Can barınağım, Uzaklaştıkça bağlandığımız bir servi gölgesindeyiz seninle. Yani ne ölümlü ne de ölümsüz yaşanılan yerde. Ayrı dağlarda, Aynı gökler altındayız. Benim canımın canı, bil beni, tanı ve anla ki, bu yolculuğumda kalemim, yurtsuzluğum, kağıdım encamın oldu. Benim sırma saçlı sevincim, uzak yerlerdeyiz şimdi. Menekşelerin, yarpuzların, nergislerin kokusunu getiren dağ yellerinin sılasındayız yani. Canımın özü, canı tenden ayıran acının barınağındayız artık. Yani, Dilin dağlandığı, Sözün savrulduğu, Suyun bulandığı
Biliyordu kendini, burada geçen her saniye onu anlatacaktı… Bu kez söz vermişti kendine, hiç adını anmayacaktı, söz de etmeyecekti. Söz etmeyince unutulacak mıydı? Konuşup anlatamıyorum, sormak istediklerimi de soramıyorum. O dinlemiyordu konuşulanları, içindeki sızının o an daha da depreştiğini hissettiğini anımsıyordu şimdi. Öncesiz ve sonrasız bir zamanın aralığında kalmış gibiydi. Yıkıntının içte, hayatlarda da sürdüğünü düşündüğünü düşündü. O ölmüştü. Artık olmayacaktı. Konuşulan sözün, dokunulan her bir nesnenin anlamı yoktu artık onun için. Yazılarının da anlamı yoktu. İçindeki ıssızlığı, duyguların acı veren silikliğini, hiçbir ipilti duymamasını adlandıramamıştı da. O ipince narin hali, ürkek duruşu, gamzeli gülüşleri, hem ‘’evet’’ hem ‘’hayır’’ diyen sözleriyle son nefesine kadar ondaki imgesiyle yaşamamasının kaçınılmazlığını görüyordu bir kez daha.
Artık konuşamıyorum, dile getireceğim sözcükleri hatırlayamıyorum. Bakışlarıyla anlatamadıklarına teslim olmuştu. Yıllar önce geldiğinde o odada uyumuştu. Uyuyamamıştı doğrusu. Onun yatağında yatmış, dokunduğu yerlere dokunmuş, kitaplarına bakmış, hep onu düşünmüştü. Aradan yıllar geçmişti. Buraya gelip gelmemekte kararsızdı. Sonunda kararını verip buraya yöneldiğinde, içindeki ıssızlığın sesini dinledi. Yan yana iki tutkulu gölge gibi her sabah yola düştüklerini, göz göze, söz söze yol aldıklarını kimsenin bilmediği bir yerdeydi şimdi. Ellerini düşündü, onun hiç tutmadığı ellerini anımsadı. Gözlerini, gamzeli gülüşlerini… Onun saçlarının yasemin kokusu, gülüşlerinin sıcaklığıydı sanki bir esintiyle gelen. Duvarlara baktı. Görmek istediklerine, istemediklerine. Onun çizdiği resimler yoktu, o da yoktu hiçbir yerde.
Sana doğru gidiyorum. Gelip kapının önünden seni aldığım yere yani. Şimdi yoksun oralarda biliyorum. Bıraktığın izlere, sızıya dönüyorum yüzümü O yaranın iyileşmesi için, doğduğun yere gideceksin… Şimdi ben de doğduğum yere gidiyorum, açtığın yaranın iyileşmesi için. Sahi;
İşte o ak örtüye takılı bakışlarımla sana doğru gidiyorum. Bu aşkı soldurduğunu bildiğim yere. Geçtiğimiz sokaklarda gül ağaçları yoktu. Hanımelileri, bülbüllerde ötmezdi. Biz hayal ederdik seninle. Ellerimiz ellerimize değmese de değmişçesine içimiz titrerdi. Bakışlarımız bunu anlatırdı bize. Senin ürkek duruşuna söz düğünleri kurardım. Karşı dağdaki ejderhanın dile geleceğini sanırdım. Dilim soluğum kesilene dek anlatırdım. Bu masala gülerdin.
Evindeydi. Evi süt kokusu sarmıştı, canı süt istiyordu işte. Sütün akışının sesini ezgilemişti. Elinde süt, kiraz ağacına gitti. Gökyüzünü ve yıldızları seyretti. Nedense bu an’ı çok özlerdi. Bir de ninesinin sevecen halini, onunla paylaştıkları o tandır başı masal akşamlarını… Her şey sükûta erer; kapıların son sürgüleri çekilir, gaz lambası idareye alınır… Sözdür o an’da aslolan. Battaniyeler dizlere alınmış masal başlamıştır. Ahh çocukluğum dedi, o günden bu güne ne çok değişmişti, değişen ben miyim? Bilmiyorum. Bir an bilincini yitirir gibi oldu. Nereye gidiyordu! Unutmuştu! Yönsüzlüğü bundan mıydı yoksa! Son bakışını hiç kimse göremedi, sırrını bilemedi,
Üç turunç masalındaki üç şehzade gibiydiler. Kafdağı’na giderken su başında uyumuşlardı. Elif-Tuna-Umut Elif mantar yemek istiyordu, közde, Mantarların dilni en iyi Umut bilirdi. Ateşi siz yakın dedi, uzaklaştı. Saatler sonra gecenin karanlığında bu ıssızlıkta ateş başında üç şehzade. Mantar şarapla iyi gitmez demişti üçünden biri; yine de aldırmadılar. Üçü de. Elif Umut’un yazdığı söz dizimini okudu; Gecenin sevabını ayın ışığına, güneşin sırrını karanlığın diline ver! Bir fısıltı gibi dilinden sözler dökülmüştü. Umut söze karıştı; Keşke yazımı okumasaydın Elif dedi. Gece karanlıktı ateş közdü. Üç yolun üç sırrı sizde. Ben en sonuncusuyum, üç güzel turuncun. Hangi yol götürür beni gölgenin dağa vurduğu yere. Yalan ile gerçeğin, düş ile uykunun eşiğinde duruyordu sanki! Titreme geçti içinden. İçindeki sıcaklığa sarındı iyice… Soluğunu tuttu, derin derin nefes alınca içinin üşüyeceğini düşündü.
Şimdi evinin sıcaklığı düşmüştü aklına BİR GECE VAKTİ
Yeryüzünün sesini dinlercesine o uğultuya kulak kesildi. Arada bir ellerini yüzünde gezdiriyordu. Okuduğu kitabı bıraktı. Gecenin en koyusuydu şu an; Hiç erimese karlar, çözülmese buzlar, öylece kalakalsam; Toprağa düşsem, kaldırmasalar, bir tohumun yeşermesi gibi toprağa süzülsem, tenimin ısısı, gözümün yaşı, acımın sesiyle rengim toprağın rengine dönüşse… Silmek istedi ölüm düşüncesini. Ölmeyi istemiyordu ki, yaşam kazanmalı her koşulda, her evrede… Karanlıktan çıkmaktı derdi. Önünü, yanını, yöresini göremiyordu. Nereye el atıp, yolu nasıl, ne yöne adımlaması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Bahçenin ışığını yaktı, kiraz ağacının altında bu saatte, okurken de yazarken de birlikte geceye bakmak istiyordu. BİR GECE VAKTİ
Ansızın gelen karanlık ürkütücüydü. Sesin patladığı yöne döndü yüzünü. Paniklemişti. Puslu görüntülerin üzerine düşen gölgelerle bir belirip, bir kaybolması korkusunu iyice depreştirmişti. Şimdi bir başına ortada kalmışlığın şaşkınlığındaydı. Onu tek düşündüren bu karanlığı yırtarak çıkmaktı. Düştüğü derin kuyudan, yittiği koygun sulardan kanatlanarak yeryüzüne çıkmak… Soluğu tükenecek gibiydi. Eliyle sağ kolunu yakaladı. Yaşıyorum, çok şükür dedi. Ne söz gelen, ne de bilinçte toparlanan söz öbeğiydi… Uzak tutmak istiyordu o tür düşünceleri kendisinden. Özlemdi içindeki, derin sızı taşıdığı; bir başına kaldıktan sonra daha çok anlıyordu içinde yaşanan, ya da yaşanamayanları…
Can barınağım,
Uzaklaştıkça bağlandığımız bir servi gölgesindeyiz seninle.
Yani ne ölümlü ne de ölümsüz yaşanılan yerde.
Ayrı dağlarda,
Aynı gökler altındayız.
Benim canımın canı, bil beni, tanı ve anla ki, bu yolculuğumda kalemim, yurtsuzluğum, kağıdım encamın oldu.
Benim sırma saçlı sevincim, uzak yerlerdeyiz şimdi.
Menekşelerin, yarpuzların, nergislerin kokusunu getiren dağ yellerinin sılasındayız yani.
Canımın özü, canı tenden ayıran acının barınağındayız artık.
Yani,
Dilin dağlandığı,
Sözün savrulduğu,
Suyun bulandığı
Gökyüzünden uzağız. BİR GECE VAKTİ
Biliyordu kendini, burada geçen her saniye onu anlatacaktı…
Bu kez söz vermişti kendine, hiç adını anmayacaktı, söz de etmeyecekti.
Söz etmeyince unutulacak mıydı?
Konuşup anlatamıyorum, sormak istediklerimi de soramıyorum.
O dinlemiyordu konuşulanları, içindeki sızının o an daha da depreştiğini hissettiğini anımsıyordu şimdi.
Öncesiz ve sonrasız bir zamanın aralığında kalmış gibiydi. Yıkıntının içte, hayatlarda da sürdüğünü düşündüğünü düşündü.
O ölmüştü.
Artık olmayacaktı.
Konuşulan sözün, dokunulan her bir nesnenin anlamı yoktu artık onun için. Yazılarının da anlamı yoktu.
İçindeki ıssızlığı, duyguların acı veren silikliğini, hiçbir ipilti duymamasını adlandıramamıştı da.
O ipince narin hali, ürkek duruşu, gamzeli gülüşleri, hem ‘’evet’’ hem ‘’hayır’’ diyen sözleriyle son nefesine kadar ondaki imgesiyle yaşamamasının kaçınılmazlığını görüyordu bir kez daha.
O ölmüştü. BİR GECE VAKTİ
Artık konuşamıyorum, dile getireceğim sözcükleri hatırlayamıyorum.
Bakışlarıyla anlatamadıklarına teslim olmuştu. Yıllar önce geldiğinde o odada uyumuştu. Uyuyamamıştı doğrusu. Onun yatağında yatmış, dokunduğu yerlere dokunmuş, kitaplarına bakmış, hep onu düşünmüştü.
Aradan yıllar geçmişti.
Buraya gelip gelmemekte kararsızdı. Sonunda kararını verip buraya yöneldiğinde, içindeki ıssızlığın sesini dinledi.
Yan yana iki tutkulu gölge gibi her sabah yola düştüklerini, göz göze, söz söze yol aldıklarını kimsenin bilmediği bir yerdeydi şimdi. Ellerini düşündü, onun hiç tutmadığı ellerini anımsadı. Gözlerini, gamzeli gülüşlerini…
Onun saçlarının yasemin kokusu, gülüşlerinin sıcaklığıydı sanki bir esintiyle gelen.
Duvarlara baktı.
Görmek istediklerine, istemediklerine.
Onun çizdiği resimler yoktu, o da yoktu hiçbir yerde.
İçi bulut buluttu. BİR GECE VAKTİ
Rüzgarın yönsüz yeli,
Benim efendim ol.
Yönsüzlüğüme yön kıl.
Ağlayış gölgelerinde saklı bakışlarıma dön.
Sureti yoksul gönül canı, dön ve bak bana.
De ki;
Yol dervişi olmaktan sakın, encamımı unut.
Bahtsız gönlünü viran kılan yüzün özlemini saklı tut.
BİR GECE VAKTİ
Sana doğru gidiyorum.
Gelip kapının önünden seni aldığım yere yani.
Şimdi yoksun oralarda biliyorum.
Bıraktığın izlere, sızıya dönüyorum yüzümü
O yaranın iyileşmesi için, doğduğun yere gideceksin…
Şimdi ben de doğduğum yere gidiyorum, açtığın yaranın iyileşmesi için.
Sahi;
Sen de sever miydin beni? BİR GECE VAKTİ.
İşte o ak örtüye takılı bakışlarımla sana doğru gidiyorum.
Bu aşkı soldurduğunu bildiğim yere.
Geçtiğimiz sokaklarda gül ağaçları yoktu.
Hanımelileri, bülbüllerde ötmezdi.
Biz hayal ederdik seninle.
Ellerimiz ellerimize değmese de değmişçesine içimiz titrerdi.
Bakışlarımız bunu anlatırdı bize.
Senin ürkek duruşuna söz düğünleri kurardım.
Karşı dağdaki ejderhanın dile geleceğini sanırdım.
Dilim soluğum kesilene dek anlatırdım.
Bu masala gülerdin.
Gamzelerin dünyayı devirirdi…
BİR GECE VAKTİ
Evindeydi.
Evi süt kokusu sarmıştı, canı süt istiyordu işte.
Sütün akışının sesini ezgilemişti. Elinde süt, kiraz ağacına gitti. Gökyüzünü ve yıldızları seyretti.
Nedense bu an’ı çok özlerdi. Bir de ninesinin sevecen halini, onunla paylaştıkları o tandır başı masal akşamlarını…
Her şey sükûta erer; kapıların son sürgüleri çekilir, gaz lambası idareye alınır…
Sözdür o an’da aslolan.
Battaniyeler dizlere alınmış masal başlamıştır.
Ahh çocukluğum dedi, o günden bu güne ne çok değişmişti, değişen ben miyim?
Bilmiyorum.
Bir an bilincini yitirir gibi oldu.
Nereye gidiyordu!
Unutmuştu!
Yönsüzlüğü bundan mıydı yoksa!
Son bakışını hiç kimse göremedi, sırrını bilemedi,
Bu tufana tutuluşunun… BİR GECE VAKTİ
Üç turunç masalındaki üç şehzade gibiydiler.
Kafdağı’na giderken su başında uyumuşlardı.
Elif-Tuna-Umut
Elif mantar yemek istiyordu, közde, Mantarların dilni en iyi Umut bilirdi. Ateşi siz yakın dedi, uzaklaştı.
Saatler sonra gecenin karanlığında bu ıssızlıkta ateş başında üç şehzade.
Mantar şarapla iyi gitmez demişti üçünden biri; yine de aldırmadılar.
Üçü de.
Elif Umut’un yazdığı söz dizimini okudu;
Gecenin sevabını ayın ışığına, güneşin sırrını karanlığın diline ver!
Bir fısıltı gibi dilinden sözler dökülmüştü.
Umut söze karıştı;
Keşke yazımı okumasaydın Elif dedi.
Gece karanlıktı ateş közdü.
Üç yolun üç sırrı sizde. Ben en sonuncusuyum, üç güzel turuncun. Hangi yol götürür beni gölgenin dağa vurduğu yere.
Yalan ile gerçeğin, düş ile uykunun eşiğinde duruyordu sanki!
Titreme geçti içinden.
İçindeki sıcaklığa sarındı iyice…
Soluğunu tuttu, derin derin nefes alınca içinin üşüyeceğini düşündü.
Şimdi evinin sıcaklığı düşmüştü aklına BİR GECE VAKTİ
Yeryüzünün sesini dinlercesine o uğultuya kulak kesildi. Arada bir ellerini yüzünde gezdiriyordu.
Okuduğu kitabı bıraktı.
Gecenin en koyusuydu şu an;
Hiç erimese karlar, çözülmese buzlar, öylece kalakalsam;
Toprağa düşsem, kaldırmasalar, bir tohumun yeşermesi gibi toprağa süzülsem, tenimin ısısı, gözümün yaşı, acımın sesiyle rengim toprağın rengine dönüşse…
Silmek istedi ölüm düşüncesini.
Ölmeyi istemiyordu ki, yaşam kazanmalı her koşulda, her evrede…
Karanlıktan çıkmaktı derdi. Önünü, yanını, yöresini göremiyordu. Nereye el atıp, yolu nasıl, ne yöne adımlaması gerektiğini kestirmeye çalıştı.
Bahçenin ışığını yaktı, kiraz ağacının altında bu saatte, okurken de yazarken de birlikte geceye bakmak istiyordu. BİR GECE VAKTİ
Ansızın gelen karanlık ürkütücüydü.
Sesin patladığı yöne döndü yüzünü.
Paniklemişti.
Puslu görüntülerin üzerine düşen gölgelerle bir belirip, bir kaybolması korkusunu iyice depreştirmişti. Şimdi bir başına ortada kalmışlığın şaşkınlığındaydı. Onu tek düşündüren bu karanlığı yırtarak çıkmaktı. Düştüğü derin kuyudan, yittiği koygun sulardan kanatlanarak yeryüzüne çıkmak…
Soluğu tükenecek gibiydi. Eliyle sağ kolunu yakaladı. Yaşıyorum, çok şükür dedi.
Ne söz gelen, ne de bilinçte toparlanan söz öbeğiydi…
Uzak tutmak istiyordu o tür düşünceleri kendisinden.
Özlemdi içindeki, derin sızı taşıdığı; bir başına kaldıktan sonra daha çok anlıyordu içinde yaşanan, ya da yaşanamayanları…
BİR GECE VAKTİ.