Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • allah (c.c)30.06.2005 - 10:25

    Seni Mahrum Etmedi ya!

    Programda tanıştığım bir arkadaş ve ailesi, vizeleri sebebiyle üç yıldır Türkiye’ye gidemiyorlarmış. O arkadaşım, her fırsatta Türkiye’ye olan sevgisini dile getiriyor, sürekli gurbetten ve yabancı bir ülkede bulunmaktan şikayet ediyordu. Öyle ki, bazen dalıp gidiyor, oynadığı oyundan bile zevk alamıyordu. Onun bu halini görünce ben de çok üzüldüm; kendisine verilen güzellikleri farkedebilmesi ve onlara şükredip mutlu olabilmesi için bazı şeyler anlatmaya çalıştım. Program sorumlumuz da onun halini farketmiş herhalde ki bir ikindi dersinde bu konu üzerinde durdu.

    Önce vücudumuzdaki organlarımızın nasıl büyük birer nimet olduğunu anlattı. Örneğin, gözümüzün konulduğu yerin, zarar görmemesi için alınmış olan tedbirlerin, bir de ondaki görme kabiliyetinin ne kadar harika bir şekilde tasarlandığından bahsetti. Bunun dışında bize verilen nimetleri saymakla bitiremeyeceğimizden ve ne yaparsak yapalım yine de bu nimetlerin şükrünü tam olarak eda edemeyeceğimizden söz açtı.

    O arkadaş, kullar arasında ayrım yapıldığını, bazılarına daha güzel şeyler verildiğini, bunun ise haksızlık olduğunu, o yüzden de haksızlığa uğrayan kimsenin teşekkür etmesine gerek olmadığını söyledi. (Bu cümleleri yazarken bile adeta titriyorum; onlar ne kadar çirkin düşüncelerdi; Yüce Yaratıcı, o türlü eksik ve kusurlardan uzaktır. Bir hakikati anlatmak için olsa da bu cümlelere yer verdiğim için beni de o arkadaşımı da affetsin.) Bu düşüncelere sahip olan arkadaşıma o denli kızmıştım ki, ona faydalı olabileceğimi düşünmesem bir daha onun yanına bile gitmeyebilirdim. “Allah hakkında böyle bir şeyi nasıl söyler? ” diye düşünmeden edemiyordum. Hoşgörüsüne, merhametine, bize karşı sevgisine ve yumuşak tavırlarına hayran olduğum rehberimiz her zamanki sakin haliyle ona cevap verdi:

    “Birisi sana, ‘Neden hep defterinin sol sayfalarına resim yapıyor, sağdakilere yazı yazıyorsun; diğerine de resim yapsan olmaz mı? ’ dese, ne cevap verirsin? ” Aceleci bir yapısı olan arkadaş hemen;

    “Defter benim değil mi, ister yazı yazarım, ister resim çizerim, istersem de sayfa sayfa yırtar uçak yaparım.” diyerek soruya cevap verdi.

    “Peki hiç düşündün mü, sen kiminsin? Senin neyin var, ötelerden ne getirdin? Allah’a ne verdin ki O’ndan bazı şeyleri bolca vermesini istiyorsun? Allahu Teâlâ sana dese ki, “Benim olanları Bana ver, senin olanlarla çık ortaya da kimliğini göster ve elinde ne kaldığını söyle! ” Acaba, bu teklife ne cevap verirsin? O’nun olanları verince sana ne kalır? Sen bile O’nun değil misin? Evet, bu kainatta gördüğümüz ve hatta göremediğimiz her şey Allah’a aittir, bizim olduğunu zannettiğimiz şeyler bile. Bu sebeple de Allah, sahip olduklarına istediğini yapar, kimse de O’na ‘Niye öyle yapıyorsun? ’ diye hesap soramaz. Biz, Allah’ın bize emaneten verdiği bir defteri bile istediğimiz gibi kullanabileceğimizi söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ın tasarruflarına nasıl haksızlık diyebiliriz ki? Hem biz Allah’ın bize lutfederek verdiği ağzımız, gözümüz, kulağımız, ayaklarımız, ailemiz, her saniye alıp verdiğimiz nefeslerimiz ve bunlar gibi milyonlarca şey karşılığında Allah’a ne verdik ki bir de hak iddia edelim.”

    Bu konuşmalar esnasında ben de söz istedim ve dedim ki;

    “Bir gün Ayyüzlü misafirlerine hediye dağıtmıştı. Ben bir kenarda sessiz sessiz duruyordum ki benim elime de bir kutu uzattı. Belki orada bulunanlardan bazılarına verdiği kutular büyüktü; onların hediyeleri bir tane değil birkaç taneydi. Fakat, hediyeler arasındaki fark beni hiç meşgul etmemişti. Hep şunlar geçmişti zihnimden: “O hak dostu beni de insan yerine koydu ya; bana da iltifatta bulunup şefkat nazarıyla baktı ya. Oysa, o yaramaz halimle ben imzalı bir saati hiç hak etmiyordum; hak etmediğim halde öyle bir hediye aldıktan sonra daha nasıl olurdu da fazlasını almadığım için üzülüp şikayet edebilirdim? ”

  • ateist30.06.2005 - 10:23

    Seni Mahrum Etmedi ya!

    Programda tanıştığım bir arkadaş ve ailesi, vizeleri sebebiyle üç yıldır Türkiye’ye gidemiyorlarmış. O arkadaşım, her fırsatta Türkiye’ye olan sevgisini dile getiriyor, sürekli gurbetten ve yabancı bir ülkede bulunmaktan şikayet ediyordu. Öyle ki, bazen dalıp gidiyor, oynadığı oyundan bile zevk alamıyordu. Onun bu halini görünce ben de çok üzüldüm; kendisine verilen güzellikleri farkedebilmesi ve onlara şükredip mutlu olabilmesi için bazı şeyler anlatmaya çalıştım. Program sorumlumuz da onun halini farketmiş herhalde ki bir ikindi dersinde bu konu üzerinde durdu.

    Önce vücudumuzdaki organlarımızın nasıl büyük birer nimet olduğunu anlattı. Örneğin, gözümüzün konulduğu yerin, zarar görmemesi için alınmış olan tedbirlerin, bir de ondaki görme kabiliyetinin ne kadar harika bir şekilde tasarlandığından bahsetti. Bunun dışında bize verilen nimetleri saymakla bitiremeyeceğimizden ve ne yaparsak yapalım yine de bu nimetlerin şükrünü tam olarak eda edemeyeceğimizden söz açtı.

    O arkadaş, kullar arasında ayrım yapıldığını, bazılarına daha güzel şeyler verildiğini, bunun ise haksızlık olduğunu, o yüzden de haksızlığa uğrayan kimsenin teşekkür etmesine gerek olmadığını söyledi. (Bu cümleleri yazarken bile adeta titriyorum; onlar ne kadar çirkin düşüncelerdi; Yüce Yaratıcı, o türlü eksik ve kusurlardan uzaktır. Bir hakikati anlatmak için olsa da bu cümlelere yer verdiğim için beni de o arkadaşımı da affetsin.) Bu düşüncelere sahip olan arkadaşıma o denli kızmıştım ki, ona faydalı olabileceğimi düşünmesem bir daha onun yanına bile gitmeyebilirdim. “Allah hakkında böyle bir şeyi nasıl söyler? ” diye düşünmeden edemiyordum. Hoşgörüsüne, merhametine, bize karşı sevgisine ve yumuşak tavırlarına hayran olduğum rehberimiz her zamanki sakin haliyle ona cevap verdi:

    “Birisi sana, ‘Neden hep defterinin sol sayfalarına resim yapıyor, sağdakilere yazı yazıyorsun; diğerine de resim yapsan olmaz mı? ’ dese, ne cevap verirsin? ” Aceleci bir yapısı olan arkadaş hemen;

    “Defter benim değil mi, ister yazı yazarım, ister resim çizerim, istersem de sayfa sayfa yırtar uçak yaparım.” diyerek soruya cevap verdi.

    “Peki hiç düşündün mü, sen kiminsin? Senin neyin var, ötelerden ne getirdin? Allah’a ne verdin ki O’ndan bazı şeyleri bolca vermesini istiyorsun? Allahu Teâlâ sana dese ki, “Benim olanları Bana ver, senin olanlarla çık ortaya da kimliğini göster ve elinde ne kaldığını söyle! ” Acaba, bu teklife ne cevap verirsin? O’nun olanları verince sana ne kalır? Sen bile O’nun değil misin? Evet, bu kainatta gördüğümüz ve hatta göremediğimiz her şey Allah’a aittir, bizim olduğunu zannettiğimiz şeyler bile. Bu sebeple de Allah, sahip olduklarına istediğini yapar, kimse de O’na ‘Niye öyle yapıyorsun? ’ diye hesap soramaz. Biz, Allah’ın bize emaneten verdiği bir defteri bile istediğimiz gibi kullanabileceğimizi söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ın tasarruflarına nasıl haksızlık diyebiliriz ki? Hem biz Allah’ın bize lutfederek verdiği ağzımız, gözümüz, kulağımız, ayaklarımız, ailemiz, her saniye alıp verdiğimiz nefeslerimiz ve bunlar gibi milyonlarca şey karşılığında Allah’a ne verdik ki bir de hak iddia edelim.”

    Bu konuşmalar esnasında ben de söz istedim ve dedim ki;

    “Bir gün Ayyüzlü misafirlerine hediye dağıtmıştı. Ben bir kenarda sessiz sessiz duruyordum ki benim elime de bir kutu uzattı. Belki orada bulunanlardan bazılarına verdiği kutular büyüktü; onların hediyeleri bir tane değil birkaç taneydi. Fakat, hediyeler arasındaki fark beni hiç meşgul etmemişti. Hep şunlar geçmişti zihnimden: “O hak dostu beni de insan yerine koydu ya; bana da iltifatta bulunup şefkat nazarıyla baktı ya. Oysa, o yaramaz halimle ben imzalı bir saati hiç hak etmiyordum; hak etmediğim halde öyle bir hediye aldıktan sonra daha nasıl olurdu da fazlasını almadığım için üzülüp şikayet edebilirdim? ”

  • islam15.06.2005 - 16:36

    İSLAMİYATİN BAMBU AĞAÇLARI

    Bazı insanların İslam'ı kabulü veya bir davayı sırtlayıp götürmesi Çin bambu ağacının yetişmesi gibi oluyor. Nasıl mı? Çin'de Bambu ağacı şöyle yetiştirilirmiş: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

    “Burada akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı, yoksa beş yılda mı ulaştı? Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi, ağacın büyümesinden, hatta var olmasından söz edebilir miydik? ” Edemezdik. Demek ki o beş yıllık süreçte bambu ağacının çekirdeği toprağın, suyun ve güneşin içerdikleri kimsayal ve fiziksel elemetler zemininde “aktif sabır”la bekleye bekleye, beslene beslene, yumaşaya yumuşaya nihayet içten içe cenîn teşekkül etmiş oluyor. Bu tabii ki kendi kendine olmuyor, sebeplerin bir araya getirilmesi ve Müsebbibü'l-Esbâb'ın da o çekirdeğe Hayy ism-i şerifinden diriltici bir nefha ile “yeşer! ” emrini vermesiyle oluyor ve olmuştur. İşte:

    Bambu ağacı gibi oluyor kimi fıtratlar, sert mi sert, çetin mi çetin; bekliyor, bekletiyor ama sonunda aradaki bütün zaman farkını birden kapatıveriyorlar. Üç sene, otuz sene sürebiliyor bazen bu bekleyiş ve bekletiş. Dolma bilmeyen vakum gibi üzerlerine akıtılan gözyaşlarını, alınterlerini ve emekleri emiveriyorlar. Sanki bir ejderha, doyma bilmeyen. Ne ki vakt-i merhûnu gelince aniden öyle bir atağa kalkıyorlar ki, kaç tur önde gidenleri bile arkadan yakalayıp geçebiliyorlar. Atletler gibi bitiş çizgisine yaklaşınca öyle bir depara kalkıyor, öyle bir hamle gerçekleştiriyorlar ki, aradaki bütün zaman farkını kapattıkları gibi, yarışı da birkaç metre önde kapatabiliyorlar. Peygamber Efendimiz'in psikolojinin, parapsikolojinin ve pedogojinin adının bile anılmadığı bundan ondört küsur asır önce insanın ruhî anatomisi ile alakalı şu tespit ve teşhisi, hakikati onikiden vurarak yapmış olduğunu tam bir ilmî kabul ve tecrübî tasdikle müşahede ediyoruz: “İnsanlar, altın gümüş madeleri gibidirler. Cahiliyede önde olanlar, İslam'da da önde olurlar. Ruhlar düzenli ordular gibidir. (…) ” [Buhari, Enbiya 2; Müslim, Birr 159, 160].

  • ateist19.12.2004 - 15:01

    iman
    Her inanan insan, aynı seviyede bir iman ve İslâm kahramanı olmasa da, her fert için inanma hissinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bir kere bu his, yaratılışı itibarıyla insanın tabiatında var olan en yüksek değerdir. İnanmayanlar, cismanî ve bedenî zevk u safayla doymaya, tatmin olmaya, daha doğrusu avunmaya çalışsalar da, kendilerini sürekli bir boşlukta hissederler. Boştur onların nazarında bütün zamanlar ve mekânlar, bugünler ve yarınlar.. ruhunda derinden derine böyle bir boşluğu hisseden biri, hezeyana dönüşen hafakanlarını;

    Bütün boşluk; zemin boş, âsuman boş, kalb ve vicdan boş;
    Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i nigâhımda. T.F.

    şeklinde dile getirir. Küfrün ürperticiliğini ve imanın vadettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü'mine gelince:

    İmansız olan paslı yürek sînede yüktür. M.A.

    der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise: 'Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir; ' öyle ise, 'hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar; ' zira, 'bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet'in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder.' (Az bir tasarrufla Bediüzzaman'dan) der; reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.

    [

  • allah (c.c)19.12.2004 - 14:53

    Darwin, tabiattaki benzeşme veya benzerliklerden yola çıkar. Ona göre, bazı üst sınıf canlıların bir takım organlarında görülen güdükleşme ve bodurlaşmalar, onların evrim sürecinde alt sınıflardan getirdiği, fakat yeni sınıfta işe yaramadığı için o hali almış.. ve güdükleşip, bodurlaşmış uzuvlardır. Meselâ, Darwin’e göre, insan vücudundaki kıllar, memeli hayvanların kıllarından verasetle insana geçmiş olup, bu geçiş sürecinde pek çoğu dökülmüş ve sadece bir kısmı kalmıştır. Neden..!

    Darwin’in bu tür iddialarının tutarlı bir yanı yoktur. İnsanda yüzün, gözün, kulağın olması, insanın maymundan türediğini veya bazı tür canlılarda aynı ya da benzer organların bulunması, onların birbirlerinden türediklerini göstermez. Kâinatta pek çok canlı ve bu canlı türleri arasında benzerlikler vardır. Çünkü bütün canlı varlıklar gidip dört temel unsura dayanmaktadır: Azot, karbon, oksijen, hidrojen. İnsan da, hayvan da, pek çok ortak gıdadan beslenir. Özellikle insanlar, aynı tür gıdaları alırlar. Buna rağmen, bütün varlık türleri birbirlerinden, her bir insan ferdi diğerinden pek çok yönleri itibariyle oldukça farklıdır. Görünüşteki ve yapıdaki benzerlikler, birbirinden türemeyi gerektirmez. Menşe birliğine rağmen görülen farklılıklar, varlıklarda gâye, manâ ve fonksiyonun önce geldiğini, maddî yapının da buna göre tanzim edildiğini gösterir. Önce gelişigüzel veya çok güzel bir bina yapıp, sonra ona fonksiyon biçilmez. Zihinde oluşmuş bir manâ, bir muhteva olmadan kelimeler teşekkül etmez, kitap yazılmaz. Her bina, aşağı yukarı aynı malzemeden oluşur; bina çeşitleri arasında pek çok benzerlikler bulunur; ama hiç biri, diğerinin aynı değildir. Bütün kelimeleri veya dilleri oluşturan harfler sayılıdır; ama her söz o mahdut işaretlerle ifade edilmektedir; öyle ki, 7 harflik bir kelimede 6 harf aynı olsa, bir harfin farklılığı, o kelimeyi diğerlerinden farklı kılar. 6 harf ortak, fakat 1 harf farklı olmak üzere, 7 harfli 7 ayrı kelime bulunabilir. Burada 6 harfin benzerliği, bu kelimelerin birbirinden türemiş olmasını gerektirmez. Her bir kelimeye varlık kazandıran ve onun harflerden müteşekkil malzemesini tayin eden, o kelimenin manâsıdır. Aynen bunun gibi, varlıklar arasında da, benzer fonksiyonlar için benzer yapılar, benzer organlar gerekir. Canlılar âleminde, bir takım yapı benzerliklerine ve aynı malzemeler kullanılmış olmasına rağmen, görülen nâmütenahî çeşitlilik, veya tersinden ifade edecek olursak, nâmütenahî çeşitliliğe rağmen görülen yapı benzerlikleri, tamamen bir kasda, bir iradeye, bir manâya işaret eder. Bu sebeple, manâya göre kelime oluşturulduğu gibi, varlık sebebine, gâyesine ve taşıyacağı anlama göre canlılar yaratılır ve kendilerine uygun yapı, uygun organlar verilir. Dolayısıyla, canlılar arasındaki benzerlikler, Darwin’in iddia ettiği gibi bir türemeyi değil, tam tersini gösterir.

    İkinci olarak, yeryüzünde sayısız denebilecek derecede varlık ve yüzbinlerce varlık türü vardır. Eğer, her varlık türüne ayrı bir yüz, apayrı organlar, her bir türe ait diğerlerinden tamamen farklı yapı ve vücut verilecek olsa idi, bu takdirde, sonsuz sayıda yapı, organ ve vasıf olması gerekirdi. Konuyu insanlar için düşündüğümüzde ise, her bir insan ferdi, hayvanlar âlemine göre âdeta başlı başına bir tür teşkil ettiğinden, o zaman her bir insan için ayrı bir yapı, ayrı bir şekil söz konusu olurdu. Şüphesiz Allah, her bir türe, her bir insan ferdine, ona has ayrı bir şekil, ayrı bir yapı vermeye kâdirdir. Fakat bu durumda, canlılar âleminde ve insanlar arasında tanışma, yakınlaşma, yardımlaşma, kaynaşma ve beraberlik gerçekleşmez, dolayısıyla, her bir tür diğerlerine yabancı kalır, neticede de ortaya yaşanmaz bir dünya çıkardı.

    Ayrıca, her benzeyen şey veya aralarında benzerlikler bulunan iki şey, birbirinin aynı demek değildir. Meselâ, sıvının çok çeşitleri vardır ama, gülsuyu ile tuz ruhu birbirinden farklıdır; kullanışta bile biri rahatlatır, diğeri yakar. Aynı şekilde, güneş de, elektrik de, mum da, çıra da ışık verir; fakat bunların hepsi tek bir kaynağa bağlanamaz. İnsanın yapısında bulunan bir veya çok sayıda organın hayvanlarda da bulunması, hattâ insanlarla hayvanlar arasındaki büyük benzerlikler, iki tür arasında bir geçiş olduğunu göstermez. Çünkü her varlığa, hayatı ve hayattaki vazifesini yerine getirme fonksiyonları için gereken organlar verilir. Kaldı ki, vücutta dün faydasız ve güdükleşmiş görünen pek çok organın bugün çok önemli vazifeler gördüğü anlaşılmış bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, tabiatta da bazen, çevreye, çevrenin umumi yapısına uygun düşmez gibi görünen bazı nesneler var olabilir; olabilir değil, vardır da. Ama, onların da kendilerine ait ne manâlar ifade ettiği üzerinde durulabileceği gibi, biz, tabiatın yapısını da bütünüyle çözmüş değiliz. Sonra, bazen bir şey, çok da uygun olmayan bir yere bir desen unsuru olarak konabilir ve dikkatleri üzerine çeker. Eğer göz buna takılır ve insan, ona dayanarak, umumi yapı üzerinde bir hüküm verecek olursa yanılır. İşte bu nokta, çok ayakların kaydığı bir imtihan noktasıdır. 1000 kapılı bir sarayın önce kapalı 2 kapısını görüp, sarayın bütünüyle kapalı olduğunu iddia etmek veya, kökü sağlam, gövdesi sağlam, dalları, yaprakları sağlam, bütün meyveleri sağlam, fakat iki meyvesi çürük bir ağaca, meyvelerinden bakıp, önce iki çürük meyveyi görünce ağacın çürüklüğüne hükmetmek ciddi bir yanlış olduğu gibi, bir-iki organın güdüklüğüne ve güya faydasızlığına bakarak, bundan türler arasında geçiş ve evrim neticesine varmak, aynı şekilde gayr-i ilmi bir yanlıştır.

    Benzerliklerden hareket eden Darwin, insanlarda bulunan bir kısım hastalıkların hayvanlarda da bulunmasını, güya bir başka delil olarak değerlendirir. Burada da söylenecek söz, yukarıdakilerden farklı olmayacaktır. İnsanda, şu ana kadar bilinenleriyle onlarca, hatta alt şubeleriyle yüzlerce çeşit hastalık vardır. Eğer her bir canlı türüne ait farklı hastalıklar olmuş olsa idi, sayısız hastalık çeşidi bulunması gerekirdi. İkinci olarak, büyük ölçüde aynı malzemeden yapılmış ve benzer fonksiyonlar gören insan ve hayvan vücutlarında benzer hastalıkların bulunması gayet tabiî olup, bundan canlıların birbirinden türedikleri sonucuna varmak, hiç bir değer ifade etmez. Kaldı ki, insanlardaki hastalıklar, meselâ aynıyla veya bir eksiğiyle maymunlarda görülmemektedir. Tam tersine, bu hastalıklardan bir veya birkaçı farklı hayvan türlerinde görülebilmektedir. Meselâ, kronik amfizem atlarda, lösemi kedilerde ve sığırlarda, kas distrofisi tavuklarda ve farelerde, damar sertliği domuzlarda ve güvercinlerde, kan pıhtılaşması bozuklukları ve nefritler köpeklerde, mide ülserleri domuzlarda, anevrizma hindilerde, safra taşları tavşanlarda, karaciğer iltihabı köpek ve atlarda, böbrek taşları köpek ve sığırlarda, katarakt köpek ve farelerde görülür. Buradan hareketle, insanın fareden geldiğini, köpekten türediğini, sığırdan dönüştüğünü mü iddia edeceğiz? İnsanda ve hayvanda aynı tür virüsler, bakteriler bulunabilir. Bu hususların hiç biri, menşe birliğine delâlet etmez. Biyolojik açıdan insandan çok uzak olan kuşlarda ve tavuklarda bazı hastalıklar vardır ki, insanda da bulunur; fakat bu hastalıklarla tavuğa insanı yaklaştırmak, esas Darwin’in nokta-i nazarından uzaklaşma demektir. Çünkü o, işi tekâmüle bağlamış ve nihayet insanla diğer hayvan türleri arasına maymunu koymuştur.

    [

  • üç şey07.09.2004 - 13:39

    ÜÇ BÜYÜK DÜŞMAN
    bizim üç büyük düşmanımız cehalet, fakirlik ve tefrikadır. Cehalet eğitimle, fakirlik çalışma ve sermayeyle, tefrika ve bölücülük ise ancak birlik, diyalog ve hoşgörüyle yenilebilir. Bununla birlikte, insan hayatındaki bütün problemler gidip neticede insana dayandığı için bütün bu problemleri aşmanın birinci yolu yine eğitimdir.. ve eğitim insanlara hizmet etmenin de en önemli yoludur. Bugün global bir köyde yaşadığımıza göre, insanlığa hizmet ve başka medeniyetlerle diyalog, yine öncelikle eğitimden geçmektedir.

  • barış manço17.06.2004 - 18:58

    her şarkısında insanlara ayrı bir mesaj veren babayiğit bir insandı.allah nur içinde yatırsın

  • ahmet kaya17.06.2004 - 18:56

    unutulmaz resitalleri

  • zaman gazetesi11.06.2004 - 17:52

    sevgi ve hoşgörünün,doğru haberin,tarafsızlığın adresi