Devletin tepelerindeki birilerinin dinine, manevî değerlerine sataştığını görür görmez, ertesi günü zindana tıkılacağını bile bile, o kişiye karşı isyanını dile getirmekten veya öfkesini yazıya dökmekten hiç çekinmezdi. Müslüman halka zulmeder bir tavır sergilediğinde İsmet İnönü’den tutun, bütün devlet ricaline, yüksek kademedeki bütün zevata varıncaya kadar sansürsüz saldırırdı. Dininden, yaşayışından ve namusundan asla taviz vermeyen bayraklaşmış insanlar vardır. İşte onlardan biri de Serdengeçti. Milletimizin hiçbir zaman unutamayacağı yakın dönemin en kahraman şahsiyetlerinden biridir Serdengeçti. Ömrünün en verimli yıllarını diktacı anlayış yüzünden hapishanelerde geçirdi. Yakın tarihimizin en gözüpek, en lâfını esirgemez, özü sözü bir, gerçekten civanmert bir mücadele adamı idi. Milletine insanca yaşama hakkı tanımayanlara, bu halkı dinsizleştirmeye yeltenenlere, Müslümanları sürü yerine koyup insanlarımızı diktatör kafasıyla idare etmeye kalkışanlara kat’iyyen taviz vermedi. Allah’a, Peygamber’e ve mukaddeslerimize saldırmaya cür’et edenlere karşı kalemini bir kılıç gibi kullandı. Nâmertlere her zaman hadlerini bildirdi. Ailesinden kendisine miras kalan muazzam servetini ve gençliğinden itibaren de bütün hayatını dini ve milleti uğruna feda etti. Hapishaneler onu asla korkutamadı, işkenceler kendisini asla yıldıramadı. Gerçekleri pervasızca haykırdı. Bu milleti ağlatmak, mâbetsiz bırakmak, bir nesli mahvetmek isteyenlere karşı sarsılmaz bir kale gibi durdu. Son nefesine kadar Hakk’ı ve halkını arslanlar gibi kükreyerek savundu. Osman Yüksel Serdengeçti, bu mazlum ve mağdur milletin susmayan, susturulamayan vicdanı idi. O vicdanı, bu topraklarda yaşayan her şuurlu ferdin mutlaka yakînen tanıması ve bilmesi gerekiyor...
Safer ay’ının ilk vaktiyle birlikte yetişiyor füzeler... Sabah namazının, dünyanın yüzündeki tülleri, şefkatle kaldırmasını istemeyen birileri... Kötülük için, her zaman acele etmiş birileri... Nefret ve kinlerinden dolayı, insan olmaya dair, bütün yüzlerini kaybetmiş birileri... Yüzsüzler... Lekeler... Sabah namazından yeni çıkmış bir ihtiyarın bağrına, tam üç füze saplıyorlar... Bugün 1425 Safer’inin birinci günü, ilk dakikanın, ilk şehidi, ilk incisi, yüzündeki abdest suları henüz kurumamış... Altmış sekiz yaşında, kötürüm, boynundan gayrısı tutmayan, bir öğretmen, bir dede, bir bilgin şehid ediliyor... Birinci dakika birinci şehid... Onu, efsaneleştiren, hayatı boyunca bütün imtihanları haysiyetle karşılamış olması. Üç yaşında yetim kalmış. On yaşındayken ülkesinin işgalini görmüş. Köyleri, Yahudi çetelerince basılmış, insanların kesildiği, doğrandığı evlerin yakılıp yıkıldığı Filistin’de büyümüş bir çocuk... Derken feci bir kaza ve hayatı on altısından itibaren, elsiz ayaksız yaşamak zorunda kalmış Ahmet Yasin... Bu da yetmezmiş gibi sürekli mahkeme, gözaltı, hapishane, tevkif ve işkenceyle geçen bir ömür... Ben onun yüzünü, her şeye rağmen, mahcup bir gülümsemeyle hatırlıyorum. Onun yüzünde teslim olmuş bir mü’min siması vardı. O bir öğretmendi. Ve ölürken dahi öğretti: “Hepimiz Allah içiniz ve O’na dönücülerden...” Çocuklarımla onun hakkında konuşurduk, daha ufakken bana şöyle sorduklarını hatırlıyorum: “Anne, bu dede gerçek mi? ” Şeyh Ahmet Yasin gerçekten var mıydı? Gerçekten bizimle aynı zamanda mı yaşamıştı? Aynı dünyanın insanları mıydık? Onunla aynı camiden çıktıktan sonra, ondan geriye kalmış paramparça bir örtü parçasına şaşkınlıkla sarılıp ağlayan Filistinli de aynı soruyu soruyor sanırım: Ahmet Yasin nerede? Öğretmenimiz nerede? Bizim ülkemizde de pek çok hoca, şeyh, alim, vs. var... Ama hiçbirinin de ölümü böyle değil. Olamaz da... Zira, hayatlarımız, Şeyh Yasin’in hayatı gibi değil... Düşünsenize ülkemizin mücahidliği ve hocalığı kimseye verdirmeyen büyüklerimizin bir vefat ettiğini mesela... Geride neleri bırakacaklarını... Oysa Şeyh Yasin’in terekesinde, bir sabah namazında parçalanmış örtüsünden ve potininden gayrı bir şeyi yok... Onun her sabah “inşallah bugün şehid olurum” diye dua ettiği Rabbinden başka hiçbir şeyi yok... Sanırım onu bizden ayrı kılan da bu; bizimse her şeyimiz var, duamız, ümidimiz hariç. Şeyh Yasin, gerçek bir öğretmendi. Yüreğinde Allah korkusu dışında bir şey olmayandan herkes korkuyordu işte. İsterse tekerlekli sandalyeye mahkûm olsun... Yüreğinde Allah korkusu yerine servet ve makam kaybetme korkusu olanlardan da kimse ne korkuyor ne çekiniyordu... Bizim hocalarımız konuştukça, insanlar gülüyorlar ve ciddiye bile almıyorlar. Oysa, Yasin hoca o kötürüm haliyle konuştuğunda, dünya dinliyordu. Bu fark’tır... Bu hakikattir... Bu ibrettir... Şaron gibi azılı ve psikopat bir katilin yapabileceği en büyük şey, Yasin’leri tek tek bulup yok etmeye çalışmak olacaktır. Fakat Yasin’lerin sayısı ve varlığı hiç tükenmez bir hazineden desteklenmektedir. O hazine; Rabbimizin İla’yı Kelimetullah hazinesidir. Bu savaş; aydınlıkla karanlığın, meleklerle şeytanların, masumlarla kindarların, gariplerle zalimlerin, hak ile batılın savaşıdır... Filistin’de Müslümanların zeytin ağaçlarını bile ateşe veren bir kör gözlü bir Yahudi nefreti var... Küçük çocuklar, nineler, tekerlekli sandalyedeki bir yaşlı öğretmen, bardaklara konulmuş berrak sular, pencerelerden sarkan hanımeliler, çocuk uçurtmaları, kına geceleri... Hepsi bombalanıyor... Gözlerimiz önünde... Bugün öğretmenimi kaybettim: Şeyh Ahmet Yasin şehid edildi. Öğretmenimin dersi devam ediyor: İNTİFADA... İNTİFADA!
Mangal Yürekli Bir Yiğit
Devletin tepelerindeki birilerinin dinine, manevî değerlerine sataştığını görür görmez, ertesi günü zindana tıkılacağını bile bile, o kişiye karşı isyanını dile getirmekten veya öfkesini yazıya dökmekten hiç çekinmezdi. Müslüman halka zulmeder bir tavır sergilediğinde İsmet İnönü’den tutun, bütün devlet ricaline, yüksek kademedeki bütün zevata varıncaya kadar sansürsüz saldırırdı.
Dininden, yaşayışından ve namusundan asla taviz vermeyen bayraklaşmış insanlar vardır. İşte onlardan biri de Serdengeçti. Milletimizin hiçbir zaman unutamayacağı yakın dönemin en kahraman şahsiyetlerinden biridir Serdengeçti.
Ömrünün en verimli yıllarını diktacı anlayış yüzünden hapishanelerde geçirdi.
Yakın tarihimizin en gözüpek, en lâfını esirgemez, özü sözü bir, gerçekten civanmert bir mücadele adamı idi.
Milletine insanca yaşama hakkı tanımayanlara, bu halkı dinsizleştirmeye yeltenenlere, Müslümanları sürü yerine koyup insanlarımızı diktatör kafasıyla idare etmeye kalkışanlara kat’iyyen taviz vermedi. Allah’a, Peygamber’e ve mukaddeslerimize saldırmaya cür’et edenlere karşı kalemini bir kılıç gibi kullandı. Nâmertlere her zaman hadlerini bildirdi.
Ailesinden kendisine miras kalan muazzam servetini ve gençliğinden itibaren de bütün hayatını dini ve milleti uğruna feda etti.
Hapishaneler onu asla korkutamadı, işkenceler kendisini asla yıldıramadı.
Gerçekleri pervasızca haykırdı. Bu milleti ağlatmak, mâbetsiz bırakmak, bir nesli mahvetmek isteyenlere karşı sarsılmaz bir kale gibi durdu.
Son nefesine kadar Hakk’ı ve halkını arslanlar gibi kükreyerek savundu.
Osman Yüksel Serdengeçti, bu mazlum ve mağdur milletin susmayan, susturulamayan vicdanı idi. O vicdanı, bu topraklarda yaşayan her şuurlu ferdin mutlaka yakînen tanıması ve bilmesi gerekiyor...
Öğretmenimiz Şehid Ahmet Yasin...
Safer ay’ının ilk vaktiyle birlikte yetişiyor füzeler...
Sabah namazının, dünyanın yüzündeki tülleri, şefkatle kaldırmasını istemeyen birileri... Kötülük için, her zaman acele etmiş birileri... Nefret ve kinlerinden dolayı, insan olmaya dair, bütün yüzlerini kaybetmiş birileri... Yüzsüzler... Lekeler... Sabah namazından yeni çıkmış bir ihtiyarın bağrına, tam üç füze saplıyorlar...
Bugün 1425 Safer’inin birinci günü, ilk dakikanın, ilk şehidi, ilk incisi, yüzündeki abdest suları henüz kurumamış... Altmış sekiz yaşında, kötürüm, boynundan gayrısı tutmayan, bir öğretmen, bir dede, bir bilgin şehid ediliyor... Birinci dakika birinci şehid...
Onu, efsaneleştiren, hayatı boyunca bütün imtihanları haysiyetle karşılamış olması. Üç yaşında yetim kalmış. On yaşındayken ülkesinin işgalini görmüş. Köyleri, Yahudi çetelerince basılmış, insanların kesildiği, doğrandığı evlerin yakılıp yıkıldığı Filistin’de büyümüş bir çocuk... Derken feci bir kaza ve hayatı on altısından itibaren, elsiz ayaksız yaşamak zorunda kalmış Ahmet Yasin... Bu da yetmezmiş gibi sürekli mahkeme, gözaltı, hapishane, tevkif ve işkenceyle geçen bir ömür...
Ben onun yüzünü, her şeye rağmen, mahcup bir gülümsemeyle hatırlıyorum. Onun yüzünde teslim olmuş bir mü’min siması vardı.
O bir öğretmendi.
Ve ölürken dahi öğretti: “Hepimiz Allah içiniz ve O’na dönücülerden...”
Çocuklarımla onun hakkında konuşurduk, daha ufakken bana şöyle sorduklarını hatırlıyorum: “Anne, bu dede gerçek mi? ”
Şeyh Ahmet Yasin gerçekten var mıydı? Gerçekten bizimle aynı zamanda mı yaşamıştı? Aynı dünyanın insanları mıydık? Onunla aynı camiden çıktıktan sonra, ondan geriye kalmış paramparça bir örtü parçasına şaşkınlıkla sarılıp ağlayan Filistinli de aynı soruyu soruyor sanırım: Ahmet Yasin nerede? Öğretmenimiz nerede?
Bizim ülkemizde de pek çok hoca, şeyh, alim, vs. var... Ama hiçbirinin de ölümü böyle değil. Olamaz da... Zira, hayatlarımız, Şeyh Yasin’in hayatı gibi değil... Düşünsenize ülkemizin mücahidliği ve hocalığı kimseye verdirmeyen büyüklerimizin bir vefat ettiğini mesela... Geride neleri bırakacaklarını...
Oysa Şeyh Yasin’in terekesinde, bir sabah namazında parçalanmış örtüsünden ve potininden gayrı bir şeyi yok... Onun her sabah “inşallah bugün şehid olurum” diye dua ettiği Rabbinden başka hiçbir şeyi yok...
Sanırım onu bizden ayrı kılan da bu; bizimse her şeyimiz var, duamız, ümidimiz hariç.
Şeyh Yasin, gerçek bir öğretmendi. Yüreğinde Allah korkusu dışında bir şey olmayandan herkes korkuyordu işte. İsterse tekerlekli sandalyeye mahkûm olsun...
Yüreğinde Allah korkusu yerine servet ve makam kaybetme korkusu olanlardan da kimse ne korkuyor ne çekiniyordu... Bizim hocalarımız konuştukça, insanlar gülüyorlar ve ciddiye bile almıyorlar. Oysa, Yasin hoca o kötürüm haliyle konuştuğunda, dünya dinliyordu.
Bu fark’tır... Bu hakikattir... Bu ibrettir...
Şaron gibi azılı ve psikopat bir katilin yapabileceği en büyük şey, Yasin’leri tek tek bulup yok etmeye çalışmak olacaktır. Fakat Yasin’lerin sayısı ve varlığı hiç tükenmez bir hazineden desteklenmektedir. O hazine; Rabbimizin İla’yı Kelimetullah hazinesidir.
Bu savaş; aydınlıkla karanlığın, meleklerle şeytanların, masumlarla kindarların, gariplerle zalimlerin, hak ile batılın savaşıdır...
Filistin’de Müslümanların zeytin ağaçlarını bile ateşe veren bir kör gözlü bir Yahudi nefreti var... Küçük çocuklar, nineler, tekerlekli sandalyedeki bir yaşlı öğretmen, bardaklara konulmuş berrak sular, pencerelerden sarkan hanımeliler, çocuk uçurtmaları, kına geceleri... Hepsi bombalanıyor... Gözlerimiz önünde...
Bugün öğretmenimi kaybettim: Şeyh Ahmet Yasin şehid edildi.
Öğretmenimin dersi devam ediyor: İNTİFADA... İNTİFADA!
benden uzak olsun...
bence tek hatası parti amblemıne lamba koyması...
lambanın ışığı köstebeklerı rahatsız ediyor...
şiir okuyup mahkum olduğu siirtten milletvekili seçilip başbakan olması
tesadüf değil bence....
Allame-i Cihan