Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • sosyalizm20.07.2004 - 12:29

    ' İslam açısından Sosyalizm '

    Profesör Hüseyin Hatemi' nin İslam ve Marksizmin ilkelerinin bağdaşıp bağdaşmadığını incelediği kitabı... İlk baskısı 1967 yilinda yapılmıştır.

    Ayrıca bakınız: Ali Şeriati, Alev Alatlı, Ebu Zerr, Sultan Galiyev...

  • ali şeriati20.07.2004 - 12:28

    Ünlü düşünür J.P.Sartre şöyle demiştir:

    ' Bir dinim yok, fakat birini seçseydim, bu Şeriatî 'nin ki olurdu '

  • ali şeriati20.07.2004 - 12:25

    'Benim içimde Marks'la Muhammed savaş halindedir' diyen bir genci örnek vererek ' Müslüman olamıyorsanız Marksist olun' diyecek kadar Marksizm'e karsi yumuşak yaklaşmıştır.

  • ali şeriati20.07.2004 - 12:23

    Fikir ve aksiyon adamı ibaresinin tam karşılığı olabilecek bir alimdi.
    Aslen İranlıdır ve Horasanda doğmuştur. İran devriminin sosyal aktorlerinden biri olarak kabul edilir. Sosyolog kişiliği ve Halife dönemine dair yaklaşımları benzeri olmayan gerçekçi bir sadelik ve doğrulukta olduğundan her zaman tehlikeli addedilmiştir. Bugün bile hala bir çok insan Ali Şeriati okumaktan korkar. Cezayir ve Mısırda verdiği konferanslar onu ölümsüzleştirecek fikir yapısını ortadoğuya yaymıştır. 44 yaşında zehirlenerek öldürülmesine rağmen -bıraktıkları/yaşadığı hayatı- oranı oldukça yüksektir.

    Saadet devri ve islami fetihlerin sorgulanması, halife seçimlerindeki yanlışlıkları ve bu süreçteki ilk başkaldırı örneği veren ' Ebu Zerr ' i anlattığı eser okunmaya değerdir.

    Fikirlerinin olgunlaşması çektiği acılara ve yattığı hapis cezalarına bile bağdaştırılabilir ki İranda 1962 yılında yakalanmasından sonra 17 ay hücrede yatmıştır. Tasavvuftan uzak net ve gerçekçi bir yaklaşım içerisinde olmuştur.

  • sosyalizm20.07.2004 - 11:59

    İslam'da sosyalizm:
    Konuya Kuran'dan ve hadislerden yola çıkarak girmek gerekmektedir özellikle. karşımıza çıkan anahtar söylemler:
    *Mülk allahındır.
    *Komşusu açken tok yatan bizden değildir.

    Daha pek çok örnek verilebilecek olmakla birlikte bir de Hz.ömer'in hilafet döneminden bir anekdot:
    Hz. ömer bir iftara davet edilir. Ev sahibi önüne bir kase içinde bal şerbeti koyar. 'Bu nedir? ' der halife. Ev sahibi de 'Bal şerbeti efendim. sizin için saklamıştık' halife hemen doğrulur yerinden ve der ki, 'Ne zaman ki ekonomik durumu en düşük düzeyde olan bir müslüman da bu bal şerbetini içecek duruma gelir, ben de o zaman içerim bal şerbetini' (ya da bu anlama gelecek birşey der)

    Bu bağlamda, İslam tarihinden bir şahıs çıkmaktadır karşımıza. Sahabeden Ebu Zerr. Ebu Zerr Mekke dışında yaşayan bir kabileye mensuptur ve o zamanki anlayışa göre düşük bir kasttandır. Hatta müslüman olmdan önce hırsızdır. Mekke'ye gelip de müslüman olunca yalnız ve aşağı tabakaya mensup olduğundan dolayı koruyucusu da olmadığı için müşriklerden büyük işkenceler görmüştür. Bu şahıs için peygamberin 'Yalnız yaşar Yalnız ölür' diye de bir hadisi vardır. Bu bir tesbittir aslında. Aristokrasi ve soyluluk karşısında hep aykırı kalmış ve peygamberden sonra yönetici elitle de uyuşamamıştır. Yalnız başına yaşamıştır.

    Ebu Zerr daha İslam devleti'nin kurumsallaşmaya başladığı dört halife devrinde biraz da sosyal tabakasından gelen psikolojik yapısıyla muhalefete başlamıştır. Örneğin devlet büyüyünce devletin bir hazinesi olması gerekmiş ve Beytul Mal denen 'devlet hazinesi' kurulmuştur. Ebu Zerr ise buna kökten karşı çıkmıştır. Zira 'Mülk Allah'ındır' ve Allah da ümmete bahşetmiştir.

    İslam devleti ele geçen tüm malı müminler arasında eşit olarak dağıtmalıdır. Hazine kurup da ümmetin eşit hak sahibi olduğu ekonomik değeri istiflemek İslam inancı ile bağdaşmamaktadır ona göre. Kendisi halife Osman döneminde Şam'da yaşamaktadır ve muhalif tavrı malumdur. Şam valisi Muaviye denemek kastı ile olsa gerek ikibin altın gönderir kendine. O da bu altınları hemen çevresindeki insanlara dağıtır.

  • kapitalizm20.07.2004 - 11:25

    “Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanının toplam gelirinden fazla. Dünyadaki 89 ülke son 10 yılda 23 kat yoksullaştı. Konuşmamda herkesi insanlık değerleri üzerinde yeniden düşünmeye çağırdım. Kapitalist sistem 300 yıldır dünyaya yön veriyor. (…) Niye terörizm patladı? Çünkü bugünkü sistemler, uydurma demokrasi sistemidir ve insanlığın faydasına işlemiyor.” (Yaşar Kemal)

  • harry truman20.07.2004 - 09:29

    ABDnin katil başkanlarından sadece biri...

    Bakınız: Hiroşima ve Nagazaki, Atom Bombası...A.B.D....

  • artık değer20.07.2004 - 09:26

    Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artık Değer'dir! (yada bir başka deyişle artı değer)
    Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
    İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
    İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
    Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
    İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
    Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artık-değerdir.

  • mümtaz soysal19.07.2004 - 17:32

    HABER ANALİZ: Sayın Soysal, Lahey’deki Kıbrıs Zirvesine Rauf Denktaş’ın danışmanı olarak katıldınız. Öncelikle görüşmeleri ve katılan tarafların tutumlarını değerlendirir misiniz?

    M.S.: Lahey görüşmeleri 10 Mart diye verilmiş olan bir tarih dolayısıyla yapıldı. O tarih de şunun içindi: Rum ve Türk tarafı olmak üzere iki taraf, Annan Planı denen metni referanduma sunmayacaklarına dair beyanda bulunacaklar veya sunacaklarsa bunun bağlantısını yani hükümlerini üstlendiklerini. imzaları ile belirteceklerdi. Türk tarafı olarak Annan Planı’nın içeriği ile birlikte bu yönteme de itiraz ettik. Çünkü normal olarak metinler, planın ilk şeklinde de olduğu gibi bir mutabakata varılıp, ortaya uzlaşılmış bir metin çıktıktan sonra referanduma sunulur. Şimdi ki durumda ortada bir mutabakat yokken BM’nin kendisinin ortaya koyduğu bir metnin referanduma sunulması söz konusuydu, bu da yöntem olarak yanlıştı. Çünkü karşı taraf; Kuzey Kıbrıs’ta yapılan toplantıların ve mitinglerin, halkın ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek istediğini göstermesinden dolayı bu plana da “evet” diyebilirler diye cesaretlendiler ve bu yolu denediler.


    Buna ilaveten bizim planın içeriğinde artık herkesin bildiği bir takım itirazlarımız vardı. Her şeyden önce haritaya, daha sonra iki kesimliliğin ihlal edilmesine, kuzeye 85 bin kadar –ki bu kaldırılamayacak bir sayıdır- Rum nüfusun yeniden yerleştirilmesine, yerleştirilmeleri büyük problem yaratacağı için karşı tarafa verilmiş olan topraklardan Türklerin göç ettirilmesine itirazlarımız vardı. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki garantisinin zayıflatılmasına ve teorik olarak da devletin kuruluş aşamasda egemenlik konusunun yanlış düzenlenmiş olmasına itirazımız vardı. Biz istiyorduk ki kurulacak olan yeni ortaklık, kuzey ve güneydeki her iki devletin kendi egemenliklerinden verdikleri egemenlik payı ile ortaya çıksın yani müşterek egemenliğin kaynağı her iki devletin egemenliği olsun. Bu konu sadece teorik olarak değil ama ileride çıkacak olan anlaşmazlıklar dolayısıyla konunun bir iç sorun sayılmaması için de önemliydi. Bütün bunlar Lahey’de tekrar anlatıldı.

    Hatta karşı tarafın beklemediği bir biçimde eğer Lahey’de ya da önümüzdeki kısa bir süre içinde anlaşma sağlanabilirse referanduma gitmeyi de Türk tarafı kabul etti. Ama BM, “Artık müzakere olmaz. Bu şekli ile referanduma sunulacaktır.” dedi. Kamuoyunun bilmediği bir şey de; Türk tarafı bütün bu “uzlaşmazlık” etiketlerinden kurtulmak için BM’nin bu görüşüne de “evet” dedi. Ama arkasından gelen tavır; eğer bu evetler iki tarafta da ortaya konmuşsa, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye olmak üzere garantör devletlerin, referanduma gitme taahhüdüne katılmaları ve sonuçlarını da peşin kabul etmeleri yönündeydi. Görüşmeler bir aşamadan sonra garantör devletler için yapıldı. Yani İngiltere, Yunanistan, Türkiye ve BM’nin katıldığı bir müzakere süreci oldu.

    HABER ANALİZ: Garantör ülkeler ve BM düzeyindeki bu müzakerelerde neler görüşüldü?

    M.S.: Bu müzakerelerde BM, belirttiğim gibi anlaşma olmadan da referanduma gidileceğini ve Türkiye’nin de bunu kabul edeceğini imza ile göstermesini istedi ki bu da yanlıştı. İngiltere ve Yunanistan da aynı şekilde Türkiye üzerinde baskıda bulunmaya kalktılar. Fakat Türkiye kendi anayasası dolayısıyla böyle bir şey yapamayacağını ileri sürdü. Her şeyden önce; BM’nin, “Eksikliklerin 28 Mart’a kadar müzakereler ile tamamlanabileceğini, tamamlanmamış olan kısımların kendilerince doldurulacağını” söylediği planın tamamlanmamış noktaları vardı. Türkiye ise en azından bir kısmının içi boş, bir çeşit açık çeke benzeyen bir metnin referanduma sunulmasına karşı çıktı.

    Asıl önemlisi Türkiye, ortada tamamen imzalanabilecek bir anlaşma bulunmadığını, kaldı ki öyle bir anlaşma olsa bile Türkiye’nin devlet olarak kesin biçimde kendisini buna bağlamasının, bizim anayasa sistemimiz bakımından mümkün olmadığını söyledi. Türk Anayasa Sisteminde; antlaşmalar müzakere edilir, diplomatlar parafe ederler ondan sonra hükümet de bu antlaşmayı benimsemişse onaylanmasının uygun bulunması için meclise “onaylamayı uygun bulma tasarısı” sevkeder. O tasarı kanunlaşır. Kanunlaştıktan sonra o kanuna göre Bakanlar Kurulu, onaylanması yani son aşamada devlet adına imza atılması için kimi yetkilendirecekse -Cumhurbaşkanı, Bakan- o kişi, devlet adına imzalar. Türkiye, 10 Mart 2003 günü Lahey’de bu nedenler ortadayken böyle bir yükümlülük altına giremezdi. Zaten tarafların kerhen buna evet dedikleri de açıkça ortadaydı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi ifadesi ile “Fişi çektim.” dedi. Dolayısıyla görüşmeler kesilmiş, bitmiş, bu süreç bununla noktalanmış oldu. Artık bu süreç içinde müzakere söz konusu değil.

    HABER ANALİZ: Sayın Soysal, “Şimdi ne olmayacağını gördüler. Artık oturulur. Nelerin olabileceği konuşulur.” şeklinde dikkate değer bir açıklamanız oldu. Bu noktadan sonra Kıbrıs sorununun çözümü için neler yapılabilir?

    M.S.: Bundan sonra ne olacaksa BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde olması gerekir. BM, tarafları görüştürmede yardımcı olur; görüşme yeri, düzeni, sekreteryası gibi alt yapıyı oluşturur fakat “iyi niyet misyonu” nda, BM’nin bir öneride bulunma hatta arabulucuk yapma, tarafları birbirine uzlaştırma gibi bir görevi de yoktur. De Soto misyonunun yanlış yönlerinden biri de buydu, kendi sınırlarını aştılar.

    Belirttiğim gibi “iyi niyet misyonu” çerçevesinde her iki taraf yüz yüze görüşür -ki De Soto turunu başlatmış olan da Türk tarafının yüz yüze görüşme önerisiydi- bir anlaşma sağlanırsa 1960 antlaşmalarında belirtildiği gibi tarafların vardığı sonuçlar garantör ülkelerce de onaylanır. O zaman Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girişi arızasız olur. Şimdiki haliyle GKRY, 16 Nisan’da gidip imzalayacaklar. Dolayısıyla katılım süreci AB ile aday ülkeler açısından tamamlanmış olacak. Ondan sonra bunun diğer devletlerce parlamentolarında onaylanarak kabul edilmesi gerekecek. Şimdiki durumda AB’nin açıklamasına göre -zaten Kopenhag’da da öyle bir açıklama yapılmıştı- Avrupa müktesebatı, kuralları kuzeyde uygulanmayacak biçimde Kıbrıs Cumhuriyeti bütün ada adına alınmış olacak.

    HABER ANALİZ: Böyle bir durumda Türkiye’nin işgalci durumuna düşeceği söyleniyor.

    M.S.: Ben buna katılmıyorum. “Türkiye bir Avrupa toprağını işgal etmiş durumda olacak.” diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü Türk kuvvetleri adada 1960 garanti antlaşmasına göre bulunmaktadır. Türkiye’nin adada bulunması sınırlanacaksa, buna müsaade eden hükümler çıkarmak gerekir. Adada, 1960 antlaşmaları ile kurulmuş olan düzen bozulmuşsa, Türkiye müdahale edebilirdi ve bu müdahaleyi de yaptı. Dolayısıyla çekilebilmesi için düzenin yeniden kurulması gerekir. Ama bunun rastgele bir düzen değil 1960’taki düzeni karşılayabilecek bir düzen olması yani tarafların eşit olarak katıldıkları ve yeni ortaklığın kurulması gerekir. Şimdiki halde böyle bir durum yok. Böyle bir durum için uğraşıldı olmadı. Dolayısıyla Türkiye orada hukuken sağlam bir biçimde kalmaktadır. Avrupa bunu başka türlü yorumluyorsa ki bazıları öyle yorumluyorlar. Bu yorum bizimkine uymadığında biz de bundan dolayı çıkıp gidecek değiliz. Avrupa da herhalde kuvvet kullanarak Türk Ordusu’nu oradan çıkarmaya kalkışmayacaktır. Bosna ve Kosova’da görüldüğü gibi AB öyle kendi evlatlarını başkaları için savaşmaya yollamıyor.

    HABER ANALİZ: Kıbrıs’ın AB’ye katılması sorunu nasıl bir yolla çözülebilir?

    M.S.: Daha sağlıklı ve hukuka uygun bir yol ile Kuzey Kıbrıs’ın Güney ile birleşerek AB’ye girmesi Türkiye’nin girmesine bağlanabilir. Bizim şimdiye kadar ısrar ettiğimiz gibi 1960 antlaşmalarına göre Türkiye ve Yunanistan olmak üzere iki tarafın da üye bulunmadıkları bir kuruluşa, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin girmesi, yine iki tarafın rızası ile olabilir. Bu rıza yoksa girmemesi gerekir. AB’ye biz uzunca bir süre bunu anlattık. Türkiye bu yöntemi, bu usulsüzlüğü kabul etmedi. Türkiye’nin de kabul edebileceği bir usul, Türkiye de üye olduğu zaman Kıbrıs’ın bu şekilde birleşerek girmesi olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin adaylığının tam üyeliğe dönüşmesi ile kuzeyin güney ile birleşmesi aynı zamana ayarlanabilir. Bu da Türkiye’nin AB’ye girmesinin, AB’nin Türkiye’yi almasının, Türkiye açısından bir koşuludur. Özellikle de Kıbrıs’ın birleşmesi açısından Türkiye’nin bir koşuludur.

    Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile müzakereleri başladığında Kıbrıs’taki müzakerelerin de, buna paralel olarak yani “AB içinde bir Türkiye durumunda nasıl bir çözüm olabilir? ” konusu düşünülerek ayarlanması gerekecek. Zaten şimdiye kadarki çabaların sonuç vermeyişinin, başarılı olmayışının nedenlerinden biri de budur. Türkiye üye olmadıkça Ankara, kuzeyi güneyin kucağına atmak ve AB’nin kuralları içine sokmak konusunda büyük tereddüt geçiriyor. Çünkü o kurallar ve bulunabilecek yanlış bir çözüm Türk tarafının erimesine, eritilmesine yol açar. Türkiye de bunu istemiyor. Onun için şimdi ortaya çıkmış olan durum Türkiye’nin isteklerine uygun bir durumdur.

    HABER ANALİZ: Söyledikleriniz çerçevesinde tekrar sormak istiyorum: “Türkiye nasıl davranmalı? ”

    M.S.: Türkiye’nin değişik biçimlerde davranmasını isteyenler de var. Bunların başında AB’ye girmek için acele edenler, “Bir an önce girelim.” diyenler geliyor. Onların zaten şimdiye kadar verdikleri izlenim ile “Türkiye AB’ye o kadar çok girmek istiyor ki her şeyi göze alabilir, feda edebilir, bu arada Kıbrıs’tan da vazgeçebilir.” görüşü ağır bastı. Nitekim bu planların hazırlanmasında daha çok rol oynayan İngiltere’nin ve Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David Hannay’in görüşü buydu. Bu planın bu şekle dönüşmesinde büyük rolü oldu. Çünkü Türkiye’de de tıpkı adanın kuzeyinde olduğu gibi insanlar AB’ye girmek için can atıyorlar. Oysa AB Türkiye’yi almak için can atmıyor. Kamuoyu yoklamalarına baktığımız zaman bugünkü 15 üyeden 11’inin henüz kamuoyu olarak Türklerin alınmasından yana olmadığı ortaya çıkıyor.

    Dolayısıyla Türkiye bu konuda bu kadar istekli olunca Avrupa’da herkes Kıbrıs konusunda Türkiye’yi kendi tezinden yani “Türkiye’ye girmeden Kıbrıs girmez.” tezinden uzaklaştırmaya çalıştılar ve büyük bir ölçüde başarılı oldular. Şimdi Türkiye’de bu acele girişten yana olanlar Almanya örneğini alıyorlar. Almanya ikiye bölünmüşken batıdaki Almanya AB’nin kurucusu ve en önemli üyesi oldu. Doğu Almanya’daki rejim yıkılınca, her iki tarafın birleşmesi sorununu kendi aralarında hallettiler ve Doğu Almanya, mevcut anayasal düzenin içine üç yeni eyalet olarak eklendi. Şimdi Kıbrıs için de bunu Avrupa düşünüyor olabilir. Türkiye’de de ona yatkın olan zihniyetler var. Yani yine görüşmeler devam eder ve uzlaşma olursa Almanya örneğine benzer biçimde AB’ye girmiş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kuzey böylece eklenebilir.

    Oysa bizim böyle bir şeye yanaşmamız mümkün değil. Çünkü biz yeni bir ortaklık olsun istiyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti devam etmiyor onun yerine kuzey ve güneydeki cumhuriyetler arasında yeni bir devlet kuruluyor diye masaya oturmuştuk. Almanya modeli şimdiki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı anlamına gelir. Bunu da Türk tarafı kabul etmez, edemez, etmemesi gerekir. Ama etsin diyenler de çıkacaktır.

    HABER ANALİZ: Türkiye, ekonomik açıdan Kuzey Kıbrıs’a destek vermeye devam etmeli midir?

    M.S.: Türkiye’nin destek vermesi demek çalışmayan bir çocuğunu sonuna kadar desteklemesi anlamına gelir. Türkiye’nin desteği elbetteki kesilmez. Ama önemli olan Kuzey Kıbrıs’ta kendi kendine işleyebilen, kendi kendini hayatta tutan ve oradaki insanların emeği ve çabasıyla ayakta duran bir cumhuriyetin ortaya çıkmasıdır. Türkiye’nin, içerideki bozulmuş olan düzenin düzeltilmesini sağlamadan Kıbrıs’ı sonuna kadar ekonomik açıdan desteklemesi düşünülemez. Önemli olan Kıbrıs için bir planın yapılması ve bu plan ile Türkiye’nin kaynak tahsisinin yanı sıra Kıbrıs’taki üretimin çalışmasını, oradaki insanların çalıştırılmasını, bir takım özverilerin göze alınmasını sağlamaktır.

    HABER ANALİZ: Irak konusunda Türkiye ABD’ye yardım ederse, “ABD, Kuzey Kıbrıs’ın tanınmasını sağlayabilir.” diyenler var.

    M.S.: Bu Türkiye’de çok konuşulan boş bir denklem. Tam tersi bütün bu son müzakereler boyunca yani son 1 yılı aşkın süredir ABD, müzakereleri kolaylaştırmak ve Türk tarafının elini güçlendirmek için hiçbir şey yapmadı. En azından güvenlik ambargoları kaldırtabilirdi. Böyle bir çabası dahi olmadı. Tam tersine ABD’nin Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston, Kuzey Kıbrıs’taki toplantıları izledi, onlara destek verir tavırda konuştu ve hatta son aşamada ortaya çıkan referandum yönteminin bu duruma gelmesinde rol oynadı. Dolayısıyla ABD Kıbrıs konusunda, Türkiye de Irak’ta bize yardım eder, ediyor ya da edecektir diye herhangi bir yardımda bulunmadı. Niçin böyle çünkü Türkiye’nin durumu zayıf olduğu için herkes, “O konuda şunu yaparsa, bu konuda bunu elde eder.” diye değil, “Her konuda hersek ne alabilecekse onu alalım.” diye Türkiye’nin üzerine çullandı.

    HABER ANALİZ: “Türkiye köşeye sıkıştırılmasına rağmen Kıbrıs’ın arkasındadır.” diyebilir miyiz?

    M.S.: Türkiye Kıbrıs’ın arkasında durmazsa köşeye sıkışmış kalabilir. Köşeden çıkmanın, başarılı olmanın çaresi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs konusunda herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığını dünyaya göstermektir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta kendi yardımıyla kurtarılmış topraklarda kurulu bir devlete sahip çıkması gerekir. Böyle olduğu zaman sorun çözülür. Yoksa Türkiye bıraktığı zaman yine Türkiye’nin üstüne yıkılan sorunlar ortaya çıkar. Diyelim ki daha önce belirttiğim biçimde AB’nin kuzeyi kaderine terk etti güneyde de öylesine bir çözüm sağlandı. Eğer o çözüm yürümez de oradaki toplum geçmişte olduğu gibi adadan çıkarılma, dışlanma, katliam ile karşı karşıya kalırsa Türkiye şimdi “öyle olsun” diyenlerin istedikleri biçimde davranmış olsa bile Kıbrıs’a yine müdahale etmek zorunda kalacaktır. Kuzey Kıbrıs’takilerin kaderini böylesine boşlukta bırakamayız. Kaldı ki Türkiye’nin stratejik çıkarları da vardır. Onun için Kuzey Kıbrıs’taki Türk Ordusu varlığının devam etmesi gerekir.

    HABER ANALİZ: AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verhaugen’in sözcüsü, bu konuda BM’nin kararı olduğunu açıkladı.

    M.S.: BM’nin, Türkiye’nin harekatının durdurulması kararı var. Kurulmuş olan devletin tanınmaması kararı var. Bu devlete yardım edilmemesi kararı var. Ama “Türk kuvvetleri orada işgalcidir.” diye bir kararı yok. Çünkü BM de biliyor ki Türk kuvvetleri orada antlaşma gereğince bulunuyor. Böyle bir karar verdiği andan itibaren garanti antlaşması, kuruluş antlaşmaları da geçersizleşir ve o zaman Kıbrıs’taki egemen toprak, İngiliz toprağı sayılan İngiliz üslerinin varlığı da tehlikeye girer. BM’nin böyle bir saçmalık yapacağını sanmıyorum. Yaptığı zaman da dinlenemez, uyulamaz bir karar haline gelir.

  • bağımsız cumhuriyet partisi19.07.2004 - 17:13

    ' Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı TBMM’nde ilk 49 maddesi görüşülerek durduruldu. Kalan geçici maddelerin görüşülmesi, yerel yönetim tasarıları kabul edildikten sonra yapılacak. Bu taktik, KYTK’na karşı yükselen toplumsal muhalefetin “soğutulması” ve yerel yönetim tasarılarıyla parçaların yerleştirilmesi amaçlıdır. Bu arada yerel yönetim tasarılarından İl Özel İdaresi Kanun Tasarısı TBMM’den çıktı ve Cumhurbaşkanlığı onayına gönderildi. Belediyeler Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Ardından Büyükşehir Belediye Kanunu Tasarısı Genel Kurul’a indirilecek. TBMM Genel Kurulu, tasarılar bitinceye kadar dur-duraksız çalışma kararı alınarak, sağlıksız bir görüşme sürecine sokulmuş bulunuyor. Yasama süreci, toplumsal örgütlerin ilgisiz, soğuk, uzaktan bakışları altında ilerliyor.

    Sonbaharda karşımıza dört tasarı daha gelecektir:

    • Bunlardan biri, Türkiye’de AB’nin isteği üzerine 26 bölge yönetimi yaratmayı amaçlayan Bölge Kalkınma Ajansları Kanun Taslağı’dır.

    • İkincisi, IMF, Dünya Bankası, OECD, Avrupa Birliği’nin istekleri doğrultusunda ülkenin yönetimini ulusal siyaset ve ulusal yönetimden koparıp küresel piyasalara ve küresel örgütlere bağlamayı amaçlayan Bağımsız İdari Otoriteler Kanun Taslağı’dır.

    • Üçüncüsü, IMF ve Dünya Bankası isteği doğrultusunda kamu personel rejimini esneklik, sözleşmelilik, performans, örgütsüzlüğe saplayacak olan Kamu Personel Rejimi Kanun Taslağı’dır.

    • Dördüncüsü, ülkenin gelir yönetimini IMF’nin isteği üzerine bu örgütün doğrudan denetimine sokacak olan Gelir İdaresi Başkanlığı Kanun Taslağı’dır.

    Bunların yanısıra, AB Uyum Paketleri’nin dokuzuncusu hazırlanmakta; Türk Ceza Kanunu toplum yararını değil girişimci-birey yararını gözeten bir ruhla toplumsal suç-ceza sistemini değiştirmeye yönelmiş bulunmakta; emeklilik ve sağlık haklarını bir kez daha tırpanlamaya girişen sosyal güvenlik “reformu” için yasa hazırlıkları yapılmaktadır.

    Tüm yönetim sistemi, yönetme kudreti ülke halkından gittikçe daha fazla uzaklaştırılarak yasa hükümleriyle zincire dönüşmektedir.

    KAMU YÖNETİMİ TEMEL KANUNUNA HAYIR! demek, bundan böyle yukarıda anılan tüm yasa hazırlıklarına HAYIR! demektir. Bu HAYIR! Türkiye’nin sömürgeleştirilmesine HAYIR! demektir.'

    diyen parti.