çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil, sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır, kapitalist sömürü ve ABD imparatorluğu olduğu sürece yaşayacaktır...
Bugün kalan tek örneği Küba olan bir sistem. ABD de her 30 milyon insan açlık sınırın altında yaşarken ve her sene binlerce insan grip gibi hastalıklardan ölürken Küba'da sağlık hizmeti her alanda ücretsizdir. Ayrıca sağlık kar amaçlı olmadığı için aman hasta gelsin de zengin olayım demeyen bir zihniyet olduğu için koruyucu sağlık politikaları sayesinde bir çok hastalığın adı bile duyulmamaktadır. Sadece bir eksiği vardır bu sağlık sisteminin o da Kübadan kalp ilacı üretilememektedir ve ABD ambargosu yüzünden dışarıdan da alınamamaktadır. ABD'de okul yaşındaki çocuklardan küçümsenemeyecek bir sayı çalışmak zorunda kalmaktadır ve eğitim her kademede paralıdır ve üniversite okumak ABD nüfusuna göre çok az insana nasip olmaktadır öte yandan Küba'da eğitim her kademede ücretsizdir okuma yazma oranı %99'un üzerindedir. ABD dahil olmak üzere birçok ülkeden Küba'da eğitim görmek için kontenjan talebi gelmektedir. Küba'da açlıktan ölen insan yoktur, evsiz insan yoktur. ve Küba'daki bir insanın yaşama süresi bir çok emperyalist ülkedekinden daha yüksektir. ve Küba bütün bunları yaparken elinde sadece birkaç tane hammadde vardır anlayacağınız kaynakları çok kıttır. Sovyetler birliğinde ise Rusya tarihinin hepsinde görülen açlık ortadan kalktı(unutmayınki Rusya doğru dürüst buğday yetişmeyen bir ülke) . sovyetler birliği'nin eğitim(her köye kadar tam donanımlı ilkokul) ve sağlık alanındaki başarısı üzerine konuşmaya bile gerek yok zaten sovyetler çözüldükten sonra yaşam yılı on yıl geriledi rusyada. Kültür sanat faaliyetleri toplumun tümünün yararlanabileceği şekildeydi. Stalin döneminde nazi faşizmi ezildi ama bu sırada sovyetlerin birçok şehri yerle bir oldu sanayisinin %70'i yok oldu ve bu noktadan Sovyetler toparlandı ve dünyanın en büyük gücü oldu. Evet belki sosyalizmde Mersedesler, özel jetler, saray gibi villalar, haremler, genelevler yoktur ama bunun yanında Açlık, Eğitimsizlik, Sağlık sistemine dair problemler ve daha binlerce kötü şey de yoktu.
Peki sovyetler niye çözüldü? . 20. kongreden başlayan bir süreçle SBKP bir refah dönemi tahlili yaptı ve artık halka siyaset ve bilinç taşımanın gereksiz olduğundan bahsetti. Halka siyaset ve bilinç taşımayınca doğal olarak devrimin kazanımlarına yabancılaşıldı. İnsanlar biz mercedese binemiyoruz diye isyan ederken o mercedeslerin pırıl pırıl vitrinlerin olduğu ülkelerde çocukların sokakta yaşadığını, eğitim ve sağlık hizmetinin paralı olduğunu vs. bilmiyorlardı. Bunun en güzel kanıtı 93 yılındaki devrimci kalkışmaydı. Halk sosyalizmi geri istedi ve ayaklandı. Neredeyse teknik sebepler yüzünden başarısız olan bu kalkışma sonucunda birçok devrimci lider öldürüldü ve tutuklandı.
Küba bu anlamda daha başarılıydı F.Castro yönetimi halkı devamlı siyasal tutarak sovyetlerin çözülüşünden sonra bile ayakta kalmayı başardı.(ulyanaov)
Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artı Değer Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter. İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur. İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır. Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz. İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir. Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artı-değerdir.
'Hiçbir gerekçe bir sosyalist devletin bir başka sosyalist devletin içişlerine karışmasını mazur gösteremez. Sosyalist devletler arasında varolması gereken eşitlik ve özgürlük içinde dayanışma, bir güçlü devletin iradesini küçüklere dayatması biçimini almamalıdır. Küçük devletlerin bağımsızlığına kıskançlıkla sahip çıkmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur... Sovyetler Birliği sosyalist devletlerle ilişkilerinde -büyük devlet - olmanın üstünlüğü ile hareket etme alışkanlığından vazgeçmelidir.' M.Ali Aybar (1947)
Aybar'ın 1947 yılından beri söylediği bir şeyi doğruluyordu. Ulusal bağımsızlık sorunu işçilerin öncülüğünde verilecek iktidar mücadelesi perspektifinden ayrılamazdı. Şöyle belirtiyordu bunu: 'O günlerde hepimiz bağımsızlığı Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez temel ilkesi sayıyorduk. Türkiye'ye özgü Sosyalizm, Kurtuluş savaşımızın mirascısıydı. Marksizmin Kurtuluş savaşı Türkiye'sinin tarihsel gerçeklerine göre yorumuydu. Ulusal bağımsızlık bizim için Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez bir ögesiydi.', '...Geri kalmış bir ülke olan Türkiye'de komprodor kapitalizmi ilişkileri kökünden değiştirilmedikçe tam bağımsızlığa kavuşulması katiyyen mümkün değildir...İlk milli kurtuluş savaşını zafere götüren fakat insanca bir hayata gene de ulaşamayan işçiler, köylüler tüm emekçiler iyice anlamalıdır ki bu sefer sömürü düzeni tümden değişecektir.' Bütün bunların becerilebilmesi içinde gerçek devrimci eylem demek olan kitleler içinde derinlemesine çalışma yapmak zorunludur. Eylem; 'kitlelerin bilinçli siyasal bir güç olarak davranmalarını sağlayacak ön çabalarla, halk kitlelerinin bizzat etkin hale gelmesini sağlayan bir kavramdır.'
Dünyanın yüzde altmışı tarımcılıkla geçiniyor,Türkiye nüfusunun ise neredeyse yarısı. Tarım bu anlamda giydirme beslenme ve istihdam sorununu çözmesi nedeniyle stratejik bir öneme sahiptir. Günümüzde artık ülkelerin gelişmişlik düzeyleri gıda da kendine yeterlilikle ölçülmektedir.
Uluslar arası sermayenin (Kapitalizmin) yeniden yapılandırıldığı bu dönemde, Türkiye'de hükümetler,IMF ve Dünya Bankası'nın dayatmaları ile ülke çiftçilerini, yabancı ülke çiftçileri ve ulus aşırı şirketlerin yararına (öncelikle küçük ve orta çiftçileri) üretimden caydıracak kararlar almaktadırlar. Bildiğiniz gibi, zirai kredi faizlerini yükseltiler, tarımsal KİT'leri özelleştirdiler, tarımda destekleri kaldırdılar.
Hükümetler; köylüyü, çiftçileştirerek istihdamı koruyup geliştirebilecek, tüketicilere ucuz ve sağlıklı gıdalar sunabilecekken kökü dışarıda politikaları uyguladılar. Tarımsal KİT'ler ile TSKB'lerinin yasalarını üreticiler aleyhine bir biri ardına değiştirdiler. TSKB Yasası, Tütün ve Tekel Yasası, Şeker Kanunu,Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası gibi...
Kısacası; yapılan özelleştirmeler, çıkarılan Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası,Şeker-Tütün Yasası ile kırsal alanda 10 milyon üreticiye ürettirmeyerek işsizliğe mahkum ediyor. Yarattıkları tüm zenginlikleri ellerinden alınıyor,kendi yarattıkları devasa zenginlikleri önünde elleri kolları bağlanıyor, aç bırakılıyor...
Bu yasalar bizim çiftçilerimizin üretmesini alenen engelleyen, işsizler safına aktaran bir araç görevi görmektedir. Örneğin; Tekel ve Tütün Yasası ile tütün üreticilerinin tütün ekimi engelleniyor. Bizim tütünümüz şark tütünüdür ve daha az verimli meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi de mümkün değil. Bu yasa nedeniyle 3 milyon tütün üreticisi işsiz kalacak ve kente göç edecek. Şeker Yasası ile getirilen kotalar nedeniyle tütün üreticilerinden daha fazla sayıda şekerpancarı üreticisi işsiz kalacak. Şekerpancarı küspesine dayalı hayvan besleyen, besiciler hayvancılığı bırakarak işsizler arasına katılacak. Bu güne değin tarımsal KİT'lerde özelleştirme değil de kapatma yapıldığı için çalışanları da işsiz kaldı. EBK,SEK,YEM SANAYİİ'nin özelleştirilmesi hayvancılığı bitirdi,hayvan yetiştiricilerini daha önce işsizler ordusuna katmıştı.
Köyden kente göç etmelerine neden olan bu uygulamaların durdurulması halinde; işsizlik önemli ölçüde engellenebilir. Bunun için de üretici ve tüketiciden yana olacak politik bir iradeye ihtiyaç vardır. Doğru bir tarım politikasının uygulanması halinde işsizlik sorunu azalır. Aksi halde tarımı yok sayarak,işsizlik sorunu çözülemeyeceği gibi, her kesim için huzurlu yaşayabilmek,üretebilmek de mümkün olmaz. Zira,tarım bu ülkenin yaşamını belirleyen bir kültürdür.
Üreticilerin ürettikleri,herkese yetecek kadar bol olan zenginliklere, kendilerinin nasıl sahip olacaklarıyla,açlığın ve yoksulluğun nasıl biteceğiyle,yaşamda kalabilmeleri için ne yapmaları gerektiği soru(n) larına üretilecek çözüm oranında işsizlik,yoksulluk çözüme kavuşur.
Öncelikle,tarım; herhangi bir ticaret ürünü değil, insanları beslemeye,giydirmeye yarayan bir kültürdür ve zorunludur. Mermileri gıda,tankları giyecek olarak kullanamayacağımıza göre tarım ürünlerinin üstünlüğünü,egemenliğini savunmalıyız. Tarım ürünleri işlenmeden önce tarım ürünüdür. İşlendikten sonra sanayi ürünüdür. Tarım bu nedenle,besleyen,giydiren ve istihdam yaratan en önemli sektördür. İşsizliğe karşı mücadelede de en önemli damardır. Türkiye'de tarımın sorunlarını çözmek aynı zamanda işsizliğe çare üretmektir.(inadina.com)
1957 yılında kurulan Avrupa Birliği'nin temelini Ortak Tarım Politikası (OTP) oluşturuyordu. Burada üç ana hedef vardı... Bunlar; üretimde kendine yetme,gıdanın tüketiciye ucuza mal olması ve tarımcı gelirlerinin toplumun diğer sınıflarının düzeyine çekilmesi,üretim artışını garantilemek olarak belirlenmişti. Bunu gerçekleştirmek için de AB içi vergi sistemiyle tarıma mali destek verilmesi gerekiyordu. Bu amaçla üretilen kilo başına yardım verilmeye başlandı yani,daha çok üretene daha fazla para verilmeye başlandı. Ayrıca üreticinin malını satmasını ve gelirini garantilemesi için 'garanti fiyat' sistemine geçildi. Köylülerin toprak sahibi olabilmeleri ve ziraat bankasından avantajlı kredi alabilmeleri için kolaylıklar getirildi. Böylesi politikalar sonucunda; köylüler toprak satın almak için yatırım yaptılar. Kredileri geri ödeyebilmek için de daha çok üretmeye başladılar. Üretim olanaklarını artırmak için de borçlandılar.
Uygulanan bu ekonomi politikalarla gıdada kendine yeterlilik sağlanmıştı ama,stoklar da oluşmaya başlamıştı.
AB 'nde 70'lerin başında inanılmaz düzeyde et,süt ve tahıl stoku oluştu. AB için yüklü maliyeti olan stokların eritilmesi için çok ucuza satılmaları aynı zamanda tarımcıların üretim maliyetinin karşılanması da gerekiyordu. Sistemin devamı büyük üreticilerin işine geliyordu. Çünkü; ürettikçe para kazanıyorlardı. Bu sağlıksız durumu düzeltmek için ilk adım 1984'de atılarak üretime kotalar getirildi.
1992'de Avrupa Birliği,tarıma desteğin azaltılarak yüzölçümüne ya da üreticiye göre belirlenmesi için OTP' de reforma gitti. Fakat bu reform,yardımlara hiçbir değişiklik getirmedi. Yardımların yüzde 80'ni üreticilerin yüzde 20'sine veriliyordu. Bu sistem Avrupa'da tarımda çalışanların sayısını 10 yılda 5 milyon azalttı. Toprakların daha az ellerde toplanması sonucunu getirdi. Ayrıca stok fazlası kısa sürede ihracata yönetildi. Böylece AB,az gelişmiş ülkelerin pazarlarına,o ülkelerin üretim maliyetlerinin altına düşen fiyatlarla girmiş oldu. Az gelişmiş ülke çiftçilerini üretimden caydıracak işsizler ordusuna katacak kararları IMF,Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla o ülke hükümetlerine aldırttılar. Ayrıca, Marakeş'te DTÖ anlaşmalarının imzalanmasında sonra bütün ülkelere üretimlerinin yüzde 5'ini ithal zorunluluğu getirildi. Bu tabii ki, ekonomileri tarıma dayalı olan az gelişmiş ülkelerin pazarlarını sarsarak,işsizliğin daha da artmasına neden oldu.
Anayasa mahkemesi eski başkanı Yekta Güngör Özden'in ve ayrıca 135 kişinin kurucusu olduğu siyasi parti...
çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil, sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır, kapitalist sömürü ve ABD imparatorluğu olduğu sürece yaşayacaktır...
kitap:
' Artı Değer Teorileri '
Yazan: Karl Marks (sol - onur yayınları)
Marx Artı-Değer Teorileri'ni Ocak 1862 - Temmuz 1863 arasında yazdı.
bakınız: artık değer
..ve bir kitap:
' Artı Değer Teorileri '
Yazan: Karl Marks (sol - onur yayınları)
Bugün kalan tek örneği Küba olan bir sistem. ABD de her 30 milyon insan açlık sınırın altında yaşarken ve her sene binlerce insan grip gibi hastalıklardan ölürken Küba'da sağlık hizmeti her alanda ücretsizdir. Ayrıca sağlık kar amaçlı olmadığı için aman hasta gelsin de zengin olayım demeyen bir zihniyet olduğu için koruyucu sağlık politikaları sayesinde bir çok hastalığın adı bile duyulmamaktadır. Sadece bir eksiği vardır bu sağlık sisteminin o da Kübadan kalp ilacı üretilememektedir ve ABD ambargosu yüzünden dışarıdan da alınamamaktadır. ABD'de okul yaşındaki çocuklardan küçümsenemeyecek bir sayı çalışmak zorunda kalmaktadır ve eğitim her kademede paralıdır ve üniversite okumak ABD nüfusuna göre çok az insana nasip olmaktadır öte yandan Küba'da eğitim her kademede ücretsizdir okuma yazma oranı %99'un üzerindedir. ABD dahil olmak üzere birçok ülkeden Küba'da eğitim görmek için kontenjan talebi gelmektedir. Küba'da açlıktan ölen insan yoktur, evsiz insan yoktur. ve Küba'daki bir insanın yaşama süresi bir çok emperyalist ülkedekinden daha yüksektir. ve Küba bütün bunları yaparken elinde sadece birkaç tane hammadde vardır anlayacağınız kaynakları çok kıttır.
Sovyetler birliğinde ise Rusya tarihinin hepsinde görülen açlık ortadan kalktı(unutmayınki Rusya doğru dürüst buğday yetişmeyen bir ülke) . sovyetler birliği'nin eğitim(her köye kadar tam donanımlı ilkokul) ve sağlık alanındaki başarısı üzerine konuşmaya bile gerek yok zaten sovyetler çözüldükten sonra yaşam yılı on yıl geriledi rusyada. Kültür sanat faaliyetleri toplumun tümünün yararlanabileceği şekildeydi. Stalin döneminde nazi faşizmi ezildi ama bu sırada sovyetlerin birçok şehri yerle bir oldu sanayisinin %70'i yok oldu ve bu noktadan Sovyetler toparlandı ve dünyanın en büyük gücü oldu. Evet belki sosyalizmde Mersedesler, özel jetler, saray gibi villalar, haremler, genelevler yoktur ama bunun yanında Açlık, Eğitimsizlik, Sağlık sistemine dair problemler ve daha binlerce kötü şey de yoktu.
Peki sovyetler niye çözüldü? . 20. kongreden başlayan bir süreçle SBKP bir refah dönemi tahlili yaptı ve artık halka siyaset ve bilinç taşımanın gereksiz olduğundan bahsetti. Halka siyaset ve bilinç taşımayınca doğal olarak devrimin kazanımlarına yabancılaşıldı. İnsanlar biz mercedese binemiyoruz diye isyan ederken o mercedeslerin pırıl pırıl vitrinlerin olduğu ülkelerde çocukların sokakta yaşadığını, eğitim ve sağlık hizmetinin paralı olduğunu vs. bilmiyorlardı. Bunun en güzel kanıtı 93 yılındaki devrimci kalkışmaydı. Halk sosyalizmi geri istedi ve ayaklandı. Neredeyse teknik sebepler yüzünden başarısız olan bu kalkışma sonucunda birçok devrimci lider öldürüldü ve tutuklandı.
Küba bu anlamda daha başarılıydı F.Castro yönetimi halkı devamlı siyasal tutarak sovyetlerin çözülüşünden sonra bile ayakta kalmayı başardı.(ulyanaov)
Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artı Değer
Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artı-değerdir.
'Hiçbir gerekçe bir sosyalist devletin bir başka sosyalist devletin içişlerine karışmasını mazur gösteremez. Sosyalist devletler arasında varolması gereken eşitlik ve özgürlük içinde dayanışma, bir güçlü devletin iradesini küçüklere dayatması biçimini almamalıdır. Küçük devletlerin bağımsızlığına kıskançlıkla sahip çıkmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur... Sovyetler Birliği sosyalist devletlerle ilişkilerinde -büyük devlet - olmanın üstünlüğü ile hareket etme alışkanlığından vazgeçmelidir.' M.Ali Aybar (1947)
Aybar'ın 1947 yılından beri söylediği bir şeyi doğruluyordu. Ulusal bağımsızlık sorunu işçilerin öncülüğünde verilecek iktidar mücadelesi perspektifinden ayrılamazdı. Şöyle belirtiyordu bunu: 'O günlerde hepimiz bağımsızlığı Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez temel ilkesi sayıyorduk. Türkiye'ye özgü Sosyalizm, Kurtuluş savaşımızın mirascısıydı. Marksizmin Kurtuluş savaşı Türkiye'sinin tarihsel gerçeklerine göre yorumuydu. Ulusal bağımsızlık bizim için Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez bir ögesiydi.', '...Geri kalmış bir ülke olan Türkiye'de komprodor kapitalizmi ilişkileri kökünden değiştirilmedikçe tam bağımsızlığa kavuşulması katiyyen mümkün değildir...İlk milli kurtuluş savaşını zafere götüren fakat insanca bir hayata gene de ulaşamayan işçiler, köylüler tüm emekçiler iyice anlamalıdır ki bu sefer sömürü düzeni tümden değişecektir.' Bütün bunların becerilebilmesi içinde gerçek devrimci eylem demek olan kitleler içinde derinlemesine çalışma yapmak zorunludur. Eylem; 'kitlelerin bilinçli siyasal bir güç olarak davranmalarını sağlayacak ön çabalarla, halk kitlelerinin bizzat etkin hale gelmesini sağlayan bir kavramdır.'
Türkiye tarımı ve işsizlik
Dünyanın yüzde altmışı tarımcılıkla geçiniyor,Türkiye nüfusunun ise neredeyse yarısı. Tarım bu anlamda giydirme beslenme ve istihdam sorununu çözmesi nedeniyle stratejik bir öneme sahiptir. Günümüzde artık ülkelerin gelişmişlik düzeyleri gıda da kendine yeterlilikle ölçülmektedir.
Uluslar arası sermayenin (Kapitalizmin) yeniden yapılandırıldığı bu dönemde, Türkiye'de hükümetler,IMF ve Dünya Bankası'nın dayatmaları ile ülke çiftçilerini, yabancı ülke çiftçileri ve ulus aşırı şirketlerin yararına (öncelikle küçük ve orta çiftçileri) üretimden caydıracak kararlar almaktadırlar. Bildiğiniz gibi, zirai kredi faizlerini yükseltiler, tarımsal KİT'leri özelleştirdiler, tarımda destekleri kaldırdılar.
Hükümetler; köylüyü, çiftçileştirerek istihdamı koruyup geliştirebilecek, tüketicilere ucuz ve sağlıklı gıdalar sunabilecekken kökü dışarıda politikaları uyguladılar. Tarımsal KİT'ler ile TSKB'lerinin yasalarını üreticiler aleyhine bir biri ardına değiştirdiler. TSKB Yasası, Tütün ve Tekel Yasası, Şeker Kanunu,Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası gibi...
Kısacası; yapılan özelleştirmeler, çıkarılan Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası,Şeker-Tütün Yasası ile kırsal alanda 10 milyon üreticiye ürettirmeyerek işsizliğe mahkum ediyor. Yarattıkları tüm zenginlikleri ellerinden alınıyor,kendi yarattıkları devasa zenginlikleri önünde elleri kolları bağlanıyor, aç bırakılıyor...
Bu yasalar bizim çiftçilerimizin üretmesini alenen engelleyen, işsizler safına aktaran bir araç görevi görmektedir. Örneğin; Tekel ve Tütün Yasası ile tütün üreticilerinin tütün ekimi engelleniyor. Bizim tütünümüz şark tütünüdür ve daha az verimli meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi de mümkün değil. Bu yasa nedeniyle 3 milyon tütün üreticisi işsiz kalacak ve kente göç edecek. Şeker Yasası ile getirilen kotalar nedeniyle tütün üreticilerinden daha fazla sayıda şekerpancarı üreticisi işsiz kalacak. Şekerpancarı küspesine dayalı hayvan besleyen, besiciler hayvancılığı bırakarak işsizler arasına katılacak. Bu güne değin tarımsal KİT'lerde özelleştirme değil de kapatma yapıldığı için çalışanları da işsiz kaldı. EBK,SEK,YEM SANAYİİ'nin özelleştirilmesi hayvancılığı bitirdi,hayvan yetiştiricilerini daha önce işsizler ordusuna katmıştı.
Köyden kente göç etmelerine neden olan bu uygulamaların durdurulması halinde; işsizlik önemli ölçüde engellenebilir. Bunun için de üretici ve tüketiciden yana olacak politik bir iradeye ihtiyaç vardır. Doğru bir tarım politikasının uygulanması halinde işsizlik sorunu azalır. Aksi halde tarımı yok sayarak,işsizlik sorunu çözülemeyeceği gibi, her kesim için huzurlu yaşayabilmek,üretebilmek de mümkün olmaz. Zira,tarım bu ülkenin yaşamını belirleyen bir kültürdür.
Üreticilerin ürettikleri,herkese yetecek kadar bol olan zenginliklere, kendilerinin nasıl sahip olacaklarıyla,açlığın ve yoksulluğun nasıl biteceğiyle,yaşamda kalabilmeleri için ne yapmaları gerektiği soru(n) larına üretilecek çözüm oranında işsizlik,yoksulluk çözüme kavuşur.
Öncelikle,tarım; herhangi bir ticaret ürünü değil, insanları beslemeye,giydirmeye yarayan bir kültürdür ve zorunludur. Mermileri gıda,tankları giyecek olarak kullanamayacağımıza göre tarım ürünlerinin üstünlüğünü,egemenliğini savunmalıyız. Tarım ürünleri işlenmeden önce tarım ürünüdür. İşlendikten sonra sanayi ürünüdür. Tarım bu nedenle,besleyen,giydiren ve istihdam yaratan en önemli sektördür. İşsizliğe karşı mücadelede de en önemli damardır. Türkiye'de tarımın sorunlarını çözmek aynı zamanda işsizliğe çare üretmektir.(inadina.com)
AB 'de tarım ve işsizlik
1957 yılında kurulan Avrupa Birliği'nin temelini Ortak Tarım Politikası (OTP) oluşturuyordu. Burada üç ana hedef vardı... Bunlar; üretimde kendine yetme,gıdanın tüketiciye ucuza mal olması ve tarımcı gelirlerinin toplumun diğer sınıflarının düzeyine çekilmesi,üretim artışını garantilemek olarak belirlenmişti. Bunu gerçekleştirmek için de AB içi vergi sistemiyle tarıma mali destek verilmesi gerekiyordu. Bu amaçla üretilen kilo başına yardım verilmeye başlandı yani,daha çok üretene daha fazla para verilmeye başlandı. Ayrıca üreticinin malını satmasını ve gelirini garantilemesi için 'garanti fiyat' sistemine geçildi. Köylülerin toprak sahibi olabilmeleri ve ziraat bankasından avantajlı kredi alabilmeleri için kolaylıklar getirildi. Böylesi politikalar sonucunda; köylüler toprak satın almak için yatırım yaptılar. Kredileri geri ödeyebilmek için de daha çok üretmeye başladılar. Üretim olanaklarını artırmak için de borçlandılar.
Uygulanan bu ekonomi politikalarla gıdada kendine yeterlilik sağlanmıştı ama,stoklar da oluşmaya başlamıştı.
AB 'nde 70'lerin başında inanılmaz düzeyde et,süt ve tahıl stoku oluştu. AB için yüklü maliyeti olan stokların eritilmesi için çok ucuza satılmaları aynı zamanda tarımcıların üretim maliyetinin karşılanması da gerekiyordu. Sistemin devamı büyük üreticilerin işine geliyordu. Çünkü; ürettikçe para kazanıyorlardı. Bu sağlıksız durumu düzeltmek için ilk adım 1984'de atılarak üretime kotalar getirildi.
1992'de Avrupa Birliği,tarıma desteğin azaltılarak yüzölçümüne ya da üreticiye göre belirlenmesi için OTP' de reforma gitti. Fakat bu reform,yardımlara hiçbir değişiklik getirmedi. Yardımların yüzde 80'ni üreticilerin yüzde 20'sine veriliyordu. Bu sistem Avrupa'da tarımda çalışanların sayısını 10 yılda 5 milyon azalttı. Toprakların daha az ellerde toplanması sonucunu getirdi. Ayrıca stok fazlası kısa sürede ihracata yönetildi. Böylece AB,az gelişmiş ülkelerin pazarlarına,o ülkelerin üretim maliyetlerinin altına düşen fiyatlarla girmiş oldu. Az gelişmiş ülke çiftçilerini üretimden caydıracak işsizler ordusuna katacak kararları IMF,Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla o ülke hükümetlerine aldırttılar. Ayrıca, Marakeş'te DTÖ anlaşmalarının imzalanmasında sonra bütün ülkelere üretimlerinin yüzde 5'ini ithal zorunluluğu getirildi. Bu tabii ki, ekonomileri tarıma dayalı olan az gelişmiş ülkelerin pazarlarını sarsarak,işsizliğin daha da artmasına neden oldu.