Bakıyorsun, üçer dörder profil hesabı oluşturmuş birileri. Oradan oraya zıplayıp duruyorlar. Ahlaksızlık diz boyu. Yemiyor götleri insan gibi tek bir hesapla yazıp konuşmaya. Bir şeyler okuyup yazmak için “NEDİR” bölümüne gelirdim onu da zehir ettiniz. İt olsanız tasma takıp gezdirmezler sizin gibileri kimse yanında. Saklanın karanlıklarda, çürümüş kalbinizle çöplüğe çevirin gittiğiniz her yeri. Allah belanızı versin
Karanlık zamanlarıydı ömrümüzün Ateşe doğru uçan pervaneler gibi Şiirlere koşmuştuk Uçmayı beceremeyip düşen Yavru kuşlar gibi şaşkındık biraz Ve sevinirdik biraz da çocukça Yaz akşamları gökyüzünde Avcı'nın kemerini hizalayarak Mavi bakışlı Rigel'i bulduğumuzda.
Göçmen kuşlara benzetirdim ben seni Uzaklardan gelirdin, çok uzaklardan Saçlarında yaz günlerinden kalma kırıklar Omuzlarından koynuna sarkardı iki beyaz çizgi
Sokağımızdan geçerdin, bakınmazdın hiç etrafa Dargındın sanki hayata, yorgundu hep adımların Giderdin sonra, geldiğin gibi ürkek ve sessizce Göç zamanı sonbaharda kırlangıçlarla
Ne güzel olurdu kim bilir Derin bir mavide Vurgun yemesi sevdamın Soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara Bulamayacaklardı işte ne güzel Bilinmeyecekti yattığım yer Adım yazılmayacaktı bir taşa
“Anlayamayacaklar” yazısından kırpıp kırpıp şiir yapıyorum
Gel hadi, soğuktur şimdi oralar, battaniyelerimizi alalım yanımıza. Vazgeçemediğin salebi doldur sen, ben bin yıllık sevdamı, demli bir çayı koyayım termosuma. Yanı başımızda refakatçilerle ağır adımlarla tırmanalım patika yolları. Her adımda büyüsün içimizdeki sevinç. Sokulalım iyice birbirimize, durmayalım. Vazgeçiremesin uçurumlar. Bir ninni gibi ıslık çalıp dursun, dağların kuytuluklarında soğuk rüzgârlar.
Usulca bir poşet tarçın döküyorsun taşlara, savuruyor rüzgârlar. Bak nasıl da bir gülümseme yayıldı Argande’nin yüzüne ve duyduğu her kokuda nasılda bakınıyor etrafa, Dafni’yi arıyor Apollon. Şimdi hepimiz çevirmişiz yüzümüzü doğuya. Kızıldan turuncuya ve sarıya inanılmaz bir renk armonisi kaplıyor tüm gökyüzünü. Tutmuşsun nefesini, ufka doğru çevirmişsin bakışlarını. Ben sana doğru dönmüşüm yüzümü, takılıp kalmışım sevdanda. Dünyanın en muhteşem gün doğumu başlıyor işte, gözlerinde başlıyor, Tanrı dağlarında, Nemrut’ta.
Gel hadi, incir reçelleri kuralım yine seninle, ben birkaç karanfil atayım tencereye, sen bir avuç çubuk tarçın, bırakalım soğusun, demlensin reçeller, evin en görünen yerine dizelim sonra, kehribar rengi tespih boncukları gibi, cam kavanozlarda, yan yana. Birazdan başlar senin filmin, kurşuni kupada içersin hep sıcak salebini, üzeri tarçın. Çiko uzaklaşır yanından, Yuki koltuk altına saklar kendini. Hiç fark ettin mi, kupayı her ağzına götürdüğünde çevirir başlarını orkideler ve ağır bir matem havası salınır durur hep ortalıkta.
Gel hadi diye sesleniyorum. Kim bilir kaçıncı “gel” deyişim bu sana. Her defasında “gel hadi” diye okuyup geçiyorsun yazdıklarımı, bir sonraki sözcüğe geçiyorsun, bir sonraki satıra. Dur ! Oyalan biraz, bekle ve dinle. Dinle, o sözcük dökülürken ağzımdan nasıl da titrediğini sesimin. Karanlık, yıldızsız ve sensiz bir gecede nasıl beklediğimi, duyduğum her sesi nasıl yakıştırdığımı sana, koştuğumu kapıya pencereye. Dinle, seni anlatıyor sanki bütün şarkılar, bütün ağlayışlarım ve bekleyişlerim sana. “Gel hadi” diyorum bak işte yine, sonra susacağım. Sen o sözcüğün ardına güzel yarınlara olan inancımı, kavgamı tak. İzbe sokaklarda pusuya düşen gölgemi, ölmeyişimi ve ağır hasarlı gelişimi her defasında sana. Soğuktur benim ellerim, yüzüm çorak. İklimlerim serttir benim çocuk, göçmen kuşlar eğleşmez, her sevda yeşermez topraklarımda.
Öyle bir ses ver ki, dağılsın göğüme serili şu kara bulutlar, dolunay gülümseyen yüzüyle aydınlatsın gecemi. Öyle bir gel ki, gittiğinde nasıl değiştiyse mevsimler, nasıl unuttuysa bulutlar ağlamayı, kuruyup çatladıysa toprak, değişiversin sen gelince her şey. Güneş göstersin mesela aylardan sonra ilk kez yüzünü, çözülsün sarp yamaçların buzulu, bir nehir olup uzatsın kollarını bozkırlarıma, çatlasın tohum, yaşam uç versin eteklerinde, gelişini selamlasın hayat.
İnsanlar adil olmuyorlar hiç seçimlerinde, yeşilbaşlı gövel ördeği tıka basa doyuruyorlar da, o kenarda bekleyen siyah Meke kırılıyor açlıktan, bekliyor ki payıma bir lokma ekmek düşsün diye. Hayat işte
Bakıyorsun, üçer dörder profil hesabı oluşturmuş birileri. Oradan oraya zıplayıp duruyorlar. Ahlaksızlık diz boyu. Yemiyor götleri insan gibi tek bir hesapla yazıp konuşmaya. Bir şeyler okuyup yazmak için “NEDİR” bölümüne gelirdim onu da zehir ettiniz. İt olsanız tasma takıp gezdirmezler sizin gibileri kimse yanında. Saklanın karanlıklarda, çürümüş kalbinizle çöplüğe çevirin gittiğiniz her yeri. Allah belanızı versin
RİGEL
Karanlık zamanlarıydı ömrümüzün
Ateşe doğru uçan pervaneler gibi
Şiirlere koşmuştuk
Uçmayı beceremeyip düşen
Yavru kuşlar gibi şaşkındık biraz
Ve sevinirdik biraz da çocukça
Yaz akşamları gökyüzünde
Avcı'nın kemerini hizalayarak
Mavi bakışlı Rigel'i bulduğumuzda.
Rigel: Mavi Dev. Avcı Takımyıldızı (Orion)
KIRLANGIÇ
Göçmen kuşlara benzetirdim ben seni
Uzaklardan gelirdin, çok uzaklardan
Saçlarında yaz günlerinden kalma kırıklar
Omuzlarından koynuna sarkardı iki beyaz çizgi
Sokağımızdan geçerdin, bakınmazdın hiç etrafa
Dargındın sanki hayata, yorgundu hep adımların
Giderdin sonra, geldiğin gibi ürkek ve sessizce
Göç zamanı sonbaharda kırlangıçlarla
VURGUN
Ne güzel olurdu kim bilir
Derin bir mavide
Vurgun yemesi sevdamın
Soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara
Bulamayacaklardı işte ne güzel
Bilinmeyecekti yattığım yer
Adım yazılmayacaktı bir taşa
“Anlayamayacaklar” yazısından kırpıp kırpıp şiir yapıyorum
GEL HADİ – 4 -
Gel hadi, soğuktur şimdi oralar, battaniyelerimizi alalım yanımıza. Vazgeçemediğin salebi doldur sen, ben bin yıllık sevdamı, demli bir çayı koyayım termosuma. Yanı başımızda refakatçilerle ağır adımlarla tırmanalım patika yolları. Her adımda büyüsün içimizdeki sevinç. Sokulalım iyice birbirimize, durmayalım. Vazgeçiremesin uçurumlar. Bir ninni gibi ıslık çalıp dursun, dağların kuytuluklarında soğuk rüzgârlar.
Usulca bir poşet tarçın döküyorsun taşlara, savuruyor rüzgârlar. Bak nasıl da bir gülümseme yayıldı Argande’nin yüzüne ve duyduğu her kokuda nasılda bakınıyor etrafa, Dafni’yi arıyor Apollon. Şimdi hepimiz çevirmişiz yüzümüzü doğuya. Kızıldan turuncuya ve sarıya inanılmaz bir renk armonisi kaplıyor tüm gökyüzünü. Tutmuşsun nefesini, ufka doğru çevirmişsin bakışlarını. Ben sana doğru dönmüşüm yüzümü, takılıp kalmışım sevdanda. Dünyanın en muhteşem gün doğumu başlıyor işte, gözlerinde başlıyor, Tanrı dağlarında, Nemrut’ta.
: ))) NASIL OLUYORMUŞ ((( :
Bırakın kalsın öylece
Sırt üstü yatırılan bebekler gibi yani
Ellerini ve ayaklarını oynatabilsin sadece
Şeytan da ırgalayıp duruyor
Hazır fırsat geçmiş işte eline
Git de azıcık gıdıkla diye
GEL HADİ -3-
Gel hadi, incir reçelleri kuralım yine seninle, ben birkaç karanfil atayım tencereye, sen bir avuç çubuk tarçın, bırakalım soğusun, demlensin reçeller, evin en görünen yerine dizelim sonra, kehribar rengi tespih boncukları gibi, cam kavanozlarda, yan yana.
Birazdan başlar senin filmin, kurşuni kupada içersin hep sıcak salebini, üzeri tarçın. Çiko uzaklaşır yanından, Yuki koltuk altına saklar kendini. Hiç fark ettin mi, kupayı her ağzına götürdüğünde çevirir başlarını orkideler ve ağır bir matem havası salınır durur hep ortalıkta.
GEL HADİ -2-
Gel hadi diye sesleniyorum. Kim bilir kaçıncı “gel” deyişim bu sana. Her defasında “gel hadi” diye okuyup geçiyorsun yazdıklarımı, bir sonraki sözcüğe geçiyorsun, bir sonraki satıra. Dur ! Oyalan biraz, bekle ve dinle. Dinle, o sözcük dökülürken ağzımdan nasıl da titrediğini sesimin. Karanlık, yıldızsız ve sensiz bir gecede nasıl beklediğimi, duyduğum her sesi nasıl yakıştırdığımı sana, koştuğumu kapıya pencereye. Dinle, seni anlatıyor sanki bütün şarkılar, bütün ağlayışlarım ve bekleyişlerim sana.
“Gel hadi” diyorum bak işte yine, sonra susacağım. Sen o sözcüğün ardına güzel yarınlara olan inancımı, kavgamı tak. İzbe sokaklarda pusuya düşen gölgemi, ölmeyişimi ve ağır hasarlı gelişimi her defasında sana. Soğuktur benim ellerim, yüzüm çorak. İklimlerim serttir benim çocuk, göçmen kuşlar eğleşmez, her sevda yeşermez topraklarımda.
GEL HADİ -1-
Öyle bir ses ver ki, dağılsın göğüme serili şu kara bulutlar, dolunay gülümseyen yüzüyle aydınlatsın gecemi. Öyle bir gel ki, gittiğinde nasıl değiştiyse mevsimler, nasıl unuttuysa bulutlar ağlamayı, kuruyup çatladıysa toprak, değişiversin sen gelince her şey. Güneş göstersin mesela aylardan sonra ilk kez yüzünü, çözülsün sarp yamaçların buzulu, bir nehir olup uzatsın kollarını bozkırlarıma, çatlasın tohum, yaşam uç versin eteklerinde, gelişini selamlasın hayat.
İnsanlar adil olmuyorlar hiç seçimlerinde, yeşilbaşlı gövel ördeği tıka basa doyuruyorlar da, o kenarda bekleyen siyah Meke kırılıyor açlıktan, bekliyor ki payıma bir lokma ekmek düşsün diye. Hayat işte