Kalkıp gitmek istedi bir an. Yönsüzlüğün dili yoktu burada. Her bir im, ses, renk, koku bu yerin adı, yolun yönüydü. Kimsesizdi, Bir yere ait değildi, Yalnızdı, Yalnızlığı bazen bıçak yarası gibiydi, Söz ayakların altındaydı. Avuntu ve tükenişle yüzleşti, saflığın ve yitirişin dilini öğrendi burada…
Korkuyordu; Adım adım yaklaştığı sessiz ölüm müydü?
Susmuştum… Dilim tutulmuştu. Artık ne o sözleri edenlerle, ne de o öykülerle ilgilenmiyordum. Bunları anlatanlarla yolum asla kesişmiyecekti biliyordum. Dilim lâl, sözüm sitemli, bakışlarım suskun… o sözler yaban bana. Sesimin rengi sırdaşımdı. Bir de şımarık kara gözlerim. Ateşlerdeyim. Gösteremezdim yaramı, içimin sızısını, hiç tükenmeyecek arsız düşüncelerimi. Biliyordum, deneyimliydim kar suyu soğuk, aşk acısı yaman olur… ikisi de zemherinin şafağı gibidir. Biri doğuşu, diğeri batışı anlatır… Dosta ne anlatmak gerek
''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır... Mihriban’ın hikâyesi. Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır: Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler. Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.” Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar... Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” “Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "
MİHRİBAN Sarı saçlarına deli gönlümü Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban Yar, deyince kalem elden düşüyor Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor Lambada titreyen alev üşüyor Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban Önce naz sonra söz ve sonra hile Sevilen seveni düşürür dile Seneler asırlar değişse bile Eski töre bozulmuyor Mihriban Tabiplerde ilaç yoktur yarama Aşk değince ötesini arama Her nesnenin bir bitimi var ama Aşka hudut çizilmiyor Mihriban Boşa bağlanmış bülbül gülüne Kar koysan köz olur aşkın külüne Şaştım kara bahtım tahammülüne Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban Tarife sığmıyor aşkın anlamı Ancak çeken bilir bu derdi gamı Bir kördüğüm baştan sona tamamı Çözemedim çözülmüyor Mihriban UNUTURSUN MİHRİBANIM ‘’Unutmak kolay mı?” deme, Unutursun Mihriban’ım. Oğlun, kızın olsun hele Unutursun Mihriban’ım. Zaman erir kelep kelep.. Meyve dalında kalmaz hep. Unutturur birçok sebep, Unutursun Mihriban’ım. Yıllar sinene yaslanır; Hatıraların paslanır. Bu deli gönlün uslanır... Unutursun Mihriban’ım. Süt emerdin gündüz-gece Unuttun ya, büyüyünce... Ha işte tıpkı öylece Unutursun Mihriban’ım. Gün geçer, azalır sevgi; Değişir her şeyin rengi Bugün değil, yarın belki Unutursun Mihriban’ım. Düzen böyle bu gemide; Eskiler yiter yenide. Beni değil, sen seni de Unutursun Mihriban’ım.
Ne olursa olsun yaşamak çok güzel, güzel olduğu kadar da kısa; ben Aslı Hanımın sözüne katılıyorum ve poiztif düşünce ile yaşama bakıyorum. İnsan en kolay eğitilebilen canlıdır. Bu düşünce sonsuza kadar var olacaktır.
Ya kendi yarattığınız hapishanede yaşarsınız ya da özgür dünya da insana inanır, insanı sever ve olumlu düşünceye güzelliklere evrilirsiniz...
Mehmet Bey düşüncelerinize saygı duymamla birlikte katılmıyorum. Olumsuzlukları baz alıyorsunuz. Çıkış noktamız farklı " her olumsuz düşüncenin, olumlu zıttı vardır" Kendi gözlemlerimde de çok olumlu insanlarla karşılaştım... ama bunlar benim toplum bilimcisi olduğum anlamına gelmez...
Neyse benim bu konudaki düşüncelerim farklı saygıyla...
Böyle bir konuda Kant'ın sözüne alıntı yapmak talihsizlıktir bence. Kant bilimsel ırkçılığı savunarak adına düşüncelerine ve felsefe kuramına koca bir leke bırakmıştır. Kaldı ki insanı eğri bir oduna benzetmesi ise oldukça komiktir.
İnsan eğitilebilen en güzel canlıdır. Yaratandır. var edendir. yaşamı güzelleştirendir. Yeter ki Aslı Hanım sözünü ettiği " her olumsuz düşüncenin, olumlu zıttı vardır'' düşüncesiyle donanabilsin.
Olaylara akıl süzgeciyle, duygu yoğunluğu ile içimizdeki adalet duygusuyla güzel günlere bakabilmemiz temennisiyle....
İçimin sızısına bakıyordun. Yo hayır! Bakmıyordun, o ses, o yüz anlatıyordu bunu sana. Ayrılık yurdundaydınız. Sen göğüne kavuşmuştun, o yoksunluğun gömleğini giymişti. Yürüyordunuz. Yıkma kendini öyle Unutursun bir gün; her yıkıntı, sürükleniş yeni umutlar getirir. Ey benim sırdaşım, kalemim; bil ki bu ses, bu söz yitmez. Sizin acınız benim de acım, ayrılığınız, yoksunluğunuz, kavuşmanız da bana gam, keder, sevinç. Ama benim rüzgarım bana dil, bana söz, bana iz.
Ey canımın canı, Zühre yıldızım, bil ki; o turna katarının rengine dönüyor ayrılık aramızda. Dalından kopan bir gül gibi işte soluyor gece, soluyor ışık ;
2010 yılıydı sanırım, araştırma yapmak için gittiğim longoz ormanlarında arabaları bozulmuş çekici bulmaya çalışırken arabalarını çekmiş sonradan Bert’le uzun bir dostluğunu temelini atmıştık. Ekoloji mühendisiydi. Yıllar süren dostluğumuz sonrası memleketi Avustralya’ya onun daveti üzerine gittim. Ulu Önder Atatürk’ü merak ediyordu, pek çok kitap okumuştu ama Çanakkale’yi gezdirme sözü vermiştim. Üç gün Çanakkale’yi gezdik birlikte tabii ki rehberimiz Reyhan Hanım eşliğinde; daha önce Çanakkale’yi gezmiştim ama rehberle gezmek başka oldu. Bert’i en etkileyen olay ise Ata’mızın tüm dünya uluslarına seslendiği şu sözler olmuştu; “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bert Bana şunları söyledi; biz sizin topraklarınıza saldırıyoruz, otuz bin km.den ülkenize savaşmaya geliyoruz, sizin lideriniz bize kin beslemiyor… derken gözyaşlarını da gördüm. Sessizce ağlıyordu Bert. Conkbayırı’nda Atamızın saatinin şarapnel parçasıyla vurulduğu yerde Atamıza saygı duruşunda bulunması da beni şaşırttı, sanırım ben de sessizce ağlıyordum…
DİP NOT: Bu sayfalara yazdıklarım yaşanmış gerçek olaylardır.
Merhaba Aslı Hanım Forumda açmış olduğunuz ''Bir hikaye yaz ( Nesirleriniz)'' konusunu yalnızca kendiniz yazmak için mi açtınız? Ben yazmış bulundum sormak istedim... Bu arada KARDELEN'İ zevkle takip ediyorum...
Kalkıp gitmek istedi bir an. Yönsüzlüğün dili yoktu burada. Her bir im, ses, renk, koku bu yerin adı, yolun yönüydü.
Kimsesizdi,
Bir yere ait değildi,
Yalnızdı,
Yalnızlığı bazen bıçak yarası gibiydi,
Söz ayakların altındaydı. Avuntu ve tükenişle yüzleşti, saflığın ve yitirişin dilini öğrendi burada…
Korkuyordu;
Adım adım yaklaştığı sessiz ölüm müydü?
Susmuştum…
Dilim tutulmuştu. Artık ne o sözleri edenlerle, ne de o öykülerle ilgilenmiyordum. Bunları anlatanlarla yolum asla kesişmiyecekti biliyordum. Dilim lâl, sözüm sitemli, bakışlarım suskun… o sözler yaban bana.
Sesimin rengi sırdaşımdı.
Bir de şımarık kara gözlerim.
Ateşlerdeyim.
Gösteremezdim yaramı, içimin sızısını, hiç tükenmeyecek arsız düşüncelerimi. Biliyordum, deneyimliydim kar suyu soğuk, aşk acısı yaman olur… ikisi de zemherinin şafağı gibidir. Biri doğuşu, diğeri batışı anlatır…
Dosta ne anlatmak gerek
Halden bilmeze…
MİHRİBAN TÜRKÜLERİNİN HİKAYESİ.
''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...
Mihriban’ın hikâyesi.
Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır.
Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar...
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye...
Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.”
“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.''
Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "
MİHRİBAN
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban
UNUTURSUN MİHRİBANIM
‘’Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.
Ne olursa olsun yaşamak çok güzel, güzel olduğu kadar da kısa; ben Aslı Hanımın sözüne katılıyorum ve poiztif düşünce ile yaşama bakıyorum. İnsan en kolay eğitilebilen canlıdır. Bu düşünce sonsuza kadar var olacaktır.
Ya kendi yarattığınız hapishanede yaşarsınız ya da özgür dünya da insana inanır, insanı sever ve olumlu düşünceye güzelliklere evrilirsiniz...
Mehmet Bey düşüncelerinize saygı duymamla birlikte katılmıyorum. Olumsuzlukları baz alıyorsunuz. Çıkış noktamız farklı " her olumsuz düşüncenin, olumlu zıttı vardır"
Kendi gözlemlerimde de çok olumlu insanlarla karşılaştım... ama bunlar benim toplum bilimcisi olduğum anlamına gelmez...
Neyse benim bu konudaki düşüncelerim farklı saygıyla...
Böyle bir konuda Kant'ın sözüne alıntı yapmak talihsizlıktir bence. Kant bilimsel ırkçılığı savunarak adına düşüncelerine ve felsefe kuramına koca bir leke bırakmıştır. Kaldı ki insanı eğri bir oduna benzetmesi ise oldukça komiktir.
İnsan eğitilebilen en güzel canlıdır. Yaratandır. var edendir. yaşamı güzelleştirendir. Yeter ki Aslı Hanım sözünü ettiği " her olumsuz düşüncenin, olumlu zıttı vardır'' düşüncesiyle donanabilsin.
Olaylara akıl süzgeciyle, duygu yoğunluğu ile içimizdeki adalet duygusuyla güzel günlere bakabilmemiz temennisiyle....
İçimin sızısına bakıyordun.
Yo hayır! Bakmıyordun, o ses, o yüz anlatıyordu bunu sana. Ayrılık yurdundaydınız. Sen göğüne kavuşmuştun, o yoksunluğun gömleğini giymişti.
Yürüyordunuz.
Yıkma kendini öyle
Unutursun bir gün; her yıkıntı, sürükleniş yeni umutlar getirir.
Ey benim sırdaşım, kalemim; bil ki bu ses, bu söz yitmez. Sizin acınız benim de acım, ayrılığınız, yoksunluğunuz, kavuşmanız da bana gam, keder, sevinç. Ama benim rüzgarım bana dil, bana söz, bana iz.
Ey canımın canı, Zühre yıldızım, bil ki; o turna katarının rengine dönüyor ayrılık aramızda.
Dalından kopan bir gül gibi işte soluyor gece, soluyor ışık ;
Tıpkı yüzümün özleminle solduğu gibi…
2010 yılıydı sanırım, araştırma yapmak için gittiğim longoz ormanlarında arabaları bozulmuş çekici bulmaya çalışırken arabalarını çekmiş sonradan Bert’le uzun bir dostluğunu temelini atmıştık. Ekoloji mühendisiydi. Yıllar süren dostluğumuz sonrası memleketi Avustralya’ya onun daveti üzerine gittim. Ulu Önder Atatürk’ü merak ediyordu, pek çok kitap okumuştu ama Çanakkale’yi gezdirme sözü vermiştim. Üç gün Çanakkale’yi gezdik birlikte tabii ki rehberimiz Reyhan Hanım eşliğinde; daha önce Çanakkale’yi gezmiştim ama rehberle gezmek başka oldu.
Bert’i en etkileyen olay ise Ata’mızın tüm dünya uluslarına seslendiği şu sözler olmuştu;
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bert Bana şunları söyledi; biz sizin topraklarınıza saldırıyoruz, otuz bin km.den ülkenize savaşmaya geliyoruz, sizin lideriniz bize kin beslemiyor… derken gözyaşlarını da gördüm. Sessizce ağlıyordu Bert.
Conkbayırı’nda Atamızın saatinin şarapnel parçasıyla vurulduğu yerde Atamıza saygı duruşunda bulunması da beni şaşırttı, sanırım ben de sessizce ağlıyordum…
DİP NOT: Bu sayfalara yazdıklarım yaşanmış gerçek olaylardır.
Merhaba Aslı Hanım
Forumda açmış olduğunuz ''Bir hikaye yaz ( Nesirleriniz)'' konusunu yalnızca kendiniz yazmak için mi açtınız? Ben yazmış bulundum sormak istedim... Bu arada KARDELEN'İ zevkle takip ediyorum...
Arayışın dili, özleyişin sureti, acının rengiyle buluştular. Üç yol uğrağında gelip durdular gene.
Birine ayrılık,
ötekine yoksunluk,
diğerine de ölüm…
uzaklaştıkça yakınlaştıklarına baktılar bir bir.
Bense benden kaçan hayali izliyorum.
Anlatandın sen; gören, işiten, hissedendin. Bir gölge gibiydiniz.
Durdu dil, sustu özlem, zamanın hükmü yansıdı aynalara.
Simurgu görmek için yeni bir yolculuğa hazırlanacaklarının ışığı vardı gözlerinde.