ALLAH'i bulan herseyi bulmus, O'nu kaybeden de herseyi kaybetmistir......herseyin yok oldugu ve mezarin bu yokluk icinden cikip vahsi agzini bir ejderha gibi actigi su zamanda, ALLAH' a, Var'a hicret etmeye ne dersiniz....bir donum noktasinda aklina RAHMAN dusenler gelsin....
tum asagidaki romantikliklere ragmen, schopenhauer'in askin metafizigi adli kitabina dikkat cekmek istiyorum....
schopenhauer'e gore ask tur ruhunun bireyi hayal ile kandirmasi ve boylelikle turun devamini ve iyilesmesini saglamasidir....
ayrica bu kitabin nietzsche'yi anlamada da kilit bir rol ustlendigini dusunuyorum...meraklisi alsin okusun, aska farkli belki de sinirinizi bozacak bir yaklasim gorun...
sivri fikirli, nuktedan bir adam....uslub sahibi oldugu kesin...zaten kac kisi kaldi ki su alemde uslubu olan...sirf bu yonden bile kacirilmamasi gereken bir kisi....yalniz acikca ifade edeyim ben de olaylara bakis acisindaki metodu bir turlu anlayabilmis degilim...
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakima bu sürgünün bir süregi Bütün törenlerin sölenlerin ayinlerin yortularin disinda Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layik olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim Günesi bahardan koparip Askin bu en onulmazindan koparip Bir tuz bulutu gibi Savuran yüregime Ah uzatma dünya sürgünümü benim Nice yoruldugum ayakkabilarimdan degil Ayaklarimdan belli Lambalar egri Aynalar akrep melegi Zaman çarpilmis atin son hayali Ev miras degil mirasin hayaleti Ey gönlümün dogurdugu Büyüttügü emzirdigi Kus tüyünden Ve kus sütünden Geceler ve gündüzlerde Insanliga anit gibi yükselttigi Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün siirlerde söyledigim sensin Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandim Salome'nin Belkis'in Bosunaydi saklamaya çalismam öylesine asikarsin bellisin Kuslar uçar senin gönlünü taklit için Ellerinden devsirir bahar çiçeklerini Deniz gözlerinden alir sonsuzlugun haberini Ey gönüllerin en yumusagi en derini Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim
Yillar geçti sapan olumsuz iz birakti toprakta Yildizlara uzanip hep seni sordum gece yarilarinda Çati katlarinda bodrum katlarinda Gölgendi gecemi aydinlatan essiz lamba Hep Kanlica'da Emirgan'da Kandilli'nin kursuni safaklarinda Seninle söylesip durdum bir ömrün baharinda yazinda Simdi onun birdenbire gelen sonbaharinda Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layik olmasam da Ey çagdas Kudüs (Meryem) Ey sirrini gönlünde tasiyan Misir (Züleyha) Ey ipeklere yumusaklik bagislayan merhametin kalbi Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim
Daglarin yikilisini gördüm bir Venüs bardaginda Köle gibi satildim pazarlar pazarinda Günesin sarardigini gördüm Konstantin duvarinda Senin hayallerinle yandim düslerin civarinda Gölgendi yansiyip duran bengisu pinarinda Ölüm düsüncesinin beni sardigi su anda Verilmemis hesaplarin korkusuyla Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layik olmasam da Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuslardan ne haber vardir Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardir Ask celladindan ne çikar madem ki yar vardir Yoktan da vardan da ötede bir Var vardir Hep suç bende degil beni yakip yikan bir nazar vardir O sarkiya özenip söylenecek misralar vardir Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardir Ne yapsalar bos göklerden gelen bir karar vardir Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardir Yanmissam külümden yapilan bir hisar vardir Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardir Sirlarin sirrina ermek için sende anahtar vardir Gögsünde sürgününü geri çagiran bir damar vardir Sendan ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çinar vardir Sevgili En sevgili Ey sevgili
Türkiye'nin ve İslâm dünyasının tatile çıktığı tarihten 'ev'e dönebilmesi, uyuduğu 'kış uykusu'ndan uyanarak 'kendine gelebilmesi', silkinerek yeniden ayağa kalkabilmesi, yeniden tarih sahnesindeki onurlu yerini alabilmesi, hakîkî rolünü oynayabilmesi ve kanatlandırıcı bir yürüyüşe öncülük edebilmesi için yaratıcı bir ruha ve kurucu bir iradeye ihtiyacı var; hem de şiddetle. Türkiye'de de İslâm dünyasında da siyasette, kültürde, sanatta, ekonomide ve her şeyden önce ve öte düşünce hayatında dünyanın bile kayıtsız kalamayacağı, tüm dünyaya kanatlandırıcı, ufuk ve çığır açıcı bir ruh üfleyecek böylesi bir yaratıcı ruhun ve kurucu iradenin İslâm olduğu artık karşı konulmaz bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de bize bu yakıcı gerçeği gösteren ve her dâim hatırlatan tek bir kişiden sözetmemiz gerekirse, bu kutlu kişi hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde üstad Sezai Karakoç'tur derim. Ben böyle düşünüyorum düşünmesine ama Sezai Karakoç'un genç kuşaklar tarafından hakettiği ilgiyi görmediğini, Türkiye'deki düşünce hayatı konusunda bir şeyler söyleme makamında olan kişilerce de hakettiği yerin ıslandığını görüyor ve kahroluyorum.
Derslerimde, sohbetlerimde, konferanslarımda muhataplarıma ilk sorduğum sorulardan biri Sezai Karakoç'u ne kadar tanıdıkları sorusu oluyor. Bugüne kadar aldığım cevaplar, beni şoke eden türden cevaplar oldu.
Ben, modernliğin meydan okumasından sonraki son iki-üç asırlık süreçte çıkarabildiğimiz en büyük düşünürlerden biri, belki de birincisi olarak görülmesi gereken Sezai Karakoç'un bütün kuşaklar tarafından iyi tanındığı şeklinde bir kanaate sahiptim... İngiltere'deyken öyle anlar oluyordu ki, geceleri uykum kaçıyor, 'mutlaka üstada gitmem gerekir; hayır arkadaş, derhal toparlan, atla uçağa ve soluğu üstadın yanında al' diyordum kendi kendime... Üstadın zamana ve mekâna meydan okuyan o 'kavrayan duyguyu onaran', 'metafizik ürperti' ve 'metafizik gerilim şartı' aşılayan metinleri, şiirleri, zihnî keşifleri ve yolculukları beni yerimde hop oturtup hop kaldırtıyor, uykularımı alt üst ediyordu...
Ancak İngiltere'den döndüğümde üstadın yılardır bende çaktırdığı kıvılcımların özellikle genç kuşaklarda ve öncekilerinde benzerlerini göremeyince tek kelimeyle yıkıldım. Bu kadar ruhsuzlaşabilecek insanlar mıydık biz?
Ve medeniyet tasavvuru çalışmasına hasbel kader soyununca bütün arkadaşlara işe önce Sezai Karakoç'un külliyatını devirmekle başlamamızın kaçınılmaz olduğunu söyledim.
Bu satırları yazarken bile fena halde tedirgin edici bir hâlet-i ruhiye içinde olduğumu açıkça itiraf etmek zorundayım: Sezai Karakoç'un böyle bir yazıya ihtiyacı var mı? Elbette ki yok... Ben Sezai Karakoç'u hakkıyla anlatabilecek biri olduğumu da pek sanmıyorum.
Ancak yapılması gereken bir şey var: Vefâ borcumu ödemek. Hiç olmazsa bunu yapabilirim; yapmak zorundayım.
Sezai Karakoç, en az iki kuşağın öncülüğünü yapmış bir düşünürdür: Bizden önceki kuşak ve bizim içinde yeraldığımız kuşak. Bu iki kuşak Sezai Karakoç'un diriliş ruhunu ve ilhamını hakkıyla kavrayabildi mi, bundan pek emin değilim. Ama bizden sonraki kuşakların Sezai Karakoç'u daha iyi kavrayabileceğini düşünüyorum: Üstad Necip Fazıl'ın çaktığı, Sezai Karakoç'un tutuşturduğu kıvılcımı, bizden sonraki kuşakların bir 'yitik cennet' icadı, bir 'kıyamet aşısı' aşılaması yapabilecek bir susuzluğa, bir susamışlığa sahip olduğunu görüyorum. Bu kuşağın sahip olduğu susuzluğun, susamışlığın diriliş ruhunun vereceği ilhama, o yaratıcı ruha ve kurucu iradeye diğer kuşaklardan çok daha fazla ihtiyaç hissettiğini, bu ihtiyacı farkettiği an bu kuşağın kutlu atlara binip dört nala koşmaya başlayacağını görüyor gibiyim...
O yüzden bu yeni kuşağın Sezai Karakoç'u çok iyi tanıması gerekiyor; hemen, derhal ve şimdi!
Peki, Sezai Karakoç neden önemli?
Her şeyden önce, Sezai Karakoç, öncü kuşakların öncüsüdür: Dün, bugün ve gelecek öncü kuşakların. Çünkü daha önce özetlemeye çalıştığım 'peygamberî misyon'un tanık, özne ve öncü özelliklerini kişiliğinde, eserlerinde ve eylemlerinde toplayabilen, son iki-üç asırlık zaman diliminin en büyük mütefekkiridir.
Burada 'abarttığımı düşünenler çıkabilir mi acaba? ' diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Hayır, abartmıyorum. Zaman geçtikçe bunun abartıyla filan ilgisinin olmadığı daha iyi anlaşılacak...
Sezai Karakoç, vahyi, vahyin kaynağını oluşturduğu İslâm medeniyetini bütün yönleriyle ve boyutlarıyla, bütün incelikleriyle ve derinlikleriyle, bütün pınarlarıyla ve damarlarıyla kavrayabilmiş; çağa yaratıcı bir ruh ve kurucu bir irade üfleyebilecek bir dille sunabilmiş büyük bir mütefekkir, sanatçı, tarih felsefecisi ve estettir: Şeyh Galip'ten sonra Leylâ ve Mecnûn'u yazabilmiş tek sanatçıdır. İbn Haldun'dan sonra İslâm medeniyetinin yüzü aynı anda geçmişe ve geleceğe dönük gramerini çıkarabilmiş tek tarih felsefecisidir.
Bütün bunları mümkün kılan ve İbn Haldun'dan bu yana sadece Sezai Karakoç'un yaptığı bir şey var: Başta hâkim Batı kültürü olmak üzere, insanlık tarihindeki belli başlı gelmiş geçmiş medeniyetlerin sanattan günlük hayatın işleyişine, düşünce ufuklarından tarihî derinliklerine kadar anlam haritalarını ve anlamlandırma pratiklerini özlü bir şekilde çıkarabilmiş, medeniyetlerin destanını yazabilmiş en büyük bilge kişimizdir. Hem çağının; hem de kadîm medeniyetlerin çağlarının tanığı bir bilge kişi.
Üstad Sezai Karakoç'ta İslâm dünyasının çağdaş düşünürlerinde ve öncülerinde gözlenen ufuk darlığının izlerini bile görebilmek, Batılı, özellikle de Marksist literatürün gelip geçici izlerine bile rastlayabilmek imkânsızdır. O yüzden aşıladığı diriliş ruhu ve mayası, çağdaşlarında gözlenen reaksiyoner ve savunmacı marazîleklerle malûl değildir. Bu nedenledir ki, çağdaşlarında gözlenen, ideolojilerin yan ürünü olan selefîliğin yol kesen tuzaklarının, nefes tıkayan bariyerlerinin izlerini, Sezai Karakoç'ta göremezsiniz.
Üstad, dünün, bugünün ve geleceğin kuşaklarının her dâim yeni bir ruh bulabilecekleri, her dâim yeniden kanatlanmalarını mümkün kılabilecek geleceğin çağlarına yön ve şekil verecek, yaratıcı bir ruh ve kurucu bir irade hediye edecek, aynı anda hem fizik, hem de metafizik dünyaların kıvrımlarında, labirentlerinde, derinliklerinde, ufuklarında 'at koşturabilen' hakîkatin sınır tanımaz gücüyle gergef gibi örülen bir medeniyet tasavvuru anıtı armağan etmiştir hepimize: Bize düşen bu anıtı, bütün bir insanlık ülkesine dikebilecek ve bütün insanlığın ülküsü katına yükseltebilecek sarsılmaz ve muhkem yolculuklara çıkmaktır. Hiçbir şeyin, hiçbir şerrin engel olamayacağı, çağları kuşatacak ve kucaklayacak, herkesi sulayacak ve kanatlandıracak yolculuklara çıkabilmek. Bariyerleri birer birer aşarak, herkesin yürüyebileceği koridorlar açabilmek ve herkesin konaklayabileceği kutlu konaklar inşâ edebilmek... '
asagidaki yazida ustadin nesrine yonelik sozler onemsenmeli...hep soylemisimdir, necip fazil buyuk bir sairdir tamam buna herhalde kimsenin bir diyecegi yoktur ama ustad oyle bir usluba ulasmistir ki nesirde bunu farkeden zanneder ki bir daha boylesine ilginc ve tatli bir uslub bulamayacaktir Turk dilinde...evet benim ilk dikkatimi cektiginden bu yana hayran hayran okumusumdur necip fazili...gerci bu bazen oyle hadlere varirdi ki sadece uslubu okurdum, yani usluba dalar giderdim de ne olup bittiginden bir haberim olmazdi....evet, ustadin eserleri kadar beni alip goturen bir usluba sahip baska bir edebiyat adami bulamadi ruhum, bilmem acaba boyle birisi var mi? ...yoksa leibniz'in o unlu tasnifi burada ise yarar mi? ...hani o olumsal olan, zaruri olan, zaruru olmayan(iste burasi) onermeler falan...
'Necip Fâzıl Kısakürek âhirete yürüyeli 20 sene olmuş. Dün Nevşehir’de yapılan panele rahatsızlığım sebebiyle katılamadığım için müteessirim.
Necip Fâzıl, Türkiye’de “sağ” kavramını biçimlendirmiş ve ona plastik kazandırmaya yıllarını vermiş bir insandı ama ne gariptir ki halefi yoktur. Sağın en vahim derdi “ferd”e yatırım yapmaması ve işi –hariçten demokrat gibi görünse bile– totaliter ve otoriter bir anlayışla yürütmeye çalışmasıydı. Necip Fâzıl, sadece “sağ”ın değil, Cumhuriyet devrinin en mühim ve dikkate değer “fert”lerinden birisiydi; o, yaşadıkları ile yazdıkları arasındaki mesafede kendisi gibi kalmayı bu meziyetiyle başarabilmişti.
Üstâdın siyasetle ilişkisi hep “naif” seviyede kaldı; angajmanları ve düşmanlıkları ile naifti; aynı özelliği dini ve tarihi meselelerle ilgili olarak kaleme aldığı monografilerde de görürüz. Şiirdeki kudreti ve bir aksiyon adamı olarak samimiyeti, naif taraflarını setreden bir başka üstünlüğü idi.
Halefinin olmayışı meselesi önemli; şairâne bakışı, onda sosyoloji birikiminin yufkalığını ikaame eden bir başka cihettir. Siyasi davranışlarındaki tutarsızlığı, egosunun gücü kadar sosyoloji vadisindeki yalınkatlığına da işaret eder. Bir “Büyük Doğu” gençliği hiç olmadı; “yetişsin” diye binbir emek verdiği fidanı her sulayışında başka gelişimlerle karşılaşıyor, kısa bir infial nöbetinden sonra yeniden işe koyuluyordu.
Türk nesrinde bir “Necip Fâzıl cümlesi” vardır ve bu cümle üslûbu, neredeyse yan yana duran üç kelimesinden bile tanınacak ölçüde kendisine mahsustur. Onun hakkıyla kazandığı “Sultan’üş Şuârâ”lık ünvânı, nesrini gölgelememelidir; yeni kuşakların Necip Fâzıl’ı bu dikkatle okumalarını da isterim.
O kadar “nevi şahsına münhasır”dı ki, yeri dolmamıştır; böyle insanların yerini, kendilerinden başka hiç kimse dolduramaz.
'Hayatım, başından beri muazzam birşeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini...
O, kim mi? Allah'ın Sevgilisi...
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı...
Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.
Binbir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahat saadeti karşısında şaşkın, hep o bir etrafında helezonlar çizen bir hayat...
aslinda kimse misralara tam olarak sigmaz...cemil meric bolumunde birisi cemil meric'in bir sozunu aktarmisti galiba istirab hulasa edilemez gibi birseydi...istirab ise insanin sadece bir yonu...madem istirabsiz insan yok, o zaman kimsenin misralarla hulasa edilemeyecegini garantiledik... iyi sair kendini misralarina en cok sigdirabilmis sairdir....necip fazil boyledir iste....ama bir de misralara buyuk bir insani buyuk bir sair sigdirmaya calisirsa ne olur....ortaya necip fazil siiri cikar....
ALLAH'i bulan herseyi bulmus, O'nu kaybeden de herseyi kaybetmistir......herseyin yok oldugu ve mezarin bu yokluk icinden cikip vahsi agzini bir ejderha gibi actigi su zamanda, ALLAH' a, Var'a hicret etmeye ne dersiniz....bir donum noktasinda aklina RAHMAN dusenler gelsin....
tum asagidaki romantikliklere ragmen, schopenhauer'in askin metafizigi adli kitabina dikkat cekmek istiyorum....
schopenhauer'e gore ask tur ruhunun bireyi hayal ile kandirmasi ve boylelikle turun devamini ve iyilesmesini saglamasidir....
ayrica bu kitabin nietzsche'yi anlamada da kilit bir rol ustlendigini dusunuyorum...meraklisi alsin okusun, aska farkli belki de sinirinizi bozacak bir yaklasim gorun...
sivri fikirli, nuktedan bir adam....uslub sahibi oldugu kesin...zaten kac kisi kaldi ki su alemde uslubu olan...sirf bu yonden bile kacirilmamasi gereken bir kisi....yalniz acikca ifade edeyim ben de olaylara bakis acisindaki metodu bir turlu anlayabilmis degilim...
bu siir inanilmaz birsey....her buyuk sair boyle bir siir yazmak icin herhalde 10 siirini verirdi....
SURGUN ULKEDEN BASKENTLER BASKENTINE
IV
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakima bu sürgünün bir süregi
Bütün törenlerin sölenlerin ayinlerin yortularin disinda
Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layik olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Günesi bahardan koparip
Askin bu en onulmazindan koparip
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüregime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yoruldugum ayakkabilarimdan degil
Ayaklarimdan belli
Lambalar egri
Aynalar akrep melegi
Zaman çarpilmis atin son hayali
Ev miras degil mirasin hayaleti
Ey gönlümün dogurdugu
Büyüttügü emzirdigi
Kus tüyünden
Ve kus sütünden
Geceler ve gündüzlerde
Insanliga anit gibi yükselttigi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün siirlerde söyledigim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandim Salome'nin Belkis'in
Bosunaydi saklamaya çalismam öylesine asikarsin bellisin
Kuslar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devsirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alir sonsuzlugun haberini
Ey gönüllerin en yumusagi en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Yillar geçti sapan olumsuz iz birakti toprakta
Yildizlara uzanip hep seni sordum gece yarilarinda
Çati katlarinda bodrum katlarinda
Gölgendi gecemi aydinlatan essiz lamba
Hep Kanlica'da Emirgan'da
Kandilli'nin kursuni safaklarinda
Seninle söylesip durdum bir ömrün baharinda yazinda
Simdi onun birdenbire gelen sonbaharinda
Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layik olmasam da
Ey çagdas Kudüs (Meryem)
Ey sirrini gönlünde tasiyan Misir (Züleyha)
Ey ipeklere yumusaklik bagislayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Daglarin yikilisini gördüm bir Venüs bardaginda
Köle gibi satildim pazarlar pazarinda
Günesin sarardigini gördüm Konstantin duvarinda
Senin hayallerinle yandim düslerin civarinda
Gölgendi yansiyip duran bengisu pinarinda
Ölüm düsüncesinin beni sardigi su anda
Verilmemis hesaplarin korkusuyla
Sana geldim ayaklarina kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layik olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuslardan ne haber vardir
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardir
Ask celladindan ne çikar madem ki yar vardir
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardir
Hep suç bende degil beni yakip yikan bir nazar vardir
O sarkiya özenip söylenecek misralar vardir
Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardir
Ne yapsalar bos göklerden gelen bir karar vardir
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardir
Yanmissam külümden yapilan bir hisar vardir
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardir
Sirlarin sirrina ermek için sende anahtar vardir
Gögsünde sürgününü geri çagiran bir damar vardir
Sendan ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çinar vardir
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
'
Öncü kuşakların öncüsü: Sezai Karakoç
Türkiye'nin ve İslâm dünyasının tatile çıktığı tarihten 'ev'e dönebilmesi, uyuduğu 'kış uykusu'ndan uyanarak 'kendine gelebilmesi', silkinerek yeniden ayağa kalkabilmesi, yeniden tarih sahnesindeki onurlu yerini alabilmesi, hakîkî rolünü oynayabilmesi ve kanatlandırıcı bir yürüyüşe öncülük edebilmesi için yaratıcı bir ruha ve kurucu bir iradeye ihtiyacı var; hem de şiddetle. Türkiye'de de İslâm dünyasında da siyasette, kültürde, sanatta, ekonomide ve her şeyden önce ve öte düşünce hayatında dünyanın bile kayıtsız kalamayacağı, tüm dünyaya kanatlandırıcı, ufuk ve çığır açıcı bir ruh üfleyecek böylesi bir yaratıcı ruhun ve kurucu iradenin İslâm olduğu artık karşı konulmaz bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de bize bu yakıcı gerçeği gösteren ve her dâim hatırlatan tek bir kişiden sözetmemiz gerekirse, bu kutlu kişi hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde üstad Sezai Karakoç'tur derim. Ben böyle düşünüyorum düşünmesine ama Sezai Karakoç'un genç kuşaklar tarafından hakettiği ilgiyi görmediğini, Türkiye'deki düşünce hayatı konusunda bir şeyler söyleme makamında olan kişilerce de hakettiği yerin ıslandığını görüyor ve kahroluyorum.
Derslerimde, sohbetlerimde, konferanslarımda muhataplarıma ilk sorduğum sorulardan biri Sezai Karakoç'u ne kadar tanıdıkları sorusu oluyor. Bugüne kadar aldığım cevaplar, beni şoke eden türden cevaplar oldu.
Ben, modernliğin meydan okumasından sonraki son iki-üç asırlık süreçte çıkarabildiğimiz en büyük düşünürlerden biri, belki de birincisi olarak görülmesi gereken Sezai Karakoç'un bütün kuşaklar tarafından iyi tanındığı şeklinde bir kanaate sahiptim... İngiltere'deyken öyle anlar oluyordu ki, geceleri uykum kaçıyor, 'mutlaka üstada gitmem gerekir; hayır arkadaş, derhal toparlan, atla uçağa ve soluğu üstadın yanında al' diyordum kendi kendime... Üstadın zamana ve mekâna meydan okuyan o 'kavrayan duyguyu onaran', 'metafizik ürperti' ve 'metafizik gerilim şartı' aşılayan metinleri, şiirleri, zihnî keşifleri ve yolculukları beni yerimde hop oturtup hop kaldırtıyor, uykularımı alt üst ediyordu...
Ancak İngiltere'den döndüğümde üstadın yılardır bende çaktırdığı kıvılcımların özellikle genç kuşaklarda ve öncekilerinde benzerlerini göremeyince tek kelimeyle yıkıldım. Bu kadar ruhsuzlaşabilecek insanlar mıydık biz?
Ve medeniyet tasavvuru çalışmasına hasbel kader soyununca bütün arkadaşlara işe önce Sezai Karakoç'un külliyatını devirmekle başlamamızın kaçınılmaz olduğunu söyledim.
Bu satırları yazarken bile fena halde tedirgin edici bir hâlet-i ruhiye içinde olduğumu açıkça itiraf etmek zorundayım: Sezai Karakoç'un böyle bir yazıya ihtiyacı var mı? Elbette ki yok... Ben Sezai Karakoç'u hakkıyla anlatabilecek biri olduğumu da pek sanmıyorum.
Ancak yapılması gereken bir şey var: Vefâ borcumu ödemek. Hiç olmazsa bunu yapabilirim; yapmak zorundayım.
Sezai Karakoç, en az iki kuşağın öncülüğünü yapmış bir düşünürdür: Bizden önceki kuşak ve bizim içinde yeraldığımız kuşak. Bu iki kuşak Sezai Karakoç'un diriliş ruhunu ve ilhamını hakkıyla kavrayabildi mi, bundan pek emin değilim. Ama bizden sonraki kuşakların Sezai Karakoç'u daha iyi kavrayabileceğini düşünüyorum: Üstad Necip Fazıl'ın çaktığı, Sezai Karakoç'un tutuşturduğu kıvılcımı, bizden sonraki kuşakların bir 'yitik cennet' icadı, bir 'kıyamet aşısı' aşılaması yapabilecek bir susuzluğa, bir susamışlığa sahip olduğunu görüyorum. Bu kuşağın sahip olduğu susuzluğun, susamışlığın diriliş ruhunun vereceği ilhama, o yaratıcı ruha ve kurucu iradeye diğer kuşaklardan çok daha fazla ihtiyaç hissettiğini, bu ihtiyacı farkettiği an bu kuşağın kutlu atlara binip dört nala koşmaya başlayacağını görüyor gibiyim...
O yüzden bu yeni kuşağın Sezai Karakoç'u çok iyi tanıması gerekiyor; hemen, derhal ve şimdi!
Peki, Sezai Karakoç neden önemli?
Her şeyden önce, Sezai Karakoç, öncü kuşakların öncüsüdür: Dün, bugün ve gelecek öncü kuşakların. Çünkü daha önce özetlemeye çalıştığım 'peygamberî misyon'un tanık, özne ve öncü özelliklerini kişiliğinde, eserlerinde ve eylemlerinde toplayabilen, son iki-üç asırlık zaman diliminin en büyük mütefekkiridir.
Burada 'abarttığımı düşünenler çıkabilir mi acaba? ' diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Hayır, abartmıyorum. Zaman geçtikçe bunun abartıyla filan ilgisinin olmadığı daha iyi anlaşılacak...
Sezai Karakoç, vahyi, vahyin kaynağını oluşturduğu İslâm medeniyetini bütün yönleriyle ve boyutlarıyla, bütün incelikleriyle ve derinlikleriyle, bütün pınarlarıyla ve damarlarıyla kavrayabilmiş; çağa yaratıcı bir ruh ve kurucu bir irade üfleyebilecek bir dille sunabilmiş büyük bir mütefekkir, sanatçı, tarih felsefecisi ve estettir: Şeyh Galip'ten sonra Leylâ ve Mecnûn'u yazabilmiş tek sanatçıdır. İbn Haldun'dan sonra İslâm medeniyetinin yüzü aynı anda geçmişe ve geleceğe dönük gramerini çıkarabilmiş tek tarih felsefecisidir.
Bütün bunları mümkün kılan ve İbn Haldun'dan bu yana sadece Sezai Karakoç'un yaptığı bir şey var: Başta hâkim Batı kültürü olmak üzere, insanlık tarihindeki belli başlı gelmiş geçmiş medeniyetlerin sanattan günlük hayatın işleyişine, düşünce ufuklarından tarihî derinliklerine kadar anlam haritalarını ve anlamlandırma pratiklerini özlü bir şekilde çıkarabilmiş, medeniyetlerin destanını yazabilmiş en büyük bilge kişimizdir. Hem çağının; hem de kadîm medeniyetlerin çağlarının tanığı bir bilge kişi.
Üstad Sezai Karakoç'ta İslâm dünyasının çağdaş düşünürlerinde ve öncülerinde gözlenen ufuk darlığının izlerini bile görebilmek, Batılı, özellikle de Marksist literatürün gelip geçici izlerine bile rastlayabilmek imkânsızdır. O yüzden aşıladığı diriliş ruhu ve mayası, çağdaşlarında gözlenen reaksiyoner ve savunmacı marazîleklerle malûl değildir. Bu nedenledir ki, çağdaşlarında gözlenen, ideolojilerin yan ürünü olan selefîliğin yol kesen tuzaklarının, nefes tıkayan bariyerlerinin izlerini, Sezai Karakoç'ta göremezsiniz.
Üstad, dünün, bugünün ve geleceğin kuşaklarının her dâim yeni bir ruh bulabilecekleri, her dâim yeniden kanatlanmalarını mümkün kılabilecek geleceğin çağlarına yön ve şekil verecek, yaratıcı bir ruh ve kurucu bir irade hediye edecek, aynı anda hem fizik, hem de metafizik dünyaların kıvrımlarında, labirentlerinde, derinliklerinde, ufuklarında 'at koşturabilen' hakîkatin sınır tanımaz gücüyle gergef gibi örülen bir medeniyet tasavvuru anıtı armağan etmiştir hepimize: Bize düşen bu anıtı, bütün bir insanlık ülkesine dikebilecek ve bütün insanlığın ülküsü katına yükseltebilecek sarsılmaz ve muhkem yolculuklara çıkmaktır. Hiçbir şeyin, hiçbir şerrin engel olamayacağı, çağları kuşatacak ve kucaklayacak, herkesi sulayacak ve kanatlandıracak yolculuklara çıkabilmek. Bariyerleri birer birer aşarak, herkesin yürüyebileceği koridorlar açabilmek ve herkesin konaklayabileceği kutlu konaklar inşâ edebilmek... '
Yusuf Kaplan
asagidaki yazida ustadin nesrine yonelik sozler onemsenmeli...hep soylemisimdir, necip fazil buyuk bir sairdir tamam buna herhalde kimsenin bir diyecegi yoktur ama ustad oyle bir usluba ulasmistir ki nesirde bunu farkeden zanneder ki bir daha boylesine ilginc ve tatli bir uslub bulamayacaktir Turk dilinde...evet benim ilk dikkatimi cektiginden bu yana hayran hayran okumusumdur necip fazili...gerci bu bazen oyle hadlere varirdi ki sadece uslubu okurdum, yani usluba dalar giderdim de ne olup bittiginden bir haberim olmazdi....evet, ustadin eserleri kadar beni alip goturen bir usluba sahip baska bir edebiyat adami bulamadi ruhum, bilmem acaba boyle birisi var mi? ...yoksa leibniz'in o unlu tasnifi burada ise yarar mi? ...hani o olumsal olan, zaruri olan, zaruru olmayan(iste burasi) onermeler falan...
'Necip Fâzıl Kısakürek âhirete yürüyeli 20 sene olmuş. Dün Nevşehir’de yapılan panele rahatsızlığım sebebiyle katılamadığım için müteessirim.
Necip Fâzıl, Türkiye’de “sağ” kavramını biçimlendirmiş ve ona plastik kazandırmaya yıllarını vermiş bir insandı ama ne gariptir ki halefi yoktur. Sağın en vahim derdi “ferd”e yatırım yapmaması ve işi –hariçten demokrat gibi görünse bile– totaliter ve otoriter bir anlayışla yürütmeye çalışmasıydı. Necip Fâzıl, sadece “sağ”ın değil, Cumhuriyet devrinin en mühim ve dikkate değer “fert”lerinden birisiydi; o, yaşadıkları ile yazdıkları arasındaki mesafede kendisi gibi kalmayı bu meziyetiyle başarabilmişti.
Üstâdın siyasetle ilişkisi hep “naif” seviyede kaldı; angajmanları ve düşmanlıkları ile naifti; aynı özelliği dini ve tarihi meselelerle ilgili olarak kaleme aldığı monografilerde de görürüz. Şiirdeki kudreti ve bir aksiyon adamı olarak samimiyeti, naif taraflarını setreden bir başka üstünlüğü idi.
Halefinin olmayışı meselesi önemli; şairâne bakışı, onda sosyoloji birikiminin yufkalığını ikaame eden bir başka cihettir. Siyasi davranışlarındaki tutarsızlığı, egosunun gücü kadar sosyoloji vadisindeki yalınkatlığına da işaret eder. Bir “Büyük Doğu” gençliği hiç olmadı; “yetişsin” diye binbir emek verdiği fidanı her sulayışında başka gelişimlerle karşılaşıyor, kısa bir infial nöbetinden sonra yeniden işe koyuluyordu.
Türk nesrinde bir “Necip Fâzıl cümlesi” vardır ve bu cümle üslûbu, neredeyse yan yana duran üç kelimesinden bile tanınacak ölçüde kendisine mahsustur. Onun hakkıyla kazandığı “Sultan’üş Şuârâ”lık ünvânı, nesrini gölgelememelidir; yeni kuşakların Necip Fâzıl’ı bu dikkatle okumalarını da isterim.
O kadar “nevi şahsına münhasır”dı ki, yeri dolmamıştır; böyle insanların yerini, kendilerinden başka hiç kimse dolduramaz.
Yattığı yer cennet olsun. '
A. Turan Alkan
'Hayatım, başından beri muazzam birşeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini...
O, kim mi?
Allah'ın Sevgilisi...
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı...
Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.
Binbir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahat saadeti karşısında şaşkın, hep o bir etrafında helezonlar çizen bir hayat...
'Benim hayatım budur! '
aslinda kimse misralara tam olarak sigmaz...cemil meric bolumunde birisi cemil meric'in bir sozunu aktarmisti galiba istirab hulasa edilemez gibi birseydi...istirab ise insanin sadece bir yonu...madem istirabsiz insan yok, o zaman kimsenin misralarla hulasa edilemeyecegini garantiledik... iyi sair kendini misralarina en cok sigdirabilmis sairdir....necip fazil boyledir iste....ama bir de misralara buyuk bir insani buyuk bir sair sigdirmaya calisirsa ne olur....ortaya necip fazil siiri cikar....