Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân edersek, söz uzar.
İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)
Tanımak ve uygun şekilde davranmak… Başta eşler olmak üzere çocuklar, aile büyükleri, hısım ve akrabalar gibi ailenin tüm üyeleri maddî ve manevî varlıklarıyla kendi içinde bir bütünü oluştururlar. Dolayısıyla aile üyeleri birbirini tanımalı, karşısındakinin ihtiyaç ve beklentilerini anlamak için emek vermeli, ilişkilerini kendine nasıl davranılmasını istiyorsa o duyarlılıkla kurmalıdır. Bu özelliklere sahip üyeleri olan bir ailede şu türden davranışlar karşılıklı olarak görülür: Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Huzurlu ve hoşnut olacakları bir yaşama ortamını oluştururlar. Uyarmak gereken durumlar olduğunda uyarılarını incitmeden yaparlar. Birbirlerinin saygınlıklarını zedeleyici davranışlardan sakınırlar. Haram olmayan konularda imkânlar elverdiğince birbirlerinin isteklerini yerine getirirler.
İlkelere uymak… Toplumun en küçük birimi ve temeli ailedir. Aile, bir kadın ve bir erkeğin birlikte yaşama arzularının kesişmesi ile oluşur. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu en küçük toplumsal kurumun çerçevesi bütün toplumlarda hukuk zemininde belirlenmiştir. Ancak çoğu kez aile dendiğinde büyükanne, büyükbaba, hala, amca, teyze, dayı gibi kişileri de kuşatan geniş bir insan topluluğunu anlarız. Dolayısıyla aile kurumu sadece akla hitap eden yazılı, kesin ve net hukukî kurallara dayalı bir kurum değildir. Aile denildiğinde, bu kurumu oluşturan geniş bir insan grubunun, farklı maddî ve mânevî ihtiyaçları ve beklentileri de gündeme gelir. Bu da hukukun yanı sıra ahlâk ile toplumun yaygın iyi ve güzel âdet ve geleneklerini dikkate almayı, bunlara uygun davranışlar sergilemeyi gerekli kılar. Hem fert, hem aile, hem de toplum, sulh ve salah içinde, felâh ve saadet dolu bir hayatı ancak bu şekilde kurup sürdürebilir.
Birliği korumak ve yardımlaşmak… Saygı, sevgi, karşılıklı güven ve birbirini koruma ve gözetme duyarlılığının var olduğu evlilik birliği içinde eşlerin ve çocukların mutluluğu gerçekleşir. Evlilik birliğinin korunması esas olarak eşlerin görevidir. Bu görevi ifa ederken eşler, birbirlerini maddî ve mânevî olarak destekler ve yardımlaşırlar. Ama aynı zamanda ailenin bütün üyeleri birbirine destek olur, yardım eder. Örneğin “Seni seviyorum”, “Sana nasıl yardım edebilirim?”, “Allah eksikliğini vermesin”, “Allah kazadan belâdan korusun”, “İyi ki varsın” gibi cümlelerin duyulduğu ailelerde kişi ihtiyaç duyduğu desteği, sevgiyi, güveni bulur. Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Herkes beraber olmak, sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ve önemli olduğunu hissetmek ister. Aile, bireye bu duyguları sağlayan bir çatı olmalıdır ki kişi kendini hayat yolculuğunda daha güçlü hissetsin.
Haklara ve yükümlülüklere riayet etmek... Kadın ve erkek bir bütünün iki parçası, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Biyolojik, psikolojik, toplumsal, kültürel ve dinî işlevleri olan aile kurumu kadın ve erkeğin hayatı paylaşma iradeleriyle kurulur. Nikah akdi ile birlikte her iki taraf da birbirlerine karşı belirli haklara sahip olmuş ve belirli yükümlülükler üstlenmiş olur. Eşler, kurdukları aile yuvasının mutluluğunu el birliği ile sağlamak için karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bir ömür boyu saygı ve sevgiyle yerine getirmelidirler. Böylece hem kendi küçük dünyalarına hem de içinde yer aldıkları topluma huzur ve mutluluk kaynağı olurlar.
Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân edersek, söz uzar.
İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)
Tanımak ve uygun şekilde davranmak… Başta eşler olmak üzere çocuklar, aile büyükleri, hısım ve akrabalar gibi ailenin tüm üyeleri maddî ve manevî varlıklarıyla kendi içinde bir bütünü oluştururlar. Dolayısıyla aile üyeleri birbirini tanımalı, karşısındakinin ihtiyaç ve beklentilerini anlamak için emek vermeli, ilişkilerini kendine nasıl davranılmasını istiyorsa o duyarlılıkla kurmalıdır. Bu özelliklere sahip üyeleri olan bir ailede şu türden davranışlar karşılıklı olarak görülür: Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Huzurlu ve hoşnut olacakları bir yaşama ortamını oluştururlar. Uyarmak gereken durumlar olduğunda uyarılarını incitmeden yaparlar. Birbirlerinin saygınlıklarını zedeleyici davranışlardan sakınırlar. Haram olmayan konularda imkânlar elverdiğince birbirlerinin isteklerini yerine getirirler.
İlkelere uymak… Toplumun en küçük birimi ve temeli ailedir. Aile, bir kadın ve bir erkeğin birlikte yaşama arzularının kesişmesi ile oluşur. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu en küçük toplumsal kurumun çerçevesi bütün toplumlarda hukuk zemininde belirlenmiştir. Ancak çoğu kez aile dendiğinde büyükanne, büyükbaba, hala, amca, teyze, dayı gibi kişileri de kuşatan geniş bir insan topluluğunu anlarız. Dolayısıyla aile kurumu sadece akla hitap eden yazılı, kesin ve net hukukî kurallara dayalı bir kurum değildir. Aile denildiğinde, bu kurumu oluşturan geniş bir insan grubunun, farklı maddî ve mânevî ihtiyaçları ve beklentileri de gündeme gelir. Bu da hukukun yanı sıra ahlâk ile toplumun yaygın iyi ve güzel âdet ve geleneklerini dikkate almayı, bunlara uygun davranışlar sergilemeyi gerekli kılar. Hem fert, hem aile, hem de toplum, sulh ve salah içinde, felâh ve saadet dolu bir hayatı ancak bu şekilde kurup sürdürebilir.
Birliği korumak ve yardımlaşmak… Saygı, sevgi, karşılıklı güven ve birbirini koruma ve gözetme duyarlılığının var olduğu evlilik birliği içinde eşlerin ve çocukların mutluluğu gerçekleşir. Evlilik birliğinin korunması esas olarak eşlerin görevidir. Bu görevi ifa ederken eşler, birbirlerini maddî ve mânevî olarak destekler ve yardımlaşırlar. Ama aynı zamanda ailenin bütün üyeleri birbirine destek olur, yardım eder. Örneğin “Seni seviyorum”, “Sana nasıl yardım edebilirim?”, “Allah eksikliğini vermesin”, “Allah kazadan belâdan korusun”, “İyi ki varsın” gibi cümlelerin duyulduğu ailelerde kişi ihtiyaç duyduğu desteği, sevgiyi, güveni bulur. Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Herkes beraber olmak, sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ve önemli olduğunu hissetmek ister. Aile, bireye bu duyguları sağlayan bir çatı olmalıdır ki kişi kendini hayat yolculuğunda daha güçlü hissetsin.
Haklara ve yükümlülüklere riayet etmek... Kadın ve erkek bir bütünün iki parçası, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Biyolojik, psikolojik, toplumsal, kültürel ve dinî işlevleri olan aile kurumu kadın ve erkeğin hayatı paylaşma iradeleriyle kurulur. Nikah akdi ile birlikte her iki taraf da birbirlerine karşı belirli haklara sahip olmuş ve belirli yükümlülükler üstlenmiş olur. Eşler, kurdukları aile yuvasının mutluluğunu el birliği ile sağlamak için karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bir ömür boyu saygı ve sevgiyle yerine getirmelidirler. Böylece hem kendi küçük dünyalarına hem de içinde yer aldıkları topluma huzur ve mutluluk kaynağı olurlar.