yolumda yürürken yanımda , önümde, arkamda kisaca güzergahımda bana eşlik edenler olsa da yalnız yürümeyi, yalnız olmayı, yalnız kalmayı öğrendim, çok zor bir süreçti yaşadığım. uzun zaman kalabalık bir ailenin, yaşantınin parçası olarak yaşamak benlik algıma yanlış mesajlar vererek beni yaniltmis olsa da.gecip gidiyoruz ve geçip gidiyorlar...incitmeden yapabilsek keşke.
dışardan ıslak,içerden buğulu camdan şehre bakıyordu, güneşin batışıyla montunu giydi,şemsiyeye uzanan elini çekip kalın büyük atkısını kavradı...hızlıca botlarını giyip, atkıyı başına dolayıp, yağmur bulutlarıyla iyice kararmış caddede yürümeye başladı.
minik ve hızlı damlalar yüzüne doğru çarparken soğuk havayı yüzünde daha iyi hissediyordu... '
şehirde kaybolmak böyle birşeydi kimsenin kalbine dokunmadan bedenlere çarpıp hızla yürüyoruz sağlı sollu' diye düşündü.
varolduğunun tescili gibiydi kalabalıkta yürümek ama bir o kadarda kendi iç alemiyle yüzleşmenin kendi iç kalabalığını görmenin
'gördüğünüz kadarım, siz de gördüğüm kadar bu bile keder olarak yeterli' diye mırıldandı.
aptallığın 50 tonu... fark sadece zeka seviyesine göre. değişkenliği ise sonuçta herkes aklı çapında aptallık yapar. değişmeyen ise sonucun aptallık olması
uğruna dağ delmeden, çöle düşmeden de. gösterilir, sevilir. sevgi ekmeğini bölüşmenin rahatlığında,yere düştümü öpüp başına koymanın endişesinde. çıkmışken kuyuya tekrar inip ayakabında su taşıyıp bir köpeğe içirmenin kaygısında saklı. su gibi aziz, ekmek gibi kutsal.
emek verirsin, özen gösterirsin, zaman ayırırsın.
kadınlar yazmalı, anlatmalı artık sevgiyi. göstermekle öğrenemedi dünya.
kalp çarpıntısı gibi gümleyerek yanan sobanın başında buz kesen ellerini ısıtırken, sobanın tavana yansıyan alevli ışıltısı da odayı aydınlatıyordu.
buz kesmiş minik ellerini sobaya yaklaştırdı. sobanın sesine karışan cılız sesiyle konuşmaya başladı.
canım çok yanıyor,bitmeyen sonsuz bir acının içinde debeleniyorum sanki...bir türlü çıkamıyorum içinden,diye serzenişli sözler birden döküldü ağzından.
yaşlı kadın,genç kadına dayadı omuzunu ''acının da tadı var'' dedi gülümsemesi çehresine yayılırken koyu kahverengi gözleri kocaman açıldı genç kadının ne demek istiyorsun dercesine,yeryüzünün dağlarını barındıran yüzüne baktı. umarsızca gülümsemesi devam etti yaşlı kadının. ''evet evet acının da tadı var... hayat kısa, günler yel gibi esip giderken acının uzattığı o saatlerin onların da tadını çıkarmalısın, denemelisin''
insan vucudu kaç kilo ağırlığı taşır? kaç derece sıcağa tahammül eder? kaç derece de donar? sınırları çizilmiş bir bedenimiz var. çıkamadığımız sınırlar... yok edemediğimiz. içine hapsolduğumuz.
ya acı, sevgi, hüzün, mutluluk,taşar mı? donar mı? sonsuzluk kadar... sınırları olmadan, tahammül edemeyeceğimizi düşünsekte sonsuz bir çizgi de devam eder.
aldığım çerezleri kavanozlarına doldurmak için rafa baktığımda boş kavanozları yıkanması için bulaşık makinesine koyduğumu hatırladım. bulaşık makinesinin çalışmasına daha vardı. çıkarıp yıkıma girişimindeyken durdum düşündüm hep tamamlama bir türlü eksik bırakmama çabamı seyrettim. ikna etmeliydim kendimi. neden mi? ne kadar çaba harcarsam harcıyayım,eksik kalmıyor muydu yaşamım ve giderken tamamlanmamışları bırakıp gitmeyecek miydim gidenler hep böyle gidiyorlardı. bak arkalarına, geride kalan yarım kalmışlıklara...
yolumda yürürken yanımda , önümde, arkamda kisaca güzergahımda bana eşlik edenler olsa da yalnız yürümeyi, yalnız olmayı, yalnız kalmayı öğrendim, çok zor bir süreçti yaşadığım. uzun zaman kalabalık bir ailenin, yaşantınin parçası olarak yaşamak benlik algıma yanlış mesajlar vererek beni yaniltmis olsa da.gecip gidiyoruz ve geçip gidiyorlar...incitmeden yapabilsek keşke.
?si=wPcVdtOBl2gYt7cG
joan baez - blowin' in the wind
dışardan ıslak,içerden buğulu camdan şehre bakıyordu, güneşin batışıyla montunu giydi,şemsiyeye uzanan elini çekip kalın büyük atkısını kavradı...hızlıca botlarını giyip, atkıyı başına dolayıp, yağmur bulutlarıyla iyice kararmış caddede yürümeye başladı.
minik ve hızlı damlalar yüzüne doğru çarparken soğuk havayı yüzünde daha iyi hissediyordu... '
şehirde kaybolmak böyle birşeydi kimsenin kalbine dokunmadan bedenlere çarpıp hızla yürüyoruz sağlı sollu' diye düşündü.
varolduğunun tescili gibiydi kalabalıkta yürümek ama bir o kadarda kendi iç alemiyle yüzleşmenin kendi iç kalabalığını görmenin
'gördüğünüz kadarım, siz de gördüğüm kadar bu bile keder olarak yeterli' diye mırıldandı.
kendinden başka duyan olmadan...
"hic atışını duymadigim kalbin üstüne başımı yasladim"
aptallığın 50 tonu... fark sadece zeka seviyesine göre. değişkenliği ise sonuçta herkes aklı çapında aptallık yapar.
değişmeyen ise sonucun aptallık olması
uğruna dağ delmeden, çöle düşmeden de. gösterilir, sevilir. sevgi ekmeğini bölüşmenin rahatlığında,yere düştümü öpüp başına koymanın endişesinde. çıkmışken kuyuya tekrar inip ayakabında su taşıyıp bir köpeğe içirmenin kaygısında saklı.
su gibi aziz, ekmek gibi kutsal.
emek verirsin, özen gösterirsin, zaman ayırırsın.
kadınlar yazmalı, anlatmalı artık sevgiyi. göstermekle öğrenemedi dünya.
kalp çarpıntısı gibi gümleyerek yanan sobanın başında buz kesen ellerini ısıtırken, sobanın tavana yansıyan alevli ışıltısı da odayı aydınlatıyordu.
buz kesmiş minik ellerini sobaya yaklaştırdı. sobanın sesine karışan cılız sesiyle konuşmaya başladı.
canım çok yanıyor,bitmeyen sonsuz bir acının içinde debeleniyorum sanki...bir türlü çıkamıyorum içinden,diye serzenişli sözler birden döküldü ağzından.
yaşlı kadın,genç kadına dayadı omuzunu
''acının da tadı var'' dedi gülümsemesi çehresine yayılırken
koyu kahverengi gözleri kocaman açıldı genç kadının ne demek istiyorsun dercesine,yeryüzünün dağlarını barındıran yüzüne baktı.
umarsızca gülümsemesi devam etti yaşlı kadının.
''evet evet acının da tadı var... hayat kısa, günler yel gibi esip giderken acının uzattığı o saatlerin onların da tadını çıkarmalısın, denemelisin''
sonsuzlukta başlangıç
insan vucudu kaç kilo ağırlığı taşır?
kaç derece sıcağa tahammül eder? kaç derece de donar?
sınırları çizilmiş bir bedenimiz var. çıkamadığımız sınırlar... yok edemediğimiz. içine hapsolduğumuz.
ya acı, sevgi, hüzün, mutluluk,taşar mı?
donar mı? sonsuzluk kadar... sınırları olmadan, tahammül edemeyeceğimizi düşünsekte sonsuz bir çizgi de devam eder.
dünün çukurundan çıkıp yarının dehlizlerinde kaybolmaman gerektiğini bilirsin de...
bilmek yeterli mi?
aldığım çerezleri kavanozlarına doldurmak için rafa baktığımda boş kavanozları yıkanması için bulaşık makinesine koyduğumu hatırladım.
bulaşık makinesinin çalışmasına daha vardı.
çıkarıp yıkıma girişimindeyken durdum düşündüm
hep tamamlama bir türlü eksik bırakmama çabamı seyrettim. ikna etmeliydim kendimi. neden mi?
ne kadar çaba harcarsam harcıyayım,eksik kalmıyor muydu yaşamım
ve giderken tamamlanmamışları bırakıp gitmeyecek miydim
gidenler hep böyle gidiyorlardı. bak arkalarına, geride kalan yarım kalmışlıklara...