İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci. İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep… Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi… Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir… Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir. Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir. Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır… Biraz hüzün, Biraz keder, Ve Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci. İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep… Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi… Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir… Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir. Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir. Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır… Biraz hüzün, Biraz keder, Ve Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi. Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni. Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren, Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler… Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi. Ahh! İstanbul Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti… Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden. Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz. Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı… Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi. Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni. Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren, Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler… Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi. Ahh! İstanbul Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti… Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden. Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz. Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı… Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
Unutuşun rengi, Bekleyişin avuntusu, Düşlerin sırrı Anlatamadığım acım, yanılmalarım, terk etmek zorunda kaldıklarım. İnsanın baktığı yerle kendi arasında yaşadığı yanılsamayı görmesi; bununla gelen çağrışımlar bir durumdan başka bir duruma geçişte belirleyicidir. İnsanın durduğu yer, ait olduğu coğrafya, yaşadığı mekan, hayata bakışı işte bu yüzleşmenin rengini, dokusunu biçimler. Kendinden kaçan insanın kendine sığınışı, yabancılaşmanın barınağında yol alırken dışta olup bitenlere bakışı, orada kendini görüşü bir zaman sonra arayışa, düşlerin atlasına karışmaya dönüşür.
Ya alıp başını giden, savrulan yalnızlık… Beni de savuruyordu hayatın içinden… BİR GECE VAKTİ
Orada, dilin yalnızlığı, içimizde çoğalan sesi; gitmenin, savrulmanın, bağlanmanın, kopuşun, aşkın bendinden geçmenin, ateşlere düşmenin, kendi cehenneminde yaşamanın, kederin dilini okuyacağımı bilerek çıkıyorum yaşamda yeni bir yolculuğa.
Senin sözlerine hazırım. Biliyorum ki, yangın yeridir senin sözcüklerin. Düşünce biçimin, alarga gönül dedirten dil oyunların, kapandıkça kapatan içimin sızısı… Başka yolu yoktur, düşersiniz ardına. Gidilecek yerin ada olması, bir tür Penelope sızısını, bekleyişini getirebilecek bir yer olması dindirir duygularınızı. Odysseus’un gitme düşüncesiyle sizinkini buluşturur. Söz ki hep bağlayıcı, avutucu, yaralayıcı, sağaltıcıdır. Bir simyacı gibi hem de; Ben işte ne zaman seni düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. Onda birden seni görürüm. Ta oralardan bana çare uzatışını. Başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağlar, duyarım. Çaresizim, yanarım yanarım. O zaman gelir teninin karasevda dalı yalımına bırakırım kendimi. BİR GECE VAKTİ
Gösterendir ayna. Bize bakmasını öğreten. Yanılsama gibi de gelse gerçektir. Orada yansıtıcının ne olduğuna bakmaz, parıltıdaki gerçekliğin dilini öğrenmeye çalışırız. Bakmak bilgilenmektir, görmek zenginliktir, yoğunlaşmadır, daha içe doğru yürümektir. Yaşama anlam verebilmek, nesnelerin ayrımına varabilmek için görmenin dilini öğrenmemiz kaçınılmaz.
Ayna görmemizi sağlayandır. Gören dil, bakan gözdür ayna. Orada gösterilenlerde biz salt kendimizi tanımayız, varoluşun anlamını seyre dalarız. Yüze yüz, göze göz, kaşa kaş… derken kendimizden başlarız görmenin dilini öğrenmeye. Orada görülenlerin arkasına geçmeye ise bunlara bir anlam vermeye, işlevlerini düşünmeye başlarken yöneliriz. Her yönelme eylemi bir düşünce kıpırtısını yaşatır. Çünkü eylem düşünme demektir. Düşünme de anlam yoğunluğunu getirir. Bu yoğunluğun sonucudur düşünce. Suya yansıyan suretimizin bizdeki görme/anlama biçimlerini geliştirdiğini söylersek yaban kaçmamalı.
Ahhh ben neden göremedim o gerçekleri… BİR GECE VAKTİ
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu. O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine. O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu. O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine. O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti. Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi. Bir de hülyalı bakışları… Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken… Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti. Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi. İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı. Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu… Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim… Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size. Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı. Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta… Artık bize de gelmiyordu… Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum. Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim. Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi… Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım… Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
TRENLERDE
İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci.
İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep…
Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi…
Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir…
Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir.
Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir.
Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır…
Biraz hüzün,
Biraz keder,
Ve
Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
TRENLERDE
İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci.
İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep…
Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi…
Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir…
Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir.
Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir.
Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır…
Biraz hüzün,
Biraz keder,
Ve
Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
’YALNIZLIĞI VURSALAR’’
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi.
Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni.
Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren,
Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler…
Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi.
Ahh! İstanbul
Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti…
Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden.
Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz.
Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı…
Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
‘’YALNIZLIĞI VURSALAR’’
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi.
Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni.
Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren,
Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler…
Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi.
Ahh! İstanbul
Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti…
Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden.
Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz.
Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı…
Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
Unutuşun rengi,
Bekleyişin avuntusu,
Düşlerin sırrı
Anlatamadığım acım, yanılmalarım, terk etmek zorunda kaldıklarım.
İnsanın baktığı yerle kendi arasında yaşadığı yanılsamayı görmesi; bununla gelen çağrışımlar bir durumdan başka bir duruma geçişte belirleyicidir.
İnsanın durduğu yer, ait olduğu coğrafya, yaşadığı mekan, hayata bakışı işte bu yüzleşmenin rengini, dokusunu biçimler.
Kendinden kaçan insanın kendine sığınışı, yabancılaşmanın barınağında yol alırken dışta olup bitenlere bakışı, orada kendini görüşü bir zaman sonra arayışa, düşlerin atlasına karışmaya dönüşür.
Ya alıp başını giden, savrulan yalnızlık…
Beni de savuruyordu hayatın içinden… BİR GECE VAKTİ
Orada, dilin yalnızlığı, içimizde çoğalan sesi; gitmenin, savrulmanın, bağlanmanın, kopuşun, aşkın bendinden geçmenin, ateşlere düşmenin, kendi cehenneminde yaşamanın, kederin dilini okuyacağımı bilerek çıkıyorum yaşamda yeni bir yolculuğa.
Senin sözlerine hazırım. Biliyorum ki, yangın yeridir senin sözcüklerin.
Düşünce biçimin, alarga gönül dedirten dil oyunların, kapandıkça kapatan içimin sızısı…
Başka yolu yoktur, düşersiniz ardına. Gidilecek yerin ada olması, bir tür Penelope sızısını, bekleyişini getirebilecek bir yer olması dindirir duygularınızı.
Odysseus’un gitme düşüncesiyle sizinkini buluşturur.
Söz ki hep bağlayıcı, avutucu, yaralayıcı, sağaltıcıdır.
Bir simyacı gibi hem de;
Ben işte ne zaman seni düşünsem, bu minyatürü açar bakarım.
Onda birden seni görürüm. Ta oralardan bana çare uzatışını.
Başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağlar, duyarım.
Çaresizim, yanarım yanarım.
O zaman gelir teninin karasevda dalı yalımına bırakırım kendimi. BİR GECE VAKTİ
AYNADAKİ GERÇEK…
Gösterendir ayna.
Bize bakmasını öğreten.
Yanılsama gibi de gelse gerçektir.
Orada yansıtıcının ne olduğuna bakmaz, parıltıdaki gerçekliğin dilini öğrenmeye çalışırız.
Bakmak bilgilenmektir, görmek zenginliktir, yoğunlaşmadır, daha içe doğru yürümektir. Yaşama anlam verebilmek, nesnelerin ayrımına varabilmek için görmenin dilini öğrenmemiz kaçınılmaz.
Ayna görmemizi sağlayandır.
Gören dil, bakan gözdür ayna.
Orada gösterilenlerde biz salt kendimizi tanımayız, varoluşun anlamını seyre dalarız.
Yüze yüz, göze göz, kaşa kaş… derken kendimizden başlarız görmenin dilini öğrenmeye. Orada görülenlerin arkasına geçmeye ise bunlara bir anlam vermeye, işlevlerini düşünmeye başlarken yöneliriz.
Her yönelme eylemi bir düşünce kıpırtısını yaşatır. Çünkü eylem düşünme demektir. Düşünme de anlam yoğunluğunu getirir. Bu yoğunluğun sonucudur düşünce.
Suya yansıyan suretimizin bizdeki görme/anlama biçimlerini geliştirdiğini söylersek yaban kaçmamalı.
Ahhh ben neden göremedim o gerçekleri… BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY’den günümüze…
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu.
O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine.
O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY’den günümüze…
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu.
O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine.
O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY
Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti.
Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi.
Bir de hülyalı bakışları…
Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken…
Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti.
Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi.
İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı.
Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu…
Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim…
Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size.
Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı.
Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta…
Artık bize de gelmiyordu…
Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum.
Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim.
Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi…
Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım…
Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
Yıllar…
Yıllar.. BİR GECE VAKTİ