Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • abdullah çatlı16.07.2004 - 13:05

    Ermeni mafyasıyla ortak uyuşturucu madde kaçakçılığı yapan zat.

  • nato16.07.2004 - 12:47

    Nato Zirvesi süresince
    Türk Boğazlarından tehlikeli madde taşıyan gemilerin geçişi yasaklandı.
    Demek ki; zirveye katılanların yaşamları ciddi tehdit altında!
    PEKİ, İSTANBUL’DAKİ
    MİLYONLARCA İNSANIN YAŞAM HAKKI,
    NATO ZİRVESİNE KATILANLARLA
    “EŞ DEĞİL Mİ? ”
    Bir daha soralım;
    ONLARIN CANI CAN DA,
    BİZİM Kİ PATLICAN MI?

  • nato16.07.2004 - 12:46

    Greenpeace Akdeniz Ofisi'nin, bağımsız araştırma şirketi InFakto'ya yaptırdığı araştırmaya göre Türkiye'de halkın yüzde 57'si nükleer silahlanmaya karşı.

    Türkiye dahil, NATO üyesi altı ülkede, ABD'nin NATO bünyesinde kullanım için sağladığı 150 nükleer bomba bulunuyor. İtalya, Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere'nin yanı sıra, Türkiye'de, İncirlik'teki ABD üssünde de nükleer silahların sayısı bilinmiyor.

    Hükümete ve NATO üyesi ülkelerin nükleer silahsızlanmaya gitmelerini isteyen Greenpeace, bu isteğini yaptırdığı açıklamanın sonuçlarıyla da pekiştirdi. NATO üyelerinden halkın nükleer silahsızlanma konusunda görüşlerini dikkate almasını istedi.

    Araştırmaya katılanların yüzde 72'si, Türkiye'nin nükleer silahlardan arındırılmış bölge olması çabalarını destekleyeceklerini söyledi. NATO'ya üye ülkelerde 10 binin üzerinde nükleer silah bulunuyor.

    Türkiye silahsızlanma için öncü olsun

    Haziran ayında 7 ilde, 628 kişi üzerinde yapılan anket çalışmasına göre araştırmaya katılanların yüzde 46'sı Türkiye'de nükleer silah bulunduğunu söylüyor. Türkiye'nin kitle imha silahlarının ortadan kaldırılmasına yönelik dünyadaki ülkelere öncü olması fikrini destekleyenlerin oranı ise yüzde 75.

    Greenpeace sözcüleri Danimarka, Norveç ve İspanya, barış zamanlarında topraklarında nükleer silah bulundurmayacaklarına dair karar aldığını, Yunanistan'ın ise topraklarındaki NATO silahlarının kaldırılması talebinde bulunduğunu hatırlatıyor.

    Greenpeace sözcüsü Özgür Gürbüz, yazılı açıklamasında 'Türkiye hükümetinin arkasında kamuoyu desteği olduğunu görüyoruz. Hükümetin tek yapması gereken, halkın sesini dinleyip NATO toplantısı sırasında bu isteği diğer ülkelerin temsilcilerine iletmek. Türkiye'nin nükleer silahsızlanma için diğer ülkelere önayak olmasını istiyoruz. Anket sonuçları da istemimizi Türk kamuoyunun desteklediğini gösteriyor' dedi. inadina.com - sayı 134

  • filistin16.07.2004 - 12:43

    NEDEN? Ahmet Davutoğlu
    Ortadoğu yeniden savaşın eşiğine geldi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu bölgede yapay sınırların çizilip yapay ülkelerin yaratılması zaten uzun sürecek çekişmelerin tohumlarını buraya atmıştı. Ülke liderlerinin paraları silahlara harcayıp halklarını fakir bırakmaları bu bölgede sorunları giderek derinleştirmişti. Bir de bunlara bütün Araplarla kavgalı İsrail devletinin kurulması eklenince, dünyanın bir türlü barışa kavuşamayan coğrafyası Ortadoğu, ucu kaybolmuş bir sorun yumağına dönüştü. Bugün israil'in Filistin'i işgal etmesiyle bölge yeniden bir kaosun eşiğine geldi. Her gün insanlar ölüyor, karşılıklı nefret büyüyor. Ortadoğu üzerine yaptığı analizlerle bilinen Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Profesör Ahmet Davutoğlu ile Ortadoğu'daki sorunların nedenlerini, İsrail-Filistin meselesini, bu sorunun çözümünün mümkün olup olmadığını, tarafların neler istediğini, Türkiye'nin tutumunu, Amerika'nın tavrını ve bütün bunların sonuçlarını konuştuk.


    Ortadoğu savaş alanına döndü. Bu savaş kaçınılmaz mıydıyoksa iki tarafın liderlerinin ya da bir liderin hatasından mı patlak verdi?

    Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da bir gerilim süreciyle bu savaşa sürüklendi. Özellikle İsrail barış sürecini durdurma ve gerilimi artırma yönünde bir irade kullandı.

    İsraillilerle Filistinliler arasındaki en büyük anlaşmazlık ne? Hangi noktada takılıyor barış?

    En büyük anlaşmazlık konusu Kudüs. Kudüs sorunu çözülmedikçe İsrail-Filistin sorunu çözülmez. İsrail'le Filistin arasında beş temel sorun var. Bir, Kudüs'ün nihai statüsünün ne olacağı. İki, kendi içinde bütünlüğü olan entegre bir Filistin devletinin doğuşu meselesi. Üç, Filistinli mülteciler sorunu. Dört, Yahudi yerleşimciler meselesi. Beş, ekonomik kaynakların ortak kullanımı. Eğer Birleşmiş Milletler'in kararı geçerliliğini sürdürseydi ve bu kararı referans alan 1993 Oslo barış süreci devam etseydi, İsrail 1967'de işgal ettiği bölgelerden çekilecekti. Bu, İsrail'in Doğu Kudüs'ten de çekilmesi demekti. Böylece 1999 yılı itibarıyla bir Filistin devleti kurulacaktı ve Kudüs'ün nihai satüsü konuşulacaktı.

    Ama israil 1999'ta bu nihai noktaya gelindiğinde, Oslo barış sürecini durdurdu. Filistin bölgesinde Yahudi yerleşim merkezleri kurmayı sürdürdü. Kudüs'ün etrafını Yahudi yerleşimleriyle çevirdi. Böylece entegre Filistin devletinin kurulması zorlaştı.

    Filistin-İsrail anlaşmazlığını çözmek imkânsız mı?

    Filistinlilerle İsraillilerin kendi başlarına sorunu çözmeleri mümkün değil. Bu sorunu çözmek için uluslararası hukuk normlarına saygılı bir uluslararası irade lazım. Ne var ki uluslararası irade olabilecek Amerika şu anda uluslararası hukuka saygı göstermiyor. İsrail, 11 Eylül'ün yarattığı terörizmle mücadele havasından yararlanıyor. 11 Eylül yaşanmasaydı, İsrail barış masasına dönmek zorunda kalacaktı. Çünkü Amerika, Filistin devletini tanıması konusunda İsrail'e baskı yapıyordu. Şaron'u da kendisine çok muhatap almıyordu. Ama 11 Eylül'den sonra Amerika Şaron'un politikalarına yeşil ışık yaktı. 11 Eylül atmosferi İsrail-Filistin savaşını tırmandırdı.

    İsrail Filistin'le arasındaki sorunun nasıl çözümlenmesini istiyor?

    Kudüs'ün İsrail devletinin ebedi başşehri olmasını istiyor. Bu noktada verebileceği taviz, Müslümanlarla Hıristiyanların Doğu Kudüs'te ibadet etmelerine serbestlik tanımak.

    Filistinliler nasıl bir çözüm öneriyor?

    Filistin, İsrail'in 1967 işgalinden önceki sınırlarına çekilmesini, tarihi Doğu Kudüs'ü Filistin egemenliğine terk etmesini istiyor. Filistin'in verebileceği taviz, tarihi Kudüs'ün Yahudilerce kutsal olan kısmında İsrail egemenliğinin devam etmesi. Mültecilere gelince, İsrail Filistinli mültecilerin Doğu Kudüs'e geri dönmesini kabul etmiyor. Dönmeleri halinde İsrail'in Yahudi karakterinin bozulacağını düşünüyor. Mülteciler ancak Batı Şeria'ya dönebilir diyor. Ayrıca İsrail, kurulacak Filistin devletinin İsrail'in güvenliğini tehdit etmeyecek, İsrail'e bağımlı, askersiz bir devlet olmasını istiyor. Bunun için de Yahudi yerleşimcilerin Filistin bölgesinden çıkmasını istemiyor. Çünkü Yahudi yerleşim bölgeleri orada kaldıkça, vatandaşının güvenliğini gerekçe göstererek İsrail her an Filistin'i işgal edebilir. Filistinliler ise tam bağımsız bir devlet kurmak istiyor. Ekonomik kaynakların ortak kullanımında İsrail bugünkü durumun devamını istiyor. Bugün İsrail, Filistin'e ait Batı Şeria'daki su kaynaklarının yüzde 80'inini kullanıyor.

    Filistin lideri Arafat, Clinton'ın ABD Başkanlığı döneminde o zamanki İsrail Başbakanı Barak'la Camp David'de buluşmuştu. Oradaki önerileri Barak kabul etti ama Arafat reddetti. Niye reddetti?

    Camp David'de Arafat'a çok iyi bir proje sunuldu sanılıyor. Öyle değil. İsrail, daha önce bu sorunla ilgili Birleşmiş Milletler kararları yokmuş, Oslo barış süreci sanki yaşanmamış gibi pazarlığı sıfırdan başlatmak istedi. İsrail bunu hep yapıyor. Önce barış sürecini durduruyor ve problemli alanlarda avantaj elde etmek için zaman kazanıyor. Sonra tekrar bir barış süreci başlatıyor. Camp David'de de böyle oldu. İsrail yepyeni tekliflerle geldi. Bunlar entegre Filistin devletinin kurulmasını sağlayacak teklifler değildi. Filistin'e Doğu Kudüs'te sadece bir ofis açma hakkını tanıyordu. Kudüs'ü de kendi ebedi başşehri ilan ediyordu. Filistin devletinin askersiz olmasını öngörüyordu ve mültecilerin kendi topraklarına dönme hakkını kabul etmiyordu. Yani Filistinlilerin 1949'daki BM kararından bu yana uluslararası hukuk alanında elde ettiği bütün hakları ortadan kaldırıyordu. Üstelik Kudüs ne Müslümanların, ne Filistin'in ne de Arafat'ın tek başına taviz vermeye yetkili olduğu bir sorun değildir.

    Kudüs sorununu çözmekte kim yetkili peki?

    Şu anda bir muhatap yok ama Arafat, Müslüman dünya, Araplar ve Filistinliler adına böyle bir tavizi veremez. Kudüs Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların ortak problem alanıdır. Zaten Amerika da Kudüs'te bir egemenlik paylaşımına gidilmesini öngörüyordu. Mescid-i Haram'ın üstünde Filistin egemenliğini, altında Ağlama Duvarı'nda ise Yahudi egemenliğini öngörüyordu. Burada Arafat'ın yapacağı şey, uluslararası hukukun gereğini söylemektir. Uluslarası hukuk da bugüne kadar Filistin'den yana kararlar almıştır. Zaten Camp David'deki tekliflere Arafat dışındaki bir başka Filistin lideri de evet diyemezdi.

    Beyrut'ta yapılan son Arap zirvesinde de Arap ülkeleri İsrail'e bir barış önerisinde bulundu. İsrail 1967 öncesi sınırlarına çekilecek, bütün Arap ülkeleri de onun varlığını kabul edecekti. Böylece Araplar yıllarca varlığını reddettikleri İsrail'i tanıyacaklardı. Ama İsrail bu barış önerisine tanklarını Filistin'e sokarak cevap verdi. İsrail barış önerisine niye böyle savaşla cevap vermeyi tercih etti?

    Çünkü barış sürecine kaldığı yerden devam etmek istemiyor. Zaman kazanmak istiyor.

    İsrail 1967 öncesi sınırlarına niye çekilmek istemiyor?

    1967 öncesi sınırlara çekilmek demek, İsrail'in tarihi hak talep ettiği Kudüs ve Batı Şeria'dan geri çekilmesi demek. İsrail teolojik bir devlettir. Teolojik argümanın temelinde de bu toprakların seçilmiş bir toplum olan İsraillilere tanrı tarafından vaat edildiği inancı vardır. İngilizler İsraillilere bir ara Uganda'da devlet kurmalarını teklif etmişlerdi. Niye Afrika'daki boş alanlara gitmediler de buraya geldiler? İsrailliler, Arapların hakkını gaspettiklerini düşünmüyor. Bizim olan bir toprağa iki bin yıl sonra geldik. Tanrı bize bu toprağı geri verdi diyorlar. Bunun tanrısal iradeyle gerçekleştiğine inanıyorlar.

    Radikal dinciler, İsrail bu topraklardan çekilirse, seçilmiş millet, vaat edilmiş topraklar argümanının ve İsrail devletinin kuruluş felsefesinin yok olacağını düşünüyorlar.

    İsrail ordusu, Ramallah'taki karargâhında Yaser Arafat'ı kuşattı. Şu anda onların elinde rehine durumunda. Ama biz garip bir olayla karşılaştık. Bundan üç ay önce Filistin'in özgür devlet başkanı Arafat siyasi ölüme çok yaklaşmış bir liderdi. Filistinli gruplara söz geçiremiyordu. Otoritesi yok olmuş gibiydi. Ama bugün kuşatma altında Filistin'in tek lideri, en büyük kahramanı ve dünya siyasetinin bir numaralı figürü oldu. Nasıl oldu da kötü duruma düşmek Arafat'a siyaseten bu kadar yaradı?

    Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yerel ölçekte yaşanan bir adaletsizlik veya baskı bir anda küreselleşebiliyor. Yerel bir direnişçi küresel bir kahraman haline gelebiliyor. Arafat da, uluslararası vicdanın ortaya çıkmasıyla birlikte gittikçe Mandela benzeri bir imaj oluyor. Barış yanlılarının kahramanı haline geliyor. Dünyada kim uluslararası düzenin işleyişinden memnun değilse, bu düzenin karşısında duran mağdur aktöre yakınlık hissediyor. Şu anda Arafat mağdur. İsrail baskı yaparak bir kahraman yaratıyor. Arafat adaletin sembolü oluyor. Neredeyse bir Mandela doğuyor. Odasında güçsüz ama imaj olarak güçleniyor. Arafat eğer öldürülmez veya sürülmezse, orada kaldıkça güçlenecek. Arafat'ın Filistin halkının iç organizasyonu konusundaki hataları bile artık unutuldu. Arafat bir şeyi kurarken belki o kadar başarılı değil ama, bir baskı karşısında güçlü bir direnişçi. Oysa İsrail dize getirilmiş bir Arafat ister karşısında.

    Sizce Arafat dize gelir mi?

    Zannetmiyorum. İsrail'e yakın bir lider çıkartılsa ve onunla anlaşma yapılsa bu İsrail için optimum sonuç olur. Ama böyle bir Filistinliyi bugüne kadar bulamadılar. Çünkü muhatabın sadece İsrail'in ve Amerika'nın nezdinde değil, Filistin halkı nezdinde de kredibilitesinin olması lazım. Arafat dışında şu anda böyle bir lider yok. Çıkması da zor. Eğer Arafat öldürülürse ki, bu İsrail için çok kötü olur, Filistinli örgütler daha da kenetlenir, bu durumda Arafat'tan sonra çıkabilecek bir lider Arafat'ın bulunduğu yerden geri adım atamaz. Halk nezdinde bir kahramandan sonra o tavizi veremez.

    Şaron güvenli bir ülke sözü vererek işbaşına geldi. Ama İsrail devleti tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. İsrail halkı her an bir yerlerde öldürülme, bir canlı bombayla birlikte patlama tehditlerine ne kadar dayanabilir?

    Güvenliği adil bir barışla değil de şiddet ve güç üzerinden kurmaya çalıştığınızda güvenliği yok ediyorsunuz. Şiddet karşı şiddeti getiriyor. İsrail tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. Bu politika uzun süremez. Eskiden on Filistinli karşılığında bir İsrailli ölürken, bugün dört İsrailli ölüyor.

    Arafat'ı gözden çıkaran Amerika başka Arap liderlerle görüşmek üzere bölgeye dışişlerini bakanını gönderiyor şimdi. Amerika ilk başta barışa bile o kadar istekli görünmüyordu. Amerika Filistinlilerin ezilmesini mi istiyor?

    Amerika Filistin'in bileğinin bükülmesini ve gelişmelerin olgunlaşmasını bekliyor. ABD, barış şartlarının olgunlaşması için Bosna'da üç sene katliama göz yumdu. Filistin tarafının bileği öyle bükülecek ki, barış süreci bu noktada başlatılacak ve Camp David'deki şartlardan belki de çok daha zor şartlarda bir barış Filistin'e dikte ettirilmeye çalışılacak. Ama şu da var, İsrail uluslararası meşruiyetini kaybediyor. Dünyada herkes İsrail'e tepki gösteriyor. Amerika ve İsrail terör kavramını kullanarak istedikleri yöntemi meşru kılmaya çalışıyorlar. Savaş hukukuna bağlı kalmıyorlar.
    Bir de Türkiye'nin durumu var. Tam savaşın en kızgın anında İsrail'le büyük bir tank anlaşması imzaladık. Sanırım bu anlaşmayla Arapları kaybettik. Niye Türk devleti bu kadar kritik bir anda böyle bir anlaşma imzaladı?
    Özellikle askeri alanda Türkiye-Amerika ilişkileri İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Ama bu üçgen bizi Ortadoğu'da yalnızlaştırır. Diyelim ki tank anlaşması çok gerekliydi. Ama zamanlaması çok yanlış oldu. Bazı şeyler kısa dönemde çok ciddi bir çıkar sağlasa da uzun dönemde sizi öyle bir çıkmaza sokar ki, tank işi de böyle. Dünya, televizyondan İsrail tanklarının Filistin'e girdiğini görüyor. Arapların zihninde bu tanklar Türk tanklarıyla özdeşleşebilir. İsrail'in savaşmasında Türkiye'nin payı oldu diye bir kanaat yerleşir. Cezayir'de 50'lerde yaptığımız hatanın, bize o toplumlar nezdinde neler kaybettirdiğini unutmamalıyız.

    Peki Filistin ve İsrail barış istiyorlar mı yoksa her iki tarafın lideri de barıştan hoşlanmıyor mu?

    İkisi de barışa çok yakın isimler değil. Biri asker, diğeri direnişçi. İkisi de kendi istedikleri şartlarda barış olsun istiyor. Uzlaşma bu açıdan çok güç.

    Savaşmak barışmaktan daha mı kolay Ortadoğu'da?

    Ortadoğu'da değil, bütün dünyada öyle. İnsanoğlu'nun tabiatında var bu. Geçen beş yüzyılda bütün büyük savaşlar Avrupa'da oldu. Batı barışı seviyor, Ortadoğu hakları kanı seviyor yanılmasını bırakmak lazım. Avrupalılar savaşlardan yorgun düştüler.

    Ortadoğu henüz savaşmaktan yorulmadı mı?

    Evet, o denilebilir. Ama savaşın şartlarına bakılmalı. Eğer Ortadoğu'da barış olmuyorsa, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra devredilen mirasa bakmak lazım. Ortadoğu'da hangi sınırın tabii bir yanı var ki. Osmanlı'da entegre olmuş bölgeler birbirinden suni ayırımlarla koparılmış. Irak'la Kuveyt niye savaşıyor? Kuveyt diye bir devlet tarihte hiç olmadı. İngilizler oradaki petrolü kendilerine bağlı kılmak için orada ayrı bir şeyhlik kurdular. Ya ürdün'le Suriye arasındaki ihtilaf. Şam ile Amman iki komşu şehir. Eskişehir ile Bursa gibi. Tarih boyunca birbirlerinden hiç ayrılmamışlar. Peki Türkiye ile Suriye niye ihtilaflı? Halep ve Gaziantep Asurlular döneminde bile bu kadar kopuk değildi. Ortadoğu'da bunlar yetmiyormuş gibi bir de dışarıdan İsrail devletini kuruyorsunuz. Bu ülkelerin birbirlerine olan düşmanlıklarını onlara silah satmak için körüklüyorsunuz. Sonra da burada niye problem çıkıyor diye soruyorsunuz. Evet Arapların, Ortadoğuluların ekonomik ve siyasi becereksizlikleri var ama bunlar savaşmak için neden değil.

    Ortadoğu'da sınırlar yeniden çizilemeyeceğine göre bu çatışmalar, savaşlar hiç bitmeyecek mi?

    Çatışmalar ancak ulus-devlet üstü entegrasyonlarla çözülecek. Bu bölgede ekonomik entegrasyonlar gerekli. Suriye ile Türkiye arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiyle savaş ihtimali minimize olur. Çünkü Antep'le Halep birbirinden alışveriş yaparken, halkları asker gönderip niye savaşsın. Ya da Diyarbakır ile Bağdat arasında TIR'lar gelip giderken, Türkiye Kuzey Irak'taki bir oluşumdan niye korksun. Türkiye Irak sınırında da yapaylıklar var. Böyle bir sınır tarihte yok. Kuzey güney savaşı yaşayan ABD'nin de ancak ekonomik entegrasyonla bütün haline geldiğini hatırlayalım.
    Nisan 2002 - www.inadina.com - sayı 38

  • filistin16.07.2004 - 12:38

    Ramallah´tan bir mektup
    'Adila'
    Sevgili Herkes,
    ben Ramallah´taki Halil Sakakini Kültür Merkezi Müdiresiyim (www.sakakini.org) . Evimde kusatma altinda bulundugum icin bu e-maili gazeteci arkadaslara ve digerlerine, daha fazla kisiye ulastirilmasi/dagitilmasi ricasiyla yolluyorum.

    Bu mesajin internette zincir email haline gelip acima duygusu uyandirmasini, dualara veya bagislara vesile olmasini degil, insanlari harekete gecirmesini umuyorum.

    Biz direnerek ve ayakta durarak kendimize düseni yapiyoruz ve dünyadaki herkesi kendi kapasitesi oraninda üzerine düseni yapmaya insanlik adina cagiriyoruz.

    Biz Arap dünyasinin kizilderilileri olmak istemiyoruz, sadece bu topraklarda özgürlük, baris ve onurumuzla yasamak istiyoruz.

    Söze 'canli' olarak yasadiklarim isiginda buradaki durumu anlatan birkac paragrafla baslayacagim ve dis dünyada medyada ve baska yerlerde nelerin olmasini istedigimize dair 9 öneriyle bitirecegim.

    Birincisi bugün - Pazar günü - 30 Filistinli polisin Ramallah´taki Irssal Sokagi´nda sigindiklari binada Israil askerlerince sogukkanlilikla öldürüldügüne dair cok sayida haber aldik. Cuma günü de 5 Filistinli polis kafalarina kursun sIkIlarak infaz edilmis ve cesetleri saatlerce bir odada birakilmisti. Ambulanslarin hedeflerine varmasi engelleniyor. Iki hastaneden biri (Arabcare) basildi, digeri (Nazer Hastanesi) yaylim atesine tutuldu. Bu böyle devam ederse yeni bir Cecenistan veya Saraybosna´ya dönüsecektir.

    Ben sahsen Cuma sabahindan beri evimde hapisim. Ramallah ve El Bireh´deki onbinlerce Filistinli gibi. Ve bu yakinda bitecek gibi gözükmüyor. Bir günlügüne elektrigimiz kesikti, ama Allahtan Pazar günü yeniden geldi.

    Sakakini Kültür Merkezi´nin calisanlarindan birinin köyüne (Kobar) dün Israil ordusu girdi, herkesin evini aradi, esyalar tahrip edildi, köyden götürülen 30 kisi arasinda arkadasimizin kücük erkek kardesi de bulunuyor.

    Merkezimizin temizlikci kadininin oturdugu evin tuvaleti bahcede. 3 gündür kapisinda Israil askerleri nöbet tutuyor ve disari cikilmasini engelliyor. Evin en büyük oglu bugün disari tuvalete cikmaya kalkistiginda Israil askerleri onu yakaladi ve dövdüler. Babasi, bir ögretmen, araya girmeye calisti, Israilliler tarafindan dövüldü ve tutuklanip götürüldü.

    Merkezimizin yönetim kurulu üyelerinden biri Persembe gecesi calistigi ofis binasindaki bütün calisanlarla beraber tutuklandi ve götürüldü. Hepsinin gözleri baglanmisti ve elleri de bagli olarak bir odada önce 16 saat tutuldular. Israilliler büro mobilyalarini kismen tahrip etti ve bilgisayarlarin hard disklerini caldi.

    1. Bu uzun sürecek bir kusatma. Bu yüzden lütfen hikayemizi anlatabilmemiz icin sürekli baskiyi ayakta tutun ve sürekli harekete devam edilmesini saglayin.

    2. Merkezimizin yöneticisi Bayan Manal Issa, cevresindeki cocuklardan kusatma kosullarini nasil yasadiklarini anlatan 10 taniklik belgesi topladi ve yaptiklari resimleri de bunlarla birlikte bilgisayara nakletti. Bu tanikliklara (Arapca) dogrudan onun adresinden ulasabilirsiniz [email protected].
    Ben bunlari yarin Ingilizceye cevirecegim. Bu emaili dogrudan veya kopyalanmis olarak alan herkesten ricam, bu tanikliklarin mümkün oldugunca genis bir bicimde yayimlanmasidir.

    3. Lütfen uluslararasi kamuoyundan ve karar mercilerinden üzerimizdeki kusatmanin kalkmasini talep edin. Her gün onlarca, yüzlerce mektubun [email protected] ve [email protected] adreslerine yollanmasina ihtiyacimiz var.

    4. Bunu yapmak istemiyorsaniz, lütfen ABD´deki belli basli haber ve medya kuruluslarina kusatmayi anlatan mektuplar yazin.

    5. Arap sanatcilardan Batili ve Avrupali sanatcilara konser, gösteri ve isgalin kaldirilmasi icin cagri yapilmasina ihtiyacimiz var.

    6. Batili ve Avrupali sanatcilar lütfen kusatmanin kalkmasi icin harekete gecebilir.

    7. Bir yayin icin calisiyorsaniz lütfen günlük veya haftalik bir kösenizi kusatma hakkindaki haberlere, cocuklarin tanikliklarina ve hastanelerden gelecek raporlara ayirin.

    8. Feci saglik kosullarimiz hakkinda en dogru bilgiyi Ramallah Hastanesi´ni arayarak ve müdürü Dr. Atari veya orada görevli bulunan Saglik Bakanligi Yardimcisi Dr. Munther Sharif´le görüserek ögrenebilirsiniz (972 2 2 298 2220) .

    9. Lütfen önerilerinizi ve bize daha iyi yardim edebilmek icin bizden nelere ihtiyac duydugunuzu iletin.

    Muharrak Klübe, Bahreyn TV´sine, Dubai Nadwat al Thakafa´ya sesimizi simdiden duyduklari icin tesekkür ederiz.
    Hepinize cok tesekkürler. Sesinizi yakinda duymak umuduyla.

    Adila Laidi. (inadina.com - sayı 37)

  • kapitalizm16.07.2004 - 12:28

    Kapitalizme Taze Kan: YAPAY KRİZLER

    Kapitalizm çılgın bir sel gibi önündeki engelleri (? ? ?) yerle bir ederek yoluna devam ediyor ve toplumların özgün kültürel, ekonomik ve sosyal koşullarını dikkate alarak her coğrafyada farklı bir reçete uyguluyor. Bu reçete, bizimki gibi geliştirilmemiş ülkelerde kendini “kriz” şeklinde gösterirken, kimi gelişmiş bölgelerde ise “refahın (egemenler hariç) çeşitli sosyal gruplar arasında bölüşülmesi” masalı ardına gizlenen sermayenin, zamanında bir gün geri alınmak koşuluyla vermeye razı olduğu ödünleri birer birer geri alması şeklinde yaşanıyor.

    Kimilerince gelişmekte olan, fakat aslında sistemin doğası gereği geri bıraktırılmış olan ülkelerde özellikle son dönemde sayıları hızla artan krizler, Marxist’leri sadece heyecanlandırmakla kalmıyor ayrıca her seferinde yeni umutların yeşertilmesine de yol açıyor. Ancak, Asya krizi sonrasında ortaya saçılan belgelerin, yaşanan sözde “kriz”in gerçekte uluslararası finans kapitalin egemenleri tarafından, Wall Street gökdelenlerinden birinin gizli toplantı salonunda ve bir dünya haritası üzerinde daha 1991 yılında kurgulandığını göstermesi sonrasında kafalarda yeni soru işaretleri ve sorgulamaların başladığı, kriz tartışmalarının Manifesto’dan 150 yıl sonra ilk kez farklı boyutta da ele alınmasının bir zorunluluk olduğu görüşü belli kesimlerce kabul ediliyor.

    Gazeteler, her kriz sonrasında olduğu gibi bu kez de birilerinin büyük vurgun vurduğunu duyuruyor. Bu nasıl krizdir ki, her defasında nemalanan sınıf hiç değişmezken, milyonlarca emekçi halk daha da yoksullaşıyor? Uygulamaya konduğu günden beri bilim insanlarının eleştirilerine hedef olan “istikrar programı”nın sadece parasal hedeflere endekslenmesi ve üretim ayağının tamamen göz ardı edilmiş olması nasıl olup ta bu ülkede ürettiğini, istihdam yarattığını iddia eden işveren örgütlerinin desteğini alabiliyor? Gecelik faiz oranları %7000’e yükseldiğinde bundan kimler çıkar sağlıyor? Krizden hemen önceki iki işgününde Merkez Bankasınca piyasaya verilen 7 milyar $ tutarındaki dövizi kimler satın alıyor? Döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi radikal bir kararın alındığı bir Bakanlar Kurulu toplantısına nasıl olup ta Bankaların yönetim kurulu başkanları da katılabiliyor?
    Bu, güdümlü krizlerden her seferinde nemalanarak ve daha da güçlenerek çıkan sermaye sınıfının kendi içinde de çeşitli düzeylerde kayıpların ve tasfiyelerin yaşandığı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ancak, bir sınıf olarak bakıldığında sermaye, “kriz” dönemlerinde birikimini spekülatif yoldan arttıranların da katılımıyla bu kayıpların sistem üzerindeki etkilerini azaltabilmektedir.

    Diğer yandan bize göre asıl yapılması gereken bu krizlerin kapitalizmin ilk ciddi bunalımı olarak kabul edilen 1929 dünya ekonomik buhranı ve daha da önemlisi bu buhran sonrasındaki gelişmelerle karşılıklı olarak analiz edilmesi ve benzerliklerle, ayrışmaların sağlıklı olarak saptanmasıdır:

    - 1929 dünya bunalımı, yer küreyi cehenneme çeviren yeni bir paylaşım savaşına yol açmıştır.

    - Savaş sonrasında ortaya çıkan ve kapitalizmi tehdit eder bir konuma gelen iki kutuplu dünya, sistemi yeni bir ekonomik yapılanmaya zorlamış ve sermaye istemeden de olsa “sosyal devlet” tavizini vermek zorunda kalmıştır.

    - Özellikle Avrupa’da kamu kesimi güçlendirilmiş, sermayenin kar oranlarında ciddi bir düşüş yaşanırken, işçi sınıfının kazanımları süreç içersinde yükselmiştir.

    - 1929 bunalımından da karlı çıkan kesimler olmuş, yeni zenginler türemiştir. Fakat, küresel bir çöküş olması dolayısıyla, toplam tüketimin büyük bir düşüş göstermesi, finans piyasalarının yeterince gelişmemiş olmasından ötürü sermayenin üretime bağımlılığının bu güne oranla çok daha yüksek olması sonucunda kar oranları da ciddi biçimde gerilemiştir.

    - Önce ekonomik kriz ve ardından yaşanan paylaşım savaşı, sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlık yanlısı hareketleri güçlendirmiş; Batı’nın temsil ettiği adaletsiz düzeni reddeden, ancak Sovyet yörüngesine de girmek istemeyen ülkeler “Bağlantısızlar Bloku” nu oluşturmuşlardır.

    Sonuç olarak, 1929 dünya ekonomik krizi kapitalizmin bağrında büyük bir yara açmış ve sistemi, kendini korumaya yönelik adımlar atmaya dahası, tavizler vermeye zorlamıştır.

    Fakat neo-liberal kapitalizmin krizlerine göz atıldığında belirgin bir ortak özelliğin öne çıktığı fark ediliyor: Kapitalizm, bir sistem olarak büyük bir özgüven ve kararlılık içersinde, hiç bir önlem almayı ya da belli tavizler vermeyi düşünmüyor. Hatta, krizlere alışın dercesine artık bir “Kriz Yönetimi” (Crisis Management) sektörü bile oluşturmuş durumda. Daha önce sömürge ülkelerin mücadeleleri sonucunda kazanılan “siyasi bağımsızlıklar”, bugün artık yapay ekonomik krizler yardımıyla geri alınmakta, ancak görüntüsel anlamda bir bağımsızlık hala varmış gibi gösterilmeye çalışılmakta. Politikacılar, kendilerinin bir piyon olarak kullanıldığı bu süreci isimlendirememenin telaşı içindeler, tıpkı Türkiye’nin 57. Hükümetinde Başbakan Yardımcılığı gibi önemli bir görevi üstlenmiş olan Mesut Yılmaz’ın krizin ilk günlerinde TV kameraları önünde belirttiği gibi:
    “Bu, zaten beklenen ve hedeflenen bir durumdu. Yaz aylarında geçmeyi planladığımız dalgalı kur sistemine biraz erken geçtik hepsi bu.”
    Anlaşılacağı gibi bu cümleden bir kriz çıkarsaması yapmak mümkün olmadığı gibi, yaşanan kaosun bir hedef olduğu gibi bir sonucun çıkarılması gerekiyor. Fakat, aynı ropörtaj sırasında gazetecilerin yönelttiği “önümüzdeki aylarda tekrar benzer bir krizin yaşanacağı beklentisi” ile ilgili soruya verilen yanıt daha da ilginç ve siyasilerin nasıl derin bir tutarsızlık içersinde olduklarını ortaya koyuyor:

    “Umarım herkes bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmıştır ve bunu tekrar yaşamayız.”

    IMF ve Dünya Bankası politikalarının yaşanan krizle ilgili olup, olmadığı konusuna gelince, T.MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu olarak bu konuda sadece bir önermede bulunup, bir de küçük hatırlatma yapmakla yetiniyoruz: Brettton Woods ikizlerinin ülkemizdeki krizle bağlantısını anlamak isteyenlere 2000 yılı ilkbaharında Grubumuzca hazırlanıp, Türk Tabipleri Birliği tarafından basılmış bulunan “Kapitalizmin Kaleleri –I” başlıklı kitabı bir kez daha dikkatle okumalarını öneriyor ve kitabın 14. sayfasından alıntı yaparak ilgili bölümü kısaca hatırlatmak istiyoruz:

    “IMF, dünya çapındaki bağımlılaştırma politikalarını yürütürken Merkez Bankalarını sıkı bir şekilde izlemektedir. Hedef, Merkez Bankalarını siyasal iktidarlardan bağımsız hale getirmektir. Bu da pratikte finansal yatırımların Hükümetlerden çok IMF tarafından kontrol edilmesi anlamına gelmektedir. IMF anlaşmaları, Hükümetleri; Merkez Bankası üzerinden para arzı yoluyla kamu harcamalarını finanse etmekten men etmektedir... IMF’nin bir diğer şartı da Merkez Bankasının üst düzey yetkililerinin bir kez atandıktan sonra ne Hükümetlere ve ne de Meclise karşı sorumlu olmamaları, yalnızca uluslararası finans kurumlarına bağımlı hale getirilmeleridir. Bu nedenle bugün pek çok gelişmekte olan ülkede Merkez Bankalarının üst düzey yöneticileri uluslararası finans kurumları ya da bölgesel kalkınma bankalarının çalışanlarıdır.”

    Ülkemizde halen yaşanmakta olan krizden yaklaşık bir yıl kadar önce, uluslararası araştırmalara dayanarak yapılmış olan bu tespitler, bize göre Hükümete Ekonomi Bakanı olarak atanan Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Sn. Kemal Derviş’le ilgili kararın da tesadüfi olmayıp, planın bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır.

    Krizin faturası her zaman olduğu gibi yine yoksul, emekçi kitlelere çıkarılmışken alınacağı söylenen önlemlerin bu geniş tabanla hiç bir ilgisinin bulunmaması savlarımızı daha da güçlendirmektedir. Fakat belli taktiklerde değişikliğe gidildiği de gün gibi ortadadır. İstikrar programının uygulandığı süre içinde başta IMF olmak üzere uluslararası finans kuruluşları üzerinde yoğunlaşan tepkiler krizle birlikte dikkate alınmış ve gerek Başbakan, gerekse yeni Ekonomi Bakanı ısrarla “bundan böyle IMF politikalarına bağımlı olmayacağımız” gibi gerçek dışı bir söylem tutturmuşlardır. Görünüşe bakılırsa IMF Hükümeti uyarmış ve “Uluslararası Para Fonu IMF’yi isterseniz yerden yere vurabilir ve kamu oyu nezdindeki –eğer hala varsa- itibarınızı bu yolla koruyabilirsiniz, ama Fonun direktiflerini harfiyen uygulamak zorunda olduğunuzu sakın aklınızdan çıkarmayın” demiştir. Kamu oyuna verdiği ilk mesajlarda sıkça gelir dağılımını düzelteceği vurgusunu yapan Bakan Kemal Derviş, uluslararası finans kurumlarından alınan kredilerin öncelikli koşullarının gelir dağılımında uçurumlar yaratmasının kaçınılmaz bir olgu olduğunu aslında herkesten daha iyi bilen bir kurumdan, Dünya Bankasından transfer edilmiştir. Ama devir, artık “imaj” devridir ve bu nedenle ne yaptığınız, ne yapabilir olduğunuz değil, ne dediğinizdir önemli olan. Eski Merkez Bankası Başkanı, krizin günah keçisi ilan edilmiştir; iyi eğitim almış, bir de üstüne D.B tescilli yeni Bakan için şimdi bir kez daha kamu oyu desteği talep edilmekte ve değil gelir dağılımının daha adil hale getirilmesi, tersine mevcut durumun daha da geriye götürülmesi ve bunun için emekçi kitlelerden yeni onayların alınması planlanmaktadır.

    Türkiye yeni ve daha güçlü krizlere, neo-liberal kapitalizmin vahşi ellerine teslim edilmiştir. Merkez Bankası ile Hazine arasındaki organik bağın kesilmesinin ardından şimdi de Merkez Bankasının sözde özerkliği adına yeni bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Nisan ayında Meclise sunulması kararlaştırılmıştır. Çıkarılacak yeni kanun ile birlikte bir aracı kuruma indirgenecek olan Merkez Bankası bundan böyle para piyasalarını döviz-faiz dengesiyle kontrol edemeyecek, piyasalarda görece istikrarın varlığı açısından son derece önemli olan dövize kotasyon verme (yapılan son değişikliğin öncesinde günlük döviz fiyatları TCMB tarafından açıklanır ve serbest piyasada fiyatlar verilen bu fiyatlara göre oluşurdu, fakat bundan sonra döviz fiyatları tümüyle piyasa egemenleri tarafından belirlenecek) işlevini yerine getiremeyecek, bunların yerine Bankalarla bir çeşit Türev Piyasası işlemi olan Swap (Takas) yapmakla yetinecektir. Anlaşılması, takibi ve uygulaması son derece teknik ve karmaşık olan Türev Piyasalarında ise kapitalizmin yasaları işlemekte, yani güçlü para zayıf parayı kovmaktadır. Bir başka deyişle, bir takas işlemi olan Swap(X) ile dövizin gelecekteki fiyatı ile ilgili tahminini ortaya koyacak olan Merkez Bankası, kurtlar sofrasının mezesi haline getirilmiştir. Böylece bugünkü İşlemin vadesi geldiğinde, piyasada yaratılacak spekülasyonlar yardımıyla Merkez Bankası yanlış pozisyon alan taraf konumuna getirilebilecek ve zarar eden, yoksullaşan yine ülke halkı olacaktır.

    Sonuç olarak;
    Bu yapay krizle emekçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilmesinin yolu açılmış ve ilk örnekleri yaşanmaya başlamıştır. Emek örgütleriyle (0) ücret zammı ya da ücret azaltmak için masaya oturanlar, bir yandan da bu yeni liberal finans piyasasında karlarını nasıl katlayacaklarının ince hesaplarını yapmaktadırlar. 20 yıl öncesine kadar sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için Gelir Dağılımı politikalarını bir subap gibi kullananlar, bugün gelinen noktada bir sus payından öte hiç bir anlamı olmayan gelir dağılımının bile yalnızca söylemi ile yetinmeye başlamışlardır.

    Yine bu yapay krizler sonucunda, Ülkemizde ve dünyanın 100 kadar ülkesinde dönem dönem uygulanmış ve uygulanmakta olan, bugünkü söylemlerde başarısız olduğu toplumlara dikte ettirilmeye çalışılan IMF programları; aslında çok başarılı olmuş! amacına ulaşmış! ekonomiler çökmüş! ve Kapitalist Sistemin sürdürülebilirliğini sağlama işlevini yerine getirmiştir.

    Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu

    (X) SWAP Örnek: TCMB’nin kasasında bol miktarda Sterling var, fakat aynı zamanda $ cinsinden bir borcu da derhal ödemesi gerekiyor. Aslında TCMB elindeki Sterling’i satarak karşılığında $ satın alabilir. Fakat Sterling’in önümüzdeki dönemde değer kazanacağını veya $’ın halihazırda aşırı değerlenmiş olduğunu düşünüyorsa, Swap yapmayı tercih eder ve kasasındaki Sterling’i belli bir süreyle bir başka Finans kuruluşuna devredek karşılığında $ alır. Kuşkusuz TCMB ile Swap yapan şirketin de bir hesabı vardır ve iki tarafın piyasa beklentileri farklı(ters) olduğu için genellikle bu işlemi yaparlar. İşlemin vadesi geldiğinde çok bilen değil, piyasayı yönlendirebilecek parasal güce sahip olan kazanır.)
    inadina.com - sayı 32

  • küreselleşme16.07.2004 - 12:27

    'İstanbul Buluşması'ndaki tek muhalif ses olan Dr. Hasan Hanefi ile roportaj:

    - Bu forumdan ne bekliyordunuz? Umduğunuzu bulabildiniz mi?

    Ne yazık ki beklentiler, asla tam olarak karşılanamaz. Genellikle, beklenti ile gerçeklik arasında büyük bir farklılık vardır. Ama yine de okyanus, damlalardan oluşur. Bu bağlamda, AB'nin Türkiye'de İslam dünyası ile ortak bir diyaloğa girmesi olumlu. Türkiye, Doğu ile Batı arasında diyalog ülkesi.

    11 Eylül'den sonra neredeyse bütün yazılıp çizilenler, İslam ile Batı arasındaki ilişkiye dairdi. Burada AB Batıyı, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) da Müslüman ülkelerin önemli bir bölümünü temsil ediyor. Genel olarak toplantı; bir yanda kültürlerarası diyalog, medeniyetler çatışması gibi teorik konular ile, taktik konular arasında salındı diyebiliriz.

    Ancak asıl sorun şu ki diyalog, eşit taraflar arasında mümkündür. Ama şu anda Müslümanlar ve Batı eşit taraflar değil: Bir yanda yoksulluk, diğer yanda zenginlik. Bir yanda özgürlük diğer yanda baskı... Demek ki ortada dengesiz, eşitsiz bir güç ilişkisi var. Öyleyse işin taktik düzeyini deşmek gerek. Filistin sorununu ele alalım. İsrail, Filistin ile diyaloğu reddediyor. Görüşme masasına oturması gereken insanlar birbirlerinden çok uzak. Bu pratik sorunu çözmemiz gerek. Müslümanlar kaygılı, kendilerini çok zayıf hissediyorlar. Filistin'in yanı sıra Keşmir, Kuzey Fas gibi sorunları da sayabiliriz. Ama İslam dünyasının kalbindeki mesele, hâlâ Filistin'dir. 11 Eylül saldırısı, aslında bir çığlıktır: 'Biz zayıfız, Amerika güçlü, Amerika İsrail'i destekliyor, onun yanında duruyor' diyen bir çığlık. 11 Eylül, Filistin İntifadası'nın başlangıcı olan 28 Eylüle bir tepkidir. İkinci eylülü, ancak ilkini anlayabilirsek kavrayabiliriz.

    Bu toplantıda dikkatimi çeken bir şey, oturumlarda tartışanların sadece Müslüman ülke temsilcileri olmasıydı. Avrupalılar tartışmıyor, çünkü güçlü olan onlar. Diyaloğa ihtiyaçları yok.

    Bu forumda vurgulanan bir şeyi tekrarlamak isterim: İslam, şiddetin kaynağı değildir. Kuzey İrlanda'daki mezhep çatışmalarını, Sri Lanka'daki Tamilleri, İspanya'daki Bask gerillalarını hatırlayalım Bunların kaynağı da mı İslam?

    Batılılar şiddeti dinsel şiddete, dinsel şiddeti de İslam'a indirgiyor. ABD ve Avrupa'da, İslam ile şiddet arasında böyle önyargılı bir bağ kurulmuş. Oysa aynı İslam geçmişte mantık, ilerleme, hümanizm ile ilişkilendiriliyordu. Belki de gelecekte İslam, özellikle Asya ve Ortadoğu'daki yükselişi ile, ABD'ye bir rakip haline gelecek. Zaten bu nedenle ABD, Afganistan'ı bahane ederek Asya'ya sıçradı. Rusya ve Çin'i, Pakistan'ı, İran İslam Devrimi'ni tehdit ediyor. Irak ambargosunu tamamlamak ve Asya pazarlarını Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Hong Kong'dan almak istiyor. Bu amaçlar için, terörizm gerekçesini kullanıyor.

    ABD, Asya ve İslam'dan kendisine karşı bir cephenin oluşmasını önlemek istedi. İslam dünyası bugün tek küresel dünyaya, tek kutuplu sisteme karşı duruyor, küreselleşmenin yeni bir tür hegemonya olmasını istemiyor. Elbette, küresel bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu kimin küreselleşmesi? Merkezin küreselleşmesi söz konusu, çevre ülkeler ise parçalanıyor. Ortada; uluslararası şirketlerin, sanayileşmiş ülkelerin çıkarına bir küreselleşme var. Öyleyse küreselleşme, yeni bir tür ekonomik, ama aynı zamanda kültürel ve askeri bir hegemonya.

    - 11 Eylül'den sonra iki paralel gelişmeden biri, ABD'nin Asya'ya adım atması ise, diğeri de, ülke farkı gözetilmeden meşru hak ve özgürlüklerin geri alınması, bağımsızlık hareketlerinin terörizm olarak damgalanması oldu. Sizce bu süreç dünyayı nereye götürür?

    Daha fazla Amerikan karşıtlığına. Şimdi yaşadıklarımız, 1960'lardaki savaş karşıtı harekete benziyor. İsrail'de bile barış hareketi protestoya başladı. Seattle, Prag, Cenevre, Londra ve Paris'teki küreselleşme karşıtı gösterileri de unutmayalım.

    ABD, terörizmi tanımlamak için uluslararası bir konferans toplama teklifini reddetti. Böylece terörizm ile ulusal kurtuluş hareketleri, bireysel terörizm ile devlet terörizmi, görünen terörizm ile görünmez terörizm arasında ayrım yapmayı reddetmiş oldu. GATT anlaşması, görünmez terörizmdir. Dünya Bankası, IMF, görünmez terörizmdir. Küreselleşme görünmez terörizmdir. Medya, CNN, görünmez terörizmdir.

    Benim için asıl şaşırtıcı olan, bugüne dek hep 'çoğulcu' olarak sunulan, çoğulcu bir evren tahayyülüne sahip olduğu söylenen Batının, ABD önderliğinde tek taraflı, monolitik bir vizyona yönelmesidir. Dedikleri bellidir: Irak terörist, şeytan ekseni terörist... BM'nin, uluslararası hukukun dışında davranıyorlar... Küba'daki Guantanamo Üssü'ne götürülen Arap-Afgan tutsakları hatırlayın. Onlar için ne insan hakkı, ne uluslararası anlaşmalar, ne Cenevre Sözleşmesi geçerli oldu.

    Müslümanlar, özellikle Filistin meselesinde kendilerini işgal altında hissediyorlar. Bu nedenle İslam, bir direniş dini olarak ortaya çıkıyor ve ABD, İslam'ı terörizm olarak suçlamakta ısrar ediyor. Ama asıl ABD, uluslararası terörizm uyguluyor. Miloseviç'in başına gelenlere bakın: Amerika Miloseviç'in düşmanıydı, şimdi ise onun yargıcı oluyor. İkisi aynı anda nasıl olabilir?

    - Azgelişmiş ülkelerin yöneticilerine dair iki örnek vermek istiyorum. Afgan Dışişleri Bakanı Abdullah Abdullah burada, ülkesini bombalayan ülkelerin temsilcileriyle bir arada. Görüştüğümüz Mozambikli bir bakan yardımcısı ise, bize IMF-Dünya Bankası reçetelerini savundu. Bu iki örnek, azgelişmiş ülkeleri yönetenler hakkında bize ne anlatıyor?

    Afganistan, epey karmaşık bir durumda. 11 Eylül'ü gerçekleştiren kişinin Bin Ladin veya Taliban olduğuna dair elde bir delil yok. Ama ABD oldukça çabuk saldırıya geçti, çünkü asıl mesele Asya'nın kalbine yerleşmekti. Taliban, Afganistan'ın yasal hükümetiydi ve ona karşı isyan etmek, sadece Afganların hakkıydı.

    - Üstelik Taliban, uzun bir süre ABD tarafından desteklendi...

    Taliban, ABD'nin ürünüdür. Pakistan ve Suudilerin katkısını da unutmamak gerek. Ama 11 Eylül'den sonra ABD'nin pozisyonu değişti. Stratejik hedeflerine ulaşmak için, Afganistan'ı kurban seçtiler. Ülkede zaten bir iç savaş sürüyordu, ama bir süper gücün, uzaktan gelip şiddet yoluyla bir hükümeti devirmesi ve yerine bir başkasını getirmesi, uluslararası hukuka tamamen aykırıdır. Afganistan'da kimse bu hükümete saygı duymaz; iç çatışmalar başladı bile. Kısa süre içinde, belki de altı ay sonra, Afganların yabancı işgalcilere karşı ayağa kalkacağını düşünüyorum. Çünkü Afgan halkı bugüne dek hiçbir işgal gücüne boyun eğmedi. ABD, bu dönemde Afganistan'da kurulan geçici hükümeti bir araç olarak kullanıyor sadece.

    Mozambik'e gelelim: Her ülke, bugünlerde bir yabancı işgalden korkuyor. Komor Adaları'na çıkarma yapan 100 darbeci askeri hatırlayın. Herkes, ABD'nin adayı işgal ettiğini sandı ve dünya basını ayağa kalktı. ABD'nin herhangi bir yeri işgal edebileceğine dair ciddi bir korku var. ABD, sopa-havuç politikasını uyguluyor. IMF ve Dünya Bankası'nın havucunu almazsanız, sopa geliyor.

    Ancak bence bu dönemde, 1960'larda yaşanan hareketin gücünde, dev bir yeni anti-sömürgeci hareket yükselecek. Bu hareket; illa ki açık bir askeri işgale karşı değil, küreselleşmeye karşı olacak. Hem Üçüncü Dünya'da, hem de Amerika ve Avrupa'da. Çünkü tek kutuplu dünya sağlıklı değildir. Dünya; tek gözle göremez, tek burunla koklayamaz, tek kulakla dinleyemez. Bu sistem, rakip tanımadığı ve çoğulcu olmadığı için daima baskı kaynağı olacaktır. Piyasalar, işgücü, herşey onların isteğine göre şekillendiriliyor. 21. yüzylılın başlangıcında, yeni bir tehlike yükselmektedir. Geçmişte, iki kutuplu dünyanın savaş ve çatışma kaynağı olduğunu düşünüyorduk. Ama şimdi görüyoruz ki asıl tehdit, tek kutuplu dünya imiş!

    - Yine de, bu durumun tersine çevrileceğini düşünüyorsunuz...

    Çevrilecek. Yeni ulusal hareketler, halk hareketleri ve tabii ki şiddet yükselecek. Amerika uluslararası polis rolünü oynamayı sürdürdükçe, yüzlerce Usame Bin Ladin ortaya çıkacak.

    - Peki ama İslam, doğacak bu hareketi kapsayabilir mi? Geçmişte aynı İslam, SSCB'ye karşı ABD tarafından kullanldı. Bin Ladin ve Taliban, ABD'nin kucağında yetişti...

    Sermayenin uluslararası hegemonyasına karşı çıkanlar, ondan zarar görenler, acı çekenler olacaktır: Latin Amerika'da artık Che'nin ruhu kalmamış. Afrika ise AIDS ve kıtlıklar ile harap olmuş durumda. Geriye tek kalan seçenek Asya. Ve İslam, Asya'nın kültürüdür. Burada İslam derken, Hinduizmi, Budizmi, Konfiçyusçuluğu da kapsayabiliriz; bunların hepsi, İslam'daki değerler sistemine benzer sistemlere sahip.

    İslam, şimdilik muhafazakâr bir tona sahip. Ama belki de bu direniş sürecinde, yeni bir İslam ortaya çıkacak; bir kurtuluş teolojisi. Latin Amerika'daki Katoliklik, Alman köylü isyanlarındaki Thomas Münzer'in ideolojisi gibi, Tayland'daki radikal Budizm gibi... Eğer bu gerçekleşirse İslam, muhafazakârlıktan kurtulup daha militan bir biçime bürünecek ve bir tür halk ideolojisi haline gelebilecek, böylece Batı'nın 'insan hakları' karşısına 'halkların hakları' kavramı ile çıkacaktır. Dünyaya ABD'den bağımsız, yeni, halkları ve rejimleri birleştirici bir gündem sunacaktır. Bugün İslam ülkelerinde rejimler, dış baskılar ile içerideki halk tepkisi arasında ikiye bölünmüş, köşeye sıkışmış durumda. En yakın örnek, Pervez Müşerref'in Pakistanı. İslam ile birlikte liderler, halklarıyla bir uzlaşmaya girebileceklerdir. İslam dünyasının daha yakınlaşması anlamında, umutluyum. Bazı Asya-Afrika ülkelerinin, G-7'ye alternatif olarak G-22'yi oluşturmaları, bu birliğin sağlanması için olumlu bir adımdı. Böylesi birlikler, küreselleşmeye karşı bir Afrika-Asya dayanışmasının güçlendirilmesini sağlayabilir. Çin'i de unutmayalım; Çin, henüz elindeki kartları oynamış değil. Çin'in çıkarı Amerika veya Avrupa'da değil Asya'dadır. Ekonomik sorunlarını ancak böyle çözebilir. Çok kutuplu yeni bir dünyada daha sağlıklı bir uluslararası ortam oluşabilecek.

    - Bölgemize dönelim. Türkiye ve İsrail arasındaki stratejik ilişki hızla gelişiyor. Sadece bu yıl içinde 3 ortak tatbikat yapılacağı açıklandı. Bu ilişki, Ortadoğu halkları için zararlı değil mi?

    Zararlı tabii. Bu nedenle hem İslam dünyası, hem Türkiye kamuoyunda ciddi bir tepki var. Türkiye artık, geleceğinin nerede olduğuna karar vermelidir. İki ülkenin orduları, ilişkilerini büyük bir hızla geliştiriyor, ama aslında kamuoyuna, halkın isteklerine ve tarihe karşı geliyorlar. Türkiye'nin çıkarları İran ile, Suriye ile, Arap dünyası iledir. Biz komşuyuz, ortak bir tarihimiz var ve çıkarlarımız da ortak. Siyasi uyanıklığa, bağımsız bir iradeye ihtiyacımız bulunuyor. Türkiye ve İsrail, İsrail ve Çin arasındaki askeri işbirliğini etkisizleştirecek olan şeyin; kamuoyunun kendisini daha net bir biçimde ortaya koyması olduğunu düşünüyorum.

    Güç, göreceli bir kavramdır. İslam dünyası daha güçlü hale geldiğinde, daha iyi işbirliği yapıp uzun vadeli politikalar üretebildiğinde, Türkiye'nin yabancılaşmasının sona ereceğini düşünüyorum.

    - Türk hükümeti Irak'a yönelik bir saldırıyı desteklerse Ortadoğu'daki konumu ne olur?

    Öncelikle, kendi halkı nezdinde durumu çok kötü olacaktır. Halk, bu saldırıyı asla kabul etmez. Ortadoğu'daki imajı daha da olumsuza dönecektir. ABD de eninde sonunda dostlarını satacaktır zaten. Tıpkı Pakistan'ı Hindistan'a sattığı gibi. Irak parçalanırsa, Türkiye de kendi içinde bir bölünmeyi davet etmiş olur.
    inadina.com - sayı 31

  • bor madeni16.07.2004 - 12:21

    RİO TİNTO ve Bor Pazarı
    Bir bor konusu Türkiye'nin en büyük rezervidir, yani, Dünyanın en büyük rezervlerine sahibiz' diye iddia ediyoruz, ama acaba bor satışları maden olarak değil, hammadde olarak değil, nihai mamul olarak satışlarının yüzde kaçına sahibiz? Yüzde 10'una yüzde
    15'ine sahip miyiz? Ben zannetmiyorum; yani nihai mamul olarak, katma
    değeri ilave edilmiş olarak sahip değiliz. 1960'lı yılların sonuna doğru bu konu üzerine Planlamada eğildiğimiz zaman karşımıza bir büyük monopol sistem meydana çıktı. Üzerinde çok durduk, bu gün gibi hatırlıyorum, hatta bir takım anlaşmaya yaklaşmıştık. Şöyle bir anlaşma;

    Hepinizin de bildiği gibi, 'Amerikan Boraks' diye Kaliforniya'da bir grup, daha doğrusu
    Kaliforniya'daki rezervleri işleten grup, aşağı yukarı dünyanın o tarihlerde yüzde 80'ine sahip durumdaydı ve birtakım patentleri de var. Nihai mamulleri yapıyor. Pazarlaması gayet güçlü. O tarihlerdeki araştırmalarımızda, ya rakiplerine gidecektik, ya da onlarla bir ortaklık
    kuracaktık; yani monopol olacaksak, beraber monopol olalım diye düşündük. Bu şekilde bir anlaşmaya varma imkanı gözüktü, bu söylediğim 1970 yılına doğrudur. 1970 yılı dahil, bu yabancılarla dünyayı ikiye bölmek, Avrupa'yı ve Amerika'nın doğusunu Türkiye'den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika'nın batısını Kaliforniya'dan beslemek - ekonomik oluyor tabii, mesafeler bakımından ekonomik oluyor- böyle bir anlaşmaya varmak üzereydik; ama maalesef o zaman Türkiye'deki devletleştirme havaları, illa her şeyi biz yapacağız havaları bu gelişmeye mani olmuştur.

    Tabii ileri ki yıllarda ülkemiz bunun sıkıntısını çok çekti, döviz yokluğunun ana sebeplerinden biri, bu politikaların 1970'li yılların başından itibaren uygulanamaması, özellikle 12 Mart'tan sonra uygulanmamasıdır.'

    Bu sözler 21 - 22 Haziran 1990 tarihlerinde Ankara'da
    gerçekleştirilen I.Maden Şurası'nın açılış konuşmasını yapan zamanın
    Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a ait. Özal biliyor muydu bilinmez ama, bilinen şu ki, konuşmanın yapıldığı tarihte dünya bor pazarı, tam da düşündükleri gibi, ikiye bölünmüştü.

    Avrupa'yı ve Amerika'nın doğusunu Türkiye'den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika'nın batısını Kaliforniya'dan beslemek şeklindeki paylaşma aynen yürürlükte idi. Uzakdoğu'da en büyük pazar olan Japonya, US Borax tarafından beslenmektedir. Tayland ve Güney Kore Türk borlarına bırakılmıştır, ancak buraya satışlar Owens Corning'in firmasına ait, kendisi de bor üreticisi olan, ABD'deki Billie, Boraxo, Millsite, Kathleen ve Sigma 17-20 bölgelerindeki bor madenleri ruhsatlarının sahibi, üretim yaptığı Billie
    madenini Türkiye'den ucuz hammadde temin ettiği için 1986 yılında kapatan American Borate Company (ABC) tarafından yapılmaktadır. 1995 yılında eski bor üreticisi Yakal ailesine ait Borochemie firması ile bu durum değiştirilmek istendi ise de pek başarılı olunamadı. Yine Amerika'nın batısı US Borax tarafından beslenmektedir.
    Amerika'nın doğusu ve Avrupa, Türkiye'den beslenmektedir. Amerika'nın doğusuna satışlar ABC, Pittsburg Plate Glass (PPG Industries) ve Kobitex aracılığı ile yapılmaktadır.

    Bu anlaşmaya o kadar sadık kalınır ki, rakip US Borax'ın Fransa'daki tesisleri hammadde olarak Türk borlarını kullanmaktadır. Mal temininde sıkıntıya düştüğünde müşterilerini Türkiye'den temin ettiği Asit Borik ile korumaktadır. Etimine, US Borax'tan ürün almak
    istediğinde ise buna izin verilmez. US Borax, Rio Tinto'nun Londra kolu Rio Tinto Plc.nin alt kuruluşu olan Kennecott Holdinge bağlıdır. Sermayesinin %100'ü Rio Tinto'ya aittir.

    Afyon Ticaretinden Kazanılan Para İle Kurulan Şirket: Rio Tinto

    Rio Tinto, 1873 yılında Jardine Matheson firması tarafından kurulmuştur.
    Şirkette en büyük hisse Rothschild ailesine aittir ve kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır. Jardine Matheson 1800'lü yılların başından itibaren Türkiye'den Çin'e 'afyon' ticareti yapan bir firmadır. 1837 Paniği'nde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins
    firmalarının zor duruma düşmeleri ve Rothschildlere başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co ve Perkins Co birleştirilerek Rothschild ailesine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli oluşturuldu. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı'nın Çin'in mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakıldı. Burada, Rothschildler tarafından kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC)
    afyon ticaretini finanse etmeye başladı. Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üretiminde % 12.5'lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada %
    11'lik pay ile yine İngiltere merkezli Anglo American Corp., üçüncü sırada % 8'lik pay ile yine İngiltere merkezli Billiton/BHP gelmektedir. Billiton/BHP firması Royal Deutch Shell'e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American Corp.(AAC) ,
    Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers kanalıyla payı bulunmaktadır. AAC'nin % 37'si De Beers'e, De Beers'in % 34'ü AAC'ye aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır.

    Rio Tinto, 2001 yılında eroinin serbest bırakılması için ciddi miktarda para harcamaktadır. Avustralya'da bazı kiliseler bünyesinde oluşturulan Tolerance Room'larda (Hoşgörü Odaları) haftanın belli gününde, belli saatlerde isteyenlere düşük miktarda eroin enjekte
    edilmektedir. T-Room'ların masraflarını karşılayanlar ve lobi çalışmalarını destekleyenler arasında Rio Tinto'da vardır. Diğer destekçiler, Westpacbank, ANZBank, NABank gibi Rio Tinto'nun kurumsal yatırımcılarıdır. Prens Charles'e ait Queen Truest firması da bu
    çalışmayı desteklemektedir.

    Yukarıda sayılan üç firma ve diğer firmalarla birlikte İngiltere dünya madenlerinin yaklaşık % 50'sini tek başına kontrol etmektedir. Bu durum altın, gümüş, elmas gibi kıymetli madenlerde % 100'e yaklaşmaktadır. Türkiye'de altın, gümüş, trona, bakır, çinko, nikel,
    platonyum v.s. maden aramaları yapan ve yatırım için MAI, MIGA, Endüstriyel
    Bölgeler Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerin yapılmasını bekleyen firmaların
    tamamı sonuçta İngiltere'de yerleşik firmaların kontrolündedir. Kanada
    ve Avustralya'da yerleşik maden firmalarının tamamı da bunların
    kontrolündedir.

    Galip Türkmen
    (inadina.com - sayı 27)

  • bor madeni16.07.2004 - 12:10

    Türkiye'de Bor Madenleri
    Tartışılmayan sorun: Bor

    Özelleştirilmesine karşı çıkılan madenler, yıllardır yabancı şirketlerin kullanımı altında

    Eti Holding'in bir avuç bürokratının oluşturduğu Truva atının yardımı ile, bor madenleri çoktan birkaç yabancı şirketin hammadde deposuna dönüştü. Türkiye'deki bor madenlerinin içindeki bu Truva atı da Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A. oldu.

    Bor madenleri konusunda hiçbir siyasi partinin bor politikası olmadığı açıkça görülüyor. Eti Holding'e prens atar gibi genel müdür atanmış, genel müdür de bor pazarlamasından sorumlu yöneticilerle birlikte o güne kadar belirlenen politikayı uygulamışlar.

    Eti Holding'in Etimine S.A.'daki hissesi halen yüzde 75'tir. Etimine S.A.'nın diğer ortağı Bormine'in hissesi yüzde 9'dur. Yüzde 16 hissenin kime ait olduğu bilinmiyor. Bor madenlerini 2480 sayılı kanuna göre Türkiye'de kendisinin işlemesi gereken Eti Holding, yasal haklarını Hollandalı Ankersmit'e devretmiştir.

    Bor madenlerinin özelleştirilmesine karşı kamuoyundaki duyarlılık Türkiye'nin bor politikası oluşturmasına yardımcı olabilecek kadar umut verici.

    Ancak, kamuoyunda bor madenlerinin önemi çok iyi bilindiği halde, devletleştirme sonrasındaki gelişmeler, satış rakamları, alıcılar, ülkeler gibi konuların yeterince bilinmediği görülüyor. Bunun nedeni, devletleştirme sonrasında DİE istatistiklerinin bile yayımlanmasına izin vermeyen birkaç bürokratın, bor konusunu 'tapınak sırrı' na dönüştürmesidir. Bu nedenle, bor sorunu, 'özelleştirilemez' ya da 'özelleştirilmemeli' nin ötesinde, neredeyse hiçbir açıdan tartışılamıyor. Yıllardır bor madenlerinin zaten birkaç yabancı şirketin kullanımı (imtiyazı) altında olduğu gerçeği gözden kaçıyor. Yabancıların bor madenlerini ele geçirmek için IMF baskısı ile özel sektöre devrini istemelerine hiç gerek olmadığı gerçeği görülemiyor.

    Ne var ki devletleştirme ile bacadan kovulanlar, Truva atı ile çoktan ön kapıdan girmişti bile. Türkiye'deki bor madenleri, Eti Holding'in bir avuç bürokratının oluşturduğu Truva atının yardımı ile, çoktan birkaç yabancı şirketin hammadde deposuna dönüştü. Türkiye'deki bor madenlerinin içindeki bu Truva atı da Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A. oldu.

    Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporuna göre(1) Eti Holding denetçileri, kuruma yalnız maaş almak için uğrarken, kurumda neler olup bittiğini Werner Bühler 'den(2) öğreniyoruz. Büyük ölçüde bu kitaptan özetlenen bu öykü, bugün iyi niyetle devletçiliği savunan kişilerin yanına sığınmaya çalışan bürokratların da öyküsüdür.

    Etimine S.A. ekibinin oluşması

    1975 yılında Eti Holding'e Satış Müdürü olan Turhan Ardalı 'nın, Etimine S.A. şirketinin kuruluşunda ve daha sonraki politikaların belirlenmesinde önemli rolü oldu. Göreve başladığında, Eti Holding'in bor madenlerini pazarlayan şirketleri, tasfiye edilmesi gereken birer aracı olarak görüyordu. Ardalı'ya göre bütün aracı ve temsilciler birer parazitti. Geçerli temsilcilik anlaşmalarına rağmen, Eti Holding'in en büyük rakipleri Larderello ve US Borax şirketlerine doğrudan satış yapmakta bir sakınca görmüyordu.

    Turhan Ardalı göreve başladığında, İhsan Ergen ve İltekin Aksakoğlu'ndan oluşan bir ekip kurdu. Daha sonra Bülent Bilge 'nin de katıldığı bu ekip, kendisi görevden ayrıldığında da kurduğu politikayı aynen devam ettirdi. 1978 yılında bor madenlerinin tamamen devletleştirilmesinden sonra, 1979 yılında Turhan Ardalı Eti Holding'den ayrıldı ve Londra'da Ultracrest isimli bir şirket kurdu. Aracıları parazit olarak gören Turhan Ardalı'nın sahibi olduğu Ultracrest, Eti Holding'in ürünlerini yurtdışında pazarlıyordu. Eti Holding'in dışında olmasına rağmen, daha önce kurduğu ilişkiler sayesinde, Turhan Ardalı'nın varlığı dünya bor piyasasında hâlâ hissediliyordu.

    Etimine S.A.'nın kuruluşu

    Mart 1982'de göreve başlayan Eti Holding'in Genel Müdürü Muammer Öcal, bor madenlerini yurtdışında pazarlayacak Etimine S.A. şirketinin kurulmasını sağladı. Tamamen yabancı şirketlerin ortaklığı ile oluşan Etimine S.A.'nın kuruluşunun arkasındaki en önemli isim Turhan Ardalı idi.

    O sırada Londra'da Eti Holding'in ürünlerini yurtdışında pazarlayan Ultracrest'in sahibiydi. Eti Holding Pazarlama Müdürü İhsan Ergen ve İltekin Aksakoğlu da Etimine S.A.'nın kurulmasına içeriden destek verdi.

    Etimine S.A. şirketi, yüzde 35.7 Minerais, yüzde 32.9 Brenntag, yüzde 30 Karl Gross, yüzde 1.4 Ultracrest şirketlerinin ortaklığı ile kuruldu.

    Ultracrest, Turhan Ardalı'nın Londra'da kurduğu bir şirketti. O zamanlar konuyu bilen herkes görünürde çok az iş yapmış olan Ultracrest'in nereden para bulup da Etimine S.A.'ya ortak olduğunu merak ediyordu.

    Brenntag, Almanya'da 1975 yılında Eti Holding'in ürünlerini karaborsada satan şirketti.

    Minerais'nin hisseleri ise dolaylı olarak US Borax'ın elindeydi.

    1985'e kadar krom işinden zarar eden Etimine S.A.'nın ortaklarından Minerais, birçok personelini Etimine S.A. şirketine çok yüksek ücretlerle kaydırdı. Nokta dergisi 1986 yılında, Etimine S.A.'nın ortaklarından Minerais'nin, Eti Holding'in dış piyasalardaki en büyük rakibi US Borax'ın elinde olduğunu yazdı. O sırada Etimine S.A., Minerais'nin bürolarında çalışmaktaydı. Genel Müdür Jean Claude Dumont da eski bir Minerais elemanıydı. Dahası Etimine S.A.'nın muhasebesi Minerais'nin muhasebecisi tarafından tutulmaktaydı. Özetle Eti Holding'in kurdurduğu Etimine S.A., Minerais kanalı ile Eti Holding'in en büyük rakibi olan US Borax tarafından yönetiliyordu.

    1987 yılında Eti Holding, Etimine S.A.'nın yüzde 91 hissesini satın aldı. Yeni ortak Bormine'e yüzde 9 oranında hisse verildi. İltekin Aksakoğlu Etimine S.A.'ya Genel Müdür Yardımcısı oldu.

    Fethi Ağalar dönemi

    Ancak, Etimine S.A. hâlâ Minerais tarafından yönetilmekte, hesaplarını da onlar tutmaktaydı. US Borax'ın sahip olduğu Minerais'nin eski Genel Müdürü Ehrmann, hâlâ Etimine S.A.'nın Yönetim Kurulu üyesiydi. Etimine S.A., Minerais'den koptuğu takdirde kendisinin sağladığı kredilerin kesilebileceğini ileri sürüyordu. Dünya bor madeni rezervlerinin yüzde 66'sına sahip bir kuruluş için kredi kullanmak bir nimet haline gelmişti. Ocak 1989'da Fethi Ağalar Genel Müdür oldu. Fethi Ağalar, Yönetim Kurulu üyesi olduğu için Ehrmann'a bir şey yapamadı ama Ehrmann'ın arkadaşı, Etimine S.A.'nın Genel Müdürü Jean Claude Dumont'u görevden aldı.

    Hissedarlıktan genel müdürlüğe

    1990 yılında Süha Nizamoğlu yeniden Eti Holding Genel Müdürlüğü'ne atanınca, Satış Müdürü İhsan Ergen, Turhan Ardalı'nın Etimine S.A.'ya Genel Müdür olmasını sağladı. 1993 yılında Eti Holding Genel Müdürü olan Taşkın Akdeniz, İhsan Ergen'in yerine Aynur Taşçı 'yı Satış Müdürü olarak atadı.

    Beş yıl boyunca bu ilişki devam etti. İsmail Hakkı Arslan Eti Holding'e Genel Müdür olunca, 1994 yılında Satış Müdürü Aynur Taşçı, Etimine S.A. Genel Müdürü Turan Ardalı ve Genel Müdür Yardımcısı İltekin Aksakoğlu görevlerinden ayrıldı. İsmail Hakkı Arslan, İhsan Ergen'in yakın arkadaşı Bülent Bilge 'yi Satış Müdürü yaptı. Daha sonra yerine gelen genel müdürler de o güne kadar uygulanan politikalara kendi ekipleri ile devam ettiler. Türk borları birkaç şirket için kullandırılmaya devam edildi. US Borax'ın Avrupa'daki rafinerileri ile Larderello ve Solvay, Eti Holding'den yerli sanayicilere göre daha ucuza maden almaya devam etti.

    Eti Holding'in bugünkü ortakları

    Eti Holding'in Etimine S.A.'daki hissesi halen yüzde 75'tir. Etimine S.A.'nın diğer ortağı Bormine'in hissesi yüzde 9'dur. Yüzde 16 hissenin kime ait olduğu bilinmiyor. Bormine, Continental Resources Inc. (New York) şirketler grubuna bağlıydı. Ancak daha sonra tüm hisseleri Ankersmit B.V'ye (Hollanda) sattı. Halen Ankersmit, Hollanda/ Belçika/Almanya'daki kolemanit piyasasında tekeldir. Eti Holding'den aldığı kolemaniti öğüterek Avrupa pazarlarına satmaktır. Bor madenlerini 2480 sayılı kanuna göre Türkiye'de kendisinin işlemesi gereken Eti Holding, yasal haklarını Hollandalı Ankersmit'e devretmiştir.

    Bor politikasını kim belirliyor?

    Bugüne kadar Türkiye'ye hiç kâr transferi yapmayan ve dünyanın en büyük bor rezervlerine sahip Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A.'nın öyküsü böyle. Werner Bühler'in anlattıklarından, bor madenlerinin 1969 yılından başlayarak 1978 yılında biten devletleştirilme süreci sonrasında tamamen birkaç bürokratın eline bırakıldığı açıkça görülüyor. 1996 yılında yayımlanan kitapta anlatılan olaylar bugüne kadar yalanlanmadı. 1995 yılına kadar süren Etimine S.A. öyküsünün devamı için, Eti Holding ile anlaşmazlığa düşen bir başka Avrupalının anılarını beklememeyi umalım.

    Anlatılanlardan bor madenleri konusunda hiçbir siyasi partinin bor politikası olmadığı açıkça görülü- yor. Eti Holding'e prens atar gibi genel müdür atanmış, genel müdür de bor pazarlamasından sorumlu yöneticilerle birlikte o güne kadar belirlenen politikayı uygulamışlar. Bor madenlerini yönetim tarzları, görev anlayışları ve davranış biçimleri, en iyimser anlatımla Nâzım Hikmet 'in 'İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? ' oyunundaki Petrof ve İvan İvanoviç'leri anımsatıyor. Bu nedenle öyküde hiç bir siyasi parti politikasının doğru ya da yanlışlığından söz edilmiyor ve sadece bürokratların adı geçiyor.

    HASAN ÇETİN

    (1) Cumhuriyet 5 Şubat 2001, www.inadina.com

    (2) BORASIT (The Story of The Turkish Boron Mines and Their Impact on Boron Industry - Werner BÜHLER - May 1996 - Switzerland)

  • attila ilhan16.07.2004 - 12:08

    'Batıcı Aydın'ı, Batı Üretiyor...
    E minim, dikkatle okuyanlarınız, sonradan düşünmüştür: Andre Siegfrid 'in
    'Batı Medeniyeti' tarifi, handiyse dört dörtlük, tarif; kavramın, bütün
    temel unsurlarını içeriyor; öyle ise, savaş ertesinde başlatılan, 'Avrupa
    Birliği Hareketi', yarım yüzyıl sonrasında, neden hâlâ tartışılıyor? Neden
    şu 'euro' sorununda bile, uyuşamadılar; geçiş, tam olmadı? (Yanılmıyorsam, Danimarka, reddetmişti.)

    'Avrupa Birliği', dediniz mi, eli ayağı çözülen 'şaşkınları', bir kenara
    bırakıp; Siegfrid 'in tarifindeki unsurları hatırlayalım: 1. Eski Yunan, 2.
    İncil (Hıristiyanlık) , 3. Modern Üretim Teknolojisi! Üç aşağı beş yukarı,
    Batı Avrupa 'da bunların hepsi var ve işliyor; öyleyse neden, bir türlü tam
    mutabakat sağlayamıyorlar? Daha işin başında, İngiltere 'nin, 'birlik'
    fikrine, ne kadar 'soğuk' baktığını, unuttuk mu? Bugün bile Londra, birliğin
    'merkezi' olamadığı için; daha çok, ABD 'nin 'köstebeği' rolünde görünmüyor mu? 'Ortak Pazar' döneminde, o eski Latin/Cermen uyuşmazlığı, sık sık, kendini hissettirmedi mi? 70'li yıllarda, İtalyan basınında, Kuzey'in Güney'i, yani Almanya 'nın İtalya ve İspanya 'yı sömürge gibi kullanacağı yazılmıyor muydu? Günümüzde bile, 'Solcu Komünistler' in başlıca savı; 'Avrupa Birliği' nin, Naziler'in savaşla gerçekleştiremediği 'Yeni Nizam' ı, bu defa gerçekleştirdiği; değil mi?

    Neden, üç temel 'unsur' da mutabık oldukları halde, aralarında hırlaşıp
    duruyorlar?

    Andre Siegfrid, hatırladığım kadarıyla, iyi gazeteciydi, kapsamlı düşünen
    biriydi de; Doktor Dalbanezo gibi, (Bkz. 'Kafatası'. N. Hikmet) o da
    'İktisad-i Siyasi' bilmezdi, pek; Avrupa Medeniyeti'nin, o unsurlar'dan
    oluşsa da, 'Ulusal Demokratik Devrim' çağında, her ülkenin, koşullarına
    göre, 'ulusal sentezi'ni yaptığını; gerek ekonomik, gerek sosyal, gerekse
    kültürel düzeyde, onun 'üstünlüğünü' savunduğunu kestiremiyor. 'Avrupa
    Medeniyeti', elbette 'Aydınlık Felsefesi' de demektir; ama, onun getirdiği
    Rasyonalizm (Akılcılık) , nurtopu gibi iki düşman kardeş doğuruyor:
    Liberalizm ve sosyalizm! Buysa, sosyal sınıfların, hem ulusal hem
    uluslararası sınırlar' içinde, çekişip durması demek! Aksi halde, aynı
    'medeniyet' in mensubu oldukları halde, Avrupa ve Amerika 'nın (Batı 'nın) ,
    yarım yüzyıl içinde gezegeni, iki büyük dünya savaşına sürüklemesini nasıl açıklayabilirsiniz?

    Çıkar paylaşmasında, anlaşamıyorlardı: 'Ulusallık' ağır basıyordu..


    'Ulusal çıkar' hep ağır basmış! ..


    O yıllarda, meramımı anlatamazdım; savaşın hemen sonrasıydı; bırakın
    işçileri, aydınlardan bile, yurtdışına çıkan pek olmazdı. Anlatamadığım şu:
    Biz burada, Batı, Batı diye sayıklayıp dururuz ya; oraya gittiğin zaman
    görüyorsun ki, Batı diye somut bir şey yok; ya da sadece, Siegfrid'in
    saydığı unsurlar var; onun dışında, tutulabilir gerçek; Fransa gerçeği,
    Almanya gerçeği, İtalya gerçeği, İngiltere gerçeği; bunlar da, 'Batı' değil,
    'ulusal' ekonomik, sosyal ve kültürel birimler ki, bırakın iç içe ve ortak
    olmayı, düpedüz rekabet halindeler: Alman resmi İtalyan resmine benzemez, Fransız edebiyatı İngiliz edebiyatına; İspanyolların düşünce tarzı Almanlardan ne kadar farklıdır; Alman felsefesi de Fransızlarınkinden!

    Ekonomik düzeydeki 'husûmetlerine' (düpedüz 'husûmet' tir, çünkü savaşlara neden oluyor) gelince, bunu iyice idrak edebilmek için, herhangi bir ansiklopedinin 'sömürge' (colonie) maddesini açıp okumalısınız: Gezegen, Avrupa'lı 'ulusal ekonomilerin' doymazlığı yüzünden, son beş asrını, sömürge savaşları halinde yaşamıştır; İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz, İtalya vb. ülkelerin sömürgeleri, aslında, Batı Avrupa 'nın, -Osmanlı dahil-, dünyayı nasıl sömürdüğünü açıkça gösterir. Merak edip baktım, Türkçe Büyük Larousse 'da bile, şu saydığım sömürgeleştirme sürecinin, özetinin özeti bile, küçük puntolarla tam on sayfa tutmuş!


    Belki de 'ulusal'dırlar! ..


    P eki, ne yapıyor bu 'sömürgeci' ülkeler? Batı Medeniyeti 'ni, yekpâre
    olarak -bir bütün halinde- 'ihraç' mı ediyorlar? Siz öyle sanın: gerçi
    usulen 'evrensel kültür' denir ama; her ulusal birim, yani her millet,
    'sömürgesine' kendi 'ulusal' dilini, kültürünü, alışkanlıklarını 'aşılar',
    onları 'kültürsüzleştirir', böylece 'nüfuz alanını' genişletir. Kanıtı
    kolay, İspanyolca, İsyanya 'nın dışında, daha çok konuşuluyor; İngilizce,
    Fransızca öyle; İtalyanca bile, mesela Habeşistan 'da, bayağı yaygındır;
    gerçekte, Batı Avrupa, o ünlü 'medeniyeti'; daha az ünlü olmayan, Atina
    demokrasisinin, Akdeniz ve Karadeniz havzasındaki 'kolonileri'nde, yaptığı
    'marifeti' yapıyor: girdiği yeri oligarşisinin 'yemliği' haline getirip,
    halkını tutsak gibi 'kullanıyor'.

    Bu 'yozlaşma' sürecinde, en büyük yardımcı ve destekçisi, kim diyeceksiniz; bilmeyecek ne var; onların sundukları 'medeniyet' in, yani 'kültür' ve 'ekonomi' nin, gerçekten 'evrensel' olduğuna inanan; safdil, 'yerli'
    aydınlar -ki onlara genellikle 'Batı'cı' deniyor-. Ben hanidir 'komprador
    aydın' adını taktım, çok da yakıştı. Siz bu Müslüman isimli Fransız,
    İngiliz, Rus vb. yazarlar, nereden çıktı sanıyorsunuz? (Yavaş yavaş, Türk
    isimlileri de çıkacaktır, namzet çok.) Bunlar 'Batı' cılar, 'sömürgeci' nin
    diliyle yazmayı, uluslararası olmak, değerini 'dünyaya' kanıtlamak sanırlar!
    Oyunun ne olduğunu, daha XIX. yy'da, Dostoyevsky ve Tolstoy çok güzel
    anlamış, üstelik yazmışlardır; XX. yy'da, yazan çizen çok oldu ama; 'sistem' in hem zenginliğinden, hem sunduğu imkânlardan dolayı; dil, yurt,
    millet -dolayısıyla tarih- bilinci gelişmemiş 'aydınlar' üzerinde, cazibesi
    yüksek, bir nefeste hepsini içine çekebiliyor.

    İyi de, niye kendi aralarında olmuyor bu? Niye Fransa 'da okullarda devlet
    Rusça, Almanya 'da Fransızca, İspanya 'da İngilizce öğretime geçmiyor? Niye yazarları Rusça, Arapça ya da Çince yazmıyorlar? Yoksa, Batı 'daki aydınlar ve sanatçılar, 'Batı' cı değiller mi? Kimbilir, belki de 'ulusal' dırlar.

    Attila İLHAN