Hayatımı kültüre adadım
    Ünal Bolat
    Türkiye 2 Aralık 2000

    Dünya Değişirken
    Gazetedeki köşemin adı da Dünya Değişirken... Ben değişime çok açık bir insanım ve dünya değişiminin rotasını çizen insanlarla da arkadaşım. Gorbaçov’la da çok yakın arkadaşlığım var. Bunlar dünyayı değiştirmiş insanlar. Bunlarla yıllardan beri görüş alış verişi içerisindeyim. Benim söylediğim şey şu. Ben gerek gençliğimde gerek politik yaşamla ilgilendiğimden beri hiçbir zaman Sovyetler Birliği hayranı olmadım. Oradaki sistemi tasvip etmedim. Komünist partililerin dikta rejimiyle yönettiği ülkelere hiçbir yakınlık duymadım. Ben ilk başta düşündüğümü şimdi yine savunuyorum. Neydi bu: “Bu dünyada sömürü alçakça bir şeydir. İnsanların sömürülmemesi lazımdır. Çalışan insan emeğini alması lazımdır. Ülkelerin birtakım zenginler tarafından soyulmaması lazımdır. Bir de kültürün insan yaşamında çok seviyeli bir şekilde yer tutması gerekir.” Ben hayatını buna adamış bir insanım. Ben kültür adına mücadele verdim. Kültürün insanlar tarafından gündelik hayatlarında yudumlanması gerekir. Benim görüşlerim buydu yine aynı görüşleri savunuyorum.

    21. yüzyılı da ıskalayacağız
    1920’lerde çok umutlu başlamıştı Türkiye Cumhuriyeti. Bugün geldiğiniz noktaya bakın. Yunanistan’ın yaşam kalitesi bakımından 65 basamak altındayız. Ama bütün zihinler hâlâ devleti ele geçirip kamu kaynaklarını soymak, yandaşlarına paylaştırmakla meşgul. Bundan başka bir şey yok. İşte bunlar, bizi geleceğe umutlu bakamayacak hale getiriyor. Biz 20. yüzyılı ıskaladığımız gibi, 21. yüzyılı da daha fazla ıskalamaya aday haldeyiz. Çünkü aradaki farklar açılıyor. Bugün İngiltere önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’dan 75 bin bilgisayar mühendisi alacak. Bunun anlaşmasını yapıyor. Hindistan bütün okullarında eğitimini bu bilgisayara göre yönlendirdi. Büyük bir insan gücü oluşturuyor. Bu bakımdan, Toffler benim çok yakın arkadaşımdır. Bütün dünya bu beyinden, bu fikirden yararlanır. Onu zamanın Başbakanı Demirel’le de görüştürmüştüm. On yıl önce bize çok güzel bir teklif yapmıştı. “Slikon vadisi kapsamında Türk şirketleri girişimde bulunsun. Belki şirketler belli bir para kaybedebilir ama hiç olmazsa bu teknolojiyi ülkenize transfer edebilirsiniz” demişti. Bunu o zaman Demirel’e iletmiştik. Ama ne yazık ki aile fotoğraflarından bu gibi işlere vakit yoktu. Olmadı da...

    Sanatçı mı afyon mu?
    Sanatçı denilen, bilmem bir gecede kırk milyar alan, toplumu eğlendiren oyalayan kimselere sanatçı deniliyorsa ben öyle sanatçı değilim. Türkiye’de son yıllarda göze çarpan bir gelişme var. Bu toplumun sorunları çok ağır, giderek de ağırlaşıyor. Devlet kaynakları soyuluyor.Yurttaşların bu devlette hiçbir söz hakkı yok. Dört yılda bir onlardan oy alıp bırakılıyor. Onların fikirlerine sözlerine hiç önem verilmiyor.Sağlık sistemimiz çöküyor, eğitim sistemimiz çöküyor. Ülkenin geleceğine ait kaygılar yoğunlaşıyor. İnsanlar yaşam güçlüğü içinde. Bu durumda bir ülkede insanların siyasete ağırlıklarını koymaları ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bu sisteme katlanamamaları gerekir. Ama bu insanlara afyon gibi bir eğlence sistemi sunuyor özel televizyonlar. Birtakım üç dört tane mankenin aşk ilişkilerine, o gece kiminle yatıp kalktığına, hangi arabayla nereye gittiğine kilitlenmiş bir eğlence şekli var. Bunu da sanat dünyası diye adlandırıyorlar.

    Sanat dünyasına girenler
    İşte böyle, gece aleminde barlarda dolaşan, çapraşık ilişkiler içinde olan, cinsel kimlikleri de tartışmalı tuhaf tuhaf insanlar giriyor. Ve bunların maceralarını oturup 60 milyon insana gece gündüz seyrettiriyorlar, okutuyorlar. Bundan başka insanların bir şey düşünmesini imkânsız hale getiriyorlar. Çocukları böyle yetiştiriyorlar artık. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çok hazin bir manzara var gerçekten. İnsanlar kendi sorunlarıyla ilgilenemiyorlar. Onun bedeli olarak da o görevi üstlenenlere, işte ayda kırk milyar falan veriyorlar. Ayda kırk milyar lira kazanan, otellerin kral dairelerinde kalan, ne iş yaptığı hangi kabiliyeti olduğu, topluma ne gibi katkısı olduğu şüpheli birtakım yaratıklar; onun dışında kendi inim inim inlediği halde, kendi derdini unutup bunlara bakıp avunan bir halk; buna da sanat dünyası diyen bir medya. Bu bir tesadüf değildir. Bir model oluşturuluyor. Bu toplum modeli içinde bazıları öne çıkartılıyor ve toplum uyuşturuluyor. Bugün toplumun temelini oluşturan milyonlarca memuru işçiyi köylüyü esnafı emekliyi açlık sınırının altına iteceksin, bir avuç insanı daha zengin hale getireceksin. Bunun bir mekanizması olması lazım. Yoksa süpapları patlar bu ülkenin. Bunun patlamamasının bedelini de biz enayilik vergisi olarak o mankenlere, o tırnak içinde “sanatçı” dediğimiz kişilere ödüyoruz.

    Kimseye özentim yok
    Eğer Türkiye’de gerçekten sanatla uğraşıyorsanız para kazanamazsınız. Benim eğer sömürülmemiş olsaydım, altınım teriyle kazandığım çok param olması lazımdı. Türkiye’de otuz yıldır benim kasetlerimin girmediği ev yok gibidir. Ya da benim parçalarımı Zeki Müren’den İbrahim Tatlıses’e Sezen Aksu’dan Bülent Ersoy’a kadar okumayan insan kalmamıştır. En azından o bestelerimden kazanmam lazımdı. Ama hayatımız korsan kasetle uğraşmakla geçti. Korsan kasetçiler sattılar. Bir yandan telif hakları yayası çıkmadı. Bu arada benim bir tek para kazanma yolum vardı. O da neydi? Gazinolara çıkmak, içkili yerlerde şarkı söylemek. Ben de hayatım boyunca bunu reddettim. Bir tek kere bile öyle böyle yerlerde bulunmadım. Ücretsiz halk konserleri yaptım. Hiçbirinden para almadım. Sonunda işte geçinmek için çalışmak zorundayım. Ayrıca bir özentim falan da yok. Öyle insanın değerini kullandığı arabanın ya da oturduğu semtin ya da üstündeki giysinin kalitesinin oluşturmadığını düşünüyordum. Kalitesini başka değerler belirler. O bakımdan da benim bir zenginlik merakım zaten yok.

    UNESCO’dan büyükelçilik
    1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO yani Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu bana bir büyükelçilik verdi. Bir de Genel Direktör danışmanlığı görevi verdi. 1996’dan beri Birleşmiş Milletlerin kırmızı pasaportum var. Bu günlerde bu seyahatlerin çok
    olmasının bir nedeni de bu görevim.

    Böyle bir affa karşıyım
    Af yasası kamuoyunda tasvip görmüyor. Eğer bir ülkede demokrasi varsa yani halkın egemenliği varsa, beğenmediği yasaları tekrar gözden geçirirsiniz. Halk, bu af yasasının bazı bölümlerinden memnun değil. Bir kere şöyle bir yanlışlık var. Devlet kendisine karşı işlenen ve adına düşünce suçu denilen suçları af kapsamına almıyor. Onun dışında trafik kazası suçundan tutun da her türlü şeyi içine koyuyor. Hatta af konusuna banka soygunlarında adı geçenleri de ilave etmek istediler. Oysa kamuoyunun en hassas olduğu konular bunlar. Sonra herkes kendi adamını affettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bence bu af Türkiye’ye huzur getirmeyecek. Tam tersine zaten yitirilmiş olan adalet duygusunu daha da yitirmeye sebep olacak. Zaten kendileri de öyle bir çıkmazın içindeki hükümet ortakları dahi bu konuda ne yapacağını bilmiyor. Bu af adil bir af değil. Ben buna karşıyım.

    Livaneli’den bir an
    Gorbaçov’un odasındaki resim
    Gorbaçov’la biz 1986 yılında tanışmıştık. O zaman Perestroyka ve Glasnost politikasını başlatmış olan kudretli bir devlet başkanıydı. Ve perestroykanın tarihi adlı kitabında bizimle görüşmesi “Perestroykanın ikinci önemli olayı” olarak yer aldı. O zamandan beri tanırım. Fikirlerini bilirim. Çeşitli ülkelerde görüştük, buluştuk. Amerika’da, Sovyetler Birliği’nde, İspanya’da Türkiye’de falan. Fakat en son Gorbaçov’u ben bundan bir ay önce Kırgızistan’da sıcak göl anlamına gelen Isık Göl’ün kıyılarında gördüm. Orada bir toplantımız vardı. Sonra da Isık Göl üzerinde bir gemi gezintimiz vardı. Orada bir sohbetimiz oldu. Dedi ki bana:
    -Benim evimde, çalışma masamda bir resim durur. Bu resmin kim olduğunu tahmin edersin?
    -Aile resmi mi?
    -Yok. Bir devlet adamı.
    -Lenin mi?
    -Hayır.
    -Stalin olmaz zaten, Karl Marks mı?
    -Hayır
    -Ne resmi peki?
    -Atatürk.
    Ve onun o “daça”sındaki çalışma odasında, ta gençlik yıllarından beri Atatürk resminin durduğunu kendi ağzından duydum.

    GÜNDEM

    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman...
    Zülfü Livaneli
    Sabah 12 Nisan 2001

    Bernard Shaw, 'Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır' der.
    Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok.
    Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim.
    Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha derin bir kavrayışın alanına giriyor.
    ***
    Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin akıntılarına bırakmaktadırlar.
    Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler, fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler.
    Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir.
    Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân yoktur.
    İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat açması gerekmektedir.
    İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu.
    Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır.
    ***
    Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu. Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir toplum.
    Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar.
    Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali.
    Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz!
    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor.
    Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu.
    Ve için için kanıyor.

  • zeki müren05.08.2004 - 17:32

    “Zeki Müren'in ölüm haberi Türkiye gündemine bomba gibi düştü. İlk aşamada kimse inanamadı, fakat gerçekti. Her faniyi bekleyen son onu da 24 Eylül 1996 Çarşamba günü saat 20.59'da TRT İzmir Televizyonu'nun makyaj odasında yakalamıştı. Aslında Azrail'le, bant çekimi yapılan stüdyoda, yüze yakın medya temsilcisinin gözleri önünde selamlaşmıştı ama, kuvvetle olası ki, kendine özgü nezaketi ve tane tane sözcükleriyle can alıcıya yalvardı: 'Burada olmasın n'olur! ”

  • vincent van gogh05.08.2004 - 17:29

    Deha ile deliliğin ayırdığı ince çizgide, mutsuzluk, yalnızlık ve yoksulluk içinde yaşayan Van Gogh, umutlarını, düş kırıklıklarını ve yoğun acılarını, çarpıcı renkler ve keskin fırça darbeleriyle, neredeyse nabız atışlarının duyulabildiği manzaralara, kendi portrelerine ve natürmortlara dönüştürdü. Özellikle hayatının son yıllarında yaptığı resimlerle modern nesmi ve Ekspresyonistleri büyük ölçüde etkilemiş ve sanat tarihine damgasını vurmuştur.

  • umberto eco05.08.2004 - 17:27

    Umberto Eco

    Bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen Umberto Eco, 20 yüzyılın en önemli düşünce adamlarından biridir. Dünya kamuoyunun gündemine, Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi büyük yankı uyandıran romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Ortaçağ estetiği ve göstergebilim dalının yaşayan efsanelerindendir. 1932 yılında doğmuş olan Eco, 1971'den bu yana Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışıyor ve yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınıyor. Eco yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üzerine yaptı. Ortaçağa olan ilgisi daha sonra Gülün Adı romanıyla edebiyat çalışmalarına da yansıdı. 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975 yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi. Eco'nun çalışmaları 1960'ların ortasından itibaren avantgarde yapıtlara, kitle kültürüne yönelmiştir. Son dönemlerde ise, güncel olay ve olguları da ele alan çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar arasında edebiyat eleştirileri, tarih ve iletişim yazıları önemli bir yer tutmaktadır. Roland Barthes'dan sonra “ayrıntıların anlamı” ya da “ayrıntıların sosyolojisi” adı verilen bir anlayışın en önemli isimlerinden birisidir.

    ESERLERİ
    Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Foucault Sarkacı, Gülün Adı, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, Ortaçağı Düşlemek, Önceki Günün Adası, Somon Balığıyla Yolculuk, Yanlış Okumalar, Yorum ve Aşırı Yorum, Beş Ahlâk Yazısı

  • uğur mumcu05.08.2004 - 17:26

    Uğur Mumcu

    1942 yılında Kırşehir'de doğdu.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi (1966) , aynı fakülteye asistan olarak girdi(1968) .Bilahare 1974 yılında asistanlıktan ayrılarak yazarlığa başladı.Cumhuriyet gazetesinde günlük yazılar yazdı.24 ocak 1993 tarihinde bir suikastle öldürüldü.

    ESERLERİ:Sakıncalı Piyade(tiyatro) , yanında inceleme eserleri yazdı: suçlular ve Güçlüler, Mobilya Dosyası, Bir Pulsuz Dilekçe, Büyüklerimiz, Çıkmaz Sokak, Tüfek İcad Oldu, Silah Kaçakçılığı ve Terör, Liberal Çiftlik, 12 Eylül Adaleti, Terörsüz Özgürlük, Rabıta, Söz Meclisten İçeri, Papa-Mafya-Ağca, Devrimci ve Demokrat, Sosyalizm ve Bağımsızlık, İnkılap Mektupları, Kürt Dosyası.

    Büyüklerimiz
    Uğur Mumcu
    Um:ag Yayınları

    Siyasal içerikli yazılarıyla bir köşe yazarı olarak bildiğimiz Uğur Mumcu bu kitapta, 1980 öncesinde siyasal yaşamda adı duyulan, belli dönemlere damgasını vurmuş birçok ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir güldürü yazarının ustalığı ile anlatıyor. Mumcu'nun, o dönemde Politika ve Çivi gazetelerinde Mehmet Ferda takma adıyla yayınladığı bu yaşam öyküleri, zamanın 'ünlü Türk büyükleri' (!) için birer kimlik kartı niteliğinde. Genç okuyucular, bu, kerameti kendilerinden menkul ünlü(!) lerin bir kısmını tanımayabilirler. Ama haksızlık etmesinler; böyle ünlülerin günümüzde de birçok örneği yok mu? Kitaptaki adların yerine, bugün tanıdıkları ünlülerin adını yazsalar, çok fazla şey değişmeyeceğini görecekler.


    İnkılap Mektupları
    Uğur Mumcu
    Um:ag Yayınları / Uğur Mumcu Bütün Yapıtları Dizisi

    'İhtilal örgütleri niçin kuruldu? İlk ihtilal örgütünü kuranların düşünceleri neydi? Dünyaya ve Türkiye'nin sorunlarına nasıl bakıyorlardı? Nasıl örgütlenmiş ve nasıl başarıya ulaşmışlardı? Bunları bilmeden, sağlam temellere dayalı sağlam bir demokrasi kurmaya olanak yoktur.
    27 Mayıs, cumhuriyet döneminde yaşanan bir 2'nci Meşrutiyet gibidir. 27 Mayısçılar da ittihatçılara benzer ittihatçılar için 'yoksul öldüler' derler.
    Köksal 'da, eylemiyle son ittihatçılardan biriydi. Onlar gibi yoksul ve yalnız öldü. Son yıllarda devlet yönetiminde, Osman Köksal benzeri görevler üstlenen kaç kişi, son günlerini sıkıntı ve yoksullukla pençeleşerek geçirdi, söyler misiniz? '
    -Uğur Mumcu-

    40'ların Cadı Kazanı
    Uğur Mumcu
    um:ag Yayınları / Uğur Mumcu Bütün Yapıtları Dizisi

    'Gazetecinin ve tarihçinin işlevleri ayrıdır. Gazeteciler, tarih yazmazlar; tarihçilerin yararlanacağı kaynakları bulmaya ve sunmaya çalışırlar.
    Tarihçinin görevi başkadır. Tarihçi, tarih yazarken, anılardan ve belgelerden yararlanır. 40'lı yıllarla ilgili birçok anı yayınlandı. Bu dönemde yaşanan
    olayların hemen hepsi, ayrı ayrı incelenmeye değer konulardır. Amacım kuşbakışı da olsa 40'lı yılları biraz daha yakından görebilmek ve
    gösterebilmekti. 40'lı yıllar bugünleri de yönlendiriyor. Cadı kazanları bugün de kaynıyor. Kazanlarda yananlar, kazanların altına odun atanlar, bugün başka başka insanlar. Ama sonuç değişiyor mu? Hayır! ' -Uğur Mumcu-


    Karabekir Anlatıyor
    Uğur Mumcu
    um:ag Yayınları / Uğur Mumcu Bütün Yapıtları Dizisi

    'Her ihtilal, çatışmalar ve çalkantılar içinde oluşur. Bu çatışma ve çalkantılar, ihtilalcileri karşı karşıya da getirir. Mustafa Kemal ve Karabekir Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızı kesin utkuya ulaştıran iki eski dost, iki eski asker ve iki eski ihtilalcidir. (Ama) yolları, hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte ayrılmıştır. İhtilal, evlatlarını yer! Bu bir değişmez kuraldır. Anadolu İhtilali, Türkiye'de bir yeni dönem açmış, bir çağ değiştirmiştir. Böylesine bir olayda, ihtilalcilerin yollarının ayrılması doğaldır. Doğal olmayan, bu olaylar üzerindeki yasakların şu ya da bu nedenle bu gün bile sürmesi, sürdürülmesidir.' -Uğur Mumcu-

    Sakıncalı Piyade
    Uğur Mumcu
    um:ag Yayınları / Uğur Mumcu'nun Bütün Yapıtları Dizisi

    'Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm.'
    -Aziz Nesin-


    HAKKINDA YAZILANLAR

    1.Uğur Mumcu'dan um:ag'a/
    Unutmadık
    Kolektif
    Um:ag yayınları / Özel Dizi

    Uğur Mumcu 'slogan solculuğu' yapan biri değildi, günü kurtarmaya çalışan biri hiç değildi. Böyle olmadığını bu kitapta bir kez daha göreceğiz. Bu kitap onun, onurlu savaşımının öyküsü... Aynı zamanda onurlu bir yaşamın öyküsü... Uğur Mumcu kendi öyküsünü, kendisi yazdı bir bakıma; biz bu öykünün aktarılmasına aracı olduk yalnızca. Uğur Mumcu, 'Ben Ankara'nın yerlisiyim' diye başlayan öyküsünü, tam bağımsızlık ülküsüyle bezeyerek sunuyor bize. Yazmaya, 1960'larda başladığı gözönüne alınırsa, Mumcu'nun yazılarından alıntılarla oluşan bu kitap, aynı zamanda Türkiye'nin neredeyse yarım yüzyılının da öyküsü... Hem Mumcu'yu, hem de ülkemizin bu zaman diliminde yaşadıklarını değerlendirme, değişen ya da değişmeyen şeyleri sorgulama olanağı sunacak okura. Uğur Mumcu'yu yurtiçi ve yurtdışında, özellikle gençlere, araştırmacı gazeteciliği meslek olarak seçenlere, basın kuruluşlarına ve onu sevenlere daha iyi tanıtabilmek; demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, emekten, hak ve özgürlüklerden yana kişiliğini geleceğe yansıtabilmek için hazırladığımız bu kitap, aydınlanmacıların evi um:ag'ı tanıtma ve onun aydınlanma yolundaki yürüyüşünde Mumcu'nun dostlarının çoğalması amacını da taşıyor. Çünkü, Unutmadık... Uğur Mumcu'dan um:ag'a çoğalarak, ilkelerimize sahip çıkarak yürüyeceğiz!

  • cem uzan05.08.2004 - 17:19

    CEM UZAN SİYASETİ DERHAL BIRAKMALIDIR! ! !

    Forbes’in Dünyanın En Zengin Kişileri listesine Uzanlar, İsviçre’den girdiler. Çünkü, Türk vatandaşı olmalarına rağmen, İsviçre’de ikamet ediyor görünüyorlar. Ve onların şahsi malvarlığı da 1.3 milyar dolar olarak ifade ediliyor. Motorola yetkilileri de Uzanların İsviçre’de 800 milyon dolarları olduğunu belirtmişti. Şimdi “vatansever” olan Uzanlara neden bu malvarlıklarını Türk milletinin hizmetinde kullanmadıklarını sormak lazım. Eğer buna cevap veremeyeceklerse, yalanı, dolanı, üç kağıdı; en önemlisi de siyaseti bir an önce bırakmalıdırlar.

  • ğ05.08.2004 - 17:04

    *bir çok ülkenin alfabesinde bulunmayan harf
    *okunması en kolay ve zevkli harf
    *takılan yumuşak sıfatını haketmeyen harf

  • çocuk05.08.2004 - 16:37

    gülümsemek için yeterli