Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti. Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi. Bir de hülyalı bakışları… Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken… Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti. Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi. İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı. Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu… Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim… Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size. Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı. Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta… Artık bize de gelmiyordu… Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum. Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim. Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi… Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım… Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
Yazmak duygusu, okumak duygusuyla gelişen, birbirinin labirentlerinde gezinerek oluşan bir girişimdir aslında. Bunu uğraş edinme biçimi/yordamı için yol gösterici hayatların deneyimlerine yüzümüzü dönmemiz zenginleştirici bir çaba. Daha da ötesi, yazıyı ve hayatı yeniden yeniden kurmanın en önemli yolu.
Günlük tutmak da yazma eyleminin bir parçası. BİR GECE VAKTİ
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın. Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu. O günlerdeydi… Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre… Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim… Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu. Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda. Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama. Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri… Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım… Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi. Sözcüklerim de öldü sanki… Sanki yazamam gayri…
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın. Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu. O günlerdeydi… Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre… Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim… Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu. Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda. Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama. Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri… Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım… Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi. Sözcüklerim de öldü sanki… Sanki yazamam gayri…
Körleşen zaman, körleşen dil, körleşen benliklerden söz edip dururken, bir akkora dokunurcasına dokunuyorum. O ezgiler, kanat kanada belleğimde. ‘’Sanki denizsiz sandal, kuşsuz gökyüzüydük.’’ Bana diyorsun ki; ‘’Acımı güvenli bir yere sakladım, yüreğin yanmasın böyle…’’ Güne yüzümü döndüğümde; Pedro Paramo’yla baş başaydım artık. Geceki hüznüm, kederim gitmiş, bir sevinç tufanı kaplamıştı benliğimi… Yeryüzünün kalbi bu bahçede atıyordu benim için. Ve bu ömrümün mis amber kokulu günlerini okuma, yazma ve çeviri yapma saatleriyle şenlendirerek yaşıyordum burada. Acıyı ve ayrılığı parmak uçlarımda hissediyordum.
İyi yazarlar, iyi kitaplar böyledir işte. Size hayatın sırrını verdikleri gibi; bir ömür boyu da yol arkadaşınız olurlar. BİR GECE VAKTİ
Bir bahçe yaratmak kadar bununla ilgilenmenin, her bir yerine, köşe bucağına özenle bakmanın; toprağını, ağacını, bitkisini, börtü böceğini sevmenin ne anlama geldiğini onunla öğrendiğimi imlemek isterim. Nesrin’in bana bir cennet bahçesi yaratan ellerinin, hüneri kadar bilgisi, becerisi söz döküşüyle de namlı biriydi o. Taşıyıcı bilincinin ışığı yansırdı her bir yana. Kiraz ağacımın altında semaver çayı ile akşamüstünü karşılamaksa Nesrin’in eşi Davut’un bende yarattığı alışkanlık olmuştu artık. Şu karanlığı aydınlatan sözün ahengini vermez mi bize semaverin yaydığı sıcaklık, dem alan çayın getirdiği koku… Davut’un o güzelim İstanbul Türkçesi’yle konuşmasındaki o tını hep iyiyi, güzeli çağrıştırırdı bana. Daha da ötesi bir bilici gibi dururlardı karşımda Nesrin ve Davut…
Hayatın belleği, bilmenin yolu böyle oluşmuştu bende. BİR GECE VAKTİ.
Bir yeri, orada yaşarken yazmayı seviyorum. Gezginseniz eğer, yolculukların hayatınızda derin bir anlamı olması kaçınılmaz. ‘’Yazılarımda hep kullanılmayan sözcükler’’ seçiyorsun sözü bundandır. Aslında gezdiğim yerlerin yöresel sözcüklerini dağarcığıma kaydetmeyi severim. İlk gençlik yıllarımda kasabanın kütüphanesi bana başka dünyaları sunmuştu; Sartre’i, Camus’u, Stendhal’ı, Balzac’ı keşfediyordum burada. Beni alıp farklı yolculuklara çıkmaya, düş ve düşünüş duraklarından geçmeye hazırlayan bir süreçtir oradaki okuma tanıklıklarım. Gezmek, okumak duygu yolculuğunuzu taçlandıran bir yere/mekana dönünce, ister istemez, yazmaya engel olamıyordunuz. Ve yazı dilinde anlatacak o kadar sözüm var ki;
Dinleyen ve okuyan olmasa da yazacağım sanırım kendime, kendime… BİR GECE VAKTİ
Alıp götürüyor duygu atlasının, acının var olduğu iklime. Benim gök gözlü servicanım, Şimdi bilmelisin ki sözün okyanusuna açılıyoruz seninle. Turna katarı olmuş sevinçlerimle kendimi ehlileştiriyorum. Yani ayrılığı, özlemi, vuslatı yaşatan günleri hatırlamaktır bütün amacım. Canımı esriten, geçiş barınakları bildiğim sevi odalarına uğruyorum önce.
Yani acıyı, kavuşmayı yaşatan sözlere bağlanmaktır dileğim. BİR GECE VAKTİ
Kiraz ağacının altına oturdu. Ölü Canlar’ı okumaya başladı. Yıllar önce okumuştu, aklına takılanlar onu bu kitaba yeniden yöneltti. Neden yakmıştı Gogol, anlamak istiyordu… Gözleri ara ara kitaptan kaçıyordu. Yıllar önce Tuna’ya anlatmıştı, dün gibi anımsıyordu, kiraz ağacı da şahitti buna. Gülümsedi. Hacı Paşa Bey geldi aklına, Tuna’nın babası; daha ilk gençlik yıllarına gitti belleği ; Yalnız başına bir ordu gibi dururdu. İki metreyi bulan boyu, omuzlarına attığı sakosu, başındaki tiftik kalpağı, iri gözlerinin feldir feldir dönmesi, köstekli saatinin gümüş salavatları, elinden düşürmediği gümüş saplı, yılan başlı kırbacı, onu dolayan, iri ellerini zengin gösteren gümüş, altın üzeri sedef yakut kakmalı yüzükleri… Bu görüntü her karşısına çıktığında, yöredekilerin aksine, içinden bir gülme tufanı geçer, Tuna’nın annesini düşünürdü; ‘’Bu adamla nasıl baş ediyor’’ diye… Bu yöreyle ne çok anısı vardı, içinde belleğinde… Bahçeden girer girmez piyanosunun başına oturdu, eskilerden pek çoğu yanındaydı. Odayı onca kalabalığa rağmen sessizlik kaplamıştı. Onu bekliyordu herkes. Gece boyu çaldı, uzun hüzünlü şarkılardı.
Piyanosu duygu atlasına doğru sürükledi. BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY
Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti.
Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi.
Bir de hülyalı bakışları…
Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken…
Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti.
Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi.
İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı.
Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu…
Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim…
Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size.
Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı.
Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta…
Artık bize de gelmiyordu…
Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum.
Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim.
Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi…
Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım…
Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
Yıllar…
Yıllar.. BİR GECE VAKTİ
Yazmak duygusu, okumak duygusuyla gelişen, birbirinin labirentlerinde gezinerek oluşan bir girişimdir aslında. Bunu uğraş edinme biçimi/yordamı için yol gösterici hayatların deneyimlerine yüzümüzü dönmemiz zenginleştirici bir çaba.
Daha da ötesi, yazıyı ve hayatı yeniden yeniden kurmanın en önemli yolu.
Günlük tutmak da yazma eyleminin bir parçası. BİR GECE VAKTİ
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın.
Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu.
O günlerdeydi…
Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre…
Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim…
Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu.
Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda.
Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama.
Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri…
Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım…
Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi.
Sözcüklerim de öldü sanki…
Sanki yazamam gayri…
Sözcüklerim de öldü… BİR GECE VAKTİ
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın.
Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu.
O günlerdeydi…
Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre…
Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim…
Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu.
Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda.
Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama.
Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri…
Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım…
Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi.
Sözcüklerim de öldü sanki…
Sanki yazamam gayri…
Sözcüklerim de öldü… BİR GECE VAKTİ
İyi yazarlar, iyi kitaplar böyledir işte. Size hayatın sırrını verdikleri gibi; bir ömür boyu da yol arkadaşınız olurlar. BİR GECE VAKTİ
Körleşen zaman, körleşen dil, körleşen benliklerden söz edip dururken, bir akkora dokunurcasına dokunuyorum. O ezgiler, kanat kanada belleğimde.
‘’Sanki denizsiz sandal, kuşsuz gökyüzüydük.’’ Bana diyorsun ki;
‘’Acımı güvenli bir yere sakladım, yüreğin yanmasın böyle…’’
Güne yüzümü döndüğümde; Pedro Paramo’yla baş başaydım artık. Geceki hüznüm, kederim gitmiş, bir sevinç tufanı kaplamıştı benliğimi…
Yeryüzünün kalbi bu bahçede atıyordu benim için.
Ve bu ömrümün mis amber kokulu günlerini okuma, yazma ve çeviri yapma saatleriyle şenlendirerek yaşıyordum burada.
Acıyı ve ayrılığı parmak uçlarımda hissediyordum.
İyi yazarlar, iyi kitaplar böyledir işte. Size hayatın sırrını verdikleri gibi; bir ömür boyu da yol arkadaşınız olurlar. BİR GECE VAKTİ
Bir bahçe yaratmak kadar bununla ilgilenmenin, her bir yerine, köşe bucağına özenle bakmanın; toprağını, ağacını, bitkisini, börtü böceğini sevmenin ne anlama geldiğini onunla öğrendiğimi imlemek isterim.
Nesrin’in bana bir cennet bahçesi yaratan ellerinin, hüneri kadar bilgisi, becerisi söz döküşüyle de namlı biriydi o. Taşıyıcı bilincinin ışığı yansırdı her bir yana.
Kiraz ağacımın altında semaver çayı ile akşamüstünü karşılamaksa Nesrin’in eşi Davut’un bende yarattığı alışkanlık olmuştu artık.
Şu karanlığı aydınlatan sözün ahengini vermez mi bize semaverin yaydığı sıcaklık, dem alan çayın getirdiği koku… Davut’un o güzelim İstanbul Türkçesi’yle konuşmasındaki o tını hep iyiyi, güzeli çağrıştırırdı bana.
Daha da ötesi bir bilici gibi dururlardı karşımda Nesrin ve Davut…
Hayatın belleği, bilmenin yolu böyle oluşmuştu bende. BİR GECE VAKTİ.
Bir yeri, orada yaşarken yazmayı seviyorum.
Gezginseniz eğer, yolculukların hayatınızda derin bir anlamı olması kaçınılmaz.
‘’Yazılarımda hep kullanılmayan sözcükler’’ seçiyorsun sözü bundandır. Aslında gezdiğim yerlerin yöresel sözcüklerini dağarcığıma kaydetmeyi severim.
İlk gençlik yıllarımda kasabanın kütüphanesi bana başka dünyaları sunmuştu;
Sartre’i, Camus’u, Stendhal’ı, Balzac’ı keşfediyordum burada.
Beni alıp farklı yolculuklara çıkmaya, düş ve düşünüş duraklarından geçmeye hazırlayan bir süreçtir oradaki okuma tanıklıklarım. Gezmek, okumak duygu yolculuğunuzu taçlandıran bir yere/mekana dönünce, ister istemez, yazmaya engel olamıyordunuz.
Ve yazı dilinde anlatacak o kadar sözüm var ki;
Dinleyen ve okuyan olmasa da yazacağım sanırım kendime, kendime… BİR GECE VAKTİ
Alıp götürüyor duygu atlasının, acının var olduğu iklime.
Benim gök gözlü servicanım,
Şimdi bilmelisin ki sözün okyanusuna açılıyoruz seninle.
Turna katarı olmuş sevinçlerimle kendimi ehlileştiriyorum.
Yani ayrılığı, özlemi, vuslatı yaşatan günleri hatırlamaktır bütün amacım.
Canımı esriten, geçiş barınakları bildiğim sevi odalarına uğruyorum önce.
Yani acıyı, kavuşmayı yaşatan sözlere bağlanmaktır dileğim. BİR GECE VAKTİ
Kiraz ağacının altına oturdu. Ölü Canlar’ı okumaya başladı. Yıllar önce okumuştu, aklına takılanlar onu bu kitaba yeniden yöneltti. Neden yakmıştı Gogol, anlamak istiyordu…
Gözleri ara ara kitaptan kaçıyordu.
Yıllar önce Tuna’ya anlatmıştı, dün gibi anımsıyordu, kiraz ağacı da şahitti buna.
Gülümsedi.
Hacı Paşa Bey geldi aklına, Tuna’nın babası; daha ilk gençlik yıllarına gitti belleği ;
Yalnız başına bir ordu gibi dururdu. İki metreyi bulan boyu, omuzlarına attığı sakosu, başındaki tiftik kalpağı, iri gözlerinin feldir feldir dönmesi, köstekli saatinin gümüş salavatları, elinden düşürmediği gümüş saplı, yılan başlı kırbacı, onu dolayan, iri ellerini zengin gösteren gümüş, altın üzeri sedef yakut kakmalı yüzükleri…
Bu görüntü her karşısına çıktığında, yöredekilerin aksine, içinden bir gülme tufanı geçer, Tuna’nın annesini düşünürdü;
‘’Bu adamla nasıl baş ediyor’’ diye…
Bu yöreyle ne çok anısı vardı, içinde belleğinde…
Bahçeden girer girmez piyanosunun başına oturdu, eskilerden pek çoğu yanındaydı. Odayı onca kalabalığa rağmen sessizlik kaplamıştı. Onu bekliyordu herkes.
Gece boyu çaldı, uzun hüzünlü şarkılardı.
Piyanosu duygu atlasına doğru sürükledi. BİR GECE VAKTİ