Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Senaryo11.01.2005 - 16:43

    BELLEK


    1. BELLEĞİN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ: Belleğin Üç Aşaması, İki Tür Bellek

    2. KISA SÜRELİ BELLEK: Kodlama, Fotoğrafsı İmge, Depolama, Ara-Bul-Geriye Getir, Kısa Süreli Bellek ve Düşünme, Kümeleme

    3. UZUN SÜRELİ BELLEK: Kodlama, Depolama ve Ara-Bul-Geriye Getir, Örgütleme ve Bağlam, Bozucu Etkiler, Unutmada Heyecansal Etkenler

    4. BELLEĞİN GELİŞTİRİLMESİ: Kümeleme ve Bellek Genişliği, Hayal Etme (İmgeleme) ve Kodlama, Ayrıntılama ve Kodlama, Bağlam, Örgütleme, Ara-Bul-Geriye Getir İçin Alıştırma Yapma, Altı Aşamalı Bellek Geliştirme Yöntemi

    5. KISA VE UZUN SÜRELİ BELLEKLER ARASINDAKİ İLİŞKİ: İki Türlü Belleğin Varlığını Destekleyen Kanıtlar, İkil Bellek Kuramı

    6. YAPILANDIRICI BELLEK

  • filmler11.01.2005 - 16:40

    Bir filmin inandırıcılığının, hikayesinden çok oyuncuların yüzlerindeki gerçeğe çok yakın ifadeden kaynaklandığını düşünmüşümdür hep. Bazı filmlerde yıldızlar ve çok tanınan isimler, gişedeki başarı için gereklidir. Bu tip filmler, film olmanın yanında daha çok oynayan başrol oyuncunun özel hayatından kesitmiş gibi gözükür. Ya da ben başrol oyuncunun daha önceki karakteriyle hala uğraşıyor olurum.

    'KOŞ LOLA KOŞ' filminin en büyük başarısı cast bence. Hikaye Almanya'da geçiyor, Alman mafyasında çalışan çocuk ve Alman sevgilisi vs... Filmde oynatılan bütün oyuncular klasik Alman tiplerinden çok uzak. Cast'ın bu kadar güçlü ifadeli oyunculardan oluşması, filmin sıra dışı konusunu daha inandırıcı hale getirmiş. Filmin konusu bence çok değişik. Bir hikayenin üç ayrı sonuç fikrini çok değişik ve sinema sanatına çok uygun buldum.

    Uzun zamandır sinemanın konu bulmakta zorluk çektiğini çeşitli köşe yazarlarından okurdum, ve bu senaryonun yeni fikirler uyandıracağını düşünüyorum. Ayrıca klasik gençlik filmlerinden ve gençlik sorunlarından sıkılmıştım. Herkesin başına gelebilecek olayın iki genç arasında yaşanması bence bu filmi daha gerçek, inandırıcı yapmış. Müzik, kostüm ve efektler sinemanın yönetmen sanatı olduğunu doğruluyor, zevkle izledim...

  • çikolata11.01.2005 - 16:35

    vanilya ve çikolata...

  • sanatçı11.01.2005 - 16:34

    'İhtiyaç ve tehlikenin kişiyi rahat bıraktığı noktada can sıkıntısı da o kadar yakına sokulur ki, çeşitli eğlence türleri vazgeçilmez bir ihtiyaç haline gelir.'

    Mutluluk diye bir şey yoktur. En iyi yaşam, hiç olmayan yaşamdır. Yerine getirilmemiş istek, acıya neden olur. Yerine getirildiğinde ise ya bıkkınlığa ya da başka yeni isteklere dönüşür. Yaşamda acının ne sonu ne de sınırı vardır. Yaşam acılar ve yoksunluklar içinde gidip gelen bir sarkaçtır. İnsan geliştikçe acıları daha da artar. Yaşam bir düş kırıklığı ve aldanıştan başka bir şey değildir. Bu dünyada yaşamış olmak, insana verilebilecek en büyük cezadır. İnsanın en büyük ödülü yaşamı reddetmek değil, acılara katlanarak Nirvana'ya ulaşmaktır. İstencin köreltilmesi, yaşamı ve kendi üzerinde derin düşüncelere dalarak, dünyanın mevcut acılarından ve sorunlarından uzaklaşmak için tek yol güzel sanatlarla uğraşmaktır.

    Özellikle epik şiir ve müzik, insanı instençten ve onun verdiği acılardan uzak tutar.

    ARTHUR SCHOPENHAUER

  • sinema11.01.2005 - 16:32

    ELIA KAZAN DİYOR Kİ...


    'Şu sonuca vardım ki, kamera bir kayıt aygıtı değildir. Gözün görmediğini ortaya çıkaran bir mikroskoptur. Hem kamera insanın içine, dış görünümün altına da girer ve orada olup bitenleri, duygularla düşünceleri izler. Bunu hiç unutmayacaktım.' (Bir Yaşam, 212)

    'Oyuncu ağlarsa seyirci ağlamaz. Seyircinin kendi kendine 'Kızcağız şu anda neler hissediyor ki? Ağlıyor mu acaba? ' diye sorması çok daha iyidir. Bu yönden de azı karar çoğu zarar diyebiliriz.' (Bir Yaşam, 295)

    'Bana 'sahne ile perde oyunculuğu arasında ayrım yok mu? ' diye soran öğrenciler olmuştur. İlk filmimi yönetmezden önce, ben iki oyuncunun her iki dalda da iyi oyuncu olduğuna inanıyordum. İstisnalar vardı elbette: Jean Arthur perdede olağanüstü bir oyuncuydu ama sahnede hiç başarılı olmamıştı, olamazdı, olmayacaktı da.... Group’tan bazı dostlarımın da beyaz perdede aşırı kaçtıklarını görmüştüm. Sahne oyuncusu her gece aynı temsili sürdürmek durumundadır. Bu nedenle de bir teknik geliştirmesi gereklidir. Hem çarpıcı hem inanılır olmak, sesini iyi kullanmak, sözleri kıvrak konuşmak zorundadır. Biraz zeki olması işe yarar.

  • yeşilçam sineması11.01.2005 - 16:31

    Oyunculuk herkesin hayatının içinde olan ve hiç de esrarengiz bir yanı bulunmayan becerilerdendir; annesinin dikkatini çekmek için nasıl davranması gerektiğini hemen keşfeden tay tay duran çocuk olsun, karı-koca arasında bin bir çeşit dolap ve oyunun döndüğü bir evlilik ilişkisi içindeki kadın veya erkek olsun, herkes bir şekilde rol yapar. Politikacılar bunun en canlı örneğidir, fakat onlar kötü oyunculardır. Rol yapmadan hayatta kalmayı başarmış birinin olabileceğini düşünmek olanaksızdır. Bu zorunlu bir toplumsal mekanizmadır: Çıkarlarımızı korumak ve hayatımızın her safhasında avantajlı bir konum elde etmek için rol yaparız. Bu iç güdüsel bir şey, hepimizde mevcut olan bir beceridir. Birinden bir şey isteyeceğimiz zaman veya bir şeyler gizlemek ya da birine falanca şekilde davranmak istediğimizde rol yaparız. Çoğu insan bunu gün boyunca yapar.

    Birinin bizden beklediği bir duyguyu hissetmiyor, fakat aynı zamanda onu kırmak istemiyorsak, bizden beklediğini düşündüğümüz duyguyu oynarız; bizi ne kadar sıksa da birinin projesini hararetle överiz. Bazıları duygularımızı inciten sözler söylese de incindiğimizi onlara belli etmeyiz. İnsanların günlük hayatlarında yaptıkları rollerle, oyuncuların yaptıkları rol arasındaki fark, birincisinde insanların bunu bilinçsizce ve otomatik olarak yapmaları, tiyatro ve sinema oyuncularının ise bir hikayeyi anlatmak için yapmalarıdır. Aslında bir çok oyuncu en iyi performansını kamera durduktan sonra gösterir...

    (Annemim Öğrettiği Şarkılar, 88-89)
    MARLON BRANDO

  • al pacino11.01.2005 - 16:30

    'Oyuncu duygusal bir atlet gibidir.
    Ve bu uygulama çok acı verici, benim kişisel hayatım bundan zarar görüyor.'

    demişş....

  • Mustafa Altıoklar11.01.2005 - 16:23

    MUSTAFA ALTIOKLAR: 'Rolün her şeyi olur; siyasi fikri, takımı, erkeği, dişisi, hatta rolün burcu. Ben senaryo yazarken karakterleri burçlara göre yazarım.' demiş...

  • Senaryo10.01.2005 - 20:48

    Film öyküsü' denilen tarifi zor biçim hazır olduktan sonra senaristin aşama aşama hangi yapıları kurarak yazım sürecini tamamlaması gerekeceğini gözden geçirelim: Senaryonun mümkün olan en az kelimeyle yapılmış özeti... Bu yapı çoğunlukla atlanır, ama aslında senaryonun en temelinde yer alan biçim olduğu için kullanılan tekniklerin belki de en önemlisidir. Yazacağınız senaryo aracılığıyla oluşacak filmi, benzerlerinden ayıran temel özelliği bu cümle belirler. Örneğin Tarkovski'nin 'Stalker'ının, onu herhangi bir değerli şeyi (düşlerin gerçekleştiği oda ya da bir define) aramaya giden üç kişinin macerasının anlatıldığı 8. sınıf bir avantürden ayıran temel özelliği, serüvene atılan kişilerin içsel yolculuklarına odaklanılmış olmasıdır, dolayısıyla filmin cümlesi belki şöyle bir şey olabilir: 'Bir Stalker'ın rehberliğinde Yasak Bölge'deki Düş Odası'nı bulmaya giden iki kişi, yolculuklarının etkisiyle değişir, yaşamı farklı değerlendirmeye başlarlar.' Cümlenin özellikle ikinci yarısı filmin dayandığı felsefi temeli dile getirir, bu tarifi duyan herhangi bir profesyonel sinemacının, 'Three Kings-Üç Kral' benzeri bir macera kurdelasının kastedildiğini sanmasının mümkün olamayacağı ortada, dolayısıyla cümlemiz, o filme dair çok temel bir farklılığı, en kısa, en etkili biçimde dile getirmiş oldu.

    Bu yapı genellikle sinemacılar arasındaki ilişkilerde kullanılmaz, daha çok senaristin kendisine gereklidir. Yazmak istediği senaryonun yapısını tarif etmesi, yazın sürecinde karşılaşacağı belirsizlik ve engelleri aşmasında çok yardımcı olacaktır.
    Yine 'Stalker'a dönelim: Filmin tek cümlesi aslında yukarda yazdığımız gibi değildir ve zaten olamaz da. Eğer film sadece Düş Odası'na yapılan yolculuğu anlatıyor olsaydı adı 'Düş Odası Macerası' falan gibi bir şey olurdu, açılış ve finalde Stalker'ı ailesiyle gösteren sahnelere de yer verilmezdi. Filmin ismi 'Stalker', dolayısıyla yapıt, baş karakteri anlatıyor, diğer ikisinin dönüşümünü değil, onlarla yaşadığı süreç sonunda Stalker'ın nasıl dönüştüğünü... Finalde ayrı gerekçelerle Düş Odası'na girmemeye karar veren kişiler aracılığıyla 'yaşamın kabulü' teması işlenir, oysa Tarkovski'yi daha fazla ilgilendiren izlek, 'yazgının kabulü'dür, filmin odağında Stalker'ın, kendinin asla girmediği ve zaten giremeyeceği Düş Odası'na başka insanları, trajedilerine acıdığı, eleştirdiği kişileri götürmeye devam etmesindeki teslimiyet yatar. Bu tema bir başka açıdan da önemlidir, Stalker aynı zamanda Tarkovski'nin kendisidir, hem sanatçı hem de bir mistik olarak, çünkü filmin baş karakteri, mistik öncüleri de temsil eder. 'Stalker'ın odağını maceraya ve serüvene katılan insanların dönüşümüne kaydırırsanız (yani ilk cümleyi temel alırsanız) , ortaya başka bir film çıkar. O filmde Stalker'ın karısı ve -asıl önemlisi- kızı yeralmaz, tersine onun rehberlik yaptığı iki kişinin yaşamlarının yolculuk öncesi ve sonrası döneminden kesitlerin verilmesi gerekir çünkü o film, o kişilerin dönüşümüyle işleyecektir.

    Dolayısıyla bir cümle tekniğinin pratikteki yararı şudur: Buradaki gibi birbirine çok benzeyen iki (bazı hallerde daha fazla) yapıdan hangisini kurmak istediğinizi netleştirir, onun cümlesini belirler ve yazım boyunca dikkatinizi o cümleye odaklarsınız. Cümleyi kurduğunuz biçim, bakış açısı gibi başka yöntemleri de belirleyeceğinden sürece ağırlığını koyar ve daha önceki yazılarda bahsettiğimiz belirsizlikleri giderir.
    kaynak::sinematek.org

  • arthur rimbaud10.01.2005 - 18:53

    Sarhoş Gemi / Arthur Rimbaud

    Duygusuz sularından inerken Nehirlerin
    Gördüm değildim artık yönetiminde yedekçilerin:
    Bağrışan Kızılderililer hedef yapmışlardı kendilerine,
    Çırılçıplak çivileyerek onları alacalı direklere.

    Hiç umurumda değildi tayfalar,
    Ne Felemenk buğdayları veya ne de İngiliz pamukları taşıdığım.
    Bu gürültüler de kesilince yedekçilerimle beraber,
    Bıraktılar beni Nehirler gitmeye istediğim yere.

    Gelgitlerin kudurmuş çalkantılarında, geçen kış,
    Koştum! çocuk beyinlerinden daha sağır!
    Ve yerlerinden ayrılıp kopmuş Yarımadalar
    Rastgelmedi böylesine coşkulu bir patırdıya.

    Denizde, uyanışlarımı kutsadı fırtına.
    Kurbanlarının sonsuz yuvarlayıcıları denen
    Dalgalar üzerinde ben,
    Dansettim on gece bir mantardan daha hafif,
    Özlemeden budala gözünü deniz fenerlerinin!

    Çocukların bayıldığı mayhoş elmaların etinden
    Daha tatlı olan yeşil su, işledi çam tekneme,
    Savurarak her yere ne varsa çapa, dümen;
    Yıkadı beni lekelerinden
    Kusmukların ve mavi şarapların.

    Ve o zaman, dalgın ve hayran,
    Bazan, düşünceli bir ölünün indiği
    O yeşil mavilikleri yutan Denizin,
    Yıldızların parıldadığı sütbeyaz
    Şiiri içinde yıkandım durdum.

    Gündüzün parıltıları altında, birdenbire renklendirerek,
    Mavilikleri, coşkuları ve ağır ses uyumlarını,
    Alkolden daha güçlü, flütlerimizden daha engin,
    Sevginin acı kızıllıkları mayalanır orada!

    Şimşeklerle çatlıyan gökleri, kasırgaları,
    Patlayan dalgaları ve akıntıları bilirim:
    Ve akşamı, bir güvercin sürüsü gibi birden
    Havalanan Şafağı bilirim ben,
    Ve bazan, gördüm insanın gördüğünü sandığı şeyi!

    Uzaklarda, kendi pancur titreşimlerini yuvarlayan dalgaları,
    Çok eski dram oyuncuları gibi
    Uzun mor ışık pıhtıları ile aydınlatan,
    Gördüm, o gizemli korkularla lekeli
    Alçakta asılı duran güneşi!

    Gördüm ışıldayan karları ile yeşil gecenin düşünü,
    Denizin gözlerine ağır ağır yükselen öpücüğü,
    Özsuların işitilmedik dolaşımını,
    Sarı ve mavi uyanışını şarkı söyleyen fosforların.

    Azizelerin ışık saçan ayaklarının, açabileceğini düşünmeden
    Soluğan Okyanusların burunsallıkla tıkalı burunlarını,
    Azgın boğalar gibi ardından gittim aylarca
    Kayalara saldıran dalganın!

    Çiçeklere insan derili panter gözleri karıştıran
    Bilir misiniz, inanılmaz Florida'lara gidip çarptım gövdemle!
    Ve maviye çalan yeşil renkli sürüler için, denizlerin ufkuna gerilmiş
    Dizginlerdi ebem kuşakları!

    Sazlar arasında, koca bir Devin kokup çürüdüğü,
    Mayalanan uğursuz geniş bataklıkları gördüm!
    Durgun denizlerin ortasında açılıp yarılan suları,
    Ve girdaplara çağıl çağıl dökülen uzaklıkları!

    Buzulları, gümüş güneşleri, sedef renkli dalgaları, kor kor yanan gökleri!
    Kapkara kokularla eğri ağaçlardan sarkarak düşen,
    Böceklerin kemirdiği dev yılanların kaynaştığı,
    Karanlık körfezlerin dibine, korkunç oturmalarını gemilerin!

    Mavi dalganın bu kırmızı renkli balıklarını,
    Bu altın balıkları, bu şakıyan balıkları
    Göstermek isterdim çocuklara.
    - Sürüklenirken koylardan engine,
    Sallandım çiçekten köpüklerin beşiğinde
    Ve zaman zaman kanat açtım anlatılmaz rüzgarlara.

    Bazan, kutuplara ve kıtalara kanıksamış şehit düşmüş bir ölüydüm ben,
    Hıçkırığı dalgamı yumuşatan deniz,
    O sarı çekmenli gölge çiçeklerini sunardı bana
    Ve diz çökmüş kadın misali kalakalırdım orada...

    Bordalarımda kavgaları çalkandıran yarımada,
    Ve sarışın gözleri ile yaygaracı kuşların pislikleri.
    Ve ben, dolaşıyordum enginde tek başıma,
    Çürük iplerimden geri geri,
    Boğulmuş ölüler inerken uyumaya...

    Ya da koyların saçları altında kaybolmuş,
    Kuşları olmayan havaya fırlatılmış bir gemiydim fırtınada
    Savaş gemileri ve Hanza kadırgaları
    Benim suyla sarhoş cesedimi artık yeniden
    Çekip çıkaramayacaklardı denizden.

    Özgür, buğu buğu tüten ve mor sislerle örtülü,
    İyi ozanlar için tatlı bir reçel olan
    O güneş yosunlarını ve lacivert ağdaları taşıyan
    Bir duvarı deler gibi deliyordum kızaran göğü.

    Ufacık, ışıklı süsleri ile leke leke teknemle,
    Koşuyordum yağız deniz atlarının eşliğinde,
    Döverken kalın sopalarla temmuz güneşleri
    Yakıcı hunileri ile deniz ötesi gökleri;

    Mavi hareketsizlikleri sonsuza dek eğiren
    Karanlık burgaçların ve azgın canavarların
    Titriyordum duyarak uzak iniltilerini
    Özlüyordum eski kaleleri ile Avrupa'yı!

    Gördüm yıldız yıldız serpilmiş takım adalarını!
    Ve çılgın gökleri gezgine açılmış adaları;
    - Milyonlarca altın kuş, Ey Geleceğin Gücü!
    Bu dipsiz gecelerde mi uyuyorsun sen,
    Oraya mı sürgün ediyorsun kendini? -

    Ama gerçekten çok ağladım ben! Şafaklar üzücü,
    Aylar acımasız ve güneşler acı;
    Buruk aşk, sarhoş edici uyuşukluklarla doldurdu ruhumu.
    Ah! Omurgam çatlasın, Ah! denize gideyim!

    Bir Avrupa suyunu özlüyorsam eğer,
    Kokulu alacakaranlığına doğru akşamın,
    Yere çömelmiş üzüntülerle dolu bir çocuğun,
    Bir mayıs kelebeği denli dayanıksız bir gemiyi
    Saldığı, soğuk ve kara
    Bir su birikintisidir bu.

    Sizin yorgunluklarınızda yıkandım, ey dalgalar,
    Artık silemem izlerini pamuk yüklü gemilerin,
    Delip geçemem gururunu bayrakların, flamaların,
    Ne de bundan böyle yüzemem
    Korkun gözleri altında dubalı köprülerin.