Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • 4 temmuz 200319.07.2004 - 16:19

    AKP, çuval ve ayaklar altına alınan milli onur!

  • bir mayıs19.07.2004 - 16:18

    1 Mayıs 1977... İstanbul Taksim Meydanı’nda kutlanan İşçi Bayramı biterken çıkan olayda 34 kişi ölürken yüzlerce kişide yaralandı. Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingi kana boyayanlar yakalanmadı... aradan geçen 24 yıla rağmen hâlâ olayın failleri bırakın yakalanmayı, belli bile değiller!

    1 Mayıs 1977 katliamının ardından basın olayı değişik yorumlarla verdi. 1 Mayıs öncesi başlayan “Olay çıkacak” başlıkları, 1 Mayıs sonrası şöyleydi:
    Hürriyet: Mayıs Katliamı: 34 Ölü,
    Milliyet: Taksim’de Kanlı Miting: 34 Ölü, Yüzlerce Yaralı,
    Günaydın: Maocu Vatan Hainleri İşçi Bayramı’nı Kana Buladı: 39 Ölü Var!
    Cumhuriyet: 1 Mayıs Kanlı Bitti: 33 Ölü,
    Politika: 1 Mayıs Töreni Saldırıya Uğradı - 35 kişi öldü, yüzlerce yaralı var,
    Tercüman: Maocular, DİSK’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar - 34 Ölü Var,
    Son Havadis: Taksim savaş alanı gibiydi - Kızıllar Kudurdu,
    Hergün: Solcular 40 İşçiyi Katletti,
    Bayrak: Taksim’de 38 Ölü,
    Yeni Asya: DİSK mitinginde komünistler birbirini yedi, 40 ölü - Taksim’de Savaş...

    Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur MUMCU’nun 1 Mayıs Olayı’na basının yaklaşımını irdeleyen yazısında sorduğu sorular hâlâ güncelliğini koruyor.



    Soruşturma nasıl yapılmalı! ..
    Uğur Mumcu,
    Cumhuriyet gazetesi, 6 Mayıs 1977

    1 Mayıs Olayı, Türk basını için sınav günü oldu. Bakınız bir kısım basın olayı nasıl çarptırdı, kamuoyunu aldatmak için hangi duyguları kullandı. Bunları acıyla izliyoruz.

    Bu tür olaylarda, peşin ve değer yargılarından kaçınmak gerekir. Çünkü peşin yargılar, çoğu kez, gerçeğin gizlenmesine yarar. Düşüncenin yerini duygu, soğukkanlılığın yerini öfke alır. Bu öfke ve duygu selinden ayrılmasak, gerçeği gün ışığına çıkaramayız.

    Sağ güçler, bu olaydan çıkar sağlamaya çalışıyor. Partiler, dernekleri TRT’si yazar ve çizeri ile, DİSK’i sanık sandalyesine oturtmak, İstanbul’un ilerici, namuslu ve yürekli Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ı karalamak, bundan siyasal yarar sağlamak istiyorlar. Buna meydan vermemek gerekiyor.

    Türkiye’de yıllardır bir oyun oynanıyor. Bir plân adım adım uygulanıyor. Önce, sağ kesim içinde, silahlı örgütler oluşturup, sol kesim üzerine saldırttılar. Bu yetmedi... Şimdi de, solu kendi içinde parçalamak, solu, yine solun bir “fraksiyonu” ile yıpratmak, yoketmek ve yozlaştırmak istiyorlar.

    Devrimci bilinç işte bugünler için gereklidir...

    1 Mayıs öncesinde bir sürü siyasal cinayet işlendi. İstanbul’un orta yerinde genç insanları kurşun yağmuruna tutan eşkıya çetesinin bir üyesi bile yakalanamadı. Sırtında bunca kara tabutu taşıyan İstanbul Valisi nasıl gönül rahatlığı içinde koltuğunda oturmaktadır? ..

    İleri basın olarak, 1 Mayıs öncesindeki siyasal cinayetleri olduğu gibi, 1 Mayıs olayını da didik didik edip, bunların suç belirtilerini, kanıtlarını, devletin bürokratlarına, bakanına, valisine, emniyet müdürüne, bir bir sormalıyız...

    Dört beş gündür gazetelerde okuyorsunuz. İntercontinental Oteli’nden kalabalığa ateş açıldığı söyleniyor. Bu konuda herhangi bir soruşturma yapılmış mıdır? Bu otelin “güvenlik amiri” Emniyet Genel Müdürlüğü eski yardımcılarından ve İstanbul Emniyet eski Müdür Vekillerinden Mehmet Akzambak’a herhangi bir soru yönetilmiş midir?

    1955 yılının 6/7 eylül olaylarına yol açan olay Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından konduğu anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 eylül olaylarının “solcular” tarafından yapıldığı ileri sürüldü. İleri sürülmek ne kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde yatırılmıştı...

    Atatürk’ün Selanik’teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerdedir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığında... Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.

    Sanırız, Oktay Ergin’de bu konuda çok yararlı bilgiler vardır...

    Burada belirli kişileri suçlamak amacı gütmüyorum. Fakat, bu olay, enine boyuna, bütün ayrıntılarıyla incelenmeli ve her belirti, her kanıt, kamuoyu önünde tartışılmalıdır...

    İntercontinental Oteli ile Sular İdaresi duvarından ateş açanlar yakalanmış mıdır? ... Bunu kimden soralım? Emniyet Genel Müdürlüğünden mi, Güvenlik Dairesi Başkanlığından mı? İstanbul Valisinden mi? Kimden? ...

  • deniz gezmiş19.07.2004 - 15:53

    1947 - 1972 yılları arasında yaşamış, 25 yaşında bir gençken, hiç bir insanı öldürmediği halde asılarak idam edildi. Evet sadece 25.(YİRMİ BEŞ)

  • ernesto che guevara 19.07.2004 - 15:49

    39 yaşında öldürülen devrimci.

  • sağ ve sol19.07.2004 - 14:32

    Mehmet Metiner: İslamcı olarak sosyalizme daha yakınım

    'İslam dini bence sosyal adaletçi bir dindir. Eğer siz solu veya sosyalizmi din karşıtı olarak algılarsanız, tabii ki İslam diniyle solun bağdaşması mümkün değil. Ama emeğe saygıyı, sosyal adaleti veya doğrudan adaletin kendisini tesis etmeyi isteyen bir ideoloji olarak alırsanız solu, İslamcılık sola çok daha yakındır. Ama ne yazık ki ülkemizde sol veya sosyalist ideoloji doğrudan doğruya kendisini din karşıtı bir pozisyonda ürettiği için İslamcılık ile hep çatıştı. Sağcılık muhafazakârlık, tutuculuk, bir anlamda geriliktir. Sol, tanımı gereği değişimci, yenilikçi bir öze sahiptir. Ama Türkiye'de nedense sol, statükonun bekçiliğine soyundu. O yüzden solla İslamcılık arasında Türkiye'de bence gerekli olmayan hatta anlamsız bir çatışma iklimi yaratıldı. Ben 15 yaşından beri İslamcılık hareketinin içinde olan bir insanım ama kendimi her zaman sola daha yakın hissediyorum. İslamcı solcu tabii ki olabilir. Kendimi solun değerlerine çok daha yakın hissediyorum. Mesela Suriye'de Müslüman Kardeşler hareketinin lideri olan Mustafa Sıbai İslam Sosyalizmi diye bir kitap yazmıştır. Müslüman Kardeşler hareketi bile İslam sosyalizminden söz edebiliyor. Seyit Kutup sol orijinden gelen biriydi. Sosyal adaleti, emeği, toplumculuğu savunan bir İslami sol, İran'da devrimin çok önemli hazırlayıcılarından biri olan Ali Şeraiti, Marksizm'in solun paradigması içinde yeni bir İslami yorum üretmeye çalıştı. Yeni bir açılım olarak gündeme gelmeli. Kendini bu temelde yeniden tanımlamış ve konumlamış sola Türkiye'nin ihtiyacı var. Bu temelde yeniden demokratik temelde tanımlanmış bir İslamcılık anlayışına ihtiyaç var. Her iki anlayışın da çok rahat biçimde yan yana yürümesi gerektiğine ve Türkiye'yi bu çıkmazdan kurtarması gerektiğine inanıyorum.'

  • hüseyin hatemi19.07.2004 - 14:10

    Radikalden Neşe Düzel in Hatemi ile yaptığı roportaj:

    New York'taki son terör olayından sonra birden Müslümanlık gündeme geldi. Müslüman ülkelerin gelişmemişlik gibi ortak bir özelliğini sanki aniden keşfettik. Şimdi Müslümanların niye gelişmediği tartışılıyor. Sizce neden Müslüman ülkeler gelişemedi?

    Çünkü daha başta hukuk devletinden sapıldı. Hazreti Peygamber'in hemen vefatından sonra sapma başladı. Yanlış yorumlar yapıldı, yanlış örnekler yaşandı ve yanlış bir tarihi birikim oluştu. Bütün bu sapmalara rağmen, hiç değilse Abbasiler döneminde İslam âlemi gene de gelişmemiş değildir. Batı'yla kıyaslandığında gelişmişti. Ama sapma ve zulüm tam anlamıyla önlenemediği, hukuk devleti ve adalet sağlanamadığı için, İslam dünyası o teknik gelişmeye ve refaha rağmen Moğol istilasına karşı duramadı. Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucunda İslam dünyasında o maddi refah da kalmadı.

    O olayların üzerinden 600 yıldan fazla zaman geçti. İslam ülkeleri neden bu kadar uzun bir süreçte hâlâ gelişemedi peki?

    Osmanlı'nın kuruluş devrinden sonra Batı Rönesans ve reform hareketleriyle canlanma gösterirken ve coğrafi keşiflerle Amerika'ya giderken, İslam dünyasında bu kez bir başka dert gerilemeye neden oldu. Bu da hükümdarların, bir nevi din savaşı gibi gösterilen, aslında Ortadoğu hâkimiyetini ele geçirmek için savaşmasıydı. Amerika kıtasına gidemeyen, Avrupa'yla da ilişkisi iyi olmayan Osmanlı'nın bu savaşlar sonucunda İran'la da kültürel ve ticari ilişkileri kesildi, Doğu'yla rabıtaları tıkandı. Eğer İslam, bu sırada uyanıklık gösterip gerçek bir reform ve yeniden yapılanma gerçekleştirebilseydi, Avrupa ilerlerken, o gerilemezdi.

    İslam dünyasında Batı'daki gibi bir Rönesans ve reform hareketi neden yaşanmadı peki?

    İslamın temel ilkelerinde esasen şimdi de reforma gerek yok. Ama eldeki Kuran metninin doğru bilincine varılmalı. Bir de tabii İslam toplumlarında Batı'da olduğu gibi bir burjuva sınıfından da bahsedemiyoruz. Batı'daki reform, dini çatışmadan ziyade burjuvazinin feodaliteyle savaşının bir görünüşüdür. Oysa Moğol istilasından sonra Osmanlı'da katı bir merkeziyetçilik uygulandı. Avrupa'daki gibi feodallerin mahalli aydınları koruması, saraylarda kültür hareketlerinin yaşanması, rönesans hareketi olmadı. İslam âleminin diğer önemli parçası İran'da da Rönesans yaşatılamadı. Sonuçta İslam dünyası bugünkü acıklı hale düştü. Türkiye Cumhuriyeti de maalesef Rönesans'ı yapamadı. Eğer yapsaydı, bugünkü durumda olmazdık. Eğer bir kavim kendini iyiye doğru değiştirmezse, Gorbaçov'un deyimiyle yeniden yapılanmayı, perestroykayı sağlayamazsa, o kavim git gide bozulur. Bu sosyolojik gerçek, Kuran ayetleriyle belirtilmiştir.

    Kuran'ın bir din kitabı olmasının yanı sıra, aynı zamanda toplumsal yaşam biçimini, yönetim tarzını belirleyen kurallar içermesi mi Müslüman toplumların yenilik yapmasına engel oluyor acaba?

    Hayır. İncil, Tevrat da bunları içerir.
    Hıristiyanlık, belki de Roma hukukunun içinde doğduğu için, toplumsal yaşam ve yönetim tarzını belirleyen kuralları pek içermiyor bildiğim kadarıyla.
    Tabii hukuk kurallarının İslam'da yanlış anlaşılması, yorumlanması geri kalmamızın en büyük sebeplerinden biridir. Avrupa'da yanlış yorumlanmış dini kuralların üzerine çıkan, evrensel bakabilen Locke gibi tabii hukukçu düşünürler ortaya çıktı. İslam'da bunlar azınlıkta kaldılar. Oysa bu gibi görüşler başta çoktu ve tabii karşılanırdı. Ama bugün ' İslam kan ve kılıçla medeniyetleri mahveder' görüşü telkin edilerek İslam âlemine bir eziklik, bir aşağılık duygusu aşılanıyor. İslam, devletler arası bir terör altında ezilmeye çalışılıyor. Ve bazıları bu telkinin etkisinde kalıp gerçekten de İslam kan dökmeyi ve acımasız olmayı gerektiriyor yanlışlığına sapıyor. Halbuki İslamiyet'te böyle bir şey yok. İslam'ı Mevlana değil de, Taliban niye temsil ediyor? Avrupalılar da kendilerine sormalılar bunu.

    İslam sormamalı mı?

    Biz de kendimize sormalıyız ama masonluğun kurulmasından itibaren Avrupa'da, 'İslam dünyasının terör yatağı olduğu, İslam düşünürleri diye bir şey olmadığı' söylenmeye başladı. İslam'la Avrupa arasındaki sulhun bozulmasında işin esası şudur. Avrupa'da Yahudilere Hazreti İsa'nın katili muamelesi yapılıyor, onlara zulmediliyordu. Yahudiler 1666'da Sabetay Sevi'nin mesih hareketiyle kurtulacaklarını sandılar. Ancak bu hareket fos çıkınca, bezginliğe düştüler ve ancak gizli bir örgütle kurtulabileceklerini düşündüler. Masonluk hareketini kurdular. O güne kadar kendilerine yapılmış olan zulmün sorumlusu olarak Katolikliği ve Müslümanlığı hedef aldılar. Müslümanlığı da hedef aldılar çünkü o sırada İslam hilafeti onların dönmek istedikleri Filistin devletini elinde tutuyordu. İşte bugün gene aynı sorun sürüyor.

    İslamiyet'e geri dönersek, Müslüman bir toplum, yeni yaşam biçimlerini kendi dininin kurallarına karşı gelmeden benimseyebilir mi?

    Çağın gerektirdiği yaşam biçimlerine karşı çıkan hiçbir kural ve ilkesi yoktur İslamiyet'in. Mesela kadının örtünmesi mübalağalı bir örtünme değildir. Örtünmek erkek için de vardır. Hatta Nur Suresi kadından önce erkek için edebe uygun örtünme emreder.

    Saçını göstermeden başını örtmek mübalağalı bir örtünme mi?

    Onlar sonraki yanlış birikimin sonucudur. Kuranı kerim'de böyle örtünme yok. Ama ben bunu söylediğim için ölüm tehdidi alır hale geldim.

    Peki Kuran'a göre nasıl örtünmeli kadın?

    İşte sizinki gibi. Sizin örtünmeniz İslami bir örtünme. Hatta boynunuz bile örtülü sizin. Boynunuzu da açabilirsiniz. Kadın vücuda sımsıkı yapışmamış, çok dar olmayan giysiler giymelidir. Çünkü erkek fizyolojisi bakışla tahrik olur. Kadın ise görmekle kolayca tahrik olmaz. Onun için erkeğin örtünmesi biraz daha hafif tutulmuştur. Kadının gögüslerini de örtmesi lazımdır. Göğüsleri dekolte bırakmamak için örtüsünü iki yandan bürünür. Kuranı kerimde örtünme bundan ibarettir. Yoksa kadının sesinin namahrem olması, iki gözünün dışında hiçbir uzvunun açıkta kalmaması, hatta Mekke'ye ve Medine'ye gittiğimde gördüğüm gibi bazı kabile kadınlarının gözlerine Mandrake gibi deri bir maske geçirmesi, bunların hepsi sonradan yanlış sapmaların bir sonucudur. Kuran'daki ayetleri yorumlarsak, İslam kadının yüzünü örtmesini, çarşafa bürünmesini, hatta saçının tek teli görünmeden başını örtmesini emretmiyor.

    Geçenlerde Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında 'Fıkıhı aynen uygularsanız karşınıza Taliban çıkar' dedi. Bu sözden, İslam hukuku olan fıkıhı aynen uygularsak Taliban gibi yaşayacağımız, bu yaşamı benimsemiyorsak fıkıhta reform yapmamız gerektiği sonucu çıkıyor. Öztürk'ün saptamasına katılıyor musunuz?

    Eğer fıkıhı şeriatta olması gereken anlamda değil de, yanlış anlamda kullanıyorsak, Yaşar Nuri Öztürk'ün dediği doğrudur. Yerleşmiş fıkıhı yeniden tabii hukuka uygun hale getirmek gerekir. Yoksa fıkıhı bugün bizde de bazı mollaların anladığı gibi anlarsak, elbette ortaya Taliban çıkar. İslam hukuku el kesme, kadına ayırımcılık yapma, zina etti diye kadını veya erkeği yarı beline kadar gömerek taşlama değildir. Bunlar hep sonraki İslam'a aykırı zararlı birikimlerdir. Bu müzahrefatın, bu çöplüğün temizlenmesi lazımdır. Bu tarihi çöplüğün bir kısmını, mesela recm cezasını biz Yahudilerden devraldık.

    İslam hukuku olan fıkıhta bir reform yapmak mı gerekiyor?

    Reform yerine bir 'öze dönüş', bir 'Rönesans' dersek kendimizi daha iyi ifade etmiş oluruz. Çünkü reforma gerek yoktur, zira Kuranı kerim tabii hukukun nihai ve bozulmamış metnidir. Tabii hukuk değişmez, evrensel temel kurallardır. Bunlar adalet, eşitlik, hakkaniyet ve dürüstlük ilkeleridir.

    Hıristiyanların reform dediğine biz 'içtihat' diyoruz. Müslümanlık için içtihat kapısı açık mıdır?

    İçtihat kapısının kapanması diye bir şey yok ama fiiliyatta açık değildir.
    Müslüman toplumların çok ciddi bir kadın sorunu var. Kadını toplumsal hayata sokamıyorlar.

    Müslümanlar kadını toplumsal hayata katmak için İslam'da ne tür değişiklikler yapmak zorundalar?

    Kadın sorunu, dar anlamda İslam'dan doğan bir şey değil. Bu sorun, eşitlik ilkesinin bilincinde olunmamasından doğuyor. Yoksa bizim kitabımızda kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldı, şeytana uydu ve insanların büyük günahla lekelenmesine yol açtı, insanlık lanete kadın dolayısıyla müstahak oldu diye hiçbir şey yok.

    İslam dini kadını ezmenin, erkekle eşit görmemenin dayanağı nasıl yapılıyor peki?

    O tamamen safsatadan ibarettir. Hazreti Peygamber'in veda hutbesi özet le bir insan hakları beyannamesidir.
    Ama bunu da ne hale getirmişler. 'Kadınlarınız size itaat etmezse yaralamamak şartıyla hafifçe dövebilirsiniz' gibi şeyler Kuran'a uyan şeyler değil. Kuranı kerim'deki dövmeyi de gene yanlış yorumluyorlar. Yanlış yorumlanan o kadar şey var ki. Kuran'ın bütünü içinde dövme diye bir şey yok. Ama ben bunu 1978'den beri anlatamıyorum.

    Bu ülkede kalabalık bir din adamları kadrosuyla Diyanet İşleri Başkanlığı var. Oradaki din âlimleri bu gerçeği niye söylemiyorlar da, bir tek siz söylüyorsunuz?

    Diyanet İşleri başkanlarının bazıları kötü birikim dolayısıyla benimseyemiyor. Bazıları da benim söylediğim bazı şeyleri anlıyor ama söylemeye hafifçe cesaret ettikleri takdirde hemen o kadar ağır hücumlara maruz kalıyorlar ki, hemen çevir kazı yanmasın yapıp, ben öyle söylemek istemedim diyorlar.

    Ama aynı Diyanet İşleri Başkanı geçenlerde Mülümanlık'ta reform konusunun gözden geçirilmesini önerdi. Türkiye Müslümanlık'ta yapılacak reformlar için İslam âlemine öncülük yapabilir mi?

    Yapamaz. Diyanet gerçekten özerk olmadıkça böyle bir reform olmaz. İyi anlamda reform bu birikimsizlikte olmaz. Diyanet İşleri Başkanı, izinsiz iyi şeyler söylerse, o zaman da o uluslararası örgütün, baskı grubunun İslam'a bir sempati uyanmasını engellemesiyle susturulur, derhal değiştirilir.

    Diğer Müslüman ülkelerin dinde reform konusunda tutumları nedir peki?

    İslam âleminde böyle bir Rönesans yani temel ilkelerde çağa uygun bir yeniden yapılanma konusunda ümit verecek bir yer yok.
    Her dinin fanatikleri var. Ancak son zamanlarda Müslüman fanatikler bütün dünyayı ürkütecek olaylara karışıyorlar. Neden Müslüman fanatikler birden böylesine güçlendi?
    İslam'ın içinden gelen böyle bir güçlenme yok. Ama İslam âlemi 'medeniyet düşmanı, kanlı katiller' diye ilan
    edildikçe, ezildikçe, sömürüldükçe, baskı altında tutuldukça, adaletin olmadığı yerde terör mikropları etkisini gösterir. Bu sebepleri ortadan kaldırmamız lazım. İslam terörle asla bağdaşmaz. Terör, İslam'da fesat suçudur ve cezalandırılır. Hiçbir amaç bize birisinin hayat hakkını hor görmemize hak vermez. Teröre başvuranlarla mücadele ederken de hukuk devleti ilkelerinden, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamak gerekir. İslam bunu 'Zarara zarar ile karşılık verme, İslam'da meşru kabul edilemez' gibi ifadelerle düzenlemiştir. Ayrıca İslam'da öyle Müslüman olmayanlara karşı ebedi bir savaş ilanı, cihad gereği diye bir şey de yoktur. O da yanlış yorumlanan şeylerden biridir. Din yaymak diye bir şey yoktur. Bunu Kuran açıkça söyler. Dinde zorlama olmaz.
    Bin Ladin gibi biri kendini İslam'ın lideri kabul edip cihad ilan edebiliyor.
    Ama Bin Ladin de dışarıdan uyduruldu. Sonra öldürülmek istendiğinde, o da Saddam gibi diretmeye başladı. Sovyet tehlikesini yeşil kuşakla çevirelim diye Taliban'ı kim besledi, büyüttü? İslam'ın bilinçlenmesi, kendi gerçeğine sahip çıkması lazım.

    Dinde zorlama olmaz dediniz. İslam toplumlarında yaşananlara baktığınızda zorlama var ama...

    Ben olması gerekeni anlatıyorum.
    Huntington 'kültür çatışmasından' söz ederek Müslüman-Hıristiyan karşıtlığını gündeme getirdi. Bugün bu görüşü paylaşan Müslümanlar da var. Müslümanlarla Hıristiyanlar gerçekten düşman mı yoksa bu yapay bir düşmanlık mı?

    Elbette yapay bir düşmanlık. İslam alemine karşı meşum bir planı gerçekleştirmek istemektir bu. Ben Yahudiliğe sevgi beslerim ama Amerika'da yuvalanmış, dünyaya hâkim olmak isteyen çok tehlikeli, ırkçı bir sermaye odağı var. Ben Türkiye'yi de bağımlı kılmış o örgütü eleştiriyorum. Bu küçük grubun Amerika'ya da hâkim olarak dünyaya yaptığı telkinler var. Hıristiyanlığın Apocalypse kitabı o kadar ustalıkla kullanıldı ki, Dünya Ticaret Merkezi'nin kuleleri vuruldu. Araplardan seçilen pilotlar uçaklar otomatiğe bağlanmış bir şekilde kulelere gittiler ve durumu belki ancak ölürken anladılar.

    Bugün Hıristiyanlığın kurallarını bire bir uygulayan devletler yok ama Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi İslam'ın kurallarını bire bir uygulamak isteyen Müslüman devletler var. Niye iki din arasında böyle bir farklılık söz konusu?

    Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal, 'Benden sofiye ve mollaya selam olsun. Onlar bize Allah'ın emirlerini tebliğ ettiler. Fakat nasıl iştir ki, onların bize naklettikleri yorumlar Allah'ı da, Cebrail'i de, Peygamberi de hayretler içinde bıraktı' diyor. Yani tatbik ettikleri şey İslam değildir.

  • hüseyin hatemi19.07.2004 - 13:51

    1990 yılında '12 Eylül' sonrasında görevlerinden alınan 1402'lik öğretim üyeleri görevlerine dönmek için üniversitelerine başvurmaya başladılar. İlk başvuruyu Profesör Dr. Hüseyin Hatemi yaptı.

  • uğur mumcu19.07.2004 - 13:39

    Defne Sarısoy'un IRAK ile ilgili Hüseyin Hatemi ile yaptığı söyleşiden...

    'Defne Sarısoy: Yani gelişmeler bu yönde ilerliyor diyorsunuz...?

    Hüseyin Hatemi: Bir ihtimal Kürtler ayrı bir devlet haline getirilirler ama Kürtler, o zaman Irak’tan ayrılarak hem İran’ı, hem Türkiye’yi, hem Irak’ı tehdit eden bir ülke konumuna gelir. Ortak düşman olur. Bölgede İsrail ve ABD müttefiki bir Kürt devleti kurulabilir, açıkça söylenmese de bunu istedikleri kesin. Rahmetli Uğur Mumcu zaten bu durumu daha şehit edilmeden hemen önce dile getirmişti. Kanımca bunu dile getirdiği için ortadan kaldırıldı. Uğur Mumcu bölgede, CIA ve Mossad’tan aylık alan, sözümona Kürt milliyetçi liderlerini (Talabani gibi) açıkça yazdı. “Mossad’ın bizim güney sınırlarımızda işi ne” şeklinde yazılar yazdı. Bu yazıyı yazdığı gün ben, Cumhuriyet gazetesinde okumuştum ve hayrete düşmüştüm. Bu kadar cesur bir yazıyı yazdığına göre belki de bir güvendiği, dayandığı vardır diye ummuştum ama yokmuş demek ki. Mossad’ın etkinliğini bu kadar açık bir ifade ile yazması gazetecilik adına inanılmaz bir cesaret örneği idi.

    Defne Sarısoy: Mumcu tam olarak bir Kürt devleti kurulacağını mı söylüyordu?

    Hüseyin Hatemi: Sıradan idealist bir Kürt devleti değil, tam anlamıyla İsrail bağımlısı olan bir Kürt devleti!

  • hüseyin hatemi19.07.2004 - 13:30

    Defne Sarısoy ile yaptığı söyleşi:

    Defne Sarısoy: Irak’ta savaşın ardından geçen bir yıldaki gelişmeleri değerlendirerek başlayalım isterseniz.



    Bağdat’ın düşüşünden bu yana Felluce direnişin en önemli noktası oldu. Son bir haftada yaşananlar ise, daha farklı bir hal aldı. Şii lider Muktada El Sadr’a bağlı birliklerin direnişin bir başka ayağını oluşturduğunu görüyoruz. Gelinen noktada Irak’ta durum ne sizce?
    Hüseyin Hatemi: Bağdat’ın düşüşünden sonra ortaya çıkan süt liman görünüm zaten aldatıcıydı. Bu kadar kolay teslim olan bir kent böyle devam edecek değildi. Bağdat’ta Saddam’ın muhafızlarının ABD güçlerine karşı çıkmaması da çok şaşırtıcı bir olay değildi. Saddam hakikaten kötü bir liderdi, Hitler gibi bir liderdi. Hitler’in ortadan kalkması nasıl Almanya’da birçok insanı mutlu ettiyse, Saddam’ın ortadan kalkması da öyle.




    Bu noktada yanılgı şu: Saddam’dan kurtulup, tam bir bağımsızlık elde edecek olan Irak halkının, ABD’ye kayıtsız şartsız itaate razı olması da beklenmemeliydi. Şiiler belki o sırada ses çıkartmıyorlardı, şunu biliyoruz ki, Şiiler Saddam’ın devrilmesinden sonra yeniden mücadeleye başlayacaklardı. Halihazırda Irak’ta çoğunluktadır Şiiler. Toplam 24 milyon olan nüfusun 15 milyonunu teşkil eder. Sayıları 8 milyonu bulan Sünnilerden sonra, 1 milyon kadar da Sabii dediğimiz Hristiyan ve Musevi inançları arası grupta insan vardır. Süryaniler, Keldaniler ve Yezidiler gibi gruplar da nihayetinde en fazla 1 milyonu bulur.
    Irak’taki Şii çoğunluk, İran’daki gibi yönetim geleneğine sahip değildir.
    “Mukteda El Sadr’ın babası Muhammed Bakır El Sadr, “Şii siyasi bilinci”ne en yakın Ayetullah’tı diyebiliriz.”

    Bağdat ve Irak bölgesi Kanuni devrinden beri Sünni bir idareye alışıktır. Onun için Irak’taki Şiiler, Sünni bir idareye zaten asırlarca alışık oldukları için Irak’ta bağımsız bir Şii devleti kavramı oluşmamıştır. Irak Osmanlı yönetiminden çıktıktan sonra da, Şiilerin yönetimi ele geçirme gibi bir girişimi olmamıştır. Bu tarihi nedenle, Sünni iktidarlar Irak’ta devam edegeldi. Saddam zamanında da sosyalist olsa da, Sünni menşeli Arap milliyetçisi Baas Partisi hüküm sürdü. 20. yüzyıl boyunca da Sünniler’in çoğunlukta olduğu bir idare tesis oldu.
    Saddam Hüseyin İran İslam devriminden hemen sonra ABD ve İsrail tarafından yönlendirilerek Şiiler’e karşı çok sert tedbirler aldı.



    Defne Sarısoy: Peki bu noktada önemli fikir ayrılıklarına sahip olan ve güç mücadelesi içindeki Sünni’lerle Şii’lerin birleşmesi nasıl bir sonuç verecek?
    Hüseyin Hatemi: Tıpkı İran devriminde İran Sünniler’inin Şiiler’le birlikte hareket etmesi gibi Irak’ta da şimdi bu iki mezhep birleşiyor. Hatta Şiiler”in bir kısmı da zaten Azeri veya Kerkük’lü Türkmen Türkler’di. Şii Türkler, Şii bilinciyle ve Arap Sünniler de Araplık bilinci ile belki bir İslam bayrağı altında birleşebilir. Bu birliğe belki Kürt milliyetçiliği ağır basan bazı gruplar katılmayabilir, çünkü onların asıl gayesi İslami başkaldırmadan ziyade, kendi bölgelerinde bir Kürt devletini hayata geçirmek.
    “Protestan fundamentalizmi, Hz. İsa’nın gelmesi için bu üçüncü milenyum başında mutlaka “Armageddon” denen o nihai savaşın çıkmasını istiyor. Matrix filmi de tam manasıyla bu fikirlerin simgeleriyle doluydu.”

    Dolayısıyla İslami başkaldırının onlar için bir geçerliliği yok. Ancak Şii Türkmenler için benzer bir durum söz konusu değil. Şii Türkmenler ortak Şii’lik bilinciyle hareket edebiliyorlar. Fakat, Sünni olan Kürt ahalide, İslam yerine daha çok etnik milliyetçi bir bilinç ağır basıyor. Bu nedenle ABD ile işbirliğine giriyorlar. Talabani hatta Barzani gibi Kürt grupları bunun iyi örnekleridir. Kendi başlarına davranmaktansa, ABD ile bütünleşip hareket etmeyi tercih ediyorlar. Buna Çelebi gibi Şiiler de katıldı. Ancak, Şii çoğunluk, etnik milliyetçiliğe dayanmadığı için ABD ile işbirliği yapamaz. Kanımca, ABD’nin bunları önceden hesaplamış olması gerekiyor.

    YAHUDİ HAKİMİYETİ
    ABD Irak’ta yeniden yapılanmanın çok kolay olacağını zannetti ki bunun arkasında ABD’de kuvvetli olan Yahudi lobisinin de güdümlemesi var, ancak gelişmeler sanıldığı gibi meydana gelmedi. Hatta kimi Yahudi stratejistler, Kitab-ı Mukaddes Tevrat’ın tercümelerini gözden geçirerek yorumlarını doğrudan doğruya Irak harekatına uydurdular.

    Türkçe’deki yeni Tevrat tercümeleri dahi çağdaşlaştırıldı. Kıyametin yaklaştığı sırada Yahudi hakimiyetinin bütün dünyada kurulacağı, Yahudiler’e karşı olan diğer kavimlerin toprak altı zenginliklerinin de Yahudilere intikal edeceği, örneğin petrolün Yahudiler’in eline geçeceği gibi yorumlar yazıldı çizildi. Şeytanı simgeleyen işaretin hilal olduğu ifade edildi. Hatta 3 hilalin şeytanın simgesi olduğu, İncil’de şeytanın rakamı olarak bilinen 666 rakamının 3 hilalin birleşiminden meydana geldiği, hilallerin Arap alfabesinde 6 değerini veren harfe benzediği gibi yorum zorlamalarıyla bir politika oluşturuldu. ABD’deki protestan mezheplerinin, son derece kurnaz siyonistlerle işbirliği ile ortaya Irak Savaşı’nı haklı çıkaracak bir fikri zemin yaratılmaya çalışıldı. Ancak Washington’nun hesabı Bağdat çarşısından, Necef çarşısından döndü. Ben ABD’nin bu direniş hareketlerini kolay kolay bastıracağını zannetmiyorum.

    Defne Sarısoy: Haziran sonunda yönetimin Iraklılar’a devri düşünülüyordu, en azından böyle ifade edildi. Son ortaya çıkan çatışma ortamı ile yönetimin devri açısından yeni bir değerlendirme yapmak mümkün mü? Daha önce sesi sedası çıkmayan Şiiler’in direnişe kalkması yönetimin Iraklılara devrini engelleyici bir durum sayılabilir mi?
    Hüseyin Hatemi: Şii ayaklanmasını bastırmadıkça ABD’nin hiçbir şekilde bir iktidar devrine yanaşacağını zannetmiyorum. Batılı yazarlar dahi, ABD’nin bir nevi çıkmaza düştüğünü belirtiyorlar. ABD Şiileri kullanarak önce Saddam’ı devirmek istedi. Sonra Şiiler ile İran arasındaki rabıtadan rahatsız oldu ve Şiiler’e verdiği desteği çekti. Şiiler’den bir kez daha son savaşta yardım istedi ama gördünüz ki beklediği yardımı görmediği gibi, tersine direniş ile karşılaştı. İran halen ABD için bir tehdit olmaya devam ediyor. Kanımca Şiiler aktif iken, ABD kendi rızasıyla yönetimi Irak’a devredemez.
    “ABD, ne Şii, ne Kürt, hiç bir gruba eskisi gibi güvenemez. Saddam’a güvendi, Saddam kendisine karşı çıktı. Güvendiği müttefiki Suudi Arabistan’nın tavrı da ortada.”

    Seçim de yapamaz. Gelecekte nasıl gelişmeler olur bilmiyorum ama ABD, Şiiler’in iktidara gelmesini önleyecek manevralara girebilir. Bu hedef için Irak’ta Kürtleri desteklemek de tek başına yetmez. Kürtler’e bağımsızlık verdiklerini düşünelim; ama bu karar da Türkiye’de beklenmedik tepkilere yol açacak. Türkiye’nin bir bölgesinin, kurulan bağımsız Kürt devletine aktarılması oyunları oynanabilir. İran’dan Kürdistan eyaletinin bağımsız Kürt devletine bağlanması gibi senaryolar gündeme gelecek. Bunlar hep kağıt üzerinde hesaplandığı gibi olacak değildir elbette. Öte yandan şu da bir gerçek, ABD ister Şii olsun, ister Kürt hiç bir gruba eskisi gibi güvenemez. Saddam’a güvendi, sonra Saddam kendisine karşı çıktı. Uzun zaman müttefiki olan Suudi Arabistan’nın tavrı da ortada.

    Defne Sarısoy: Geçtiğimiz haftanın en önemli olaylarından birisi de Felluce’de bir camiye yapılan saldırıda 40 kişinin ölmesiydi. Bu tür kutsal yerlere saldırı ne anlama geliyor? ABD’nin yapmak istediği planlı bir hamle mi, yoksa kendiliğinden gelişmiş bir olay mıdır?
    Hüseyin Hatemi: Aslında tüm Amerikan halkının biraz önce belirttiğim senaryoları desteklediğini söylemiyorum. Bugünkü Bush iktidarında çok tehlikeli deliler var. Niye? Orduda, hükümette, çeşitli iktidar mecralarında bazı beyinler var. Birtakım sapkın protestan tarikatleri kendi fundementalist inanışları ve ideolojileri ile iktidar nezdinde taraftar toplamaya çalışıyorlar.
    Sözünü ettiğim protestan fundamentalizmine göre, Hz. İsa’nın gelmesi için bu üçüncü milenyum başında mutlaka “Armageddon” denen o nihai savaşın çıkması lazım. Matrix filmi de tam manasıyla bu fikirlerin simgeleriyle doluydu. İnanmış bu Protestanlar, bir taraftan da Armageddon savaşının çıkması için uğraşıyorlar. Bu savaş nasıl çıkar? Mutlaka İsrail’in Araplara hücum etmesi veya Müslümanlar’ın İsrail’e hücum etmesi lazım. Armageddon Savaşı Kudüs yakınlarındaki Magedon Tepesi etrafında gerçekleşecek. Armegeddon Savaşı Müslaman ordusunun İsmailoğullarına saldırmasıyla çıkacak.
    Protestan fundamentalizmi, Armegeddon Savaşı’nda İsrail’in desteklemesi gerektiğini savunuyor. Çünkü Hz. İsa da ‘İsrail Arslanı’ olarak dünyaya gelmiştir. Yahudiler Müslamanlar’a karşı Armageddon Savaşı’nı kazanmadıkça, Hz. İsa tekrar yeryüzüne dönmeyecek. İsa’nın dönmesi için savaşın çıkması ve kazanılması şarttır. Bu savaşı önce Hz. İsa olmadan Yahudiler’in kazanması lazım. Onun için İsrail ile sıkı bir işbirliği dini nedenlerden dolayı mecburidir. Ama bu savaş bittikten sonra da, 144 bin Yahudi hariç, o 144 bin Yahudi de Hz. İsa’ya iman eden Yahudiler olacak, hepsi kırılacak. Bu sefer de Amerika ve Hz. İsa’ya bağlı olanlar yeryüzünde kalacak.

    Defne Sarısoy: Irak’ta meydana gelen gelişmeler ve devletlerin politikaları bu tür senaryolar üzerinden mi ilerliyor?
    Hüseyin Hatemi: Evet, onun için de bu veriler Müslümanlar’ı hesaba katmıyor. Mantık şu: Yahudiler ile işbirliği gerekli ki, inanca göre Hz. İsa yeryüzüne geri gelsin, dirilişten sonra zaten bu Yahudilerin de icabına bakılacak.
    “ABD’deki protestan mezheplerinin, siyonistlerle işbirliği sonucu Irak Savaşı’nı haklı çıkaracak bir fikri zemin yaratıldı. Ancak, Washington’nun hesabı Bağdat çarşısından döndü. Ben ABD’nin bu direniş hareketlerini kolay kolay bastıracağını zannetmiyorum.”

    Ancak, Siyonizm’de Hz. İsa’nın yeryüzüne geri gelmesi diye birşey yoktur, zaten peygamber, tanrı gibi kavramların hepsi simgelerden, insanların kurgularından ibarettir. Tanrı ‘Yehova’ demek, Yahudi ırkının ölümsüzlüğü, üstün vasıflarının soyutlanmasından ibarettir. Yeryüzünde üstün ırk Yahudi milletidir. Millet bilinci tanrı fikri ile bütünleştirilir ki millet bilinci ölümsüzleşsin. Üstün ırk bilinci “Biz tanrının seçilmiş kavmiyiz” parolasıyla tanımlanır. Bu millet bilincinde tanrı ile kavim özdeşleştirilir. İşte Protestan fundamentalistleri, “144 bin Yahudi’den geri kalan hepsini öldüreceğiz” diye beklerken, bir taraftan Yahudiler de “Biz tüm dünyayı ele geçireceğiz” diye düşlerler. Tevrat”a bakın, “Kudüs’e tek bir sünnetsiz dahi giremeyecek” der. Müslümanlar sünnetli olduğuna göre, bu sünnetsizler Hıristiyanlar’dır. Hatta Birleşmiş Milletler binasının duvarına da Tevrat’tan alıntı sonradan sokuşturdukları sulh ayetlerini yazdırmışlardır. Söz konusu ayetlerde şöyle der: “Milletler silahlarını, kılıçlarını saban haline getireceklerdir”. Yahudi hakimiyeti kurulunca tüm dünya silahsızlandırılacaktır, bunların sulh ayeti bunu önerir, barıştan kasıt diğer ulusların silahsızlandırılmasıdır. Tabii bütün dünyanın zenginliği Kudüs’e akacaktır.




    Öte yandan, bu tür ideolojileri kendi çapında taklit etmek isteyen El Kaide gibi akımlar da uydurma gülünç hadisler uydurarak kendi taraftarlarını İslam Armageddonu’na inandırmaya çalışıyorlar. Örneğin, kıyametten önce Yahudilerle İslam arasında büyük bir cenk olacak, bütün Yahudiler kırılacak. Protestan fundamentalizminde olduğu gibi, 144 bin Yahudi de hayatta kalmayacak, hepsi öldürülecek. Görüyorsunuz işte bu fundementalizmin hayal gücünün sınırı yok. Ama Şii’liğin özünde fundementalizmin tam aksi bir öz vardır. Hz. Hüseyin’e bağlılık dolayısıyla, Şii inancı fundementalizm ile bağdaşmaz.

    Defne Sarısoy: Cami gibi kutsal yerlere saldırıların düzenlenmesi, diğer Müslüman ülkelerin de tepkisini çekebilir mi? Irak’taki direnişe destek gelebilir mi bu bağlamda?
    Hüseyin Hatemi: Sözünü ettiğim o nihai savaşı çıkartmak için orduda kimileri böyle saldırıları kışkırtabilirler.

    Defne Sarısoy: Yani camiyi özellikle hedef seçenler olmuş olabilir diyorsunuz.
    Hüseyin Hatemi: Doğrudan doğruya ABD askerlerinin hepsi kötü niyetli olmasa bile araya provokatör elbette karışır. Ve mesela geçen sene benzer bir saldırı yapmaya çalıştılar ama Şiiler’in politik baş kaldırma bilinci kuvvetli olduğu için işe yaramadı. Hatırlarsanız İmam-ı Azam’ın türbesinin kulelerine roket attılar. Kuleler yıkıldı. Felluce’deki olaylar bir tarafa, Sünniler’e saldırmaya daha çok cesaret ediyorlar ama Şiiler’i aynı şekilde hırpalayamazlar. ABD’nin Kerbela ya da Necef’e taaruza geçmesi için tam manasıyla ciddi bir durumun ortaya çıkması lazım. Şimdilik görünmüyor.

    Defne Sarısoy: Bundan sonra sizce Irak’ta neler olabilir? Yabancılara karşı ciddi bir tepki oluşmaya başladı. En son yabancılar rehin alındı. Sünniler’in ileri gelenleri, ulemalar Birleşmiş Milletler ile ilişkileri askıya aldıkları yönünde karar aldıklarını açıkladılar. Neler beklenebilir burdan sonra?
    Hüseyin Hatemi: Ben şunu ümit ediyorum; Lübnan da çok çatışmalar, kargaşalar geçirdikten sonra geçmişe göre durulmuş bir halde. Suriye’de Alevi-Sünni çatışması oldu ve artık atlattı sayılır. Türkiye de, 70 ve 80’lerde o anarşik çatışmaları çalkantıları yaşadı ve artık geride kaldı diyebilliyoruz. Irak’ta yapı buna pek müsait değil, Irak’ta İran ve Türkiye’de olduğu gibi bir Alevi kitle yok. Irak’ta Şii-Sünni ekseninde bir bölünme olmaz. Ayrıca, Irak’ın Şii ve Sünni çatışması yoktur. Benim temennim; şimdilerde biraz da olsa tezahür etmeye başlayan Şii ve Sünni uzlaşması temelinde bir milli mücadelenin gerçekleşmesi. Temennim ve Irak için en uygunu olduğunu düşündüğüm, Amerika’nın telkin ettiği bağımlılık içerisinde ‘light İslam’ modeli değil, Irak’ta belki İslam hukukuna dayalı ama aşırıya kaçmayan bir devletin teşekkülüdür.

    Defne Sarısoy: Yani gelişmeler bu yönde ilerliyor diyorsunuz.
    Hüseyin Hatemi: Bir ihtimal Kürtler ayrı bir devlet haline getirilirler ama Kürtler, o zaman Irak’tan ayrılarak hem İran’ı, hem Türkiye’yi, hem Irak’ı tehdit eden bir ülke konumuna gelir. Ortak düşman olur. Bölgede İsrail ve ABD müttefiki bir Kürt devleti kurulabilir, açıkça söylenmese de bunu istedikleri kesin. Rahmetli Uğur Mumcu zaten bu durumu daha şehit edilmeden hemen önce dile getirmişti. Kanımca bunu dile getirdiği için ortadan kaldırıldı. Uğur Mumcu bölgede, CIA ve Mossad’tan aylık alan, sözümona Kürt milliyetçi liderlerini (Talabani gibi) açıkça yazdı. “Mossad’ın bizim güney sınırlarımızda işi ne” şeklinde yazılar yazdı. Bu yazıyı yazdığı gün ben, Cumhuriyet gazetesinde okumuştum ve hayrete düşmüştüm. Bu kadar cesur bir yazıyı yazdığına göre belki de bir güvendiği, dayandığı vardır diye ummuştum ama yokmuş demek ki. Mossad’ın etkinliğini bu kadar açık bir ifade ile yazması gazetecilik adına inanılmaz bir cesaret örneği idi.





    Defne Sarısoy: Mumcu tam olarak bir Kürt devleti kurulacağını mı söylüyordu?
    Hüseyin Hatemi: Sıradan idealist bir Kürt devleti değil, tam anlamıyla İsrail bağımlısı olan bir Kürt devleti.

    Defne Sarısoy: Ve aynı zamanda ABD’nin müttefiki konumunda.
    Hüseyin Hatemi: Suudi Arabistan’ın ilk kuruluş senelerini düşünürsek, orada tam anlamıyla ABD bağımlısı bir Suudi Arabistan kurulduysa, şimdi de Türkiye’ye, İran’a, Suriye’ye ve Araplar’a karşı da kullanılabilecek bir Kürt devleti.
    Bu politik oyunlar oynanırken, öte yandan bunları destekleyecek sosyal teoriler de kuramlanır. Örneğin, Kürt Yahudiler gibi. Yahudiler ile Kürtler arasındaki etnik akrabalıklar, kültürel bağlar gibi. Her politik hamlenin Amerikan akademisinde bir izdüşümü, bir bilimsel desteği vardır. Sosyal psikoloji veya strateji raporları yayınlanmaya başlar. Bu çalışmaları ilk yutan ve bilimin son verileri sanan Türkiye’de Boğaziçi çevresinde de bizim sosyologlarımız var. Amerikan akademisinin ürettiği bu raporları veya bilimsel çalışmaları kamuoyuna sunarlar.

    Defne Sarısoy: Irak’taki gelişmeler Türkiye’yi nasıl etkileyebilir? Büyük Ortadoğu Projesi’nden bahsediliyor. ABD’nin Türkiye için biçtiği bir rol var. Bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin bölgedeki rolünü nasıl etkiler?
    Hüseyin Hatemi: Bu etkileme ya da etkilenme diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi olmuyor. Hatırlanacak olursa, İran devriminden sonra derhal yeni teoriler yazıldı. İran Devrimi öncesinde, Türkiye’de basma kalıp şu ön yargılar tekrarlanırdı; “Bizim problemimiz Aleviler’le, Şiiler de bizim gibi Müslüman, İran zaten geleneksel dostumuz,kardeşimiz. Kasr-ı Şirin anlaşmasından beri aramızda tek bir sorun çıkmadı. Atatürk Rıza Şah Pehlevi’yi İstanbul’da ağırladı, Şah bizim büyük dostumuz” gibi.
    “İran devriminden sonra, Türkiye’de Protestanlığın kurucusu Hıristiyan düşünür Martin Luther’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın Papalığa karşı paralı ajanı olduğu söylentisi uyduruldu.”

    O zamanlar da ABD’nin bağımlısı olan Türkiye’de, İran için söylenenler bunlardı. Ama İran devrimi olur olmaz ve ABD İran’ı düşman ilan eder etmez, bu defa Türkiye’de “Aleviler ile bizim hiçbir problemimiz yok, Aleviler kardeşimiz ama ne çıkıyorsa bu Şiiler’den çıkıyor” denmeye başlandı. Hatta Özal da bunu söyledikten sonra, bu sefer “Azerbaycan’ı darılttık” diye hemen sözünü yumuşatmaya, geri almaya çalıştı.
    İran devriminden sonra şu uyduruldu: Protestanlığın kurucusu Hıristiyan düşünür Martin Luther’in Kanuni Sultan Süleyman’ın Papalığa karşı paralı ajanı olduğu söylentisi dolaştı Türkiye’de. Özal “Katolikler Şii’lere benzerler, biz de onun için Şiiler’le asırlarca savaşmışızdır” dedi. Hatta Özal’ın “Biz Sünniler Amerikalı protestanlara benzeriz” gibisinden görüşlerini kamuoyuna saldılar. Cemal Kutay gibi teorisyenler ortaya çıktı. Martin Luther’in gizli Müslüman olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman’ın paralı ajanı olduğu yönünde tarihi kuramlar ortaya atıldı. Sünniler, Protestanlara yakındır havası yaratılmaya çalışıldı, İran’a düşmanlık beslendi.
    Bu arada Aleviler’e siz Şiiler’e uzaksınız, Kürt Aleviler’e siz Zerdüşt dininin devamısınız, Türk Aleviler’e siz Şamanizm’in devamısınız, Bektaşiler’e eski Bizans’ın devamısınız diye telkin edildi. Bu dış odaklı “böl ve hükmet” politikasının işletilmesidir. Bu tür bölünmeler Türkiye’de mümkün olabiliyor. Çünkü Türkiye’de gerekli bilinç, uyanıklık henüz oluşmadı ve “böl ve hükmet” Türkiye’de daha kolay uygulanıyor. Fakat yavaş yavaş Irak’ta bu Şii-Sünni işbirliği uyanışı görülmeye başladı.

    Defne Sarısoy: Irak için başta öngörülen senaryo; etnik grupların yönetiminde çok parçalı bir bölünmüşlüktü.
    Hüseyin Hatemi: Ama Irak Şii ve Sünni uleması etnik bölünmeyi kabul edemez. Bu ılımlı İslam kavramları, tamamen ABD’nin Irak’a ve uzun vadede tabii bölgeye göre uydurduğu bir kalıp. Ben bu ılımlı İslam uydurmasının bölgedeki Müslümanlar tarafından kabul gördüğünü düşünmüyorum.




    Ben Türkiye için şundan endişe ediyordum; Azeri asıllı Şiiler ile ilgili bir karışıklığın ortaya çıkması ve Azeri asıllı Şiiler’in milliyetçiliğe, şovenizme kayması. Benzer bir çatışmayı emperyalizm daha önceleri de gütmüştür. Doğu Anadolu’da önceleri hazırlandı ve 1980 öncesi olaylarda yine emperyalizmin parmağı çıkmıştı. Iğdır’da Kars’ta, Kürtler Azeriler’e karşı kışkırtıldı. Bir zamanlar Ermeniler’e karşı yapılan kışkırtmalar gibi, bu defa da Iğdır ve Kars bölgesindeki Azeri Şiiler Kürtler’e karşı kışkırtıldı. Türkiye’de iktidara gelmek için mutlaka ABD desteği şart. Halk uyanışı olmayan bir ülkede iktidar mutlaka dıştan güdümlü olur. Sandıktan ne çıktığı önemli değil, ABD’nin oy vermediği kimse en nihayetinde sandıktan çıkamaz.
    “Eskiden Anadolu Selçukluları Moğollar’dan icazet alarak sultanlık makamına gelirlerdi. günümüz Türkiyesi’nde de başbakan olmak için mutlaka çağın Moğolları ABD’den icazet alması lazım.”

    İktidara gelmek isteyenin önce ABD’nin sandığından çıkması lazım. ABD’nin sandığı demek, aynı zamanda Amerikan-Yahudi lobisinin sandığından çıkmak demektir. Onun için Türkiye’de görünürde ister laiklik karşıtı diyelim, ister dindar diyelim hangi hükümet gelirse gelsin, ABD’nin sözünden en küçük çıkış halinde iktidardan düşer. Onun için de Türkiye’de hükümetler ancak düşmeyi tercih ederler ise Amerikan planının dışına çıkarlar. Nasıl bir zamanlar Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’dan icazet alarak sultanlık makamına gelmeleri gibi, günümüz Türkiyesi’nde de başbakan olmak için mutlaka çağın Moğollar’ı olan ABD’den icazet alması lazım. Şimdi Anadolu’ya hakim olan Amerikan Moğolları’dır, bunun içinde de Amerikan-Yahudi lobisi önemli bir güç odağıdır. Türkiye’de bu faktörü hesaba katmadan Irak’taki olaylar bizi şu ya da bu yönde etkiler diyemeyiz.

    Defne Sarısoy: Peki Avrupa Birliği’ne giden süreçte neler olabilir?
    Hüseyin Hatemi: Türkiye, Avrupa Birliği’ne girerse tabii daha iyi gelişmeler olabilir. Türkiye’de perde arkasında, gerçek iktidara sahip güçlerin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasını hiç istemediğini tahmin ediyorum. İstemiyorlar ve bunu önlemek için, yani Türkiye’yi doğrudan doğruya Amerika’ya bağımlı kılmak için çalışıyorlar. ABD, Türkiye’nin tek hakimi olmak istiyor, araya Almanya’nın Fransa’nın karışmasını istemiyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse ülkemiz için daha iyi gelişmeler olabilir. Amerika’ya rağmen olamaz ama bazen Amerika’nın da hesaba katmadığı gelişmeler oluyor. İran devriminde olduğu gibi, Amerika’nın da tahmin edemeyeceği bir ‘halk uyanışı’ ortaya çıkabilir. Türkiye’de böyle bir uyanışa daha şartlar müsait değil.

  • hüseyin hatemi19.07.2004 - 13:26

    1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.
    1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsüne fahri asistan kadrosuyla atanmıştır.
    1961 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsü kadrosuna atanmıştır.
    1968 yılında doktor unvanını,
    1973 yılında doçent unvanını,
    1981 yılında profesör unvanını almıştır.