İnsanlık 5607 yılının ancak 296 yılını barış içinde geçirdi. Bugüne kadar yaşanan yaklaşık 15 bin 600 savaşta yaklaşık 3 milyar 750 bin kişi öldü. Bu savaşların yaklaşık 250'si 20. yüzyılda yaşandı...
Kabbala, XII. yüz yıldan başlayarak Yahudi gizemciliğini tümüyle etkisi altına almış olan ezoterik bir akımdır. Her zaman temelde sözlü bir gelenek olan Kabbala, İbranice'de sözcük anlamı olarak da 'gelenek' karşılığını taşımaktadır.
Gizemci deneyimlerin içerdiği olası kişisel tehlikelerden kaçınabilmek amacıyla, Kabbala öğretisine ve uygulamalarına inisiyasyon mutlaka bir önderin, bir yol göstericinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmelidir. Her yönüyle gizemci bir öğreti olan Kabbala'nın, özünde Tanrı'nın Musa'ya aktardığı 'ilâhî vahy' olan Torah'ın (Tevrat) yazılı olmayan gizli bilgilerini içerdiği ileri sürülmüştür. Yahudiliğin temel ilkesinin Musa yasalarına uyum olmasına karşın, Kabbala'nın insana doğrudan Tanrı'ya ulaşma yollarını sağladığı varsayılmıştır. Bu bakımdan Kabbala, bir çokları tarafından tehlikeli biçimde kamutanrıcı (panteist) ya da sapkın olarak nitelendirilen gizemci yaklaşımlar içeren bir dinsel boyutu Yahudiliğe katmıştır.
Köken
Kabbala'nın kökeni İ.S. I. yüz yılda Filistin'de filizlenen 'Merkava' (ya da Merkabah) gizemciliğine kadar geri götürülebilir. Merkava gizemciliğinde temel uğraş, Eski Ahit'te peygamber Ezekiel'in düşlediği 'ilâhî taht' ya da 'araba' (merkava) hakkında derin düşüncelere dalmak ve bu sayede çoşku içinde kendinden geçmektir.
VII. ve XII. yüz yıllar arasında uygulama alanı Filistin'den Babilonya'ya kayan ve yoğun biçimde Gnostik inançların etkisi altında kalan Merkava gizemciliğinde asıl amaç, Tanrı'nın tahtını ve göksel düzeni düşleyebilmektir. Gizemci Merkava yazımında, çoşku içindeki ruhun yükselişi, düşman meleklerle dolu 'yedi küre'yi ya da 'yedi gök katını' aşmak için yapılan tehlikeli bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Ruhun bu yolculuktaki amacı, merkava'nın üzerinde bulunan ilâhî tahta ulaşmaktır.
'Tzenu'im' adı verilen Merkava uygulayıcıları, özel ahlâk niteliklerine sahip olan az sayıda seçkin kişilerdi ve sürekli oruç tutarak kendilerini gizemci deneyimlere hazır tutmaları gerekliydi. Bu seçkinlerin yapacağı başarılı bir düşsel yolculuk için her şeyden çok 'mühür' olarak tanımlanan bazı büyülü sözlerin ve formüllerin kullanımı zorunluydu. Bu büyülü sözler, her bir gök katının kapısında bekçilik yapan melekleri yatıştırmak için gerekliydi. Hatalı bir 'mühür' kullanımı, önemli yaralanmalara, hattâ korkunç ölümlere yol açabilirdi.
Talmud'a göre, Merkava uygulamasına kalkışan dört kişi arasından biri ölmüş, diğeri delirmiş, öteki dinden çıkmış ve yalnızca Rabbi Akiba ben Joseph gerçek bir düşsel deneyime nail olmuştur. Merkava uygulayıcıları kimi zaman 'Doğaüstü Dünyanın Gezginleri' olarak da adlandırılırlardı. Bu gizemci akımın en eski iki yazımsal kaynağı; Rabbi Akiba'ya ait olduğu sanılan 'Küçük' ve Rabbi Ishmael ben Elisha'ya ait olduğu sanılan 'Büyük' metinlerdir. Ayrıca, 'Enoch'un Kitabı' ve Tanrı'nın oldukça abartılı antropomorfik (insan biçimli) betimlemelerini içeren 'Shi'ur Qoma' (İlâhî Boyutlar) adındaki metinler de Merkava geleneğine aittirler.
Sefer Yetzira
Kabbala geleneğinde III. ve VI. yüz yıllar arasında ortaya çıkmış olan ikinci basamak 'Sefer Yetzira' (Yaratılış Kitabı) adlı kitaptır. Sefer Yetzira, büyü ve evrenbilim (kozmoloji) konusunda bilinen en eski İbranice eser olup evrenin, İbrani alfabesinin 22 harfi ile 'Sefirot' adı verilen 10 ilâhî rakkamdan yaratıldığını anlatmaktadır. Harfler ve rakkamlar birlikte Tanrı'nın evreni yaratırken kullandığı 'gizli bilgeliğin 32 yolu'nu oluştururlar.
Sefer Yetzira'nın, hatalı olarak Hz. İbrahim'e ait olduğu da ileri sürülmüştür. Bu nedenle kimi zaman kitabın adı 'Otiyyot de Avraham Avinu' (İbrahim Babamızın Alfabesi) olarak geçer.
Yetzira, sonraki dönemlerde Yahudiliği derinden etkileyecek olan 'sefirot' kavramını ortaya atmıştır. Çoğul olan Sefirot sözcüğü İbranice'de 'sayılar' anlamına gelmektedir. Sözcüğün tekil biçimi 'Sefira' ya da 'Sephira'dır (yani şifre) .
Yetzira'ya göre Sefirot, yaratıcı Tanrı'nın kendini gösterdiği on ayrı oluşum ya da güç olarak yorumlanabilir. 'En Sof' adı verilen 'Bilinemeyen Sonsuz Tanrı'dan yansıyan on ayrı aşama bulunduğu ileri sürülmektedir. Böylece her sefira, Tanrı'nın ayrı bir yaratıcı niteliğini ifade etmektedir. Kabbala'ya göre her sefira'nın bir başka sefira ile olan bağlantısı yaratılışın ritmini oluşturmaktadır. Kabbala'da, Sefirot'un gizemci yapısı ve kesin işlevi en sık tartışılan konudur. Bu tür spekülasyonların tümüyle sapkınlık olduğu yolundaki sert eleştirilere karşın, sefira'lar Kabbalacı gizemciliğin temel ilkesini oluştururlar.
Sefira'lar sırasıyla; 'keter'elyon' (yüce taç) , 'halhma' (bilgelik) , 'bina' (zekâ) , 'hesed' (sevgi) , 'gevura' (kudret) , 'tif'eret' (güzellik) , 'netzah' (sonsuzluk) , 'hod' (görkem) , 'yesod' (temel) ve 'malkhut' (krallık) olarak sıralanırlar. Sefira'lara; adımlar, ilkeler, nitelikler, taçlar gibi başka isimler de verilmiştir.
On adet sefira'nın içindeki ilk dörtlü grup evrensel elementleri (Tanrısal Ruh, Hava, Su ve Ateş) , kalan altılı grup ise yönleri (Sağ, Sol, Ön, Arka, Yukarı, Aşağı) simgelemektedir. Sefirot ile birlikte alfabenin harfleri, insan bedeninin çeşitli kısımlarına denk gelmekte ve böylece insanı yaratılışın mikrokozmosu biçimine dönüştürmektedir.
Sefer ha-Bahir
Kabbala'nın bir diğer önemli metni, XII. yüz yılda ortaya çıkan 'Sefer ha-Bahir' (Parlaklık Kitabı) adlı eserdir. Bu kitabın, ezoterik Yahudi gizemciliği ve genel olarak Yahudilik üzerindek etkisi derin ve kalıcı olmuştur. Bahir, yalnızca Sefira'ları yaratılışın ve evrenin sürekliliğinin araçları olarak yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda 'Gilgul' (ruh göçü) gibi kavramları da ortaya atarak yoğun bir gizemci simgecilik katkısıyla Kabbala'nın temellerini güçlendirmiştir. Bahir, aslında Eski Ahit'in geniş kapsamlı bir simgesel yorumudur ve dayandığı temel motif, İbrani alfabesindeki harflerin ses ve biçimlerinin gizemli anlamlarıdır.
Kitabın ilk olarak, XII. yüz yılın ikinci yarısında Fransa'nın Provence bölgesinde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Oysa Kabbalacılar Bahir'in çok daha eskiden kaldığını ve ilk uygulamalarının İ.S. I. yüz yılda Rabbi Nehunya ben Haqana'ya ait olduğunu ileri sürerler. Ayrıca, kitapta yer alan bazı ifadelerin ise 'Tannaim' adı verilen III. yüz yıl Yahudi bilginlerinden aktarıldığını savunurlar. Orta Çağ'dan kalma el yazmaları üzerinde yapılan nesnel bir değerlendirme Bahir'in yazarının, Doğu'dan Avrupa'ya daha önceden gelmiş bulunan bazı gizemci kavram ve metinleri eserine eklediğini ortaya koymuştur.
İbranice ile Aramice karışımı bir dille yazılmış olan Bahir, oldukça düzensiz ve genellikle bulmacamsı yapısına karşın, yoğun bir gizemci simgeciliği Kabbala'ya ve Kabbala yoluyla da Yahudiliğe başarıyla sokmuştur. Çağdaş Yahudi araştırmacı Gershom Gerhard Scholem, bu gizemci simgeciliği Kabbala'nın Yahudi dinsel düşüncesi üzerindeki en önemli etkisi olarak değerlendirmiştir. Örneğin Bahir, evrenin yaratılması ve varlığını sürdürmesini gizemli bir biçimde simgelendiren on adet 'Tanrısal Oluşum'un bilinen en eski açıklamasını içermektedir. Kendi içinde üç adet üst ve yedi adet alt belirtiye ayrılan bu on 'söylem' (Ma'amarot) , Kabbala'daki ünlü 'Sefira'lar' olarak tanımlanmıştır.
Bahir, aynı zamanda, Kabbalacı kuramlar arasına 'Ruh Göçü' (Gilgul) kavramı ile Tanrısal yaratma gücünü simgeleyen 'Kozmik Ağaç' düşüncesini de eklemiştir. Ayrıca kötülük kavramının da, Tanrı'nın kendisinde bulunan bir temel ilke olduğu da Bahir'de belirtilir. Eserin son bölümü, 'Büyük Gizem' (Raza Rabba) adlı eski bir gizemci metinden alıntıdır. Kabbalacılar, Bahir'in içerdiklerini buyruk olarak kabul ederler; oysa Bahir bir çok Yahudi din adamı tarafından sapkın olarak nitelendirilmektedir.
Sefer ha-Temuna
İlk olarak XIII. Yüz yılda İspanya'da ortaya çıkan 'Sefer ha-Temuna' (İmge Kitabı) , yazarı bilinemeyen İbranîce bir eserdir. Temuna, İbranî alfabesinde bulunan harflere mistik anlamlar yükler ve Tevrat'ın insan gözü ile görülemeyen bazı bölümlerinin olduğunu ileri sürer.
Temuna'nın en önemli katkısı Kabbala'ya 'Kozmik Devirler' (Shemittot) kavramını eklemesidir. Buna göre, her kozmik devir, kendine denk düşen Tanrısal niteliklerle uyumlu ayrı birer Tevrat yorumu getirmektedir. Temuna'nın içeriği, Tanrı'nın niteliklerinden 'kayra', 'yargı' ve 'insaf' tarafından yönetilen ilk üç 'Shemittot' üzerinde yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak, sözü edilen her üç devir ayrı birer Tevrat'a sahiptir ve henüz 'yargı' dönemini yaşamakta olan insanlık, Tevrat'ı bir buyruklar ve yasaklar dizisi olarak algılamaktadır. Tevrat'ın Temuna tarafından böyle göreli bir biçimde yorumlanması, XVII. yüz yılda Osmanlı toprakları üzerinde ortaya çıkan ve mesihçi bir akım olan 'Sabetaycılık' düşüncesini kuvvetle etkilemiştir. Sabetaycılığın temel kuramı, Tevrat'ın ancak görünürde oratadan kaldırılması ile gerçek amacına ulaşacağı biçimindedir. Temuna'dan kaynaklanan bu kuram, Yahudiliği kesin kuralları olan bir din olarak değil, her farklı devirde ayrı kuralları olan bir inanç olarak görmektedir.
Sefer ha-Zohar
Bazı Kabbalacılar tarafından Tevrat'a rakip olacak ölçüde kutsallık atfedilen ünlü 'Sefer ha-Zohar' (Görkemin Kitabı) da ilk olarak İspanya'da ortaya çıkmıştır. Genel olarak, yaratılışın gizemini ve Sefira'ların işlevlerini anlatan Zohar ruh, kötülük ve yaratılış gibi konularda gizemci kavramlar geliştirmektedir. Çoğunluğu Aramîce olan ve XIII. yüz yılda yazılmış olan bu kitap, ezoterik Yahudi Mistisizminin ya da Kabbala'nın klâsik metni olarak değerlendirilmektedir. Yahudi dininde, ezoterik gizemciliğin İ.S. I. yüz yıldan başlayarak işlenmesine karşın, Zohar geleneksel gizemci yaklaşımlara XIV. Yüz yıldan sonra yeni bir canlılık ve hız getirmeyi başarmıştır.
Zohar, yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin en geniş olanı, Eski Ahit'in ilk beş kitabı (Tevrat) ile Ruth ve Süleyman'ın Özdeyişleri bölümlerinde yer alan kutsal metinlerin 'içsel' (gizemci, simgesel) anlamlarını işlemektedir. Zohar'da, tümü Simeon ben Yohai (İ.S. II. yüz yıl) ve öğrencilerini merkez alan oldukça uzun vaazlar, kısa söylev ve öyküler yanyanadır. Zohar, yazar olarak Simeon'un adını özellikle vermekteyse de, çağdaş araştırmacılar eserin büyük bir bölümünün Moses de Leon (1250-1305) tarafından yazıldığına ikna olmuşlardır. Yine de, elde bulunan metinde bazı eski mistik yazılardan alıntıların kullanıldığı olasılığını göz ardı etmemektedirler.
Luria Kabbalası
1492 Yılında İspanya'dan sürülmelerinden sonra, Yahudilerin dünyanın sonu ve mesihin gelişine dair beklentileri giderek yoğunlaştı ve bunun sonucu olarak Kabbala'ya duyulan ilgi büyük ölçüde arttı.
İşte böyle bir manevi ortamda, XVI. yüz yılda Kabbala'nın tartışmasız merkezi durumuna, gelmiş geçmiş en büyük Kabbalacı olarak kabul edilen Isaac ben Solomon Luria'nın yaşadığı, Galile'deki Safed kenti ulaştı.
'Arslan' (ha-Ari) lâkabıyla da anılan Luria, 1534 yılında Osmanlı topraklarında bulunan Kudüs'te dünyaya geldi. Yaşamı hakkında temel kaynak, yazarı bilinmeyen 'Ari'nin Yaşamı' (Toledot ha-Ari) adlı bir biyografidir. Luria'nın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan ve yayınlanan bu yapıt, Luria hakkında gerçek ve hayalî ögeleri rastgele bir araya getirmiştir.
Toledot'a göre Luria'nın babası erkenden ölmüş ve annesi küçük oğlu ile birlikte Mısır'a, varlıklı ailesinin yanına göç etmiştir. Luria, önceleri dinsel bir eğitim almış ve Yahudi hukukunu (Halakha) incelemiştir. Henüz çok genç iken, ünlü hukukçu Isaac ben Jacob Alfasi'nin 'Sefer ha-Halakhot' adlı kitabına yorumlar kaleme almıştır. Luria'nın gençliğinde ticaret ile uğraştığı da bilinmektedir.
Kısa süre sonra Luria'nın tüm ilgisi Yahudi mistisizmi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde herşeyden elini eteğini çekip, amcasının Nil üzerinde bir adada bulunan evinde yedi yıl kadar yalnız yaşamıştır. Erken dönem Kabbalacılarını inceledikten sonra, zamanla tüm araştırmalarını Zohar'a yönlendirmiş, döneminin en ünlü Kabbalacısı olan Cordovero'nun yapıtlarını okumuştur. Luria'nın ilk yapıtı, Zohar'ın bir bölümü olan 'Gizlilik Kitabı' (Sifra di-Tzeni'uta) hakkında yazdığı yorum olmuştur. Bu yorum, tümüyle klâsik Kabbala'nın etkisinde olup, ileride Luria Kabbalası diye anılacak olan özgün öğretisinden hiç bir iz taşımamaktadır.
1570 Yılında Luria, Cordovero'nun öğrencisi olmak için Kabbalacı akımın merkezi haline gelmiş olan Safed'e göç etmiştir. Öğrenciliği sırasında, kendisi de yeni bir sistemle Kabbala dersleri vermeye başlamış ve etrafına çok sayıda öğrenci toplamıştır. Bu öğrenciler arasında, sonradan Luria'nın öğretilerini yazıya dökecek olan Hayyim Vital en yeteneklisi olmuştur. Luria'nın Kabbala öğretisi yalnızca ezoterik bir çevreye yönelmişti, araştırma ve derslerine herkesin katılmasına izin vermiyordu. Zamanının çoğunu öğrencilerinin eğitimi için harcarken, geçinebilmek için o dönemdede Safed'de oldukça canlı olan ticaret uğraşını da sürdürmekteydi.
Luria'nın Safed'e geldiği ilk günlerde, Cordovero'nun çevresinde toplanmış bulunan Kabbalacılar, belirli ritüelleri uyguladıkları farklı bir yaşam tarzı geliştirmişlerdi. Örneğin, Şabbat (cumartesi) günlerinde kırlara çıkarak 'Sabbath Kraliçesi' adıyla kişileştirdikleri günü kutlarlardı. Luria'nın gelişiyle, bu gezintilere 'Kavvanot' (meditasyon) ve 'Yihudim' (birleştirme) gibi yeni uygulamalar eklendi. Aslında bu ritüeller, ruhların Mesih'in gelişine kadar içinde yaşamaya mahkum oldukları kirli kabuktan (Kelipot) , yani bedenlerinden, manevî olarak sıyrılmayı sağlayan bir tür günahtan arınma eylemleriydi.
Luria'nın kişiliğinin güçlü etkisi, Safed kentine yoğun manevî bir atmosfer, mesihçi bir gerilim ve bir yaratıcılık ateşi getirmişti. İçtenlikle dine bağlılık ve dünyadan el etek çekiş Kabbalacıların yaşam özellikleri haline gelmişti. Safed'de yaşayan herkes, Zohar'ın yorumundan hareketle, Mesih'in 1575 yılında Galile'de ortaya çıkacağına inanmıştı.
Safed'de yaşadığı kısa süre içinde - ölümüne kadar geçen iki yıl süresinde - Luria, Yahudi mistisizmine yeni unsurlar ekleyen, çok yönlü ve verimli bir Kabbala dizgesi kurmayı başardı. Zohar'ın ilk bölümünün bir yorumunu içeren oldukça kısa bir metnin dışında, kendi öğretisini asla kaleme almadı. Luria, 1572 yılının Ağustos ayında bir salgında yaşamını yitirdi.
Bugün Luria Kabbalası diye bilinen, Luria'nın ölümünden sonra Hayyim Vital tarafından derlenerek yazıya dökülen ve Luria'nın öğretilerini içeren oldukça kapsamlı bir kolleksiyondur. Bu yapıt, tüm Yahudi mistisizmini etkileyen yeni bir düşünce akımı oluşturmuştur. Luria Kabbalası, bir yaratılış kuramı ile buna bağlı olarak evrenin giderek yozlaştığı düşüncesini ileri sürer ve özgün uyumu yeniden oluşturmak için pratik bir yöntem önerir. Yaratılış kuramı üç temel kavrama dayanmakyadır: 'çekilme' (Tzimtzum) , 'kapların kırılması' (Shevirat ha-Kelim) , 'restorasyon, tamirat' (Tiqqun) . Sonsuz (En Sof) olan Tanrı, yaratılışa yer açabilmek için, yeni oluşan uzaya yayılan bir ışık biçiminde, kendi içine doğru çekilmiştir. Sonradan bu sonsuz Tanrısal Işık, sonlu kapların içine hapsolmuş ve gerilime dayanamayan kaplar kırılarak, evrene kötülük ve uyumsuzluk yayılmıştır. Artık dünyayı kötülükten arındırma ve hem kozmosu, hem de tarihi kurtarmak için mücadele etmek gereklidir. 'Tiqqun' aşamasında, Tanrı'nın krallığı yeniden kurulacak, ilahî parlaklık kaynağına geri dönecek, Tanrısal Işığın en yüksek formu olarak 'ilksel insanı' simgeleyen 'Adam Kadmon' yeniden doğacaktır. İnsanoğlu bu süreçte önemli bir rol oynamaktadır. Zira dualar sırasında uygulanan çeşitli 'kavannot'lar ve sözcüklerin gizli kombinasyonlarının mistik söylenişleri, ilksel uyumun yeniden kurulmasına ve 'Tanrısal İsmi' yeniden birleştirmeye yöneliktir.
Luria Kabbalası'nın etkisi büyük olmuştur. Hem XVII. yüz yılda gelişen Sabetay Sevi akımı, hem de XVIII. yüz yılda ortaya çıkan aşırı sofu ve gizemci Hasidizm akımı üzerinde önemli bir rol oynamıştır.
Sabetay Sevi
(Sabetay Sevi'nin yaşamı ve Sabetaycılık akımı hakkında daha ayrıntılı bilgi için Sabetay Sevi adresine bakınız.)
1626 Yılında İzmir'de dünyaya gelen Sabetay Sevi, genç yaşlardan başlayarak kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala'ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu. Güçlü kişiliği ile çevresine bir çok mürit toplamayı başarmıştı. Henüz yirmi iki yaşında iken, Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisinin beklenen mesih olduğunu ilân etti.
Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sevi'yi İzmir'i terk etmeye zorladı. Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik'e, sonra Istanbul'a gitti. Başkent'te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini'nin elinde Sevi'nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre sonra Istanbul'dan da ayrılan Sevi, önce Kudüs'e ve sonra Mısır'a gitti. Kahire'de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi'yi kendi davasına inandırdı.
Malî destek sağlamış olarak, yandaşlarından oluşan bir maiyet ile Kudüs'e muzaffer bir biçimde geri döndü. Burada, Gaza'lı Nathan adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi geleneklerinde yer alan 'Mesih'in Müjdecisi' rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi'nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi. Ancak, Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, 1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir'e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı.
1666 Yılı başlarında, Istanbul'a giden Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Padişah'ın huzuruna çıkarıldı. Önceden ölümle tehdit edildiği için, Sevi din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Padişah, Sevi'nin adını Mehmet Efendi olarak değiştirdi ve yüksek bir maaşla kapıcıbaşı görevini verdi. Ancak, bu din değiştirme olayı, müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına sürükledi. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta 1676 yılında öldü.
Sevi'yi din değiştirmesine karşın terk etmeyerek etrafında toplananlardan oluşan Sabetaycılık adı verilen akım, Sevi'nin dinsel yetkileri hakkındaki aşırı iddiaları ile sonradan din değiştirerek Yahudi inancına ihanet etmesi çelişkisini giderme çabası içindedirler. Sadık Sabetaycılar, Kabbalacı bir yaklaşımla, Sevi'nin din değiştirmesini mesihliğinin gerçekleşmesi için atılması gereken son adım olarak yorumlarlar. Bu nedenle, önderlerini izleyerek Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu dönmeler (din değiştirenler) için, kişinin kendini kalpten Yahudi hissetmesi önemlidir ve görünürde uygulanan Müslümanlığın ve biçimsel eylemlerin değeri yoktur. Zohar'ın Luriacı yorumundan yola çıkarak, bir çeşit 'Kutsal Günah' kuramına ulaşan Sabetaycılar, Torah'ın amaçlarının tam olarak gerçekleşmesinin ancak, manevî olmayan eylemler sonucunda Torah'ın görünüşte ortadan kaldırılması ile olanaklı olacağını ileri sürerler.
Hasidism
Eğer engellenmemiş olsaydı, Sabetaycılığın Yahudi dininin sonunu getireceğini ileri süren din tarihçileri bulunmaktadır. Sabetay Sevi'ye odaklanan mesihçi beklentilerin yaratığı düş kırıklıklarına karşın bu akım, yalnızca bazı ileri görüşlü din adamlarının teozofik amaçlarını yanıtlamakla kalmayıp, Talmudistlerin kuru yorumlarıyla yetinmeyen ve yönetici sınıfların sosyo-ekonomik baskısından bunalan Yahudi kitlelerinin gereksinimlerini de karşılamıştır. Benzeri bir durum Litvanya, Belorusya ve Ukrayna topraklarını da içeren Lehistan Krallığı için de geçerli olmuştur. XVIII. Yüz yılda ortaya çıkan ve Luria Kabbalasını kendi düşünsel kuramlarının temeli olarak alan Hasidizm akımı Lehistan'da etkin olmuştur.
Hasidizm, olası en düşük düzeyde bir örgütlenme ile yoğun biçimde propaganda ve vaaz yöntemlerini kullanan, bilgili üyelerden oluşan küçük gruplara dayanan bir kitle akımıdır. Söylentilere göre, Hasidizm akımının kurucusu 'İyi Adın Üstadı' (Ba'al Shem Tov - Tanrı'nın dile getirilemez adını bilen kişi) lâkabıyla tanınan Israel ben Eliezer'dir. Eliezer 1700 dolaylarında dünyaya gelmiş ve 1760 yılında Güney Polonya'da ölmüştür. Kendi döneminin ortodoks Yahudiliği hakkında iyi bir eğitime sahip olmamasına karşın, olağanüstü manevî nitelikleri olan ve yalnızca sıradan insanları değil, entellektüel kesimi de yandaşları arasına alabilen etkileyici bir kişiliğe sahipti. Hakkındaki efsanelerin yoğunluğu, büyük olasılıkla hiç bir zaman sistemli biçime dönüştüremediği kişisel öğretisi üzerine ayrıntılı bilgi edinmeyi engellemiştir. Doğu Avrupa Yahudiliğinde XVIII. yüz yılda etkinlikleri giderek yoğunlaşan gezgin vaizlerin yöntemlerinden esinlenen Eliezer, öğretisini yaymak için, gündelik yaşamdan ve folklordan aktardığı öyküleri kullanarak kutsal metinleri yorumlama yöntemini benimsemişti. Bu yöntem Hasidizmin değişmez niteliklerinden biri olacaktır. Ancak, akımın tüm otantik kuramlarının ve öğretilerinin, bu tür öykü ve fıkralara yansıdığını düşünmek abartılı bir yaklaşım olur. Temel öğreti çalışmaları, Hasidik hahamlarca Torah üzerine verilen haftalık vaazlarda ve ritüellerde ifadesini bulur. Neredeyse her haham, kendine özgü ekleme ve yorumlarla Hasidik öğretiyi etkilemiştir. Bu nedenle, akımın ilk üç nesli kapsayan döneminde, Hasidizm öğretisi büyük ölçüde çeşitlenmiş ve farklılaşmıştır. Yine de, Hasidizm akımının ortak temel çizgilerini belirlemek olanaklıdır.
Kuramsal olarak, Hasidizmin kökleri Luria Kabbalasından çıkmaktadır. Ancak, Hasidizme özgü olan kavram 'Tanrı ile birlikte olmak' (Devequt) kavramıdır. Devequt, tüm Yahudiler için bir amaç ve değişmez bir görevdir ve her koşul altında insan varlığının tümüyle manevî değerlere dayanmasını gerektirmektedir. Bu gereklilik, Kabbala'nın düşünsel kavramlarının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Tüm ağırlık, inanan kişinin iç yaşamına verilmelidir. Kozmik dramın sahnesi artık Sefira'lar evreni değil, insanın iç yaşantısıdır. Buna ek olarak Hasidizm, Luriacı 'restorasyon' (Tiqqun) öğretisinin bir parçası olan diğer bir gerekliliği de toplumsal bir gerçeklik biçimine dönüştürür: grubun dinsel yaşamı ve örgütlenmesinin merkezine, tartışılmaz bir yetkeyi, doğaüstü güçleri olan bir önderi, 'Tzaddik'i yerleştirir. Böylece Hasidizm, başarılı olduğu her yörede, tartışmasız bir manevî yenilenme yaratmıştır. Oysa madalyonun diğer yüzü, giderek kişisel kültler biçimine dönüşen hahamlar arası çekişmelerin varlığını, Hasidik toplulukların kendilerini çevreleyen toplumdan soyutlandığını, bunun yarattığı kötü sosyo-ekonomik koşulları ve kendilerini soyutlayan Yahudilere karşı oluşan düşmanlığı ortaya koymaktadır.
İlk günlerinden başlayarak Hasidizm, Sabetaycılığın etkisiyle aşırı hassaslaşan resmî Talmudçu Yahudi yetkililerinden büyük direnç görmüştür. Hasidizm yandaşlarının ritüelik kurallara sıkı sıkıya bağlı davranışları, 'Rakipler' (Mitnaggedim) tarafından kabul edilemeyecek bazı özellikler göstermekteydi: Tzaddik'e koşulsuz boyun eğmeleri, sinagoglara devamsızlık yaparak kendi aralarında toplanmaları, dinsel törenlerin değiştirilmesi, gündelik giysilerle dua edilmesi, Talmud'un incelenmesi yerine gizemci meditasyonun yeğ tutulması bu özelliklerin önde gelenleriydi. Yine de, Hasidizm ile Talmudizm arasındaki bu çekişme bir bölünmeyle sonuçlanmadı. Üç nesil boyunca süren çekişme yerini, açıkça dile getirilmemiş, kendiliğinden bir uzlaşmaya bıraktı. Ancak, iki taraf da aralarındaki farklılıkların silinmemiş olduğunun bilincindeydiler. Varılan bu uzlaşma, genel olarak Hasidizmin yararına olmasına karşın, Hasidizmin eğitim konusunda bazı tavizler vermesine yol açtı.
Hasidik grupların iç örgütlenmeleri, II. Dünya Savaşının Doğu Avrupa Yahudiliği üzerindeki yıkıcı etkilerine karşın, ayakta kalabilmelerini sağladı. Savaş sonrasında, tüm önemli Hasidizm merkezleri Amerika'ya taşınmak zorunda kaldı. Hasidizm, hem ekonomik nedenler ile, hem de Sionizm'e ve İsrail Devletine karşı neredeyse düşmanlığa varan tutumundan dolayı, Filistin yerine Amerika'yı tercih etti. Bu gün, Amerika'da Hasidizme bağlı en ünlü ve en etken grup, merkezi New York'ta bulunan ve Rusya'daki tanınmış Lyubavichi Hasidizm okulundan adını alan Lubavitcher'lerdir.
Sonuç
Çağdaş Yahudiliğin manevî yaşamı ve düşünceleri üzerinde Kabbala'nın oynadığı rol, eskiye oranla bir hayli azalmış olmasına karşın, hiç de azımsanacak bir düzeyde değildir. Bugün, gerçek anlamıyla yaşayan bir Kabbalacı akımdan söz etmek olanaklı değildir. Yine de, Abraham Isaac Kook (1865-1935) gibi yazarların kişisel çabaları hâlâ etkili olmaktadır. Ayrıca, iki Dünya Savaşı arası dönemde 'Batılılaşmış' Yahudiler üzerinde güçlü bir etki yaratan Martin Buber'i (1878-1965) ve dinsel düşüncenin reformu konusunda Hasidizm propagandası içeren çalışmalarını belirtmek gereklidir. Polonyalı bir Yahudi olan Abraham Joshua Heschel (1907-1972) de önemli etkinliğe sahip kişilerdendir.
Yahudi gizemciliği, Yahudiler dışındaki ulusların düşünsel yaşamları üzerinde de etkin olmuştur. Özgün amaçlarından saptırılan Kabbala, Yahudiliğin sınırlarını aşmış, Rönesans döneminden başlayarak Hıristiyan toplumunda da bazı düşünce akımlarının doğmasına yol açmıştır. 'Hıristiyan Kabbalası', İspanya ve İtalya'da din değiştirip Hristiyanlığı kabul eden Yahudilerin etkisiyle, XV. yüz yılda doğmuş ve Kabbalacı belgelerde Hristiyan inancının gerçeklerini bulduğunu ileri sürmüştür. Böylece, bir çok Hıristiyan Hümanist düşünür, Yahudi gizemciliği ile uğraşmaya koyulmuş ve bazıları Kabbala hakkında geniş bir bilgiye ulaşabilmiştir. Bu kişiler arasında Giovanni Pico della Mirandola (1463-1494) , Egidio da Viterbo (1465-1532) , Johannes Reuchlin (1455-1522) ve Guillaume de Postel (1510-1581) en önde gelenlerdir. Reuchlin'in kaleme aldığı 'De Arte Cabbalistica' (1517) adlı yapıt, Yahudi olmayanların anlayabileceği bir dille yazılmış olan ilk Kabbala açıklama kitabıdır.
XVI. Yüz yıldaki gizlici (okült) düşünüler, XVII. ve XVIII. yüz yıllardaki doğa felsefesi, Masonluğun ideolojisini renklendiren bazı motifler ve günümüzde yeniden gündeme gelen gizlici ve teozofik kuramların tümü Kabbalaya odaklanmışlar, gerçek anlamını ve ruhunu yakalayamasalar da, ondan aktarmalar yapmışlardır.
Anglo-Sakson Irkçilarinin Slogani: 'Bizler de Yahudiyiz; Yeryüzü Bizim Olmali'!
Amerikali sosyolog Thomas Gossett, irkçiligin kökenlerini inceledigi kitabinda, Anglo-Sakson irkçilarinin kendilerini yahudilerle özdeslestirmelerini anlatirken, bir de bu düsünceye bagli olarak gelistirilen ilginç bir teoriyi anlatiyor. Ingiliz din adami John Wilson tarafindan gelistirilen teori, Anglo-Saksonlar'in¯yani Amerikali ve Ingilizler'in¯kendilerini yahudilerle özdeslestirme çabalarina, somut ve organik bir temel olusturma denemesinden ibaretti. 'Anglo-Israil' hareketini baslatan bu teoriyle, Anglo-Saksonlar, aslinda kendilerinin de 'yahudi' oldugunu ispatlamaya (!) ugrasiyorlardi:
Anglo-Israil hareketi, 1837'de Ingiltere'de basladi. John Wilson adli 'nonconformist' (bagimsiz protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatilan ve Jacob'un (Hz. Yakub) , oglu Joseph'a (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaad ettigi hikayeyi degisik bir biçimde yorumladi: Wilson, Joseph'in zaferle müjdelenmis soyunun Ingilizler oldugunu öne sürdü. Ona göre, Ingilizler, açikça Joseph'in soyundan geliyorlardi. söyle ki; Israilogullari'nin on kabilesi, Asurlular tarafindan MÖ 8. yüzyilda Israil'den sürülmüslerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmus ve akibetleri tarihin derinliklerine gömülmüstü. Ama, Wilson'a göre, Israil'in 'On Kayip Kabile'si artik bulunmustu: Bu 'kayip' yahudiler, Ingiltere'nin Anglo-Saksonlari'ydi... Gerçi Ingilizler'in fiziksel özelliklerinin yahudilere uymadigi seklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve ögrencileri buna karsi da ustaca bir açiklama getiriyorlardi: Yahudiler orjinal olarak aslinda ayni Ingilizler gibi sarisin insanlar olmaliydilar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kizil saçli' oldugunu söylüyordu! Kisacasi, Anglo-Saksonlar da gerçek birer yahudiydiler; yani Tanri'nin seçilmis irkindandilar...
Ingiliz irkçilarinin ortaya attigi bu teori hizla benimsendi. Kisa süre sonra Ingiltere'de Anglo-Israel Association (Anglo-Israil Birligi) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-Israil Birligi) adini alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladi. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayinlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkimiz, Kökeni ve Gelecegi) adli bir haftalik gazete çikardi. Gazetede, Ingilizce konusan halklarin da 'yahudi' olduguyla ilgili 'delil'ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmis irk düsüncesini destekleyen pasajlar aktariliyordu. Gazetenin yazarlari, M. Tevrat ayetlerine dayanarak, Ingiltere ve Amerika'nin gelecegiyle ilgili tahminler de yapiyorlardi. Anglo-Israil hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da siçradi. 1884 yilinda, Ingiliz Anglo-Israil hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adli bir rahip Amerika'ya yollandi ve büyük bir propaganda kampanyasi açti. Böylece, 'bizler de yahudiyiz' slogani Amerikan irkçilarinin da agzinda gezmeye basladi. (Anglo-Israil hareketi bugün de hem Ingiltere'de hem de Amerika'da bazi dini gruplar tarafindan sürdürülmektedir.)
Kuskusuz ne Ingilizler ne de Amerikalilar, 'seçilmis irk' degillerdi. Anglo-Israil hareketinin ve benzeri 'yahudilesme' akimlarinin asil etkisi de zaten içinde bulunduklari toplumlari 'seçilmis irk' olduklarina inandirmak olmadi. Önemli olan bu 'yahudilesme' hareketlerinin, Ingiliz ve Amerikalilar'in toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, sözkonusu 'yahudilesme' hareketlerinin sonucunda, yahudilere karsi duyulan olagandisi sempati ve 'yahudilerin Filistin'e dönme hakki'na olan inanç daha da güçlendi.
Ingiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin yahudilerin Vaadedilmis Topraklar'a dönme çabasi olan Siyonizm'i neden büyük bir istekle desteklediklerini de açiklar. Yahudileri 'seçilmis halk' olarak görme aliskanligina sahip bu iki ülkeden pek çok kisi, 20. yüzyilda Siyonizm'e büyük destek vererek 'Hiristiyan Siyonistler' sifatini kazanmistir.
Zenci Düsmanliginin Ibrani Kökenleri
Anglo-Sakson irkçiliginin yahudi ögretisinden bu denli etkilenmis olmasi, Ingiliz ve de özellikle Amerikan irkçiliginin en açik gözüktügü alan olan zenci düsmanliginin kökenini de açiklamaktadir. Çünkü, yüzyillardir siyah derili insanlara uygulanan acimasiz ve ilkel irk ayrimciliginin kökeni de yahudi kaynaklarina dayanmaktadir.
Zenci düsmanliginin kökenini arastirirken karsimiza çikan ilginç tablo, zenciler aleyhindeki ilk asagilayici ifadelerin yahudi kaynaklarinda yer aldigini gösterir. Thomas F. Gossett, M. Tevrat'ta Resul Yeremya'nin agzindan aktarilan 'Etiyopyali derisinin rengini degistirebilir mi, ya da leopar lekelerinden kurtulabilir mi? ' cümlesinin, zencileri asagilayici ilk mesaji verdigini not eder. Gossett, yahudi kültüründe irkçiligin temelini olusturan 'Nuh'un ogullari' efsanesine de dikkat çeker. Bu efsaneye göre, sözde Hz. Nuh'un ogullari arasindan biri, yani Ham, babasi tarafindan soyuyla birlikte lanetlenmistir. Kendilerinin Hz. Nuh'un diger övülen ogullarinin soyundan geldigine inanan yahudiler, Ham'in soyunun lanetli olduguna inanirlar. Ve M. Tevrat'ta Ham'in soyunun rengi hakkinda bilgi verilmedigi halde, yahudiler MÖ 6 ve 2. yüzyillar arasinda yazilan Babil Talmudu'na 'Ham'in soyundan gelenlerin zenci olduklarini' eklemislerdir.
Diger yahudi kaynaklarinda da benzer sapkin inanislar bulmak mümkündür. Örnegin Kabala'ya göre, zenci olmak, dogrudan asagi bir irktan olmak anlamina gelir. Kabala'nin temel eserlerinden olan Yaratilis Kitabi (Sefer ha Yetsira) , 'Siyah dogmus olmak Tanri'nin bir cezasidir' hükmünü içerir. Dolayisiyla, pek çok motifini yahudi kaynaklarindan almis olan Bati irkçiliginin, zenci düsmanligini da ayni kaynaktan derledigini anlamak pek zor degildir.
Zenci düsmanligindaki yahudi etkisi, en son New York Üniversitesi'ne bagli bir zenci profesör tarafindan da vurgulandi. Türkiyeli yahudilerin yayin organi salom gazetesi, profesörü 'antisemit ve saldirgan' ilan eden önyargili üslubuyla, konuyla ilgili haberi söyle veriyordu:
New York Üniversitesi Amerikan-Afrika Arastirmalari Kürsüsü Baskani zenci profesör Leonard Jeffries'in üniversitede ögrenci ve profesörlere yaptigi ve daha sonra yayimlanmasi için tüm radyo-televizyon sirketlerine gönderilen konusmasi New York'ta yahudiler arasinda büyük tepkilere neden oldu. Iki saat süren konusmasinda ABD'de var olan siyah irk düsmanligini yahudilerin baslattigini ve finanse ettigini iddia eden Jeffries, özellikle Hollywood filmlerini finanse eden mafya ile yakin isbirliginde olan Rus yahudilerinin yönettikleri filmlerde zenci düsmanligini körüklediklerini söyledi. Prof. Jeffries, bugün bile zenci düsmanligini yahudilerin devam ettirdiklerine isaret ederek, yahudilere karsi çikmanin antisemitizmle ilgili bir sey olmadigini, onurlarini kurtarmanin herseyin üstünde oldugunu ileri sürdü. Konferansa katilanlarin belirttigine göre, zenci profesör, bazi yahudileri tek tek ismen suçlayarak bu yahudilerin köle ticaretini finanse ettiklerini iddia etti.
Zenci profesör Jeffries'in söyledikleri dogruydu ama Amerika gibi 'yahudilesmis' bir toplumda böylesine keskin bir 'baskaldiris'a izin verilmedi ve Jeffries'in bu açiklamalari cevapsiz birakilmadi. 'Cevap', klasik yahudi tarzina uygundu. Haberin devaminda bildirildigine göre, profesörün görevden alinmasi için çesitli derneklerce çagri yapildi ve hakkinda sorusturma açildi. Ve bu kampanyanin ardindan Jeffries üniversiteden uzaklastirildi...
Yahudi düşmanı çevrelerin “best-seller” kitabı olan “Sion Bilgelerinin Protokolleri” (ya da “Sion Önderlerinin Protokolleri” ya da kısaca “Protokoller”) , bu tür düşmanca yayınlarda sürekli olarak alıntılarla yinelenen bir demirbaş “kaynak” (!) kitaptır. Bu kitabın Yahudi bilgelerince yapılan toplantıların tutanakları olduğu ve bu kişilerin verdiği talimatlar doğrultusunda Yahudi ulusunun “Dünya Egemenliği” sağlayabilmesi için kullandığı bir “elkitabı” niteliği taşıdığı, Yahudi karşıtı çevreler tarafından ileri sürülmüştür. Dünyanın hemen tüm dillerine çevrilerek yayınlanmış olan bu kitaptan Türkiye’de kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.
Çağdaş Anti-Semitizmin en ilgi çeken ve en başarılı ürünü olan Sion Bilgelerinin Protokolleri’nin köklerini, Haçlı Seferleri sırasında Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan popüler Yahudi düşmanlığı akımında bulmak olasıdır. Bu dönemde, Yahudilerin “Hamursuz” Bayramlarında Hıristiyan çocukların kanlarını içtikleri, kuyuları zehirledikleri ve salgın hastalıklar yaydıkları biçiminde oluşturulan iftiralar, tüm Avrupa’daki Yahudi topluluklarının toptan yok edilebilmesi için bahane edilmişlerdir. Hıristiyanların boyun eğdirilmeleri ve yok edilmeleri amacıyla gizli haham toplantıları düzenlendiği biçiminde uydurulan masallar halkın arasında kulaktan kulağa yayılmıştır. Benzer motifler, erken Anti-Semitik edebiyatta sıkça görülebilir.
Son iki yüz yıl içinde bir çok kez Mason karşıtlığı, çok daha eskiden beri süren Yahudi düşmanlığı ile, Yahudilere karşı beslenen nefret duyguları, yani Anti-Semitizm ile iç içe geçmiştir. Bu iki korkunun bir araya gelmesine, belki de her ikisinin de kökeninde yatan mantıkdışı özellikler neden olmuştur. Yine de, 19. yüzyılın ortalarından bu yana Mason karşıtı ve Yahudi karşıtı propaganda dalgalarının giderek artan bir biçimde geliştiği gözlemlenmektedir. Bu tür propaganda yazımının büyük olasılıkla zirvesini oluşturan tipik örnek “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adlı metindir.
“Sion Bilgelerinin Protokolleri”, tarih boyunca en iyi bilinen saptırmalardan biridir ve en başından beri sahtekarlık ve aşırmaya dayanan bir uydurmacadan ibarettir. Ne var ki bu aldatmaca, çeşitli nedenlere bağlı olarak Yahudilik ve Masonluk ile bağıntılı belirli bir duyarlılık sahibi olan bir çok kişinin hayal gücünü etkilemiş, Yahudi ve Mason karşıtlarının ellerinde vazgeçilmez bir “bilgi kaynağı” (!) biçimine dönüşmüştür.
Öncüller
Mason karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığı bağlantısı, Protokoller ile başlamaz. 1894 Yılında ortaya çıkan ve 1906 yılına dek kesintisiz süren Dreyfus olayını fırsat bilen Fransız basını ve diğer ülkelerdeki gazeteler, Dreyfus’un Yahudiliği ile onun sadık savunmacılarının bir çoğunun mason olmasını birbirine bağlamışlardır.
Protokollerin esinlendiği temel kavramların izini, geriye doğru, 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi’ne kadar sürmek olasıdır. 1797 Yılında, devrim karşıtı unsurları temsil eden Abbé Augustin Barruel adında bir Fransız Cizvit’inin yazdığı bir inceleme yayınlanmıştır: “Memory to Serve the History of Jacobinisme” (Jakobenizm Tarihine Hizmet Eden Anılar) adlı yapıtında Augustin Barruel, İlluminatiler ile karıştırdığı Masonluğu, Tampliyeler’in mirasçısı ve Fransız Devrimi’ni yaratan gizli güç olarak suçlamıştır. Ne var ki, Fransız soylularının büyük çoğunluğunun mason olması, Abbé Barruel’in bu savının saçmalığını ortaya çıkarmaktadır. Barruel, söz konusu yapıtının hiçbir yerinde Yahudileri suçlayamamıştır. Devrimciler arasında Yahudilerin olmaması ve böylece aradığı tarihsel verilerin bulunmaması yüzünden, saldırılarını Yahudilere kadar yaymak fırsatını yakalayamayan Barruel’e karşın, kendisinden sonra gelen propaganda yazarları o denli titiz davranmamışlar ve gerçekte olmayan olguları uydurmakta hiç sıkıntı çekmemişlerdir. Ancak 1806 yılında, önceden tümüyle masonlara dayandırdığı komploda, Yahudilerin de rolü bulunduğunu ileri süren sahte bir mektup Barruel tarafından yayınlamıştır. Aslında bu mektubun, NapoleonBonapart’ın Yahudilere yönelik takındığı liberal tutumdan hoşnut olmayan gizli polis tarafından düzenlendiği sanılmaktadır. Uluslararası Yahudi komplosu miti, 19. yüzyılda Almanya ve Polonya gibi ülkelerde sık sık yinelenmiştir.
Protokoller’den önce ya da sonra yayınlanan sayısız kitap, Masonluğun kökeninde Yahudiliğin bulunduğunu ileri sürer. Port-Louis Başpiskoposu Leon Meurin tarafından yazılmış ve 1893 yılında yayınlanmış olan “La Franc-Maçonnerie,Synagogue de Satan” (Masonluk, Şeytanın Sinagogu) adlı kitap bunlardan biridir. Yazar, kitabın 260. sayfasında şunları söylemektedir: “Masonlukta başından sonuna her şey; esas olarak Yahudi’dir, özellikle Yahudi’dir, hevesle Yahudi’dir.”
Masonluk tarihi hakkında yazılan tüm ciddi yapıtlarda kolaylıkla bulunabilecek olan tarihsel gerçek, mason localarının köken olarak tümüyle ve özellikle Hıristiyan olmalarıdır. Ancak 1717 yılında Londra Büyük Locası’nın kurulmasından sonra, Masonluğun Hıristiyanlıktan uzaklaşması başlamış ve bu süreç 1813 yılında doruğuna ulaşmıştır. İki rakip Büyük Loca’nın birleşmeleri ve İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın oluşması zamanında, ritüeller incelenmiş ve kalan son Hıristiyanlık simgeleri de ayıklanarak örgüt bugün bilinen evrensel niteliğine kavuşmuştur. Ek bir yorum olarak, özellikle İskandinav ülkelerinde İsveç Riti’ni uygulayan bazı Büyük Locaların, bugüne dek Hıristiyan dinine bağlı olmayan kişileri üye olarak kabul etmediklerini anımsatmak yararlı olacaktır. Üstelik, Yahudilerin ve diğer din mensuplarının üye olabildikleri mason localarında bile bazı dereceler, örneğin York Riti’nin “Konstantin Haçı”, “Malta Şövalyesi” ve “Tampliye Şövalyesi” gibi bazı üst dereceleri özellikle Hıristiyanlara özgü tutulmaktadır ve diğer dinlerden olanlar bu derecelere kabul edilmemektedirler. Kimi Süprem Konseyler de (örneğin İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Avustralya Süprem Konseyleri) , Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni özellikle Hıristiyan bir rit olarak değerlendirmekte ve diğer din mensuplarını aralarına kabul etmemektedirler. Bu seçicilik öylesine gelişmiştir ki, adaylar sadece Hıristiyan inancına bağlılıklarını bildirmekle kalmazlar, ayrıca “Kutsal Üçlü Birlik” üzerine de yemin etmek zorunda tutulurlar.
“Protokoller”in Ortaya Çıkışı
“Protokoller” ilk olarak Çar II. Nikola döneminde 1905 yılında Saint Petersburg yakınlarında bir sayfiye kenti olan Tsarskoe Selo’da yayınlandığı kabul edilir. İlk baskılarında yazar olarak belirtilen kişi hukukçu, yargıç ve aynı zamanda bir Ortodoks papazı olan Sergey Aleksandroviç Nilus’tur (1862-1930) .
Önceleri bir tanrıtanımaz olan Nilus, 1900 yılında Fransa’dan Rusya’ya Tanrı inancına yeniden kavuşmuş olarak geri döndü ve manastırdan manastıra yolculuk yapmaya başladı. Bu yolculuklar sırasında “Velikoe v Malom” (Küçüğünİçinde Büyük) adlı kitabını yazdı. Bu kitap tanrıtanımaz bir aydının yeniden imana dönüşünü ve mistik yeniden doğuşunu anlatmaktaydı. Kitap, basında olumlu tepkiler topladı ve yankıları Büyük Düşes YelizavetaFeodorovna’ya kadar ulaştı. Büyük Düşes, Çar II. Nikola’nın çevresini saran gizemciler ile mücadele ediyor ve Çar’ın günah çıkardığı özel rahibini de hiç sevmiyordu. Feodorovna, Nilus’un özel rahip konumuna kavuşmasını istiyor, böylece Çar’ın üzerinde olumlu bir etki yaratabileceğini düşünüyordu.
Nilus, Paris’i terk ederken geride sevgilisi Bayan K.’yı bırakmıştı. Bayan K., tüm servetini yitirmiş ve Nilus’un ayrılığı ile psikolojik açıdan çökmüş olduğundan gizemci konulara ve çevrelere ilgi göstermeye başlamıştı. Bu çevrelerde GeneralRatçkovski’ye rastladı. General Ratçkovski, Çarlık Rusya’sının korkunç gizli polis örgütü Okhrana’nın Paris’teki ajanlarından biriydi. Protokoller’in el yazmasını Ratçkovski’den alan bayan K. bunları Nilus’a gönderdi. Belki de Ratçkovski, Nilus’un yakında Çar’ın özel rahibi olacağını duymuş ve bu geleceği parlak kişinin gözüne girmek gerektiğini düşünmüştü.
Özgün olarak Protokoller, Nilus tarafından yazılan “Velikoe v Malom” (Küçüğün İçinde Büyük) adlı kitabın ikinci baskısına ek olarak yayınlanmıştır (1901 yılında yayınlanan ilk baskıda Protokoller yer almamıştır) . O dönemde adet olduğu biçimiyle Nilus kitabına bir de alt başlık vermiştir: “Yakın bir Politik Olasılık Olarak Deccal”. Alt başlık doğrudan kitabın ekine, yani Protokoller’e gönderme yapmaktadır.
Yirmi dört ayrı protokol ya da bölümden oluşan ve ilk tam metin olarak değerlendirilen 1905 baskısı Protokoller’in doğuşu olarak kabul edilmektedir. Nilus, kitabın temel aldığı Fransızca yazılmış el yazmalarının özgün ve gerçek olduklarını ileri sürmekteydi. El yazmaları, değişik renkte mürekkep kullanılarak ve değişik el yazıları ile kaleme alınmışlardı. Nilus, Protokoller’i kaleme alan yazmanların nöbetleşe çalıştıklarını ve bu yüzden yazmaların değişik nitelikli yazılardan oluştuğunu açıklamıştı.
İzleyen değişik baskılarda (tümü Rusça olarak 1911, 1912, 1917 ve 1919 baskıları) Nilus, kendisinin sadece çevirisini yapmış olduğunu özellikle belirttiği Protokoller’in metninin eline nasıl ulaştığı konusunda farklı açıklamalar sunmuştur. Başkaları tarafından yapılan diğer baskılar ve diğer çeviriler de, metnin kökeni hakkında değişik öyküler sunmuşlardır. En sık rastlanan “sonradan eklenen” açıklama, Protokoller’in 1897 yılında Basel’de Dr. Theodor Herzl tarafından toplanan “Birinci Siyonist Kongresi”nin gizli tutanakları oldukları biçimindedir.
Protokoller’de, Yahudilerin çeşitli komplolar sayesinde tüm dünya hükümetlerini denetimleri altına alacakları, Hıristiyan uygarlığını yok ederek dünyanın efendileri olacakları görüşü ileri sürülmektedir. Protokoller, bu amaçlara ulaşmakta kullanılacak olan yöntemleri ayrıntıları ile açıklamaktadır. “Sion Bilgeleri” tarafından insanlığı aldatmak ve dünyaya egemen olmak için geliştirilen hilelerden biri de Masonluktur.
Aslında “Sion Bilgeleri” ya da “Sion Yaşlıları” (Elders of Sion) adında bir örgüt hiç bir zaman var olmamıştır. Yine de, doğrulayacak en küçük bir kanıtın bulunmamasına karşın, Protokoller’in bu örgütün gizli tutanakları olduğu inatla ileri sürülmüştür.
Protokollerin biçimi incelenince, tarafsız okurun dikkatini çeken ilk nokta, bu metnin daha önceden bilinen hiçbir protokol metni ile bir benzerlik göstermemesidir. Protokol bir tutanaktır, yani bir toplantıda olanların aktarılmasıdır; bir toplantı yeri, toplantı tarihi ve saati, toplantının başkanı ve genellikle toplantıya katılanların isimleri protokolde yer alır; tartışmaların anlatımı, söz alanlar, özet olarak da olsa nelerin söylendiği ve hangi kararların alındığı belirtilir; sonuç olarak tutanakların son bölümünde, protokollerin doğruluğunu sağlamakla görevli olan kimselerin imzaları bulunur. Oysa bu “Protokoller”de bu sayılanların hiçbiri yer almamaktadır. Yalnızca metnin sonunda, imza yerine basit bir satır biçiminde: “33 Dereceli Sion Temsilcileri tarafından imzalanmıştır.” diye yazılıdır.
Üstelik, Protokoller’de duyulan yalnızca tek bir kişinin sözleridir. Öyleyse bu, çeşitli kişilerin söze karıştığı bir görüşmenin metni değil, en fazla monolog ya da bir kişinin okuması biçiminde uzun bir söylev olabilir. Bu nitelikteki bir metni gerçek protokoller olarak kabul eden okuyucuların ya kötü niyetli ya da saf olduklarını düşünmek gerekir.
İçeriğe gelince, dünya üzerindeki kitlesel iletişimi denetimi altında tuttuğu ileri sürülen ve her nedense gizli planlarının sürekli olarak yayınlanmasını engelleyemeyen, bir örgütün hazırladığı böyle bir suç planının saçmalığına ancak gülünebilir.
Protokoller’in Filizlenmesi
Nilus’un kitabı, Yahudilerin dünyaya egemen olma planlarının varlığını ileri süren ilk kitap değildir. Daha önceleri de çeşitli yazarların kaleme aldığı başka kitaplar yayınlanmıştır. Özellikle, Hermann Goedsche adlı bir Alman’ın “Sir John Retcliffe” takma adıyla yazdığı ve 1868 yılında yayınlanan “Biarritz” adındaki kitap dikkat çekicidir. Goedsche, Prusya gizli polisi adına casusluk yapan bir posta memurudur, 1849 yılında demokrat lider BenedictWaldeck’e karşı yürütülen soruşturmada belge sahtekarlığı yaptığı gerekçesi ile bir süre tutuklanmış ve posta memurluğundan uzaklaştırılmıştır. Bu hayal ürünü yapıtın bir bölümünde, Prag’da bulunan Yahudi mezarlığında korkutucu bir sahne geçer; on iki Yahudi kabilesinin temsilcileri her yüz yılda bir bu mezarlıkta toplanarak Şeytan ile buluşmaktadırlar (Goedsche, on iki Yahudi kabilesinden on tanesinin iki beş yüz yıllık tarih içinde ortadan kaybolduğunu unutmuş görünmektedir) . Yahudi kabilelerinin temsilcileri, planlarının son durumu hakkında Şeytana bilgi verirler ve projelerinin devamı için onun desteğini isterler. Kitabın, “Prag Yahudi Mezarlığı ve İsrail’in On İki Boyunun Temsilcileri Konseyi” adlı bölümünde, yüz yılda bir gerçekleşen bu gizli hahamlar toplantısı fantezisi kurgulanmış ve gece yarısı mezarlıkta düzenlenen bu toplantının amacını, geçmiş yüz yılın değerlendirilmesi ve gelecek yüz yılın planlanması olarak sunulmuştur.
Bu Yahudi karşıtı fantezi, kısa süre içinde ayrı bir el kitabı biçiminde ve hayal ürünü olarak değil, gerçekliği ünlü İngiliz soylusu “Lord Retcliffe” tarafından garantilenen bir belge olarak yeniden yayınlandı. Oysa bu adın ardında gerçek bir kişi yoktu; “Retcliffe” adı Goedsche tarafından takma isim olarak kullanılmıştı. Bu kitabın ilk Rusça çevirisi 1872 yılında Saint Petersburg’da gerçekleşti. 1876 Yılında Moskova’da yeni bir baskısı yapıldı. Bunları, 1880 yılında Odessa ve Prag’da yapılan baskılar izledi. 1891 yılında Prag mezarlığındaki temsilciler konseyi bölümü “Hahamın Konuşması” adı ile yayınlanmıştır. Bu yapıtlar hiç kuşkusuz Rus gizli polisi Okhrana’ya, Çar II. Nikola’nın durumunu güçlendirmek ve Yahudilerle iyi geçinen liberallerin reformlarını gözden düşürmek için olanak sağlamıştır.
Gougenot de Mousseaux 1869 yılında Paris’te, bu kitaptan yaptığı alıntıları “Le Juif, le Judaisme et la Judaisation des Peuples Chretiens” (Yahudi, Yahudilik ve Hıristiyan Halkların Yahudileştirilmesi) adlı kendi kitabında yayınladı ve Yahudi Kabalacıları dünyayı ele geçirmek istemekle itham etti. Bu kitabı, Poitou bölgesindeki San Andres kenti papazı Chabauty tarafından yazılan ve 1881 yılında yayınlanan “Les Franc-Maçons et les Juifs” (Masonlar ve Yahudiler) adlı kitap izledi. Papaz Chabauty kitabında, Şeytanın Yahudi-Mason komploları sayesinde Deccal’ın gelişini hazırladığını ve pek yakında dünyayı Yahudilerin ele geçireceklerini ileri sürdü.
Yaklaşık aynı zamanda, 1880’lerin başlarında Papa XIII. Leo, İtalyan Masonluğu ile acımasız bir savaşa girişmişti. Her ne kadar Papanın kendisi Yahudi karşıtı propaganda yapacak kadar alçalmasa da, başkalarının benzer propagandalarına izin vermekteydi. Özellikle “Civilta Cattolica” adlı derginin yayınından sorumlu olan Cizvitler, dünya çapında bir Yahudi komplosunun bir parçası biçiminde nitelendirerek, Masonluğu halkın gözünden düşürmeyi meşru görmekteydiler. Bu Cizvit ileri gelenlerinden ikisi; Ballerini ve Rondina adlı papazlar, 1890’a dek sürecek Masonluk karşıtı bir kampanya başlatmışlardı.
Son olarak, Protokoller’e çok benzeyen, ancak bir ölçüde kısaltılmış olan bir metnin 26 Ağustos ile 7 Eylül 1903 tarihleri arasında (Nilus’un kitabından yaklaşık iki yıl önce) Saint Petersburg’da yayınlanan 'Znamya” (Bayrak) adlı dergide tefrika edildiğini belirtmek gerekiyor. “Znamya” adlı dergi, ünlü Yahudi düşmanlarından P. A. Kruşevan ve yardımcısı George V. Butmi tarafından yayınlanmaktaydı. Kruşevan, dergide yayınlanan metnin aslında Fransa’da yazılmış olduğunu ve çevirmenin bu metni “Sion Bilgeleri ve Masonların Evrensel Toplantısının Tutanakları” diye adlandırdığını belirtmiştir. Aynı metin 1905 yılında bu kez Saint Petersburg’da imzasız bir broşür biçiminde “Belalarımızın Kaynağı” adı altında yayınlanmıştır.
Protokoller 1905 yılına kadar pek dikkati çekmemiştir. Aynı yıl, Rus-Japon savaşının yenilgiyle son bulması, bir anayasanın yürürlüğe konmasını ve Duma’nın (Meclis) kurulmasını sağlayan bir ihtilale yol açmıştır. Bu gelişmeler sırasında, “Rus Ulusunun Birliği” ya da “Kara Yüzler” adlı tepkisel bir örgüt, ihtilal ve anayasanın sorumlusu olarak gördüğü Yahudiler aleyhine halkın duygularını ateşlemek için propagandaya başlamıştır. Bu amaçla “Protokoller” kullanılmış ve kitabın gizemci keşiş Nilus tarafından 1905 yılında yayınlanması sağlanmıştır. “Protokoller” Okhrana tarafından hazırlanan 1905 Pogromlarını (Yahudi kıyımı) ateşleyen propaganda kampanyasının parçası olmuştur.
1906 Yılında George V. Butmi, “Protokoller”in farklı bir metnini kitap biçiminde yayınlamıştır. Aynı metin 1907 yılında bir kez daha basılmıştır. 1906 baskısının bir örneği Çarın kitaplığında bulunmuştur. Daha sonra yapılan baskılarda Nilus, “Protokoller”in 1897 yılında Basel’de düzenlenen “Birinci Siyonist Kongresi”nde gizlice okunduğunu ileri sürmüştür. Oysa Butmi, kendi hazırladığı baskılarda kitabın Siyonist hareketi ile bir bağlantısının olmadığını, fakat bir mason komplosunun parçası olduğunu belirtmiştir.
1917 Yılındaki Bolşevik devrimini izleyen iç savaş sırasında, karşı devrimci “Beyaz Ordular”, yaygın Yahudi katliamlarını kışkırtmak için Protokoller’i yoğun biçimde kullanmışlardır. Aynı süre zarfında, Rus göçmenleri Protokoller’i Batı Avrupa'ya taşımışlardır. 1920 Yılında başlayarak, Nilus’un hazırladığı baskılar, Avrupa’da gerçekleştirilen çok sayıda çeviriye kaynak olmuştur.
Protokoller’i gerçek anlamı ile dünyaya tanıtan yazı Londra’da yayınlanan “London Times” gazetesinin 8 Mayıs 1920 tarihli nüshasında yer aldı. Burada Protokoller’in yeni yayınlanan İngilizce çevirisine gönderme yapılarak “…şimdiye dek hiçbir ırk ve din bundan daha karanlık bir komplo savı ile karşılaşmadı” deniliyordu. Ciddi bir gazetede yayınlanan bu yazı ile “Yahudi tehlikesi” ve “Yahudilerin dünya egemenliği” komplosu bir ölçüde kabul edilebilir, tartışılabilir ve saygın bir konuma yükseliyordu. Bu makale sayesinde Protokoller, tescilli Yahudi düşmanlarının oluşturduğu çerçeveden çıkarak geniş halk kitlelerine ulaşıyor, kültürel bir kabul edilebilirlik niteliği kazanıyordu.
Protokollerin Kısa Vadeli Amacı
Protokoller, ilk kez Rusya’da Yahudilere karşı nefret duygularını uyandırmak için kullanılmıştır. En önde gelen amaç, dönemin hükümetinin en önde gelen bakanlarından KontWitte’nin politik gücünü baltalamaktır. Çarın pek güvendiği bir kişi olan Witte, kültürlü ve geniş görüşlü bir politikacıdır; çağdaş ve aydınlık bir devlet politikasını yürürlüğe koymak amacındadır. Witte’nin eşi Yahudi olduğu için genel kanı, uzun yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan Rus Yahudilerini koruduğu biçimindedir. Başta Büyük Düşes Feodorovna olmak üzere siyasi rakipleri, Witte’nin soyluların ve Çarın gözünden düşmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Witte’nin en yırtıcı düşmanlarından biri de, adı Protokoller’in yayınına karışmış olan George V. Butmi idi.
Doğrudan İtiraf
8 Ocak 1935 tarihinde Chicago’da gazeteci yazar Sigmund Livingston, Gleb Verşobski adlı Katolik bir rahip ile bir röportaj yapar. Livingston, daha önceden Protokoller’in sahteliğini açıklayan bir yazı yayınlamıştır. Rahip Verşobski, o zamana kadar gizli kalmış bazı bilgileri ve kişisel deneyimlerini Livingston’a aktarmak istemiştir. Rahip, söylediklerinin doğruluğu konusunda yazılı yemin vermiştir. Sonradan Livingston, bu röportajın ayrıntılarını tümüyle “Must Men Hate? ” (İnsanlar Nefret Etmeli mi?) adlı kitabında yayınlamıştır.
Verşobski, 1888 yılında Saint Petersburg’da doğmuş, 1913 yılında İstanbul’a göç etmiştir. Daha sonra Amerika’ya yerleşen Verşobski, çeşitli kentlerde kalmış ve 1929’da Katolik Kilisesine bağlı olarak rahiplik görevini sürdüreceği Chicago’ya taşınmıştır. Çarlık Rusya’sında yaşadığı dönemde George V. Butmi, Verşobski’lerin yakın bir aile dostu olmuştur.
Dreyfus olayının hemen ardından Butmi Paris’e gitmiş ve bir süre sonra Saint Petersburg’a geri dönerken Rusça’ya çevirtmek istediği bazı el yazmalarını beraberinde getirmiştir. Çeviriler, Butmi’nin karısı ve Verşobski’nin annesi tarafından yapılmıştır. Bu çalışma kısa bir süre sonra “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adı altında yayınlanmıştır. Yeminli ifadesinde Verşobski, Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü olduğunu belirtmiştir. Verşobski, bu belgelerin yayınlanmasında görev alan başka kişileri de tanıdığını açıklamıştır. Bu kişiler arasında, “Russky Trud” (Rusya Gerçeği) adlı, özellikle Kont Witte’ye karşıt yayınlar yapan, haftalık bir derginin yöneticisi Sergey Şarapov da bulunmaktadır. Bu grup, yabancı yatırımları ülkeye çekmeye çalışan ve altın standardını getirmeye çabalayan Witte’ye ateşli bir biçimde muhalefet etmektedir. Witte, Rusya’nın Fransa ile bir bağdaşma kurmasını istemekte, oysa rakipleri Rusya ile Almanya arasında bir dayanışmayı arzulamaktadırlar. Witte’nin Rusya’da yaşayan Yahudilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalıştığı ve kimi baskıcı yasaları kaldırmak istediği iyi bilinir. Verşobski’ye göre Protokoller’in yayını, Witte’nin Çar üzerindeki etkisini baltalamayı amaçlamıştır.
Nilus’un Saçmalıkları
Lucien Wolf, “The Trivialities of Nilus” (Nilus’un Saçmalıkları) adlı 1920 tarihli makalesinde Protokoller’in kökeni konusunda Nilus’un sunduğu açıklamaları özetlemiştir:
“Bir açıklamaya göre, Nilus Protokolleri bir arkadaşından almıştır; Nilus’un bu arkadaşı ölmüştür. Aslında Nilus’un arkadaşı da bu belgeleri Bayan K. adlı bir kadından almıştır. Kadın ise bu belgeleri önde gelen bir Fransız masondan çalmıştır. Ne var ki, o kadın da çoktan ölmüştür… Nilus’un diğer bir açıklamasına göre; işin içinde bir kadın yoktur; her şeyi Nilus’un arkadaşı halletmiştir; Fransa’da Sion Derneği’nin merkez bürosuna girmeyi başarmış ve bu belgeleri oradan çalarak Nilus’a vermiştir… 1911 Yılında gerçekleşen üçüncü genişletilmiş baskıda yer alan açıklamaya göre; belgeler Fransa’dan değil İsviçre’den gelmiştir; Mason belgeleri değil Siyonist belgelerdir ve 1897 yılında Basel’de yapılan Siyonist Kongresinin gizli tutanaklarıdır.”
Tüm bu açıklamalardan çıkan sonuç; Protokoller büyük olasılıkla Fransızca olarak Paris’te Okhrana ajanları tarafından düzenlenmiştir. El yazmaları Butmi’ye verilmiş; Butmi ise, bir rahip olduğu için yayına daha fazla prestij katacağı düşüncesi ile çevirileri Nilus’a aktarmıştır. Rusya’daki politik önderler Protokoller’in gerçekliğine asla inanmamışlardır, ancak Yahudilere karşı beslenen nefreti körükledikleri için yayınlanmaları işlerine gelmiştir.
Basel’deki Siyonist Kongresi
Kimi yazarların Protokoller’i Theodor Herzl tarafından düzenlenen Birinci Siyonist Kongresine ısrarla bağlamaları nedeniyle, söz konusu toplantının tümüyle belgelenmiş olan gerçek amaçları, tasarıları ve kararları hakkında burada açıklamalar yapmak yersiz olmayacaktır.
Herzl ve birkaç yandaşı tarafından oluşturulan Siyonist akım, en basit anlamıyla, Yahudilere atalarının yurduna, 19. yüzyıl sonlarında hala Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Judea’ya geri dönmeleri çağrısından ibaretti. Asıl amaç, Avrupa ülkelerinin başının derdi olan Yahudi Sorununu, Yahudileri göç ettirerek çözümlemekti. Filistin’e geri dönecek olan Yahudiler, dağıldıkları ülkelerde kendilerine yüzyıllardır yasaklanmış olan ziraat ve inşaat gibi etkinliklerde bulunacaklardı. “Siyonizm” sözcüğü ilk kez 1 Nisan 1890 tarihinde “Autoemancipation” adlı dergide gazeteci Nathan Birnbaum tarafından kullanılmıştır.
Dünya çapında Birinci Siyonist Kongresi İsviçre’nin Basel kentinde 29, 30 ve 31 Ağustos 1897 tarihinde toplandı. Toplantılar, Basel Belediye Gazinosu’nda günde iki seanstan toplam altı seans biçiminde gerçekleştirildi. Kongre, İbrani’ce ve Almanca dillerinde yapıldı ve birkaç yüz sayfa tutan tutanaklar da bu iki lisanda basıldı. Oysa Protokoller’in özgün olduğu ileri sürülen el yazmaları Fransızca idi.
Kongreye katılan delegelerin çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi (İspanya ve Portekiz hariç) . Arap ülkeleri arasından yalnızca Cezayir’den on delege vardı. Amerika anakarasından bir tek Amerika Birleşik Devletleri dört delege göndermişti, diğer Amerika ülkelerinden hiç delege bulunmuyordu.
Bu kongrenin gerçek kararları arasında, bir örgüt oluşturma (Dünya Siyonist Örgütü) , Siyonist programı eyleme geçirme, Filistin’de toprak satın almak üzere bir ulusal fon kurulması, anayurtta bataklıkların kurutulması, yol yapımı, ağaç dikilmesi gibi tasarılar vardı. Siyonist akımın en yetkili organı olarak Siyonist Kongresinin düzenli biçimde toplantılara devamı da alınan kararlar arasındaydı.
Gerçek Ortaya Çıkıyor
1921 Yılında “London Times” gazetesinin İstanbul muhabiri Philip Graves, “Dialogues aux Enfers entre Machiavel et Montesquieu” (Cehennemde Makyavel ile Montesquieu Arasında Diyaloglar) adında eski bir Fransızca kitap bulur. Kitabın yazarı belirsizdir; basımı 1864 yılında Brüksel’de “A. Martens ve Oğulları Yayınevi” tarafından yapılmıştır. Times ekibinin kısa sürede ortaya çıkardığı kadarıyla “Diyaloglar” 1858 yılında MauriceJoly adında bir Fransız avukat tarafından yazılmıştır. Bu yapıtta Joly, Makyavel ile Montesquieu arasında ölümden sonra geçen konuşmaları kullanarak III.Napoleon’a ve politikalarına saldırmaktadır. Yahudilikle ilgisi olmayan Joly, bu yapıtında, İmparator III. Napoleon’un siyasi ihtiraslarını eleştirmek için, cehennemde düzenlenen şeytani bir komplo imgesini kullanmıştır. Yapıtta Yahudilerden hiçbir bahis yoktur. “Diyaloglar” yayınlanmasından kısa bir süre sonra Fransız yetkililerce toplatılmış, Joly ise yargılanmış ve yazdıkları yüzünden on beş ay boyunca hapsi boylamıştır.
Graves, “Diyaloglar” ile Nilus’un “Protokoller”i arasındaki olağanüstü benzerliğin hemen farkına varmıştı. Protokoller’de bütünüyle Diyaloglar’dan kopya edilen paragraflar bulunuyordu; yalnızca diyaloglar, monolog biçimine getirilmişti. Graves büyük bir buluş yapmıştı. 16, 17 ve 18 Ağustos 1921’de peş peşe yayınlanan üç büyük makale ile Graves, Protokoller’in içerdiği sahtekarlığı herkese duyurdu. Graves’e göre Nilus, Joly’nin “Diyaloglar”ından çeşitli bölümleri aşırmış, bazı değişiklikler ve Goedsche’den yaptığı ek kopyalar ile kendi amacına uygun biçime getirmişti.
Graves, “London Times” gazetesinde yayınlanan dizi makalelerinde özetle şunları belirtiyordu: İstanbul’da bir gün bir Rus vatandaşı olan Bay “X”, Graves’i ziyarete gelir. Bay X., bir süre önce eski bir Okhrana mensubu olan bir Rus mülteciden bir parti eski kitap satın almıştır. Bu kitaplar arasında 1860’lı yıllarda Brüksel’de yayınlanmış, ilk sayfası eksik bir kitap vardır. Bay X., ilk bakışta, bu eski kitabın intihal ile Protokoller biçimine dönüştüğünü anlamıştır.
Graves, tüm bunların sonucu olarak şunları belirtiyordu:
Protokoller, Diyalogların bir intihalidir. Protokoller, Rusya’da saray çevresindeki baskı grupları tarafından Çar’ı etkilemek ve liberallere karşı mücadele etmek için hazırlanmıştır. İntihal, acele ve dikkatsiz yapılmıştır. Protokoller’in bir kısmı Diyaloglar’dan alınma değildir; herhalde Okhrana tarafından eklenmiştir. Sahte belgeler hakkında daha sonraları da bir çok açıklama yayınlandı. 1933 Yılında Joly ve Nilus’un metinlerini paragraf paragraf karşılaştıran; iki metnin benzerliklerini, hatta aynılıklarını ortaya koyan bir çalışma yayınlandı. Jose Antonio Ferrer Benimelli tarafından kaleme alınan “El Contubernio Judeo-Masonico-Comunista” (Yahudi-Mason-Komünist Komplosu) adlı kitapta da, iki metnin paralellikleri seçilmiş bazı paragrafların karşılaştırılmaları ile kanıtlanmaktadır.
Katolik Kilisesinin, ne Yahudilere ne de masonlara pek fazla sempati beslememesine karşın, Protokoller’in kesinlikle sahte olduğunu ileri süren bir açıklamanın Belçikalı Rahip Pierre Charles tarafından kaleme alınmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu açıklama, Ocak 1938’de “Nouvelle Revue Théologique” adlı dergide yayınlanmıştır. Yazının zamanlamasında dikkat çeken husus, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Hitler, Franco ve Mussolini rejimlerinin şiddetli bir Yahudi-Mason aleyhtarı propaganda yaptıkları dönemde yayınlanmış olmasıdır. Olayların akışını izleyen herkes, savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman askeri gücünün kısa sürede tüm komşuları gibi Belçika’yı da perişan edeceğini görüyordu. Böyle bir dönemde Protokoller’in sahteliği hakkında yazı yazmayı göze alan Pierre Charles, olağanüstü cesur bir kişi olmalıdır. Bu yayına izin veren dergi yöneticileri de, o günlerde Avrupa’da pek görülmeyen bir adalet ve insancıllık sergilemişlerdir.
Koşutluklar
Bu yazının çerçevesi içinde Joly’nin yapıtı ile Nilus’un Protokoller’i arasında ayrıntılı bir karşılaştırma yapma olanağı bulunmamasına karşın, yine de belirli bir fikre ulaşılması için bazı seçilmiş paragraflar aşağıda sunulmuştur:
-Diyaloglar, Joly, s. 75:
Örneğin muazzam mali tekeller örgütlerdim; tüm özel sağlık konularının sıkıca bağlı olacağı kamu sağlığı fonları oluştururdum. Her politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacaktır. Sen bir ekonomistsin Montesquieu, bu tertibin değerini ölçersin.
-Protokoller, Nilus, s. 42:
Çok yakında koskoca tekeller kuracağız – devasa sağlık fonları – tüm Hıristiyanların, en büyüklerinin bile, sağlığı bu fonlara bağlı olacak; öylesine ki, bir politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacak. Burada bulunan baylar, sizler ekonomistsiniz: bu tertibin önemini tasavvur ediniz.
-Diyaloglar, Joly, s. 77
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olacak duruma gelmesini sağlamak gerekir.
-Protokoller, Nilus, s. 45
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olması gerekir.
-Diyaloglar, Joly, s. 159:
Sylla tanrılaşarak geri döndü, hiç kimse kafasındaki saçlara dokunamadı.
-Protokoller, Nilus, s. 93:
Sylla tanrılaşmıştı (Sylla’nın saçına kimse dokunamadı) .
Kimi zaman Nilus’un hata yaptığını, olayların akışını ve kimin konuştuğunu şaşırarak, Joly’nin yapıtındaki iki kişinin çelişkili yargılarını yan yana kullandığını belirtmek gereklidir.
Protokoller’de toplam olarak 160 bölüm, yani metnin yaklaşık yüzde kırkı, açıkça Joly’nin yazdıklarından alınmıştır. Dokuz bölümde, kopya çekme oranı yüzde ellinin üzerine ulaşmaktadır.
Protokoller’de yer alan tek Latince deyiş olan “Per me reges regnant” (Krallar benimle hükmeder) ilgi çeken bir ayrıntıdır. Bu deyiş, Eski Ahit’in Katolik versiyonu olan Vulgata’nın “Proverbs 8, 15” bölümünden yapılan bir doğrudan alıntıdır. Hemen tüm katılanların İbrani’ce konuştuğu Basel Kongresinde, bu deyişin özgün İbrani’ce biçimi olan “Bi Melakhim Yimlekhu” yerine Latince çevirisinin kullanılmış olması mantıksızdır.
Joly’nin kitabında yer almayan, Masonluk karşıtı saldırılar Protokoller’in bir çok bölümünde yinelenir. Örneğin Protokol No. 11’de: “Politikamız gizli Masonluk örgütlerine temel olmuştur. Bu örgüt gizlidir ve amaçlarından Hıristiyanlar kuşku bile duymazlar; kardeşlerinin gözlerini boyamak için locaların açık ordularına bizim vasıtamızla kaydedilmişlerdir“ denilmektedir. Protokol No. 15 belki de Masonluk açısından en ilginç sözleri içermektedir: “Dünyanın tüm ülkelerinde mason locaları kuracağız ve sayılarını arttıracağız… Tüm bu locaları yalnızca bizim bildiğimiz merkezi bir yönetimin emrine vereceğiz… Locaların üyeleri arasında neredeyse tüm uluslararası ve ulusal polis örgütlerinin ajanları bulunacak “.
Bu bölümlerde komplo kuramlarının tüm öğeleri bulunmaktadır. Bu anlamsızlıklara inanmaya hazır olanlarla tartışmaya kalkışmakta yarar yoktur. Bu tür kişilerle konuşurken; örneğin, dünya çapında tüm Büyük Locaların bağımsızlıklarına ne kadar kıskançlıkla değer verdiklerini ya da baskıcı rejimlerde gizli polislerin Masonluğun en büyük düşmanları olduklarını belirtmek yersiz olacaktır.
İlk Elden Bir İtiraf
Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü ve bir intihal oldukları konusunda mahkemeler birden çok karar vermişlerdir. Örneğin, Mayıs 1935’te Bern kentinde İsviçreli bir yargıç, Protokoller’i yayınladığı için yıkıcı yayın yapmakla yargılanan bir kişi için şunları söylemiştir: “Protokoller bir sahtekarlık, intihal ve saçmalıktır”. Ne var ki, Nazi propagandası ırkçı politikalarını doğrulamak uğruna Protokoller’i yoğun olarak kullanmış ve bugüne dek dünyanın hemen her yerinde, Protokoller’in basım ve dağıtımı Yahudi düşmanlarının ana uğraşlarından biri olmuştur.
Bu mahkeme sırasında Kont A. M. du Chayla, yakından tanıdığı Nilus hakkında ilginç ve önemli bilgiler vermiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Chayla, Don Kazaklarından oluşturulmuş bir birliğe komuta etmiş ve kahramanlık madalyası kazanmıştır. 1909 Yılında “Optina Poustina” manastırında dokuz ay kalmış ve burada Nilus ile yakın bir dostluk geliştirmiştir. Nilus, Chayla’ya sık sık Protokoller’den söz etmiş, özgün belgeleri göstererek, hazırlamakta olduğu yeni yorumları açıklamıştır. Chayla, el yazmalarını Nilus’un evinde incelemiş ve metnin bazı tuhaf yanları dikkatini çekmişti. Fransızca yazım hataları ve özellikle Fransızca dilbilgisi yapısına uymayan tümceler, bu el yazmalarının Fransız olmayan bir kişi, yani bir yabancı tarafından kaleme alındığını gösteriyormuş.
Herman Bernstein 1935 yılında yayınlanan “The Truth About the Protocols of Sion” (Sion Protokolleri Hakkındaki Gerçek) adlı kitabında bu konuda şu ayrıntıları vermektedir:
“Nilus, Chayla’yı Bayan K. adında bir kadınla tanıştırdı. Bu kadın Paris’teyken Nilus’un sevgilisi olmuştu. Hatta Nilus evlendikten sonra bile bu kadın gelip Nilus’un evine yerleşmişti. Nilus’un karısı zayıf karakterli bir kadındı ve bu duruma ses çıkartamamıştı. Nilus Chayla’ya, Paris’teyken kadının General Ratçkovski adında bir arkadaşı olduğunu, Protokoller’i Ratçkovski’nin kendisine verdiğini söylemişti Ratçkovski, bu belgelerin masonların gizli arşivinden çalındığını belirtmişti”.
Protokoller’in Joly’nin kitabından aşırıldığı ortaya çıkınca, Yahudi düşmanları buna da bir kılıf uydurdular: güya Joly sonradan Hıristiyan olmuş bir Yahudi idi; asıl adı Moses Joel’di ve elbette bir komünistti; dünyayı ele geçirmek için düzenlenen Yahudi-Mason komplosunu doğal olarak biliyordu. İşte bu yüzden, Joly’nin Diyalogları ile Protokoller birbirine benzemekteydiler.
Tarihsel gerçek ise bunun tam tersiydi: Maurice Joly aslında bir monarşist ve Yahudi düşmanıydı, bir çoğu hükümet memuru olarak görev almış olan eski bir Fransız Katolik ailesinden gelmekteydi.
Protokoller Yayılıyor
Protokoller’in yayın başarısı tartışmasızdır. Londra’da British Museum’da 43 ayrı baskısı bulunmaktadır. Özellikle Nazi ve Faşist rejimlerin yükseldiği 1930'u yıllarda, dünyanın dört bir yanında 28 ayrı baskısı yapılmıştır.
Protokoller’in Rusça’dan bir diğer dile ilk çevirisi Müller von Hausen adlı bir Alman tarafından “Die Geheimnisse der Weisen von Sion” (Sion Bilgelerinin Gizi) adıyla yapılmıştır. Gottfried zur Beck takma ismiyle yazan bu kişi Protokoller’e sayısız notlar ve yorumlar da eklemiştir. Von Hausen, kitabını “Avrupa’nın Prenslerine” ithaf etmiş; böylece tahtlarını tehdit eden tehlike hakkında onları uyarmak istemiştir. Kitabın yayını Alman soyluları tarafından paraca desteklenmiş, çok sayıda dağıtım yapılabilmesi amacıyla broşür biçiminde basılması sağlanmıştır.
1920 Yılında Protokoller Polonya’da basılmıştır. Aynı yıl İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmıştır. Kısa süre sonra İsveç, Japonya, Portekiz ve Fransa’da da Protokoller yayınlanmıştır. 1925’te Şam’da ilk Arapça baskısı yapılmış ve Ortadoğu’ya yaygın biçimde dağıtılmıştır. İspanya’da ilk baskı “Yahudi-Mason Tehlikesi” adı altında 1927 yılında gerçekleşmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Protokoller, ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un kişiliğinde önemli bir destekçi kazanmıştır. Ford’un Yahudi düşmanlığının nedenleri belirsizdir; ancak Ford, Protokoller’in bir çok baskısını mali yönden desteklemekle yetinmemiş, ayrıca Yahudi tehlikesini açığa çıkartmak için “The Dearborn Independent” adıyla bir de dergi çıkartmıştır. Ayrıca kendi yazdığı bir çok Yahudi karşıtı makaleyi “The International Jew” (UluslararasıYahudi) adlı bir kitapta toplamıştır. Bu kitap hemen Theodor Fritsch tarafından Almanca’ya çevrilmiş ve 1922 yılına dek tam 22 baskı yapmıştır. Hem Protokoller, hem de Ford’un kitabı Nazilerin Yahudi karşıtı propagandalarının vazgeçilmez unsurları olmuştur.
Hitler ve Protokoller
Hitler, Protokoller’i ırkçı baskı politikasının bir aracı olarak kullanmış, bu durum “Son Çözüm” ile yani Yahudilerin kitle halinde öldürülmeleri ile sonuçlanmıştır. Nora Levin, “The Holocaust: The Destruction of European Jewry 1933-1945” adlı 1973 basımı kitabında, Hitler’in Yahudi ırkını yok etmek için Protokoller’i bir el kitabı gibi kullandığını ileri sürer:
“Protokoller, kaba bir sahtekarlık örneği olduğunun kesin olarak kanıtlanmasına karşın, 1920-1930’larda dikkat çeken bir popülerliğe ve büyük satışlara ulaşmıştı. Avrupa’nın tim dillerine çevrilmiş, Arap ülkelerinde yaygın olarak dağıtılmış, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinde basılmıştı. Ancak en büyük başarıyı Birinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da sağladı. Protokoller, Almanya’nın başına gelen tüm felaketleri; savaş yenilgisi, açlık, yıkıcı enflasyon gibi ulusal sıkıntıların nedenlerini açıklamakta kullanıldı.”
Hitler, “Mein Kampf” (Kavgam) adlı ünlü kitabında Protokoller hakkında şu yorumu yapmıştı:
“Yahudilerin sınırsız biçimde nefret ettikleri Protokoller, bu ulusun ne ölçüde varlığını yalana bağladığını eşsiz bir şekilde göstermektedir. “Frankfurter Zeitung”Protokoller’in sahte olduğunu neredeyse her hafta haykırıyor; bu da Protokoller’in gerçek olduğunun en iyi kanıtıdır. Önemli olan da budur. Bu açıklamaların hangi Yahudi beyninden kaynaklandıkları fark etmez; önemli olan, Yahudi ulusunun doğasını ve eylemlerini korkutucu bir kesinlikle açığa çıkarmaları, gizli düşünceleri ile nihai amaçlarını ortaya dökmeleridir. Protokoller’e yöneltilecek en iyi eleştiri gerçeğin ta kendisidir. Bu kitabın bakış açısından son yüzyılın tarihsel gelişmelerini inceleyen herkes, Yahudi basınının çığlıklarının nedenini anlar. Bir kez Protokoller, bir ulusun ortak malı biçimine dönüşürse, o ulus için Yahudi tehdidi ortadan kalkmış olur.”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazi Almanya’sının insanlığa karşı işlediği suçlar açığa çıktığı zaman, sahte oldukları defalarca kanıtlanmış olan Protokoller’e karşı daha eleştirel bir tutumun gelişmesi beklenmekteydi. Savaş sırasındaki Yahudi kıyımı, en trajik ve en somut biçimde Protokoller’de öngörülen Yahudilerin dünya egemenliği projesinin saçmalığını ortaya çıkarmıştır. Yahudi ve mason karşıtı nefretin mantıkla değil, aslında psikopatoloji ile bağıntısı vardır. Yahudi karşıtları, yine de toplu mezarlar, gaz odaları, binlerce tanıklık, fotoğraf, film ve itiraflara karşın, Yahudi kıyımının aslında hiç gerçekleşmediğini ileri sürmekten çekinmeyerek, tüm bunların uydurma olduklarını savunmaktadırlar.
Sanki hiç bir şey olmamışçasına Protokoller’in çeşitli basımları sürüp gidiyor; bu nefret saçan yazılar popülerliğini hiç yitirmeden günümüze kadar ulaştılar. Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Slovakya, Ukrayna, İran, Danimarka gibi ülkelerde yeni baskıları piyasaya sürüldü; Avustralya’da Yunanca bir çevirisi bile yayınlandı.
Türkiye’de Protokoller
Protokoller, Türkiye’de ilk kez 1943 yılında Sami Sabit Karaman’ın çevirisi ile “Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri” adı altında yayınlandı. Almanya’da eğitim görmüş ve tümgeneral rütbesi ile emekli olmuş bir subay olan Sami Sabit Karaman, çevirisine Will Durant’ın “Histoire de la Civilisation” (Uygarlık Tarihi) adlı yapıtının Yahudi Tarihi bölümünü de eklemiş ve böylece Protokoller’e biraz da bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Çevirmen tarafından yazılan ilk sözden anlaşıldığı kadarı ile kitap 1941 yılında hazırlanmaya başlanmış, ancak çeviri için 1943 yılında Roger Lambelin’in Rusça’dan Fransızca’ya çevirdiği nüsha esas alınmıştır.
Bu ilk yayından sonra Protokoller’in giderek artan bir hızla Türkiye’de de yeni baskılarının yapılması sürdürülmüştür. 1943 – 1994 yılları arasında Protokoller, ya tam metinleri ile ya da kısaltılmış olarak tam 45 kez basılmışlardır. Üstelik bu baskıları yapan yayınevleri, kitabın başına koydukları sunuş yazılarında yer alan açıklamaları ile Protokoller’in özgün olduğunu her seferinde “teyit” etmişlerdir.
Protokoller’in bu denli çok sayıda basılmış olmalarına karşılık, düzmece oldukları hakkında tek kapsamlı yanıt, 1948 yılında Avram Galanti tarafından “İki Uydurma Eser, I-Siyon Önderlerinin Protokolleri. II- Beynelmilel Yahudi” adlı kitapla verilmiştir. Bu kitabın dışında, Protokoller’in sahte olduklarına bir dönemin polemikçi yazarı Yesevizade de “Yahudilik ve Dönmeler” adlı kitabında dikkati çekmiştir. Yesevizade bu kitabında, Prof. Hikmet Tanyu tarafından yazılan “Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler” adlı kitabı eleştirirken şunları söylemiştir: “Siyon Hükemasının Protokolleri hakkında verilen haberde onun kaynağı hakkındaki iddia safsatadır. Gerçekte Protokoller’in düzmece olma ihtimali, sahih olma ihtimalinden daha fazladır. Yahudiyat, yani Yahudiliği tedkik ilmi asla böyle şüpheli vesikalara istinad ettirilemez”.
Sonuç
Bir program olarak ele alındığında Protokoller, konunun özünden uzaklaşan, yazarın çelişkilerini ve en basit olguları bile bilmediğini ortaya koyan önemsiz bir dizi sözden ibarettir. Hiç kimse böyle bir programı uygulamaya koyamaz zira mantıksızlıklar ve çelişkilerle doludur.
Protokoller’in sahte olduğu, Joly’nin yapıtından intihal edildiği, Yahudilere karşı nefret uyandırmak ve kalabalıkların kör tutkularını kışkırtmak için yazıldıkları kanıtlanmıştır.
Basel’deki Siyonist Kongresinin Protokoller ile hiç bir bağlantısı yoktur.
Protokoller’in yazarlarının gerçekleştirdikleri saptırmalardaki gerçek amaçları, o dönemde Çarlık Rusya’sının içinde bulunduğu iç politika koşulları ile bağlantılıdır.
Protokoller, Yahudilik ile Masonluk arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürerek açık bir saptırmada bulunmaktadır. Aynı biçimde, Masonluk ile Komünizm arasında bir bağlantı bulunduğunu varsaymak da saçma ve gariptir. Masonluk tüm komünist ülkelerde yasaklanmış ve üyeleri kovuşturmaya uğramıştır. 1922 Yılında Dördüncü Komünist Enternasyonal, Masonluk ile komünizmin birbirini dışladıklarını açıklamıştır. Bundan birkaç yıl sonra Sovyet gizli polisi, son mason örgütlerini de yok etmiş, masonları tutuklamıştır. Sovyet uydusu olan diğer ülkelerde de benzer olaylar yaşanmış, Masonluk kesin biçimde yasaklanmıştır. Bu genel kuralın tek istisnası, Masonluğun halen çalışmayı sürdürdüğü ve baskı altında tutulmadığı tek komünist ülke olan Küba’dır.
Işığın çocukları masonlar ile nefret ve hoşgörüsüzlük grupları arasındaki savaş sona ermek şöyle dursun, giderek şiddetleniyor. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi uzun demokratik geleneklere sahip ülkelerde bile mason düşmanlığı yeniden yeşeriyor ve yeni fanatik eylemler ortaya koyuyor. Mason karşıtları ile Yahudi düşmanları yeni elektronik olanaklardan, özellikle Internet’ten hızla yararlanıyorlar. Oysa Masonluk tepki vermekte oldukça yavaş kalıyor. Dünya sahnesinde, eski Sovyet uydusu ülkelerde Masonluğun Rönesans’ı pek yavaş ve zor gerçekleşmekte. Diğer taraftan, dünyada birçok ülkede, özellikle Müslüman ülkelerde, Masonluk hala yasak tutuluyor. kaynak: http://filistindavasi.netfirms.com/harun/Sion-Protokol/Sion1.htm
Günümüzdeki İslam Şeriatı sadece Kur'an'a dayalı değildir, hatta Kuran'dan çok fıkha dayalıdır. Fıkh ise Kuran'in bir yorumu olduğundan şeriat coğunlukla dolaylı yönden Kuran'la ilintilidir. Bunun yanında Kuran'da hicbir şekilde yer almayan kimi kavramlar (bkz: recm) da şeriatın kültürel alt yapısı ile ilgilidir.
Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.
İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.
İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun (İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa) , modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.
İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh (hicret) olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.
İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.
İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâli bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.
Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse (sana uygun gelmiyorsa) , sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır! ” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.
Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.
Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah (cc) , mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de “... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.”(7:54) buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir. “Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” (74:38) “...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” (53:30)
Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur: “... O gün kişi (hayır veya şer) iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” (78:40)
Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.
İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün (Francis Bacon’a göre) kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.
Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve (somut) ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal (Cemaleddin Afgani) yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz? ” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.
Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.
İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.
O 'en büyük leke'ye takılıp kalmadım, dünyaya bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamdediyorum; içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde, gururumu ayaklar altına aldım. Onlar Kayser'in köleleri oldular, ben ise 'Hekim'in sahabesi oldum. Onlar yoldan saptılar, el ve avuçlarını doldurdular, ben ise kaldım ve elim avucum boş bir halde, inzivayı tercih ettim. Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben adımı suya verdim. Hızır'dan daha çabuk, İskender'den daha önce hedefe ulaştım. Onlar lezzet ve zevk aldılar, ben ise gam ve keder. Onlar paraperest oldular, ben putperest. Onlar altın ve gümüş sergilediler, ben Mevlana gibi, Şems'te açtım ve Şems'te yandım. Gönül sofrasını açtım, dert sergisini yaydım. Kandan şarap içtim. Onlar para babası oldular, ben dert babası. Onlar yaşamaya bağlandılar, ben yaşama. Onlar bakanlık elde ettiler, ben saltanat. Onları yalanla övüyorlarsa, birileri beni gerçek manada kutsuyoorlar. Onları, içlerinden düşman, beni ise kalben dost biliyorlar. Onlara işlerini rapor ederlerken, bana hallerini rapor ediyorlar. Onlar özgürlüğe ihanet ettiler, ben özgürlüğe vefalı kaldım. Onlar gece alemlerinde kötü kadınlarla dans ederken, ben tertemiz uzletimde, sufilerin temiz güllerini kokluyorum. Onlar elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken, ben içim içime sığmayacak kadar aşık oldum. Onların memurları, benim dertlilerim var. Onlar hasta ve zayıf develerini, zorla, saray kapılarında kurban ederken, ben İsmail'imi, şevkle Ka'be yolunda boğazladım. Onların içen ve gülenleri varsa, benim de yanan ve ağlayanlarım var. Onlar, kalabalıkta birbirlerine yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz. Onların altını varsa, benim de aşkım var. Onların evi varsa, benim de mihrabım var. Onlar yükselirken, ben Mi'rac'a çıkıyorum. Onlar yeryüzünde sürünürken, ben göklerde uçuyorum. Onlar biterken, ben daha yeni başladım. Onlar yaşlanırken, ben gençleşiyorum. Onlar vekil oldular, ben ise ma'bud. Onlar reis olmuşlarsa, ben de rehber oldum. Onların kapıkulları ve fedakar uşakları varsa, benim de soylu bir önderim var. Onlar Nuşirevan'ın adalet zincirini boyunlarına vurdular ve ahırları bayındır kıldılar, ben ise sarayları terkettim. Buda oldum, zincirleri kırdım, özgür oldum. Sanatçı oldum, üretici-yaratıcı oldum; nübüvvet ve risalet buldum, ebedileştim. Alem gazetesinde bekamı sağladım. Onlara, bir grup insan dalkavukluk ediyorsa, bu onları mesleği olduğu içindir. Bunların yerine başkaları geçse, onlar da dalkavukluk eder, yağcılık yapar; ama içlerinden nefret duyarlar. Beni ise, dünyaya asla teveccüh etmeyen bir kalp över. O, dünyayı bir çöplük olarak görür. Bu kalpte güzellikten, imandan ve sevgiden başka bir şey yoktur. Dünyadan hiç bir beklentisi yoktur. Öyle bir kalp ki, Allah'ı bile ısrarlarımla över. 'Ben nerede onlar nerede, zarar ettim' diye yakınır.
bakınız: sosyalizm, marksist felsefe, komünizm, SSCB...
İnsanlık 5607 yılının ancak 296 yılını barış içinde geçirdi. Bugüne kadar yaşanan yaklaşık 15 bin 600 savaşta yaklaşık 3 milyar 750 bin kişi öldü. Bu savaşların yaklaşık 250'si 20. yüzyılda yaşandı...
Yahudi Gizemciliği ve Kabbala
Kabbala, XII. yüz yıldan başlayarak Yahudi gizemciliğini tümüyle etkisi altına almış olan ezoterik bir akımdır. Her zaman temelde sözlü bir gelenek olan Kabbala, İbranice'de sözcük anlamı olarak da 'gelenek' karşılığını taşımaktadır.
Gizemci deneyimlerin içerdiği olası kişisel tehlikelerden kaçınabilmek amacıyla, Kabbala öğretisine ve uygulamalarına inisiyasyon mutlaka bir önderin, bir yol göstericinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmelidir. Her yönüyle gizemci bir öğreti olan Kabbala'nın, özünde Tanrı'nın Musa'ya aktardığı 'ilâhî vahy' olan Torah'ın (Tevrat) yazılı olmayan gizli bilgilerini içerdiği ileri sürülmüştür. Yahudiliğin temel ilkesinin Musa yasalarına uyum olmasına karşın, Kabbala'nın insana doğrudan Tanrı'ya ulaşma yollarını sağladığı varsayılmıştır. Bu bakımdan Kabbala, bir çokları tarafından tehlikeli biçimde kamutanrıcı (panteist) ya da sapkın olarak nitelendirilen gizemci yaklaşımlar içeren bir dinsel boyutu Yahudiliğe katmıştır.
Köken
Kabbala'nın kökeni İ.S. I. yüz yılda Filistin'de filizlenen 'Merkava' (ya da Merkabah) gizemciliğine kadar geri götürülebilir. Merkava gizemciliğinde temel uğraş, Eski Ahit'te peygamber Ezekiel'in düşlediği 'ilâhî taht' ya da 'araba' (merkava) hakkında derin düşüncelere dalmak ve bu sayede çoşku içinde kendinden geçmektir.
VII. ve XII. yüz yıllar arasında uygulama alanı Filistin'den Babilonya'ya kayan ve yoğun biçimde Gnostik inançların etkisi altında kalan Merkava gizemciliğinde asıl amaç, Tanrı'nın tahtını ve göksel düzeni düşleyebilmektir. Gizemci Merkava yazımında, çoşku içindeki ruhun yükselişi, düşman meleklerle dolu 'yedi küre'yi ya da 'yedi gök katını' aşmak için yapılan tehlikeli bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Ruhun bu yolculuktaki amacı, merkava'nın üzerinde bulunan ilâhî tahta ulaşmaktır.
'Tzenu'im' adı verilen Merkava uygulayıcıları, özel ahlâk niteliklerine sahip olan az sayıda seçkin kişilerdi ve sürekli oruç tutarak kendilerini gizemci deneyimlere hazır tutmaları gerekliydi. Bu seçkinlerin yapacağı başarılı bir düşsel yolculuk için her şeyden çok 'mühür' olarak tanımlanan bazı büyülü sözlerin ve formüllerin kullanımı zorunluydu. Bu büyülü sözler, her bir gök katının kapısında bekçilik yapan melekleri yatıştırmak için gerekliydi. Hatalı bir 'mühür' kullanımı, önemli yaralanmalara, hattâ korkunç ölümlere yol açabilirdi.
Talmud'a göre, Merkava uygulamasına kalkışan dört kişi arasından biri ölmüş, diğeri delirmiş, öteki dinden çıkmış ve yalnızca Rabbi Akiba ben Joseph gerçek bir düşsel deneyime nail olmuştur. Merkava uygulayıcıları kimi zaman 'Doğaüstü Dünyanın Gezginleri' olarak da adlandırılırlardı. Bu gizemci akımın en eski iki yazımsal kaynağı; Rabbi Akiba'ya ait olduğu sanılan 'Küçük' ve Rabbi Ishmael ben Elisha'ya ait olduğu sanılan 'Büyük' metinlerdir. Ayrıca, 'Enoch'un Kitabı' ve Tanrı'nın oldukça abartılı antropomorfik (insan biçimli) betimlemelerini içeren 'Shi'ur Qoma' (İlâhî Boyutlar) adındaki metinler de Merkava geleneğine aittirler.
Sefer Yetzira
Kabbala geleneğinde III. ve VI. yüz yıllar arasında ortaya çıkmış olan ikinci basamak 'Sefer Yetzira' (Yaratılış Kitabı) adlı kitaptır. Sefer Yetzira, büyü ve evrenbilim (kozmoloji) konusunda bilinen en eski İbranice eser olup evrenin, İbrani alfabesinin 22 harfi ile 'Sefirot' adı verilen 10 ilâhî rakkamdan yaratıldığını anlatmaktadır. Harfler ve rakkamlar birlikte Tanrı'nın evreni yaratırken kullandığı 'gizli bilgeliğin 32 yolu'nu oluştururlar.
Sefer Yetzira'nın, hatalı olarak Hz. İbrahim'e ait olduğu da ileri sürülmüştür. Bu nedenle kimi zaman kitabın adı 'Otiyyot de Avraham Avinu' (İbrahim Babamızın Alfabesi) olarak geçer.
Yetzira, sonraki dönemlerde Yahudiliği derinden etkileyecek olan 'sefirot' kavramını ortaya atmıştır. Çoğul olan Sefirot sözcüğü İbranice'de 'sayılar' anlamına gelmektedir. Sözcüğün tekil biçimi 'Sefira' ya da 'Sephira'dır (yani şifre) .
Yetzira'ya göre Sefirot, yaratıcı Tanrı'nın kendini gösterdiği on ayrı oluşum ya da güç olarak yorumlanabilir. 'En Sof' adı verilen 'Bilinemeyen Sonsuz Tanrı'dan yansıyan on ayrı aşama bulunduğu ileri sürülmektedir. Böylece her sefira, Tanrı'nın ayrı bir yaratıcı niteliğini ifade etmektedir. Kabbala'ya göre her sefira'nın bir başka sefira ile olan bağlantısı yaratılışın ritmini oluşturmaktadır. Kabbala'da, Sefirot'un gizemci yapısı ve kesin işlevi en sık tartışılan konudur. Bu tür spekülasyonların tümüyle sapkınlık olduğu yolundaki sert eleştirilere karşın, sefira'lar Kabbalacı gizemciliğin temel ilkesini oluştururlar.
Sefira'lar sırasıyla; 'keter'elyon' (yüce taç) , 'halhma' (bilgelik) , 'bina' (zekâ) , 'hesed' (sevgi) , 'gevura' (kudret) , 'tif'eret' (güzellik) , 'netzah' (sonsuzluk) , 'hod' (görkem) , 'yesod' (temel) ve 'malkhut' (krallık) olarak sıralanırlar. Sefira'lara; adımlar, ilkeler, nitelikler, taçlar gibi başka isimler de verilmiştir.
On adet sefira'nın içindeki ilk dörtlü grup evrensel elementleri (Tanrısal Ruh, Hava, Su ve Ateş) , kalan altılı grup ise yönleri (Sağ, Sol, Ön, Arka, Yukarı, Aşağı) simgelemektedir. Sefirot ile birlikte alfabenin harfleri, insan bedeninin çeşitli kısımlarına denk gelmekte ve böylece insanı yaratılışın mikrokozmosu biçimine dönüştürmektedir.
Sefer ha-Bahir
Kabbala'nın bir diğer önemli metni, XII. yüz yılda ortaya çıkan 'Sefer ha-Bahir' (Parlaklık Kitabı) adlı eserdir. Bu kitabın, ezoterik Yahudi gizemciliği ve genel olarak Yahudilik üzerindek etkisi derin ve kalıcı olmuştur. Bahir, yalnızca Sefira'ları yaratılışın ve evrenin sürekliliğinin araçları olarak yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda 'Gilgul' (ruh göçü) gibi kavramları da ortaya atarak yoğun bir gizemci simgecilik katkısıyla Kabbala'nın temellerini güçlendirmiştir. Bahir, aslında Eski Ahit'in geniş kapsamlı bir simgesel yorumudur ve dayandığı temel motif, İbrani alfabesindeki harflerin ses ve biçimlerinin gizemli anlamlarıdır.
Kitabın ilk olarak, XII. yüz yılın ikinci yarısında Fransa'nın Provence bölgesinde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Oysa Kabbalacılar Bahir'in çok daha eskiden kaldığını ve ilk uygulamalarının İ.S. I. yüz yılda Rabbi Nehunya ben Haqana'ya ait olduğunu ileri sürerler. Ayrıca, kitapta yer alan bazı ifadelerin ise 'Tannaim' adı verilen III. yüz yıl Yahudi bilginlerinden aktarıldığını savunurlar. Orta Çağ'dan kalma el yazmaları üzerinde yapılan nesnel bir değerlendirme Bahir'in yazarının, Doğu'dan Avrupa'ya daha önceden gelmiş bulunan bazı gizemci kavram ve metinleri eserine eklediğini ortaya koymuştur.
İbranice ile Aramice karışımı bir dille yazılmış olan Bahir, oldukça düzensiz ve genellikle bulmacamsı yapısına karşın, yoğun bir gizemci simgeciliği Kabbala'ya ve Kabbala yoluyla da Yahudiliğe başarıyla sokmuştur. Çağdaş Yahudi araştırmacı Gershom Gerhard Scholem, bu gizemci simgeciliği Kabbala'nın Yahudi dinsel düşüncesi üzerindeki en önemli etkisi olarak değerlendirmiştir. Örneğin Bahir, evrenin yaratılması ve varlığını sürdürmesini gizemli bir biçimde simgelendiren on adet 'Tanrısal Oluşum'un bilinen en eski açıklamasını içermektedir. Kendi içinde üç adet üst ve yedi adet alt belirtiye ayrılan bu on 'söylem' (Ma'amarot) , Kabbala'daki ünlü 'Sefira'lar' olarak tanımlanmıştır.
Bahir, aynı zamanda, Kabbalacı kuramlar arasına 'Ruh Göçü' (Gilgul) kavramı ile Tanrısal yaratma gücünü simgeleyen 'Kozmik Ağaç' düşüncesini de eklemiştir. Ayrıca kötülük kavramının da, Tanrı'nın kendisinde bulunan bir temel ilke olduğu da Bahir'de belirtilir. Eserin son bölümü, 'Büyük Gizem' (Raza Rabba) adlı eski bir gizemci metinden alıntıdır. Kabbalacılar, Bahir'in içerdiklerini buyruk olarak kabul ederler; oysa Bahir bir çok Yahudi din adamı tarafından sapkın olarak nitelendirilmektedir.
Sefer ha-Temuna
İlk olarak XIII. Yüz yılda İspanya'da ortaya çıkan 'Sefer ha-Temuna' (İmge Kitabı) , yazarı bilinemeyen İbranîce bir eserdir. Temuna, İbranî alfabesinde bulunan harflere mistik anlamlar yükler ve Tevrat'ın insan gözü ile görülemeyen bazı bölümlerinin olduğunu ileri sürer.
Temuna'nın en önemli katkısı Kabbala'ya 'Kozmik Devirler' (Shemittot) kavramını eklemesidir. Buna göre, her kozmik devir, kendine denk düşen Tanrısal niteliklerle uyumlu ayrı birer Tevrat yorumu getirmektedir. Temuna'nın içeriği, Tanrı'nın niteliklerinden 'kayra', 'yargı' ve 'insaf' tarafından yönetilen ilk üç 'Shemittot' üzerinde yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak, sözü edilen her üç devir ayrı birer Tevrat'a sahiptir ve henüz 'yargı' dönemini yaşamakta olan insanlık, Tevrat'ı bir buyruklar ve yasaklar dizisi olarak algılamaktadır. Tevrat'ın Temuna tarafından böyle göreli bir biçimde yorumlanması, XVII. yüz yılda Osmanlı toprakları üzerinde ortaya çıkan ve mesihçi bir akım olan 'Sabetaycılık' düşüncesini kuvvetle etkilemiştir. Sabetaycılığın temel kuramı, Tevrat'ın ancak görünürde oratadan kaldırılması ile gerçek amacına ulaşacağı biçimindedir. Temuna'dan kaynaklanan bu kuram, Yahudiliği kesin kuralları olan bir din olarak değil, her farklı devirde ayrı kuralları olan bir inanç olarak görmektedir.
Sefer ha-Zohar
Bazı Kabbalacılar tarafından Tevrat'a rakip olacak ölçüde kutsallık atfedilen ünlü 'Sefer ha-Zohar' (Görkemin Kitabı) da ilk olarak İspanya'da ortaya çıkmıştır. Genel olarak, yaratılışın gizemini ve Sefira'ların işlevlerini anlatan Zohar ruh, kötülük ve yaratılış gibi konularda gizemci kavramlar geliştirmektedir. Çoğunluğu Aramîce olan ve XIII. yüz yılda yazılmış olan bu kitap, ezoterik Yahudi Mistisizminin ya da Kabbala'nın klâsik metni olarak değerlendirilmektedir. Yahudi dininde, ezoterik gizemciliğin İ.S. I. yüz yıldan başlayarak işlenmesine karşın, Zohar geleneksel gizemci yaklaşımlara XIV. Yüz yıldan sonra yeni bir canlılık ve hız getirmeyi başarmıştır.
Zohar, yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin en geniş olanı, Eski Ahit'in ilk beş kitabı (Tevrat) ile Ruth ve Süleyman'ın Özdeyişleri bölümlerinde yer alan kutsal metinlerin 'içsel' (gizemci, simgesel) anlamlarını işlemektedir. Zohar'da, tümü Simeon ben Yohai (İ.S. II. yüz yıl) ve öğrencilerini merkez alan oldukça uzun vaazlar, kısa söylev ve öyküler yanyanadır. Zohar, yazar olarak Simeon'un adını özellikle vermekteyse de, çağdaş araştırmacılar eserin büyük bir bölümünün Moses de Leon (1250-1305) tarafından yazıldığına ikna olmuşlardır. Yine de, elde bulunan metinde bazı eski mistik yazılardan alıntıların kullanıldığı olasılığını göz ardı etmemektedirler.
Luria Kabbalası
1492 Yılında İspanya'dan sürülmelerinden sonra, Yahudilerin dünyanın sonu ve mesihin gelişine dair beklentileri giderek yoğunlaştı ve bunun sonucu olarak Kabbala'ya duyulan ilgi büyük ölçüde arttı.
İşte böyle bir manevi ortamda, XVI. yüz yılda Kabbala'nın tartışmasız merkezi durumuna, gelmiş geçmiş en büyük Kabbalacı olarak kabul edilen Isaac ben Solomon Luria'nın yaşadığı, Galile'deki Safed kenti ulaştı.
'Arslan' (ha-Ari) lâkabıyla da anılan Luria, 1534 yılında Osmanlı topraklarında bulunan Kudüs'te dünyaya geldi. Yaşamı hakkında temel kaynak, yazarı bilinmeyen 'Ari'nin Yaşamı' (Toledot ha-Ari) adlı bir biyografidir. Luria'nın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan ve yayınlanan bu yapıt, Luria hakkında gerçek ve hayalî ögeleri rastgele bir araya getirmiştir.
Toledot'a göre Luria'nın babası erkenden ölmüş ve annesi küçük oğlu ile birlikte Mısır'a, varlıklı ailesinin yanına göç etmiştir. Luria, önceleri dinsel bir eğitim almış ve Yahudi hukukunu (Halakha) incelemiştir. Henüz çok genç iken, ünlü hukukçu Isaac ben Jacob Alfasi'nin 'Sefer ha-Halakhot' adlı kitabına yorumlar kaleme almıştır. Luria'nın gençliğinde ticaret ile uğraştığı da bilinmektedir.
Kısa süre sonra Luria'nın tüm ilgisi Yahudi mistisizmi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde herşeyden elini eteğini çekip, amcasının Nil üzerinde bir adada bulunan evinde yedi yıl kadar yalnız yaşamıştır. Erken dönem Kabbalacılarını inceledikten sonra, zamanla tüm araştırmalarını Zohar'a yönlendirmiş, döneminin en ünlü Kabbalacısı olan Cordovero'nun yapıtlarını okumuştur. Luria'nın ilk yapıtı, Zohar'ın bir bölümü olan 'Gizlilik Kitabı' (Sifra di-Tzeni'uta) hakkında yazdığı yorum olmuştur. Bu yorum, tümüyle klâsik Kabbala'nın etkisinde olup, ileride Luria Kabbalası diye anılacak olan özgün öğretisinden hiç bir iz taşımamaktadır.
1570 Yılında Luria, Cordovero'nun öğrencisi olmak için Kabbalacı akımın merkezi haline gelmiş olan Safed'e göç etmiştir. Öğrenciliği sırasında, kendisi de yeni bir sistemle Kabbala dersleri vermeye başlamış ve etrafına çok sayıda öğrenci toplamıştır. Bu öğrenciler arasında, sonradan Luria'nın öğretilerini yazıya dökecek olan Hayyim Vital en yeteneklisi olmuştur. Luria'nın Kabbala öğretisi yalnızca ezoterik bir çevreye yönelmişti, araştırma ve derslerine herkesin katılmasına izin vermiyordu. Zamanının çoğunu öğrencilerinin eğitimi için harcarken, geçinebilmek için o dönemdede Safed'de oldukça canlı olan ticaret uğraşını da sürdürmekteydi.
Luria'nın Safed'e geldiği ilk günlerde, Cordovero'nun çevresinde toplanmış bulunan Kabbalacılar, belirli ritüelleri uyguladıkları farklı bir yaşam tarzı geliştirmişlerdi. Örneğin, Şabbat (cumartesi) günlerinde kırlara çıkarak 'Sabbath Kraliçesi' adıyla kişileştirdikleri günü kutlarlardı. Luria'nın gelişiyle, bu gezintilere 'Kavvanot' (meditasyon) ve 'Yihudim' (birleştirme) gibi yeni uygulamalar eklendi. Aslında bu ritüeller, ruhların Mesih'in gelişine kadar içinde yaşamaya mahkum oldukları kirli kabuktan (Kelipot) , yani bedenlerinden, manevî olarak sıyrılmayı sağlayan bir tür günahtan arınma eylemleriydi.
Luria'nın kişiliğinin güçlü etkisi, Safed kentine yoğun manevî bir atmosfer, mesihçi bir gerilim ve bir yaratıcılık ateşi getirmişti. İçtenlikle dine bağlılık ve dünyadan el etek çekiş Kabbalacıların yaşam özellikleri haline gelmişti. Safed'de yaşayan herkes, Zohar'ın yorumundan hareketle, Mesih'in 1575 yılında Galile'de ortaya çıkacağına inanmıştı.
Safed'de yaşadığı kısa süre içinde - ölümüne kadar geçen iki yıl süresinde - Luria, Yahudi mistisizmine yeni unsurlar ekleyen, çok yönlü ve verimli bir Kabbala dizgesi kurmayı başardı. Zohar'ın ilk bölümünün bir yorumunu içeren oldukça kısa bir metnin dışında, kendi öğretisini asla kaleme almadı. Luria, 1572 yılının Ağustos ayında bir salgında yaşamını yitirdi.
Bugün Luria Kabbalası diye bilinen, Luria'nın ölümünden sonra Hayyim Vital tarafından derlenerek yazıya dökülen ve Luria'nın öğretilerini içeren oldukça kapsamlı bir kolleksiyondur. Bu yapıt, tüm Yahudi mistisizmini etkileyen yeni bir düşünce akımı oluşturmuştur. Luria Kabbalası, bir yaratılış kuramı ile buna bağlı olarak evrenin giderek yozlaştığı düşüncesini ileri sürer ve özgün uyumu yeniden oluşturmak için pratik bir yöntem önerir. Yaratılış kuramı üç temel kavrama dayanmakyadır: 'çekilme' (Tzimtzum) , 'kapların kırılması' (Shevirat ha-Kelim) , 'restorasyon, tamirat' (Tiqqun) . Sonsuz (En Sof) olan Tanrı, yaratılışa yer açabilmek için, yeni oluşan uzaya yayılan bir ışık biçiminde, kendi içine doğru çekilmiştir. Sonradan bu sonsuz Tanrısal Işık, sonlu kapların içine hapsolmuş ve gerilime dayanamayan kaplar kırılarak, evrene kötülük ve uyumsuzluk yayılmıştır. Artık dünyayı kötülükten arındırma ve hem kozmosu, hem de tarihi kurtarmak için mücadele etmek gereklidir. 'Tiqqun' aşamasında, Tanrı'nın krallığı yeniden kurulacak, ilahî parlaklık kaynağına geri dönecek, Tanrısal Işığın en yüksek formu olarak 'ilksel insanı' simgeleyen 'Adam Kadmon' yeniden doğacaktır. İnsanoğlu bu süreçte önemli bir rol oynamaktadır. Zira dualar sırasında uygulanan çeşitli 'kavannot'lar ve sözcüklerin gizli kombinasyonlarının mistik söylenişleri, ilksel uyumun yeniden kurulmasına ve 'Tanrısal İsmi' yeniden birleştirmeye yöneliktir.
Luria Kabbalası'nın etkisi büyük olmuştur. Hem XVII. yüz yılda gelişen Sabetay Sevi akımı, hem de XVIII. yüz yılda ortaya çıkan aşırı sofu ve gizemci Hasidizm akımı üzerinde önemli bir rol oynamıştır.
Sabetay Sevi
(Sabetay Sevi'nin yaşamı ve Sabetaycılık akımı hakkında daha ayrıntılı bilgi için Sabetay Sevi adresine bakınız.)
1626 Yılında İzmir'de dünyaya gelen Sabetay Sevi, genç yaşlardan başlayarak kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala'ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu. Güçlü kişiliği ile çevresine bir çok mürit toplamayı başarmıştı. Henüz yirmi iki yaşında iken, Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisinin beklenen mesih olduğunu ilân etti.
Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sevi'yi İzmir'i terk etmeye zorladı. Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik'e, sonra Istanbul'a gitti. Başkent'te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini'nin elinde Sevi'nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre sonra Istanbul'dan da ayrılan Sevi, önce Kudüs'e ve sonra Mısır'a gitti. Kahire'de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi'yi kendi davasına inandırdı.
Malî destek sağlamış olarak, yandaşlarından oluşan bir maiyet ile Kudüs'e muzaffer bir biçimde geri döndü. Burada, Gaza'lı Nathan adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi geleneklerinde yer alan 'Mesih'in Müjdecisi' rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi'nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi. Ancak, Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, 1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir'e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı.
1666 Yılı başlarında, Istanbul'a giden Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Padişah'ın huzuruna çıkarıldı. Önceden ölümle tehdit edildiği için, Sevi din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Padişah, Sevi'nin adını Mehmet Efendi olarak değiştirdi ve yüksek bir maaşla kapıcıbaşı görevini verdi. Ancak, bu din değiştirme olayı, müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına sürükledi. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta 1676 yılında öldü.
Sevi'yi din değiştirmesine karşın terk etmeyerek etrafında toplananlardan oluşan Sabetaycılık adı verilen akım, Sevi'nin dinsel yetkileri hakkındaki aşırı iddiaları ile sonradan din değiştirerek Yahudi inancına ihanet etmesi çelişkisini giderme çabası içindedirler. Sadık Sabetaycılar, Kabbalacı bir yaklaşımla, Sevi'nin din değiştirmesini mesihliğinin gerçekleşmesi için atılması gereken son adım olarak yorumlarlar. Bu nedenle, önderlerini izleyerek Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu dönmeler (din değiştirenler) için, kişinin kendini kalpten Yahudi hissetmesi önemlidir ve görünürde uygulanan Müslümanlığın ve biçimsel eylemlerin değeri yoktur. Zohar'ın Luriacı yorumundan yola çıkarak, bir çeşit 'Kutsal Günah' kuramına ulaşan Sabetaycılar, Torah'ın amaçlarının tam olarak gerçekleşmesinin ancak, manevî olmayan eylemler sonucunda Torah'ın görünüşte ortadan kaldırılması ile olanaklı olacağını ileri sürerler.
Hasidism
Eğer engellenmemiş olsaydı, Sabetaycılığın Yahudi dininin sonunu getireceğini ileri süren din tarihçileri bulunmaktadır. Sabetay Sevi'ye odaklanan mesihçi beklentilerin yaratığı düş kırıklıklarına karşın bu akım, yalnızca bazı ileri görüşlü din adamlarının teozofik amaçlarını yanıtlamakla kalmayıp, Talmudistlerin kuru yorumlarıyla yetinmeyen ve yönetici sınıfların sosyo-ekonomik baskısından bunalan Yahudi kitlelerinin gereksinimlerini de karşılamıştır. Benzeri bir durum Litvanya, Belorusya ve Ukrayna topraklarını da içeren Lehistan Krallığı için de geçerli olmuştur. XVIII. Yüz yılda ortaya çıkan ve Luria Kabbalasını kendi düşünsel kuramlarının temeli olarak alan Hasidizm akımı Lehistan'da etkin olmuştur.
Hasidizm, olası en düşük düzeyde bir örgütlenme ile yoğun biçimde propaganda ve vaaz yöntemlerini kullanan, bilgili üyelerden oluşan küçük gruplara dayanan bir kitle akımıdır. Söylentilere göre, Hasidizm akımının kurucusu 'İyi Adın Üstadı' (Ba'al Shem Tov - Tanrı'nın dile getirilemez adını bilen kişi) lâkabıyla tanınan Israel ben Eliezer'dir. Eliezer 1700 dolaylarında dünyaya gelmiş ve 1760 yılında Güney Polonya'da ölmüştür. Kendi döneminin ortodoks Yahudiliği hakkında iyi bir eğitime sahip olmamasına karşın, olağanüstü manevî nitelikleri olan ve yalnızca sıradan insanları değil, entellektüel kesimi de yandaşları arasına alabilen etkileyici bir kişiliğe sahipti. Hakkındaki efsanelerin yoğunluğu, büyük olasılıkla hiç bir zaman sistemli biçime dönüştüremediği kişisel öğretisi üzerine ayrıntılı bilgi edinmeyi engellemiştir. Doğu Avrupa Yahudiliğinde XVIII. yüz yılda etkinlikleri giderek yoğunlaşan gezgin vaizlerin yöntemlerinden esinlenen Eliezer, öğretisini yaymak için, gündelik yaşamdan ve folklordan aktardığı öyküleri kullanarak kutsal metinleri yorumlama yöntemini benimsemişti. Bu yöntem Hasidizmin değişmez niteliklerinden biri olacaktır. Ancak, akımın tüm otantik kuramlarının ve öğretilerinin, bu tür öykü ve fıkralara yansıdığını düşünmek abartılı bir yaklaşım olur. Temel öğreti çalışmaları, Hasidik hahamlarca Torah üzerine verilen haftalık vaazlarda ve ritüellerde ifadesini bulur. Neredeyse her haham, kendine özgü ekleme ve yorumlarla Hasidik öğretiyi etkilemiştir. Bu nedenle, akımın ilk üç nesli kapsayan döneminde, Hasidizm öğretisi büyük ölçüde çeşitlenmiş ve farklılaşmıştır. Yine de, Hasidizm akımının ortak temel çizgilerini belirlemek olanaklıdır.
Kuramsal olarak, Hasidizmin kökleri Luria Kabbalasından çıkmaktadır. Ancak, Hasidizme özgü olan kavram 'Tanrı ile birlikte olmak' (Devequt) kavramıdır. Devequt, tüm Yahudiler için bir amaç ve değişmez bir görevdir ve her koşul altında insan varlığının tümüyle manevî değerlere dayanmasını gerektirmektedir. Bu gereklilik, Kabbala'nın düşünsel kavramlarının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Tüm ağırlık, inanan kişinin iç yaşamına verilmelidir. Kozmik dramın sahnesi artık Sefira'lar evreni değil, insanın iç yaşantısıdır. Buna ek olarak Hasidizm, Luriacı 'restorasyon' (Tiqqun) öğretisinin bir parçası olan diğer bir gerekliliği de toplumsal bir gerçeklik biçimine dönüştürür: grubun dinsel yaşamı ve örgütlenmesinin merkezine, tartışılmaz bir yetkeyi, doğaüstü güçleri olan bir önderi, 'Tzaddik'i yerleştirir. Böylece Hasidizm, başarılı olduğu her yörede, tartışmasız bir manevî yenilenme yaratmıştır. Oysa madalyonun diğer yüzü, giderek kişisel kültler biçimine dönüşen hahamlar arası çekişmelerin varlığını, Hasidik toplulukların kendilerini çevreleyen toplumdan soyutlandığını, bunun yarattığı kötü sosyo-ekonomik koşulları ve kendilerini soyutlayan Yahudilere karşı oluşan düşmanlığı ortaya koymaktadır.
İlk günlerinden başlayarak Hasidizm, Sabetaycılığın etkisiyle aşırı hassaslaşan resmî Talmudçu Yahudi yetkililerinden büyük direnç görmüştür. Hasidizm yandaşlarının ritüelik kurallara sıkı sıkıya bağlı davranışları, 'Rakipler' (Mitnaggedim) tarafından kabul edilemeyecek bazı özellikler göstermekteydi: Tzaddik'e koşulsuz boyun eğmeleri, sinagoglara devamsızlık yaparak kendi aralarında toplanmaları, dinsel törenlerin değiştirilmesi, gündelik giysilerle dua edilmesi, Talmud'un incelenmesi yerine gizemci meditasyonun yeğ tutulması bu özelliklerin önde gelenleriydi. Yine de, Hasidizm ile Talmudizm arasındaki bu çekişme bir bölünmeyle sonuçlanmadı. Üç nesil boyunca süren çekişme yerini, açıkça dile getirilmemiş, kendiliğinden bir uzlaşmaya bıraktı. Ancak, iki taraf da aralarındaki farklılıkların silinmemiş olduğunun bilincindeydiler. Varılan bu uzlaşma, genel olarak Hasidizmin yararına olmasına karşın, Hasidizmin eğitim konusunda bazı tavizler vermesine yol açtı.
Hasidik grupların iç örgütlenmeleri, II. Dünya Savaşının Doğu Avrupa Yahudiliği üzerindeki yıkıcı etkilerine karşın, ayakta kalabilmelerini sağladı. Savaş sonrasında, tüm önemli Hasidizm merkezleri Amerika'ya taşınmak zorunda kaldı. Hasidizm, hem ekonomik nedenler ile, hem de Sionizm'e ve İsrail Devletine karşı neredeyse düşmanlığa varan tutumundan dolayı, Filistin yerine Amerika'yı tercih etti. Bu gün, Amerika'da Hasidizme bağlı en ünlü ve en etken grup, merkezi New York'ta bulunan ve Rusya'daki tanınmış Lyubavichi Hasidizm okulundan adını alan Lubavitcher'lerdir.
Sonuç
Çağdaş Yahudiliğin manevî yaşamı ve düşünceleri üzerinde Kabbala'nın oynadığı rol, eskiye oranla bir hayli azalmış olmasına karşın, hiç de azımsanacak bir düzeyde değildir. Bugün, gerçek anlamıyla yaşayan bir Kabbalacı akımdan söz etmek olanaklı değildir. Yine de, Abraham Isaac Kook (1865-1935) gibi yazarların kişisel çabaları hâlâ etkili olmaktadır. Ayrıca, iki Dünya Savaşı arası dönemde 'Batılılaşmış' Yahudiler üzerinde güçlü bir etki yaratan Martin Buber'i (1878-1965) ve dinsel düşüncenin reformu konusunda Hasidizm propagandası içeren çalışmalarını belirtmek gereklidir. Polonyalı bir Yahudi olan Abraham Joshua Heschel (1907-1972) de önemli etkinliğe sahip kişilerdendir.
Yahudi gizemciliği, Yahudiler dışındaki ulusların düşünsel yaşamları üzerinde de etkin olmuştur. Özgün amaçlarından saptırılan Kabbala, Yahudiliğin sınırlarını aşmış, Rönesans döneminden başlayarak Hıristiyan toplumunda da bazı düşünce akımlarının doğmasına yol açmıştır. 'Hıristiyan Kabbalası', İspanya ve İtalya'da din değiştirip Hristiyanlığı kabul eden Yahudilerin etkisiyle, XV. yüz yılda doğmuş ve Kabbalacı belgelerde Hristiyan inancının gerçeklerini bulduğunu ileri sürmüştür. Böylece, bir çok Hıristiyan Hümanist düşünür, Yahudi gizemciliği ile uğraşmaya koyulmuş ve bazıları Kabbala hakkında geniş bir bilgiye ulaşabilmiştir. Bu kişiler arasında Giovanni Pico della Mirandola (1463-1494) , Egidio da Viterbo (1465-1532) , Johannes Reuchlin (1455-1522) ve Guillaume de Postel (1510-1581) en önde gelenlerdir. Reuchlin'in kaleme aldığı 'De Arte Cabbalistica' (1517) adlı yapıt, Yahudi olmayanların anlayabileceği bir dille yazılmış olan ilk Kabbala açıklama kitabıdır.
XVI. Yüz yıldaki gizlici (okült) düşünüler, XVII. ve XVIII. yüz yıllardaki doğa felsefesi, Masonluğun ideolojisini renklendiren bazı motifler ve günümüzde yeniden gündeme gelen gizlici ve teozofik kuramların tümü Kabbalaya odaklanmışlar, gerçek anlamını ve ruhunu yakalayamasalar da, ondan aktarmalar yapmışlardır.
Anglo-Sakson Irkçilarinin Slogani:
'Bizler de Yahudiyiz; Yeryüzü Bizim Olmali'!
Amerikali sosyolog Thomas Gossett, irkçiligin kökenlerini inceledigi kitabinda, Anglo-Sakson irkçilarinin kendilerini yahudilerle özdeslestirmelerini anlatirken, bir de bu düsünceye bagli olarak gelistirilen ilginç bir teoriyi anlatiyor. Ingiliz din adami John Wilson tarafindan gelistirilen teori, Anglo-Saksonlar'in¯yani Amerikali ve Ingilizler'in¯kendilerini yahudilerle özdeslestirme çabalarina, somut ve organik bir temel olusturma denemesinden ibaretti. 'Anglo-Israil' hareketini baslatan bu teoriyle, Anglo-Saksonlar, aslinda kendilerinin de 'yahudi' oldugunu ispatlamaya (!) ugrasiyorlardi:
Anglo-Israil hareketi, 1837'de Ingiltere'de basladi. John Wilson adli 'nonconformist' (bagimsiz protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatilan ve Jacob'un (Hz. Yakub) , oglu Joseph'a (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaad ettigi hikayeyi degisik bir biçimde yorumladi: Wilson, Joseph'in zaferle müjdelenmis soyunun Ingilizler oldugunu öne sürdü. Ona göre, Ingilizler, açikça Joseph'in soyundan geliyorlardi. söyle ki; Israilogullari'nin on kabilesi, Asurlular tarafindan MÖ 8. yüzyilda Israil'den sürülmüslerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmus ve akibetleri tarihin derinliklerine gömülmüstü. Ama, Wilson'a göre, Israil'in 'On Kayip Kabile'si artik bulunmustu: Bu 'kayip' yahudiler, Ingiltere'nin Anglo-Saksonlari'ydi... Gerçi Ingilizler'in fiziksel özelliklerinin yahudilere uymadigi seklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve ögrencileri buna karsi da ustaca bir açiklama getiriyorlardi: Yahudiler orjinal olarak aslinda ayni Ingilizler gibi sarisin insanlar olmaliydilar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kizil saçli' oldugunu söylüyordu! Kisacasi, Anglo-Saksonlar da gerçek birer yahudiydiler; yani Tanri'nin seçilmis irkindandilar...
Ingiliz irkçilarinin ortaya attigi bu teori hizla benimsendi. Kisa süre sonra Ingiltere'de Anglo-Israel Association (Anglo-Israil Birligi) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-Israil Birligi) adini alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladi. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayinlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkimiz, Kökeni ve Gelecegi) adli bir haftalik gazete çikardi. Gazetede, Ingilizce konusan halklarin da 'yahudi' olduguyla ilgili 'delil'ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmis irk düsüncesini destekleyen pasajlar aktariliyordu. Gazetenin yazarlari, M. Tevrat ayetlerine dayanarak, Ingiltere ve Amerika'nin gelecegiyle ilgili tahminler de yapiyorlardi. Anglo-Israil hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da siçradi. 1884 yilinda, Ingiliz Anglo-Israil hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adli bir rahip Amerika'ya yollandi ve büyük bir propaganda kampanyasi açti. Böylece, 'bizler de yahudiyiz' slogani Amerikan irkçilarinin da agzinda gezmeye basladi. (Anglo-Israil hareketi bugün de hem Ingiltere'de hem de Amerika'da bazi dini gruplar tarafindan sürdürülmektedir.)
Kuskusuz ne Ingilizler ne de Amerikalilar, 'seçilmis irk' degillerdi. Anglo-Israil hareketinin ve benzeri 'yahudilesme' akimlarinin asil etkisi de zaten içinde bulunduklari toplumlari 'seçilmis irk' olduklarina inandirmak olmadi. Önemli olan bu 'yahudilesme' hareketlerinin, Ingiliz ve Amerikalilar'in toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, sözkonusu 'yahudilesme' hareketlerinin sonucunda, yahudilere karsi duyulan olagandisi sempati ve 'yahudilerin Filistin'e dönme hakki'na olan inanç daha da güçlendi.
Ingiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin yahudilerin Vaadedilmis Topraklar'a dönme çabasi olan Siyonizm'i neden büyük bir istekle desteklediklerini de açiklar. Yahudileri 'seçilmis halk' olarak görme aliskanligina sahip bu iki ülkeden pek çok kisi, 20. yüzyilda Siyonizm'e büyük destek vererek 'Hiristiyan Siyonistler' sifatini kazanmistir.
Zenci Düsmanliginin Ibrani Kökenleri
Anglo-Sakson irkçiliginin yahudi ögretisinden bu denli etkilenmis olmasi, Ingiliz ve de özellikle Amerikan irkçiliginin en açik gözüktügü alan olan zenci düsmanliginin kökenini de açiklamaktadir. Çünkü, yüzyillardir siyah derili insanlara uygulanan acimasiz ve ilkel irk ayrimciliginin kökeni de yahudi kaynaklarina dayanmaktadir.
Zenci düsmanliginin kökenini arastirirken karsimiza çikan ilginç tablo, zenciler aleyhindeki ilk asagilayici ifadelerin yahudi kaynaklarinda yer aldigini gösterir. Thomas F. Gossett, M. Tevrat'ta Resul Yeremya'nin agzindan aktarilan 'Etiyopyali derisinin rengini degistirebilir mi, ya da leopar lekelerinden kurtulabilir mi? ' cümlesinin, zencileri asagilayici ilk mesaji verdigini not eder. Gossett, yahudi kültüründe irkçiligin temelini olusturan 'Nuh'un ogullari' efsanesine de dikkat çeker. Bu efsaneye göre, sözde Hz. Nuh'un ogullari arasindan biri, yani Ham, babasi tarafindan soyuyla birlikte lanetlenmistir. Kendilerinin Hz. Nuh'un diger övülen ogullarinin soyundan geldigine inanan yahudiler, Ham'in soyunun lanetli olduguna inanirlar. Ve M. Tevrat'ta Ham'in soyunun rengi hakkinda bilgi verilmedigi halde, yahudiler MÖ 6 ve 2. yüzyillar arasinda yazilan Babil Talmudu'na 'Ham'in soyundan gelenlerin zenci olduklarini' eklemislerdir.
Diger yahudi kaynaklarinda da benzer sapkin inanislar bulmak mümkündür. Örnegin Kabala'ya göre, zenci olmak, dogrudan asagi bir irktan olmak anlamina gelir. Kabala'nin temel eserlerinden olan Yaratilis Kitabi (Sefer ha Yetsira) , 'Siyah dogmus olmak Tanri'nin bir cezasidir' hükmünü içerir. Dolayisiyla, pek çok motifini yahudi kaynaklarindan almis olan Bati irkçiliginin, zenci düsmanligini da ayni kaynaktan derledigini anlamak pek zor degildir.
Zenci düsmanligindaki yahudi etkisi, en son New York Üniversitesi'ne bagli bir zenci profesör tarafindan da vurgulandi. Türkiyeli yahudilerin yayin organi salom gazetesi, profesörü 'antisemit ve saldirgan' ilan eden önyargili üslubuyla, konuyla ilgili haberi söyle veriyordu:
New York Üniversitesi Amerikan-Afrika Arastirmalari Kürsüsü Baskani zenci profesör Leonard Jeffries'in üniversitede ögrenci ve profesörlere yaptigi ve daha sonra yayimlanmasi için tüm radyo-televizyon sirketlerine gönderilen konusmasi New York'ta yahudiler arasinda büyük tepkilere neden oldu. Iki saat süren konusmasinda ABD'de var olan siyah irk düsmanligini yahudilerin baslattigini ve finanse ettigini iddia eden Jeffries, özellikle Hollywood filmlerini finanse eden mafya ile yakin isbirliginde olan Rus yahudilerinin yönettikleri filmlerde zenci düsmanligini körüklediklerini söyledi. Prof. Jeffries, bugün bile zenci düsmanligini yahudilerin devam ettirdiklerine isaret ederek, yahudilere karsi çikmanin antisemitizmle ilgili bir sey olmadigini, onurlarini kurtarmanin herseyin üstünde oldugunu ileri sürdü. Konferansa katilanlarin belirttigine göre, zenci profesör, bazi yahudileri tek tek ismen suçlayarak bu yahudilerin köle ticaretini finanse ettiklerini iddia etti.
Zenci profesör Jeffries'in söyledikleri dogruydu ama Amerika gibi 'yahudilesmis' bir toplumda böylesine keskin bir 'baskaldiris'a izin verilmedi ve Jeffries'in bu açiklamalari cevapsiz birakilmadi. 'Cevap', klasik yahudi tarzina uygundu. Haberin devaminda bildirildigine göre, profesörün görevden alinmasi için çesitli derneklerce çagri yapildi ve hakkinda sorusturma açildi. Ve bu kampanyanin ardindan Jeffries üniversiteden uzaklastirildi...
Yahudi düşmanı çevrelerin “best-seller” kitabı olan “Sion Bilgelerinin Protokolleri” (ya da “Sion Önderlerinin Protokolleri” ya da kısaca “Protokoller”) , bu tür düşmanca yayınlarda sürekli olarak alıntılarla yinelenen bir demirbaş “kaynak” (!) kitaptır. Bu kitabın Yahudi bilgelerince yapılan toplantıların tutanakları olduğu ve bu kişilerin verdiği talimatlar doğrultusunda Yahudi ulusunun “Dünya Egemenliği” sağlayabilmesi için kullandığı bir “elkitabı” niteliği taşıdığı, Yahudi karşıtı çevreler tarafından ileri sürülmüştür. Dünyanın hemen tüm dillerine çevrilerek yayınlanmış olan bu kitaptan Türkiye’de kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.
Çağdaş Anti-Semitizmin en ilgi çeken ve en başarılı ürünü olan Sion Bilgelerinin Protokolleri’nin köklerini, Haçlı Seferleri sırasında Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan popüler Yahudi düşmanlığı akımında bulmak olasıdır. Bu dönemde, Yahudilerin “Hamursuz” Bayramlarında Hıristiyan çocukların kanlarını içtikleri, kuyuları zehirledikleri ve salgın hastalıklar yaydıkları biçiminde oluşturulan iftiralar, tüm Avrupa’daki Yahudi topluluklarının toptan yok edilebilmesi için bahane edilmişlerdir. Hıristiyanların boyun eğdirilmeleri ve yok edilmeleri amacıyla gizli haham toplantıları düzenlendiği biçiminde uydurulan masallar halkın arasında kulaktan kulağa yayılmıştır. Benzer motifler, erken Anti-Semitik edebiyatta sıkça görülebilir.
Son iki yüz yıl içinde bir çok kez Mason karşıtlığı, çok daha eskiden beri süren Yahudi düşmanlığı ile, Yahudilere karşı beslenen nefret duyguları, yani Anti-Semitizm ile iç içe geçmiştir. Bu iki korkunun bir araya gelmesine, belki de her ikisinin de kökeninde yatan mantıkdışı özellikler neden olmuştur. Yine de, 19. yüzyılın ortalarından bu yana Mason karşıtı ve Yahudi karşıtı propaganda dalgalarının giderek artan bir biçimde geliştiği gözlemlenmektedir. Bu tür propaganda yazımının büyük olasılıkla zirvesini oluşturan tipik örnek “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adlı metindir.
“Sion Bilgelerinin Protokolleri”, tarih boyunca en iyi bilinen saptırmalardan biridir ve en başından beri sahtekarlık ve aşırmaya dayanan bir uydurmacadan ibarettir. Ne var ki bu aldatmaca, çeşitli nedenlere bağlı olarak Yahudilik ve Masonluk ile bağıntılı belirli bir duyarlılık sahibi olan bir çok kişinin hayal gücünü etkilemiş, Yahudi ve Mason karşıtlarının ellerinde vazgeçilmez bir “bilgi kaynağı” (!) biçimine dönüşmüştür.
Öncüller
Mason karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığı bağlantısı, Protokoller ile başlamaz. 1894 Yılında ortaya çıkan ve 1906 yılına dek kesintisiz süren Dreyfus olayını fırsat bilen Fransız basını ve diğer ülkelerdeki gazeteler, Dreyfus’un Yahudiliği ile onun sadık savunmacılarının bir çoğunun mason olmasını birbirine bağlamışlardır.
Protokollerin esinlendiği temel kavramların izini, geriye doğru, 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi’ne kadar sürmek olasıdır. 1797 Yılında, devrim karşıtı unsurları temsil eden Abbé Augustin Barruel adında bir Fransız Cizvit’inin yazdığı bir inceleme yayınlanmıştır: “Memory to Serve the History of Jacobinisme” (Jakobenizm Tarihine Hizmet Eden Anılar) adlı yapıtında Augustin Barruel, İlluminatiler ile karıştırdığı Masonluğu, Tampliyeler’in mirasçısı ve Fransız Devrimi’ni yaratan gizli güç olarak suçlamıştır. Ne var ki, Fransız soylularının büyük çoğunluğunun mason olması, Abbé Barruel’in bu savının saçmalığını ortaya çıkarmaktadır. Barruel, söz konusu yapıtının hiçbir yerinde Yahudileri suçlayamamıştır. Devrimciler arasında Yahudilerin olmaması ve böylece aradığı tarihsel verilerin bulunmaması yüzünden, saldırılarını Yahudilere kadar yaymak fırsatını yakalayamayan Barruel’e karşın, kendisinden sonra gelen propaganda yazarları o denli titiz davranmamışlar ve gerçekte olmayan olguları uydurmakta hiç sıkıntı çekmemişlerdir. Ancak 1806 yılında, önceden tümüyle masonlara dayandırdığı komploda, Yahudilerin de rolü bulunduğunu ileri süren sahte bir mektup Barruel tarafından yayınlamıştır. Aslında bu mektubun, NapoleonBonapart’ın Yahudilere yönelik takındığı liberal tutumdan hoşnut olmayan gizli polis tarafından düzenlendiği sanılmaktadır. Uluslararası Yahudi komplosu miti, 19. yüzyılda Almanya ve Polonya gibi ülkelerde sık sık yinelenmiştir.
Protokoller’den önce ya da sonra yayınlanan sayısız kitap, Masonluğun kökeninde Yahudiliğin bulunduğunu ileri sürer. Port-Louis Başpiskoposu Leon Meurin tarafından yazılmış ve 1893 yılında yayınlanmış olan “La Franc-Maçonnerie,Synagogue de Satan” (Masonluk, Şeytanın Sinagogu) adlı kitap bunlardan biridir. Yazar, kitabın 260. sayfasında şunları söylemektedir: “Masonlukta başından sonuna her şey; esas olarak Yahudi’dir, özellikle Yahudi’dir, hevesle Yahudi’dir.”
Masonluk tarihi hakkında yazılan tüm ciddi yapıtlarda kolaylıkla bulunabilecek olan tarihsel gerçek, mason localarının köken olarak tümüyle ve özellikle Hıristiyan olmalarıdır. Ancak 1717 yılında Londra Büyük Locası’nın kurulmasından sonra, Masonluğun Hıristiyanlıktan uzaklaşması başlamış ve bu süreç 1813 yılında doruğuna ulaşmıştır. İki rakip Büyük Loca’nın birleşmeleri ve İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın oluşması zamanında, ritüeller incelenmiş ve kalan son Hıristiyanlık simgeleri de ayıklanarak örgüt bugün bilinen evrensel niteliğine kavuşmuştur. Ek bir yorum olarak, özellikle İskandinav ülkelerinde İsveç Riti’ni uygulayan bazı Büyük Locaların, bugüne dek Hıristiyan dinine bağlı olmayan kişileri üye olarak kabul etmediklerini anımsatmak yararlı olacaktır. Üstelik, Yahudilerin ve diğer din mensuplarının üye olabildikleri mason localarında bile bazı dereceler, örneğin York Riti’nin “Konstantin Haçı”, “Malta Şövalyesi” ve “Tampliye Şövalyesi” gibi bazı üst dereceleri özellikle Hıristiyanlara özgü tutulmaktadır ve diğer dinlerden olanlar bu derecelere kabul edilmemektedirler. Kimi Süprem Konseyler de (örneğin İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Avustralya Süprem Konseyleri) , Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni özellikle Hıristiyan bir rit olarak değerlendirmekte ve diğer din mensuplarını aralarına kabul etmemektedirler. Bu seçicilik öylesine gelişmiştir ki, adaylar sadece Hıristiyan inancına bağlılıklarını bildirmekle kalmazlar, ayrıca “Kutsal Üçlü Birlik” üzerine de yemin etmek zorunda tutulurlar.
“Protokoller”in Ortaya Çıkışı
“Protokoller” ilk olarak Çar II. Nikola döneminde 1905 yılında Saint Petersburg yakınlarında bir sayfiye kenti olan Tsarskoe Selo’da yayınlandığı kabul edilir. İlk baskılarında yazar olarak belirtilen kişi hukukçu, yargıç ve aynı zamanda bir Ortodoks papazı olan Sergey Aleksandroviç Nilus’tur (1862-1930) .
Önceleri bir tanrıtanımaz olan Nilus, 1900 yılında Fransa’dan Rusya’ya Tanrı inancına yeniden kavuşmuş olarak geri döndü ve manastırdan manastıra yolculuk yapmaya başladı. Bu yolculuklar sırasında “Velikoe v Malom” (Küçüğünİçinde Büyük) adlı kitabını yazdı. Bu kitap tanrıtanımaz bir aydının yeniden imana dönüşünü ve mistik yeniden doğuşunu anlatmaktaydı. Kitap, basında olumlu tepkiler topladı ve yankıları Büyük Düşes YelizavetaFeodorovna’ya kadar ulaştı. Büyük Düşes, Çar II. Nikola’nın çevresini saran gizemciler ile mücadele ediyor ve Çar’ın günah çıkardığı özel rahibini de hiç sevmiyordu. Feodorovna, Nilus’un özel rahip konumuna kavuşmasını istiyor, böylece Çar’ın üzerinde olumlu bir etki yaratabileceğini düşünüyordu.
Nilus, Paris’i terk ederken geride sevgilisi Bayan K.’yı bırakmıştı. Bayan K., tüm servetini yitirmiş ve Nilus’un ayrılığı ile psikolojik açıdan çökmüş olduğundan gizemci konulara ve çevrelere ilgi göstermeye başlamıştı. Bu çevrelerde GeneralRatçkovski’ye rastladı. General Ratçkovski, Çarlık Rusya’sının korkunç gizli polis örgütü Okhrana’nın Paris’teki ajanlarından biriydi. Protokoller’in el yazmasını Ratçkovski’den alan bayan K. bunları Nilus’a gönderdi. Belki de Ratçkovski, Nilus’un yakında Çar’ın özel rahibi olacağını duymuş ve bu geleceği parlak kişinin gözüne girmek gerektiğini düşünmüştü.
Özgün olarak Protokoller, Nilus tarafından yazılan “Velikoe v Malom” (Küçüğün İçinde Büyük) adlı kitabın ikinci baskısına ek olarak yayınlanmıştır (1901 yılında yayınlanan ilk baskıda Protokoller yer almamıştır) . O dönemde adet olduğu biçimiyle Nilus kitabına bir de alt başlık vermiştir: “Yakın bir Politik Olasılık Olarak Deccal”. Alt başlık doğrudan kitabın ekine, yani Protokoller’e gönderme yapmaktadır.
Yirmi dört ayrı protokol ya da bölümden oluşan ve ilk tam metin olarak değerlendirilen 1905 baskısı Protokoller’in doğuşu olarak kabul edilmektedir. Nilus, kitabın temel aldığı Fransızca yazılmış el yazmalarının özgün ve gerçek olduklarını ileri sürmekteydi. El yazmaları, değişik renkte mürekkep kullanılarak ve değişik el yazıları ile kaleme alınmışlardı. Nilus, Protokoller’i kaleme alan yazmanların nöbetleşe çalıştıklarını ve bu yüzden yazmaların değişik nitelikli yazılardan oluştuğunu açıklamıştı.
İzleyen değişik baskılarda (tümü Rusça olarak 1911, 1912, 1917 ve 1919 baskıları) Nilus, kendisinin sadece çevirisini yapmış olduğunu özellikle belirttiği Protokoller’in metninin eline nasıl ulaştığı konusunda farklı açıklamalar sunmuştur. Başkaları tarafından yapılan diğer baskılar ve diğer çeviriler de, metnin kökeni hakkında değişik öyküler sunmuşlardır. En sık rastlanan “sonradan eklenen” açıklama, Protokoller’in 1897 yılında Basel’de Dr. Theodor Herzl tarafından toplanan “Birinci Siyonist Kongresi”nin gizli tutanakları oldukları biçimindedir.
Protokoller’de, Yahudilerin çeşitli komplolar sayesinde tüm dünya hükümetlerini denetimleri altına alacakları, Hıristiyan uygarlığını yok ederek dünyanın efendileri olacakları görüşü ileri sürülmektedir. Protokoller, bu amaçlara ulaşmakta kullanılacak olan yöntemleri ayrıntıları ile açıklamaktadır. “Sion Bilgeleri” tarafından insanlığı aldatmak ve dünyaya egemen olmak için geliştirilen hilelerden biri de Masonluktur.
Aslında “Sion Bilgeleri” ya da “Sion Yaşlıları” (Elders of Sion) adında bir örgüt hiç bir zaman var olmamıştır. Yine de, doğrulayacak en küçük bir kanıtın bulunmamasına karşın, Protokoller’in bu örgütün gizli tutanakları olduğu inatla ileri sürülmüştür.
Protokollerin biçimi incelenince, tarafsız okurun dikkatini çeken ilk nokta, bu metnin daha önceden bilinen hiçbir protokol metni ile bir benzerlik göstermemesidir. Protokol bir tutanaktır, yani bir toplantıda olanların aktarılmasıdır; bir toplantı yeri, toplantı tarihi ve saati, toplantının başkanı ve genellikle toplantıya katılanların isimleri protokolde yer alır; tartışmaların anlatımı, söz alanlar, özet olarak da olsa nelerin söylendiği ve hangi kararların alındığı belirtilir; sonuç olarak tutanakların son bölümünde, protokollerin doğruluğunu sağlamakla görevli olan kimselerin imzaları bulunur. Oysa bu “Protokoller”de bu sayılanların hiçbiri yer almamaktadır. Yalnızca metnin sonunda, imza yerine basit bir satır biçiminde: “33 Dereceli Sion Temsilcileri tarafından imzalanmıştır.” diye yazılıdır.
Üstelik, Protokoller’de duyulan yalnızca tek bir kişinin sözleridir. Öyleyse bu, çeşitli kişilerin söze karıştığı bir görüşmenin metni değil, en fazla monolog ya da bir kişinin okuması biçiminde uzun bir söylev olabilir. Bu nitelikteki bir metni gerçek protokoller olarak kabul eden okuyucuların ya kötü niyetli ya da saf olduklarını düşünmek gerekir.
İçeriğe gelince, dünya üzerindeki kitlesel iletişimi denetimi altında tuttuğu ileri sürülen ve her nedense gizli planlarının sürekli olarak yayınlanmasını engelleyemeyen, bir örgütün hazırladığı böyle bir suç planının saçmalığına ancak gülünebilir.
Protokoller’in Filizlenmesi
Nilus’un kitabı, Yahudilerin dünyaya egemen olma planlarının varlığını ileri süren ilk kitap değildir. Daha önceleri de çeşitli yazarların kaleme aldığı başka kitaplar yayınlanmıştır. Özellikle, Hermann Goedsche adlı bir Alman’ın “Sir John Retcliffe” takma adıyla yazdığı ve 1868 yılında yayınlanan “Biarritz” adındaki kitap dikkat çekicidir. Goedsche, Prusya gizli polisi adına casusluk yapan bir posta memurudur, 1849 yılında demokrat lider BenedictWaldeck’e karşı yürütülen soruşturmada belge sahtekarlığı yaptığı gerekçesi ile bir süre tutuklanmış ve posta memurluğundan uzaklaştırılmıştır. Bu hayal ürünü yapıtın bir bölümünde, Prag’da bulunan Yahudi mezarlığında korkutucu bir sahne geçer; on iki Yahudi kabilesinin temsilcileri her yüz yılda bir bu mezarlıkta toplanarak Şeytan ile buluşmaktadırlar (Goedsche, on iki Yahudi kabilesinden on tanesinin iki beş yüz yıllık tarih içinde ortadan kaybolduğunu unutmuş görünmektedir) . Yahudi kabilelerinin temsilcileri, planlarının son durumu hakkında Şeytana bilgi verirler ve projelerinin devamı için onun desteğini isterler. Kitabın, “Prag Yahudi Mezarlığı ve İsrail’in On İki Boyunun Temsilcileri Konseyi” adlı bölümünde, yüz yılda bir gerçekleşen bu gizli hahamlar toplantısı fantezisi kurgulanmış ve gece yarısı mezarlıkta düzenlenen bu toplantının amacını, geçmiş yüz yılın değerlendirilmesi ve gelecek yüz yılın planlanması olarak sunulmuştur.
Bu Yahudi karşıtı fantezi, kısa süre içinde ayrı bir el kitabı biçiminde ve hayal ürünü olarak değil, gerçekliği ünlü İngiliz soylusu “Lord Retcliffe” tarafından garantilenen bir belge olarak yeniden yayınlandı. Oysa bu adın ardında gerçek bir kişi yoktu; “Retcliffe” adı Goedsche tarafından takma isim olarak kullanılmıştı. Bu kitabın ilk Rusça çevirisi 1872 yılında Saint Petersburg’da gerçekleşti. 1876 Yılında Moskova’da yeni bir baskısı yapıldı. Bunları, 1880 yılında Odessa ve Prag’da yapılan baskılar izledi. 1891 yılında Prag mezarlığındaki temsilciler konseyi bölümü “Hahamın Konuşması” adı ile yayınlanmıştır. Bu yapıtlar hiç kuşkusuz Rus gizli polisi Okhrana’ya, Çar II. Nikola’nın durumunu güçlendirmek ve Yahudilerle iyi geçinen liberallerin reformlarını gözden düşürmek için olanak sağlamıştır.
Gougenot de Mousseaux 1869 yılında Paris’te, bu kitaptan yaptığı alıntıları “Le Juif, le Judaisme et la Judaisation des Peuples Chretiens” (Yahudi, Yahudilik ve Hıristiyan Halkların Yahudileştirilmesi) adlı kendi kitabında yayınladı ve Yahudi Kabalacıları dünyayı ele geçirmek istemekle itham etti. Bu kitabı, Poitou bölgesindeki San Andres kenti papazı Chabauty tarafından yazılan ve 1881 yılında yayınlanan “Les Franc-Maçons et les Juifs” (Masonlar ve Yahudiler) adlı kitap izledi. Papaz Chabauty kitabında, Şeytanın Yahudi-Mason komploları sayesinde Deccal’ın gelişini hazırladığını ve pek yakında dünyayı Yahudilerin ele geçireceklerini ileri sürdü.
Yaklaşık aynı zamanda, 1880’lerin başlarında Papa XIII. Leo, İtalyan Masonluğu ile acımasız bir savaşa girişmişti. Her ne kadar Papanın kendisi Yahudi karşıtı propaganda yapacak kadar alçalmasa da, başkalarının benzer propagandalarına izin vermekteydi. Özellikle “Civilta Cattolica” adlı derginin yayınından sorumlu olan Cizvitler, dünya çapında bir Yahudi komplosunun bir parçası biçiminde nitelendirerek, Masonluğu halkın gözünden düşürmeyi meşru görmekteydiler. Bu Cizvit ileri gelenlerinden ikisi; Ballerini ve Rondina adlı papazlar, 1890’a dek sürecek Masonluk karşıtı bir kampanya başlatmışlardı.
Son olarak, Protokoller’e çok benzeyen, ancak bir ölçüde kısaltılmış olan bir metnin 26 Ağustos ile 7 Eylül 1903 tarihleri arasında (Nilus’un kitabından yaklaşık iki yıl önce) Saint Petersburg’da yayınlanan 'Znamya” (Bayrak) adlı dergide tefrika edildiğini belirtmek gerekiyor. “Znamya” adlı dergi, ünlü Yahudi düşmanlarından P. A. Kruşevan ve yardımcısı George V. Butmi tarafından yayınlanmaktaydı. Kruşevan, dergide yayınlanan metnin aslında Fransa’da yazılmış olduğunu ve çevirmenin bu metni “Sion Bilgeleri ve Masonların Evrensel Toplantısının Tutanakları” diye adlandırdığını belirtmiştir. Aynı metin 1905 yılında bu kez Saint Petersburg’da imzasız bir broşür biçiminde “Belalarımızın Kaynağı” adı altında yayınlanmıştır.
Protokoller 1905 yılına kadar pek dikkati çekmemiştir. Aynı yıl, Rus-Japon savaşının yenilgiyle son bulması, bir anayasanın yürürlüğe konmasını ve Duma’nın (Meclis) kurulmasını sağlayan bir ihtilale yol açmıştır. Bu gelişmeler sırasında, “Rus Ulusunun Birliği” ya da “Kara Yüzler” adlı tepkisel bir örgüt, ihtilal ve anayasanın sorumlusu olarak gördüğü Yahudiler aleyhine halkın duygularını ateşlemek için propagandaya başlamıştır. Bu amaçla “Protokoller” kullanılmış ve kitabın gizemci keşiş Nilus tarafından 1905 yılında yayınlanması sağlanmıştır. “Protokoller” Okhrana tarafından hazırlanan 1905 Pogromlarını (Yahudi kıyımı) ateşleyen propaganda kampanyasının parçası olmuştur.
1906 Yılında George V. Butmi, “Protokoller”in farklı bir metnini kitap biçiminde yayınlamıştır. Aynı metin 1907 yılında bir kez daha basılmıştır. 1906 baskısının bir örneği Çarın kitaplığında bulunmuştur. Daha sonra yapılan baskılarda Nilus, “Protokoller”in 1897 yılında Basel’de düzenlenen “Birinci Siyonist Kongresi”nde gizlice okunduğunu ileri sürmüştür. Oysa Butmi, kendi hazırladığı baskılarda kitabın Siyonist hareketi ile bir bağlantısının olmadığını, fakat bir mason komplosunun parçası olduğunu belirtmiştir.
1917 Yılındaki Bolşevik devrimini izleyen iç savaş sırasında, karşı devrimci “Beyaz Ordular”, yaygın Yahudi katliamlarını kışkırtmak için Protokoller’i yoğun biçimde kullanmışlardır. Aynı süre zarfında, Rus göçmenleri Protokoller’i Batı Avrupa'ya taşımışlardır. 1920 Yılında başlayarak, Nilus’un hazırladığı baskılar, Avrupa’da gerçekleştirilen çok sayıda çeviriye kaynak olmuştur.
Protokoller’i gerçek anlamı ile dünyaya tanıtan yazı Londra’da yayınlanan “London Times” gazetesinin 8 Mayıs 1920 tarihli nüshasında yer aldı. Burada Protokoller’in yeni yayınlanan İngilizce çevirisine gönderme yapılarak “…şimdiye dek hiçbir ırk ve din bundan daha karanlık bir komplo savı ile karşılaşmadı” deniliyordu. Ciddi bir gazetede yayınlanan bu yazı ile “Yahudi tehlikesi” ve “Yahudilerin dünya egemenliği” komplosu bir ölçüde kabul edilebilir, tartışılabilir ve saygın bir konuma yükseliyordu. Bu makale sayesinde Protokoller, tescilli Yahudi düşmanlarının oluşturduğu çerçeveden çıkarak geniş halk kitlelerine ulaşıyor, kültürel bir kabul edilebilirlik niteliği kazanıyordu.
Protokollerin Kısa Vadeli Amacı
Protokoller, ilk kez Rusya’da Yahudilere karşı nefret duygularını uyandırmak için kullanılmıştır. En önde gelen amaç, dönemin hükümetinin en önde gelen bakanlarından KontWitte’nin politik gücünü baltalamaktır. Çarın pek güvendiği bir kişi olan Witte, kültürlü ve geniş görüşlü bir politikacıdır; çağdaş ve aydınlık bir devlet politikasını yürürlüğe koymak amacındadır. Witte’nin eşi Yahudi olduğu için genel kanı, uzun yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan Rus Yahudilerini koruduğu biçimindedir. Başta Büyük Düşes Feodorovna olmak üzere siyasi rakipleri, Witte’nin soyluların ve Çarın gözünden düşmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Witte’nin en yırtıcı düşmanlarından biri de, adı Protokoller’in yayınına karışmış olan George V. Butmi idi.
Doğrudan İtiraf
8 Ocak 1935 tarihinde Chicago’da gazeteci yazar Sigmund Livingston, Gleb Verşobski adlı Katolik bir rahip ile bir röportaj yapar. Livingston, daha önceden Protokoller’in sahteliğini açıklayan bir yazı yayınlamıştır. Rahip Verşobski, o zamana kadar gizli kalmış bazı bilgileri ve kişisel deneyimlerini Livingston’a aktarmak istemiştir. Rahip, söylediklerinin doğruluğu konusunda yazılı yemin vermiştir. Sonradan Livingston, bu röportajın ayrıntılarını tümüyle “Must Men Hate? ” (İnsanlar Nefret Etmeli mi?) adlı kitabında yayınlamıştır.
Verşobski, 1888 yılında Saint Petersburg’da doğmuş, 1913 yılında İstanbul’a göç etmiştir. Daha sonra Amerika’ya yerleşen Verşobski, çeşitli kentlerde kalmış ve 1929’da Katolik Kilisesine bağlı olarak rahiplik görevini sürdüreceği Chicago’ya taşınmıştır. Çarlık Rusya’sında yaşadığı dönemde George V. Butmi, Verşobski’lerin yakın bir aile dostu olmuştur.
Dreyfus olayının hemen ardından Butmi Paris’e gitmiş ve bir süre sonra Saint Petersburg’a geri dönerken Rusça’ya çevirtmek istediği bazı el yazmalarını beraberinde getirmiştir. Çeviriler, Butmi’nin karısı ve Verşobski’nin annesi tarafından yapılmıştır. Bu çalışma kısa bir süre sonra “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adı altında yayınlanmıştır. Yeminli ifadesinde Verşobski, Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü olduğunu belirtmiştir. Verşobski, bu belgelerin yayınlanmasında görev alan başka kişileri de tanıdığını açıklamıştır. Bu kişiler arasında, “Russky Trud” (Rusya Gerçeği) adlı, özellikle Kont Witte’ye karşıt yayınlar yapan, haftalık bir derginin yöneticisi Sergey Şarapov da bulunmaktadır. Bu grup, yabancı yatırımları ülkeye çekmeye çalışan ve altın standardını getirmeye çabalayan Witte’ye ateşli bir biçimde muhalefet etmektedir. Witte, Rusya’nın Fransa ile bir bağdaşma kurmasını istemekte, oysa rakipleri Rusya ile Almanya arasında bir dayanışmayı arzulamaktadırlar. Witte’nin Rusya’da yaşayan Yahudilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalıştığı ve kimi baskıcı yasaları kaldırmak istediği iyi bilinir. Verşobski’ye göre Protokoller’in yayını, Witte’nin Çar üzerindeki etkisini baltalamayı amaçlamıştır.
Nilus’un Saçmalıkları
Lucien Wolf, “The Trivialities of Nilus” (Nilus’un Saçmalıkları) adlı 1920 tarihli makalesinde Protokoller’in kökeni konusunda Nilus’un sunduğu açıklamaları özetlemiştir:
“Bir açıklamaya göre, Nilus Protokolleri bir arkadaşından almıştır; Nilus’un bu arkadaşı ölmüştür. Aslında Nilus’un arkadaşı da bu belgeleri Bayan K. adlı bir kadından almıştır. Kadın ise bu belgeleri önde gelen bir Fransız masondan çalmıştır. Ne var ki, o kadın da çoktan ölmüştür… Nilus’un diğer bir açıklamasına göre; işin içinde bir kadın yoktur; her şeyi Nilus’un arkadaşı halletmiştir; Fransa’da Sion Derneği’nin merkez bürosuna girmeyi başarmış ve bu belgeleri oradan çalarak Nilus’a vermiştir… 1911 Yılında gerçekleşen üçüncü genişletilmiş baskıda yer alan açıklamaya göre; belgeler Fransa’dan değil İsviçre’den gelmiştir; Mason belgeleri değil Siyonist belgelerdir ve 1897 yılında Basel’de yapılan Siyonist Kongresinin gizli tutanaklarıdır.”
Tüm bu açıklamalardan çıkan sonuç; Protokoller büyük olasılıkla Fransızca olarak Paris’te Okhrana ajanları tarafından düzenlenmiştir. El yazmaları Butmi’ye verilmiş; Butmi ise, bir rahip olduğu için yayına daha fazla prestij katacağı düşüncesi ile çevirileri Nilus’a aktarmıştır. Rusya’daki politik önderler Protokoller’in gerçekliğine asla inanmamışlardır, ancak Yahudilere karşı beslenen nefreti körükledikleri için yayınlanmaları işlerine gelmiştir.
Basel’deki Siyonist Kongresi
Kimi yazarların Protokoller’i Theodor Herzl tarafından düzenlenen Birinci Siyonist Kongresine ısrarla bağlamaları nedeniyle, söz konusu toplantının tümüyle belgelenmiş olan gerçek amaçları, tasarıları ve kararları hakkında burada açıklamalar yapmak yersiz olmayacaktır.
Herzl ve birkaç yandaşı tarafından oluşturulan Siyonist akım, en basit anlamıyla, Yahudilere atalarının yurduna, 19. yüzyıl sonlarında hala Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Judea’ya geri dönmeleri çağrısından ibaretti. Asıl amaç, Avrupa ülkelerinin başının derdi olan Yahudi Sorununu, Yahudileri göç ettirerek çözümlemekti. Filistin’e geri dönecek olan Yahudiler, dağıldıkları ülkelerde kendilerine yüzyıllardır yasaklanmış olan ziraat ve inşaat gibi etkinliklerde bulunacaklardı. “Siyonizm” sözcüğü ilk kez 1 Nisan 1890 tarihinde “Autoemancipation” adlı dergide gazeteci Nathan Birnbaum tarafından kullanılmıştır.
Dünya çapında Birinci Siyonist Kongresi İsviçre’nin Basel kentinde 29, 30 ve 31 Ağustos 1897 tarihinde toplandı. Toplantılar, Basel Belediye Gazinosu’nda günde iki seanstan toplam altı seans biçiminde gerçekleştirildi. Kongre, İbrani’ce ve Almanca dillerinde yapıldı ve birkaç yüz sayfa tutan tutanaklar da bu iki lisanda basıldı. Oysa Protokoller’in özgün olduğu ileri sürülen el yazmaları Fransızca idi.
Kongreye katılan delegelerin çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi (İspanya ve Portekiz hariç) . Arap ülkeleri arasından yalnızca Cezayir’den on delege vardı. Amerika anakarasından bir tek Amerika Birleşik Devletleri dört delege göndermişti, diğer Amerika ülkelerinden hiç delege bulunmuyordu.
Bu kongrenin gerçek kararları arasında, bir örgüt oluşturma (Dünya Siyonist Örgütü) , Siyonist programı eyleme geçirme, Filistin’de toprak satın almak üzere bir ulusal fon kurulması, anayurtta bataklıkların kurutulması, yol yapımı, ağaç dikilmesi gibi tasarılar vardı. Siyonist akımın en yetkili organı olarak Siyonist Kongresinin düzenli biçimde toplantılara devamı da alınan kararlar arasındaydı.
Gerçek Ortaya Çıkıyor
1921 Yılında “London Times” gazetesinin İstanbul muhabiri Philip Graves, “Dialogues aux Enfers entre Machiavel et Montesquieu” (Cehennemde Makyavel ile Montesquieu Arasında Diyaloglar) adında eski bir Fransızca kitap bulur. Kitabın yazarı belirsizdir; basımı 1864 yılında Brüksel’de “A. Martens ve Oğulları Yayınevi” tarafından yapılmıştır. Times ekibinin kısa sürede ortaya çıkardığı kadarıyla “Diyaloglar” 1858 yılında MauriceJoly adında bir Fransız avukat tarafından yazılmıştır. Bu yapıtta Joly, Makyavel ile Montesquieu arasında ölümden sonra geçen konuşmaları kullanarak III.Napoleon’a ve politikalarına saldırmaktadır. Yahudilikle ilgisi olmayan Joly, bu yapıtında, İmparator III. Napoleon’un siyasi ihtiraslarını eleştirmek için, cehennemde düzenlenen şeytani bir komplo imgesini kullanmıştır. Yapıtta Yahudilerden hiçbir bahis yoktur. “Diyaloglar” yayınlanmasından kısa bir süre sonra Fransız yetkililerce toplatılmış, Joly ise yargılanmış ve yazdıkları yüzünden on beş ay boyunca hapsi boylamıştır.
Graves, “Diyaloglar” ile Nilus’un “Protokoller”i arasındaki olağanüstü benzerliğin hemen farkına varmıştı. Protokoller’de bütünüyle Diyaloglar’dan kopya edilen paragraflar bulunuyordu; yalnızca diyaloglar, monolog biçimine getirilmişti. Graves büyük bir buluş yapmıştı. 16, 17 ve 18 Ağustos 1921’de peş peşe yayınlanan üç büyük makale ile Graves, Protokoller’in içerdiği sahtekarlığı herkese duyurdu. Graves’e göre Nilus, Joly’nin “Diyaloglar”ından çeşitli bölümleri aşırmış, bazı değişiklikler ve Goedsche’den yaptığı ek kopyalar ile kendi amacına uygun biçime getirmişti.
Graves, “London Times” gazetesinde yayınlanan dizi makalelerinde özetle şunları belirtiyordu: İstanbul’da bir gün bir Rus vatandaşı olan Bay “X”, Graves’i ziyarete gelir. Bay X., bir süre önce eski bir Okhrana mensubu olan bir Rus mülteciden bir parti eski kitap satın almıştır. Bu kitaplar arasında 1860’lı yıllarda Brüksel’de yayınlanmış, ilk sayfası eksik bir kitap vardır. Bay X., ilk bakışta, bu eski kitabın intihal ile Protokoller biçimine dönüştüğünü anlamıştır.
Graves, tüm bunların sonucu olarak şunları belirtiyordu:
Protokoller, Diyalogların bir intihalidir.
Protokoller, Rusya’da saray çevresindeki baskı grupları tarafından Çar’ı etkilemek ve liberallere karşı mücadele etmek için hazırlanmıştır.
İntihal, acele ve dikkatsiz yapılmıştır.
Protokoller’in bir kısmı Diyaloglar’dan alınma değildir; herhalde Okhrana tarafından eklenmiştir.
Sahte belgeler hakkında daha sonraları da bir çok açıklama yayınlandı. 1933 Yılında Joly ve Nilus’un metinlerini paragraf paragraf karşılaştıran; iki metnin benzerliklerini, hatta aynılıklarını ortaya koyan bir çalışma yayınlandı. Jose Antonio Ferrer Benimelli tarafından kaleme alınan “El Contubernio Judeo-Masonico-Comunista” (Yahudi-Mason-Komünist Komplosu) adlı kitapta da, iki metnin paralellikleri seçilmiş bazı paragrafların karşılaştırılmaları ile kanıtlanmaktadır.
Katolik Kilisesinin, ne Yahudilere ne de masonlara pek fazla sempati beslememesine karşın, Protokoller’in kesinlikle sahte olduğunu ileri süren bir açıklamanın Belçikalı Rahip Pierre Charles tarafından kaleme alınmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu açıklama, Ocak 1938’de “Nouvelle Revue Théologique” adlı dergide yayınlanmıştır. Yazının zamanlamasında dikkat çeken husus, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Hitler, Franco ve Mussolini rejimlerinin şiddetli bir Yahudi-Mason aleyhtarı propaganda yaptıkları dönemde yayınlanmış olmasıdır. Olayların akışını izleyen herkes, savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman askeri gücünün kısa sürede tüm komşuları gibi Belçika’yı da perişan edeceğini görüyordu. Böyle bir dönemde Protokoller’in sahteliği hakkında yazı yazmayı göze alan Pierre Charles, olağanüstü cesur bir kişi olmalıdır. Bu yayına izin veren dergi yöneticileri de, o günlerde Avrupa’da pek görülmeyen bir adalet ve insancıllık sergilemişlerdir.
Koşutluklar
Bu yazının çerçevesi içinde Joly’nin yapıtı ile Nilus’un Protokoller’i arasında ayrıntılı bir karşılaştırma yapma olanağı bulunmamasına karşın, yine de belirli bir fikre ulaşılması için bazı seçilmiş paragraflar aşağıda sunulmuştur:
-Diyaloglar, Joly, s. 75:
Örneğin muazzam mali tekeller örgütlerdim; tüm özel sağlık konularının sıkıca bağlı olacağı kamu sağlığı fonları oluştururdum. Her politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacaktır. Sen bir ekonomistsin Montesquieu, bu tertibin değerini ölçersin.
-Protokoller, Nilus, s. 42:
Çok yakında koskoca tekeller kuracağız – devasa sağlık fonları – tüm Hıristiyanların, en büyüklerinin bile, sağlığı bu fonlara bağlı olacak; öylesine ki, bir politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacak. Burada bulunan baylar, sizler ekonomistsiniz: bu tertibin önemini tasavvur ediniz.
-Diyaloglar, Joly, s. 77
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olacak duruma gelmesini sağlamak gerekir.
-Protokoller, Nilus, s. 45
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olması gerekir.
-Diyaloglar, Joly, s. 159:
Sylla tanrılaşarak geri döndü, hiç kimse kafasındaki saçlara dokunamadı.
-Protokoller, Nilus, s. 93:
Sylla tanrılaşmıştı (Sylla’nın saçına kimse dokunamadı) .
Kimi zaman Nilus’un hata yaptığını, olayların akışını ve kimin konuştuğunu şaşırarak, Joly’nin yapıtındaki iki kişinin çelişkili yargılarını yan yana kullandığını belirtmek gereklidir.
Protokoller’de toplam olarak 160 bölüm, yani metnin yaklaşık yüzde kırkı, açıkça Joly’nin yazdıklarından alınmıştır. Dokuz bölümde, kopya çekme oranı yüzde ellinin üzerine ulaşmaktadır.
Protokoller’de yer alan tek Latince deyiş olan “Per me reges regnant” (Krallar benimle hükmeder) ilgi çeken bir ayrıntıdır. Bu deyiş, Eski Ahit’in Katolik versiyonu olan Vulgata’nın “Proverbs 8, 15” bölümünden yapılan bir doğrudan alıntıdır. Hemen tüm katılanların İbrani’ce konuştuğu Basel Kongresinde, bu deyişin özgün İbrani’ce biçimi olan “Bi Melakhim Yimlekhu” yerine Latince çevirisinin kullanılmış olması mantıksızdır.
Joly’nin kitabında yer almayan, Masonluk karşıtı saldırılar Protokoller’in bir çok bölümünde yinelenir. Örneğin Protokol No. 11’de: “Politikamız gizli Masonluk örgütlerine temel olmuştur. Bu örgüt gizlidir ve amaçlarından Hıristiyanlar kuşku bile duymazlar; kardeşlerinin gözlerini boyamak için locaların açık ordularına bizim vasıtamızla kaydedilmişlerdir“ denilmektedir. Protokol No. 15 belki de Masonluk açısından en ilginç sözleri içermektedir: “Dünyanın tüm ülkelerinde mason locaları kuracağız ve sayılarını arttıracağız… Tüm bu locaları yalnızca bizim bildiğimiz merkezi bir yönetimin emrine vereceğiz… Locaların üyeleri arasında neredeyse tüm uluslararası ve ulusal polis örgütlerinin ajanları bulunacak “.
Bu bölümlerde komplo kuramlarının tüm öğeleri bulunmaktadır. Bu anlamsızlıklara inanmaya hazır olanlarla tartışmaya kalkışmakta yarar yoktur. Bu tür kişilerle konuşurken; örneğin, dünya çapında tüm Büyük Locaların bağımsızlıklarına ne kadar kıskançlıkla değer verdiklerini ya da baskıcı rejimlerde gizli polislerin Masonluğun en büyük düşmanları olduklarını belirtmek yersiz olacaktır.
İlk Elden Bir İtiraf
Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü ve bir intihal oldukları konusunda mahkemeler birden çok karar vermişlerdir. Örneğin, Mayıs 1935’te Bern kentinde İsviçreli bir yargıç, Protokoller’i yayınladığı için yıkıcı yayın yapmakla yargılanan bir kişi için şunları söylemiştir: “Protokoller bir sahtekarlık, intihal ve saçmalıktır”. Ne var ki, Nazi propagandası ırkçı politikalarını doğrulamak uğruna Protokoller’i yoğun olarak kullanmış ve bugüne dek dünyanın hemen her yerinde, Protokoller’in basım ve dağıtımı Yahudi düşmanlarının ana uğraşlarından biri olmuştur.
Bu mahkeme sırasında Kont A. M. du Chayla, yakından tanıdığı Nilus hakkında ilginç ve önemli bilgiler vermiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Chayla, Don Kazaklarından oluşturulmuş bir birliğe komuta etmiş ve kahramanlık madalyası kazanmıştır. 1909 Yılında “Optina Poustina” manastırında dokuz ay kalmış ve burada Nilus ile yakın bir dostluk geliştirmiştir. Nilus, Chayla’ya sık sık Protokoller’den söz etmiş, özgün belgeleri göstererek, hazırlamakta olduğu yeni yorumları açıklamıştır. Chayla, el yazmalarını Nilus’un evinde incelemiş ve metnin bazı tuhaf yanları dikkatini çekmişti. Fransızca yazım hataları ve özellikle Fransızca dilbilgisi yapısına uymayan tümceler, bu el yazmalarının Fransız olmayan bir kişi, yani bir yabancı tarafından kaleme alındığını gösteriyormuş.
Herman Bernstein 1935 yılında yayınlanan “The Truth About the Protocols of Sion” (Sion Protokolleri Hakkındaki Gerçek) adlı kitabında bu konuda şu ayrıntıları vermektedir:
“Nilus, Chayla’yı Bayan K. adında bir kadınla tanıştırdı. Bu kadın Paris’teyken Nilus’un sevgilisi olmuştu. Hatta Nilus evlendikten sonra bile bu kadın gelip Nilus’un evine yerleşmişti. Nilus’un karısı zayıf karakterli bir kadındı ve bu duruma ses çıkartamamıştı. Nilus Chayla’ya, Paris’teyken kadının General Ratçkovski adında bir arkadaşı olduğunu, Protokoller’i Ratçkovski’nin kendisine verdiğini söylemişti Ratçkovski, bu belgelerin masonların gizli arşivinden çalındığını belirtmişti”.
Protokoller’in Joly’nin kitabından aşırıldığı ortaya çıkınca, Yahudi düşmanları buna da bir kılıf uydurdular: güya Joly sonradan Hıristiyan olmuş bir Yahudi idi; asıl adı Moses Joel’di ve elbette bir komünistti; dünyayı ele geçirmek için düzenlenen Yahudi-Mason komplosunu doğal olarak biliyordu. İşte bu yüzden, Joly’nin Diyalogları ile Protokoller birbirine benzemekteydiler.
Tarihsel gerçek ise bunun tam tersiydi: Maurice Joly aslında bir monarşist ve Yahudi düşmanıydı, bir çoğu hükümet memuru olarak görev almış olan eski bir Fransız Katolik ailesinden gelmekteydi.
Protokoller Yayılıyor
Protokoller’in yayın başarısı tartışmasızdır. Londra’da British Museum’da 43 ayrı baskısı bulunmaktadır. Özellikle Nazi ve Faşist rejimlerin yükseldiği 1930'u yıllarda, dünyanın dört bir yanında 28 ayrı baskısı yapılmıştır.
Protokoller’in Rusça’dan bir diğer dile ilk çevirisi Müller von Hausen adlı bir Alman tarafından “Die Geheimnisse der Weisen von Sion” (Sion Bilgelerinin Gizi) adıyla yapılmıştır. Gottfried zur Beck takma ismiyle yazan bu kişi Protokoller’e sayısız notlar ve yorumlar da eklemiştir. Von Hausen, kitabını “Avrupa’nın Prenslerine” ithaf etmiş; böylece tahtlarını tehdit eden tehlike hakkında onları uyarmak istemiştir. Kitabın yayını Alman soyluları tarafından paraca desteklenmiş, çok sayıda dağıtım yapılabilmesi amacıyla broşür biçiminde basılması sağlanmıştır.
1920 Yılında Protokoller Polonya’da basılmıştır. Aynı yıl İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmıştır. Kısa süre sonra İsveç, Japonya, Portekiz ve Fransa’da da Protokoller yayınlanmıştır. 1925’te Şam’da ilk Arapça baskısı yapılmış ve Ortadoğu’ya yaygın biçimde dağıtılmıştır. İspanya’da ilk baskı “Yahudi-Mason Tehlikesi” adı altında 1927 yılında gerçekleşmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Protokoller, ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un kişiliğinde önemli bir destekçi kazanmıştır. Ford’un Yahudi düşmanlığının nedenleri belirsizdir; ancak Ford, Protokoller’in bir çok baskısını mali yönden desteklemekle yetinmemiş, ayrıca Yahudi tehlikesini açığa çıkartmak için “The Dearborn Independent” adıyla bir de dergi çıkartmıştır. Ayrıca kendi yazdığı bir çok Yahudi karşıtı makaleyi “The International Jew” (UluslararasıYahudi) adlı bir kitapta toplamıştır. Bu kitap hemen Theodor Fritsch tarafından Almanca’ya çevrilmiş ve 1922 yılına dek tam 22 baskı yapmıştır. Hem Protokoller, hem de Ford’un kitabı Nazilerin Yahudi karşıtı propagandalarının vazgeçilmez unsurları olmuştur.
Hitler ve Protokoller
Hitler, Protokoller’i ırkçı baskı politikasının bir aracı olarak kullanmış, bu durum “Son Çözüm” ile yani Yahudilerin kitle halinde öldürülmeleri ile sonuçlanmıştır. Nora Levin, “The Holocaust: The Destruction of European Jewry 1933-1945” adlı 1973 basımı kitabında, Hitler’in Yahudi ırkını yok etmek için Protokoller’i bir el kitabı gibi kullandığını ileri sürer:
“Protokoller, kaba bir sahtekarlık örneği olduğunun kesin olarak kanıtlanmasına karşın, 1920-1930’larda dikkat çeken bir popülerliğe ve büyük satışlara ulaşmıştı. Avrupa’nın tim dillerine çevrilmiş, Arap ülkelerinde yaygın olarak dağıtılmış, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinde basılmıştı. Ancak en büyük başarıyı Birinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da sağladı. Protokoller, Almanya’nın başına gelen tüm felaketleri; savaş yenilgisi, açlık, yıkıcı enflasyon gibi ulusal sıkıntıların nedenlerini açıklamakta kullanıldı.”
Hitler, “Mein Kampf” (Kavgam) adlı ünlü kitabında Protokoller hakkında şu yorumu yapmıştı:
“Yahudilerin sınırsız biçimde nefret ettikleri Protokoller, bu ulusun ne ölçüde varlığını yalana bağladığını eşsiz bir şekilde göstermektedir. “Frankfurter Zeitung”Protokoller’in sahte olduğunu neredeyse her hafta haykırıyor; bu da Protokoller’in gerçek olduğunun en iyi kanıtıdır. Önemli olan da budur. Bu açıklamaların hangi Yahudi beyninden kaynaklandıkları fark etmez; önemli olan, Yahudi ulusunun doğasını ve eylemlerini korkutucu bir kesinlikle açığa çıkarmaları, gizli düşünceleri ile nihai amaçlarını ortaya dökmeleridir. Protokoller’e yöneltilecek en iyi eleştiri gerçeğin ta kendisidir. Bu kitabın bakış açısından son yüzyılın tarihsel gelişmelerini inceleyen herkes, Yahudi basınının çığlıklarının nedenini anlar. Bir kez Protokoller, bir ulusun ortak malı biçimine dönüşürse, o ulus için Yahudi tehdidi ortadan kalkmış olur.”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazi Almanya’sının insanlığa karşı işlediği suçlar açığa çıktığı zaman, sahte oldukları defalarca kanıtlanmış olan Protokoller’e karşı daha eleştirel bir tutumun gelişmesi beklenmekteydi. Savaş sırasındaki Yahudi kıyımı, en trajik ve en somut biçimde Protokoller’de öngörülen Yahudilerin dünya egemenliği projesinin saçmalığını ortaya çıkarmıştır. Yahudi ve mason karşıtı nefretin mantıkla değil, aslında psikopatoloji ile bağıntısı vardır. Yahudi karşıtları, yine de toplu mezarlar, gaz odaları, binlerce tanıklık, fotoğraf, film ve itiraflara karşın, Yahudi kıyımının aslında hiç gerçekleşmediğini ileri sürmekten çekinmeyerek, tüm bunların uydurma olduklarını savunmaktadırlar.
Sanki hiç bir şey olmamışçasına Protokoller’in çeşitli basımları sürüp gidiyor; bu nefret saçan yazılar popülerliğini hiç yitirmeden günümüze kadar ulaştılar. Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Slovakya, Ukrayna, İran, Danimarka gibi ülkelerde yeni baskıları piyasaya sürüldü; Avustralya’da Yunanca bir çevirisi bile yayınlandı.
Türkiye’de Protokoller
Protokoller, Türkiye’de ilk kez 1943 yılında Sami Sabit Karaman’ın çevirisi ile “Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri” adı altında yayınlandı. Almanya’da eğitim görmüş ve tümgeneral rütbesi ile emekli olmuş bir subay olan Sami Sabit Karaman, çevirisine Will Durant’ın “Histoire de la Civilisation” (Uygarlık Tarihi) adlı yapıtının Yahudi Tarihi bölümünü de eklemiş ve böylece Protokoller’e biraz da bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Çevirmen tarafından yazılan ilk sözden anlaşıldığı kadarı ile kitap 1941 yılında hazırlanmaya başlanmış, ancak çeviri için 1943 yılında Roger Lambelin’in Rusça’dan Fransızca’ya çevirdiği nüsha esas alınmıştır.
Bu ilk yayından sonra Protokoller’in giderek artan bir hızla Türkiye’de de yeni baskılarının yapılması sürdürülmüştür. 1943 – 1994 yılları arasında Protokoller, ya tam metinleri ile ya da kısaltılmış olarak tam 45 kez basılmışlardır. Üstelik bu baskıları yapan yayınevleri, kitabın başına koydukları sunuş yazılarında yer alan açıklamaları ile Protokoller’in özgün olduğunu her seferinde “teyit” etmişlerdir.
Protokoller’in bu denli çok sayıda basılmış olmalarına karşılık, düzmece oldukları hakkında tek kapsamlı yanıt, 1948 yılında Avram Galanti tarafından “İki Uydurma Eser, I-Siyon Önderlerinin Protokolleri. II- Beynelmilel Yahudi” adlı kitapla verilmiştir. Bu kitabın dışında, Protokoller’in sahte olduklarına bir dönemin polemikçi yazarı Yesevizade de “Yahudilik ve Dönmeler” adlı kitabında dikkati çekmiştir. Yesevizade bu kitabında, Prof. Hikmet Tanyu tarafından yazılan “Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler” adlı kitabı eleştirirken şunları söylemiştir: “Siyon Hükemasının Protokolleri hakkında verilen haberde onun kaynağı hakkındaki iddia safsatadır. Gerçekte Protokoller’in düzmece olma ihtimali, sahih olma ihtimalinden daha fazladır. Yahudiyat, yani Yahudiliği tedkik ilmi asla böyle şüpheli vesikalara istinad ettirilemez”.
Sonuç
Bir program olarak ele alındığında Protokoller, konunun özünden uzaklaşan, yazarın çelişkilerini ve en basit olguları bile bilmediğini ortaya koyan önemsiz bir dizi sözden ibarettir. Hiç kimse böyle bir programı uygulamaya koyamaz zira mantıksızlıklar ve çelişkilerle doludur.
Protokoller’in sahte olduğu, Joly’nin yapıtından intihal edildiği, Yahudilere karşı nefret uyandırmak ve kalabalıkların kör tutkularını kışkırtmak için yazıldıkları kanıtlanmıştır.
Basel’deki Siyonist Kongresinin Protokoller ile hiç bir bağlantısı yoktur.
Protokoller’in yazarlarının gerçekleştirdikleri saptırmalardaki gerçek amaçları, o dönemde Çarlık Rusya’sının içinde bulunduğu iç politika koşulları ile bağlantılıdır.
Protokoller, Yahudilik ile Masonluk arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürerek açık bir saptırmada bulunmaktadır. Aynı biçimde, Masonluk ile Komünizm arasında bir bağlantı bulunduğunu varsaymak da saçma ve gariptir. Masonluk tüm komünist ülkelerde yasaklanmış ve üyeleri kovuşturmaya uğramıştır. 1922 Yılında Dördüncü Komünist Enternasyonal, Masonluk ile komünizmin birbirini dışladıklarını açıklamıştır. Bundan birkaç yıl sonra Sovyet gizli polisi, son mason örgütlerini de yok etmiş, masonları tutuklamıştır. Sovyet uydusu olan diğer ülkelerde de benzer olaylar yaşanmış, Masonluk kesin biçimde yasaklanmıştır. Bu genel kuralın tek istisnası, Masonluğun halen çalışmayı sürdürdüğü ve baskı altında tutulmadığı tek komünist ülke olan Küba’dır.
Işığın çocukları masonlar ile nefret ve hoşgörüsüzlük grupları arasındaki savaş sona ermek şöyle dursun, giderek şiddetleniyor. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi uzun demokratik geleneklere sahip ülkelerde bile mason düşmanlığı yeniden yeşeriyor ve yeni fanatik eylemler ortaya koyuyor. Mason karşıtları ile Yahudi düşmanları yeni elektronik olanaklardan, özellikle Internet’ten hızla yararlanıyorlar. Oysa Masonluk tepki vermekte oldukça yavaş kalıyor. Dünya sahnesinde, eski Sovyet uydusu ülkelerde Masonluğun Rönesans’ı pek yavaş ve zor gerçekleşmekte. Diğer taraftan, dünyada birçok ülkede, özellikle Müslüman ülkelerde, Masonluk hala yasak tutuluyor.
kaynak:
http://filistindavasi.netfirms.com/harun/Sion-Protokol/Sion1.htm
http://filistindavasi.netfirms.com/harun/ISRAIL'IN%20GOZU%20GAP'TA.htm
Günümüzdeki İslam Şeriatı sadece Kur'an'a dayalı değildir, hatta Kuran'dan çok fıkha dayalıdır. Fıkh ise Kuran'in bir yorumu olduğundan şeriat coğunlukla dolaylı yönden Kuran'la ilintilidir. Bunun yanında Kuran'da hicbir şekilde yer almayan kimi kavramlar (bkz: recm) da şeriatın kültürel alt yapısı ile ilgilidir.
M.İkbal'de yeniden yapılanma:
Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.
İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.
İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun (İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa) , modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.
İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh (hicret) olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.
İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.
İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâli bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.
Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse (sana uygun gelmiyorsa) , sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır! ” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.
Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.
Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah (cc) , mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de “... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.”(7:54) buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir. “Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” (74:38) “...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” (53:30)
Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur: “... O gün kişi (hayır veya şer) iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” (78:40)
Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.
İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün (Francis Bacon’a göre) kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.
Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve (somut) ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal (Cemaleddin Afgani) yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz? ” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.
Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.
İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.
ALİ ŞERİATİ
YALNIZLIK SÖZLERİ nden...
O 'en büyük leke'ye takılıp kalmadım, dünyaya
bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale
bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamdediyorum;
içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben
hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk
elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik
tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına
kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin
yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında
gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde,
gururumu ayaklar altına aldım. Onlar Kayser'in
köleleri oldular, ben ise 'Hekim'in sahabesi oldum.
Onlar yoldan saptılar, el ve avuçlarını doldurdular,
ben ise kaldım ve elim avucum boş bir halde, inzivayı
tercih ettim.
Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben adımı suya verdim.
Hızır'dan daha çabuk, İskender'den daha önce hedefe
ulaştım. Onlar lezzet ve zevk aldılar, ben ise gam ve
keder. Onlar paraperest oldular, ben putperest. Onlar
altın ve gümüş sergilediler, ben Mevlana gibi, Şems'te
açtım ve Şems'te yandım. Gönül sofrasını açtım, dert
sergisini yaydım. Kandan şarap içtim. Onlar para
babası oldular, ben dert babası. Onlar yaşamaya
bağlandılar, ben yaşama. Onlar bakanlık elde ettiler,
ben saltanat. Onları yalanla övüyorlarsa, birileri
beni gerçek manada kutsuyoorlar. Onları, içlerinden
düşman, beni ise kalben dost biliyorlar. Onlara
işlerini rapor ederlerken, bana hallerini rapor
ediyorlar. Onlar özgürlüğe ihanet ettiler, ben
özgürlüğe vefalı kaldım. Onlar gece alemlerinde kötü
kadınlarla dans ederken, ben tertemiz uzletimde,
sufilerin temiz güllerini kokluyorum. Onlar
elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken, ben içim
içime sığmayacak kadar aşık oldum. Onların memurları,
benim dertlilerim var. Onlar hasta ve zayıf
develerini, zorla, saray kapılarında kurban ederken,
ben İsmail'imi, şevkle Ka'be yolunda boğazladım.
Onların içen ve gülenleri varsa, benim de yanan ve
ağlayanlarım var. Onlar, kalabalıkta birbirlerine
yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz.
Onların altını varsa, benim de aşkım var. Onların evi
varsa, benim de mihrabım var.
Onlar yükselirken, ben Mi'rac'a çıkıyorum. Onlar
yeryüzünde sürünürken, ben göklerde uçuyorum. Onlar
biterken, ben daha yeni başladım. Onlar yaşlanırken,
ben gençleşiyorum. Onlar vekil oldular, ben ise
ma'bud. Onlar reis olmuşlarsa, ben de rehber oldum.
Onların kapıkulları ve fedakar uşakları varsa, benim
de soylu bir önderim var. Onlar Nuşirevan'ın adalet
zincirini boyunlarına vurdular ve ahırları bayındır
kıldılar, ben ise sarayları terkettim. Buda oldum,
zincirleri kırdım, özgür oldum. Sanatçı oldum,
üretici-yaratıcı oldum; nübüvvet ve risalet buldum,
ebedileştim. Alem gazetesinde bekamı sağladım. Onlara,
bir grup insan dalkavukluk ediyorsa, bu onları mesleği
olduğu içindir. Bunların yerine başkaları geçse, onlar
da dalkavukluk eder, yağcılık yapar; ama içlerinden
nefret duyarlar. Beni ise, dünyaya asla teveccüh
etmeyen bir kalp över. O, dünyayı bir çöplük olarak
görür. Bu kalpte güzellikten, imandan ve sevgiden
başka bir şey yoktur. Dünyadan hiç bir beklentisi
yoktur. Öyle bir kalp ki, Allah'ı bile ısrarlarımla
över. 'Ben nerede onlar nerede, zarar ettim' diye
yakınır.
Ali Şeriati
Türkçe'ye Çevrilen Kitapları
'Ademin varisi huseyin' turkcesi: … ? istanbul-Akademi yayinlari.
'Ali siasi safevi siasi' turkcesi: feyzullah artinili istanbul-yonelis yayinlari. 2. Baski: 1990, 269 sayfa.
'Anne baba biz sucluyuz' turkcesi: kerim guney istanbul-seckin yayinctilik. 1. Baski: 1987 …? Baski: 1993, 138 sayfa.
'Ask ve tevhid' turkes: ali rehavi istanbul-teblig yayinlari 1. Baski: 1986, 61 sayfa.
'Aydin' turkcesi: ibrahim agacan istanbul-dunya yayincilik 1. Baski: 1990, 58 sayfa.
'Aydinlara umut cagrisi (rom suresinden dersler) . Turkcesi: ejder okumus istanbul-inkilab yayinlari 1. Baski: 1990, 93 sayfa.
'Ayet yorumlari (I) ' turkcesi: sabah kara, ankara-liyam yayincilik 1. Bski: 1990, 190 sayfa.
'Ayet yorumlari (II) ' turkcei: sabah kara, ankara-kiyam yayincilik.
'Ayet yorumlari (III) ', turkcesi: sabah kara, ankara-kiyam yayincilik.
'Bekleyis karsi tepki dini' turkcesi: ramazan karaburcak, ankara-nuans yayinevi 1. Baski: 1991, 73 sayfa.
'Bilinc ve eseklestirilme' turkecesi: …? Istanbul-endulus yayinlari.
'Bir onunde sonsuz sayda sifirlar' turkcesi: ramazan karaburcak, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1991, 47 sayfa.
'Biz ve ikbal' turkcei: ergin kilictutan, istanbul-bir yayincilik 2. Baski: 1988, 173 sayfa.
'Cagin musluman kadindan bekledigi' turkcesi …? Ankara-endise yayinlari + istanbul-objektif yayinlari.
'Dine karsi din' turkcesi' prof. Dr. huseyin hatemi, istanbul-inaret yayinlari 4. Baski: 1993, 95 sayfa.
'Dinler tarihi (I) ' turkcesi: abdullah sahin, istanbul-yedigeckitaplari 1. Baski: 1988, …? Baski: 1992, 398 sayfa.
'Dinler tarihi (II) ' turkcesi: abdulhamit uzer, istanbul-yedigecekitaplari + istanbul-seckin yayincilik 1. Baski: 1990, 280 sayfa.
'Ebuzer-I gifari' turkcesi: …? Istanbul-teblig yayinlari.
'Fatima fatimadir' turkcesi: ismail babacan istanbul-dunya yayincilik 2. Baski: 1990, 199 sayfa.
'Hacc', turkcesi: [fatih selim] istanbul - sura yayinlari 7. Bask: 1991; 198 sayfa.
, 'Her gicret bir inkilaptir:, turkcesi: Hasan elmas, ankara-ihtar yayincilik 1. Baski: 1991, 95 sayfa.
'Hur dusunce mektebi', turkcesi: ali seyidoglu, ankara birlesim yayin-dagitim 1. Baski: 1989, 111 sayfa.
'iki sure iki yorum', turkcesi: s. naci karaarslan ankara-endise yayinlari 1. Baski: 1990, 104 sayfa.
'insan', turkcesi: samil ocal, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1990, 432 sayfa.
'insanin dort zindani', turkcesi: prof. dr. huseyin hatemi, istanbul-isaret yayinlari 4. Baski: 1992, 80 sayfa.
'islam bilim (I) ', turkcesi: faruk alptekin, istanbul-nehir yayinlari 1. Baski: 1992, 577 sayfa.
'islam bilim', turkcesi: …? , ankara-endise yayinlari.
'islami anlamak', turkcesi: [orhan oguzhan] ve …? , istanbul-objektif yayinlari, 1. Baski: 1991, 51 sayfa.
'islam nedir (I) ', turkcesi: ali seyidoglu, istanbul-bir yayincilik 2. Baski: …? , 156 sayfa.
'islam sosyolojisi uzerine', turkcesi: kamil can istanbul - zafer matbaesi 1. Baski: 1980.
'islam ve insan', turkcesi: opgan oguzhan sivas-seyran yayinlari 1. Baki: 1986, 47 sayfa.
'kapitalizm uyaniyor mu', turkcesi: fikret yalcinkaya, istanbul-dunya yayincilik 3. Baski: 1990, 79 sayfa.
'kendini bilmek', turkcesi: … ankara-endise yayinlari.
'kendini devrimci yetistirmek', turkcesi: malik ejder istanbulcizgi yayinlari 1. Baski: 1991, 249 sayfa.
'kendini yetistirmek', turkcesi: guseyin sahin ankara - sahra yayincilik 1. Baski: 1989, 205 sayfa.
'Kevir', turkcesi: muhammed nayif sayir, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1992, 384 sayfa.
'kurana bakis', turkcesi: ali seyidoglu, ankara-fecr yayinevi 3. Baski, 1992, 124 sayfa.
'kultur ve ideoloji etrafinda konusmalar', turkcesi: orhan bekin, istanbul-bir yayincilik 1. Baski: 1986, 174 sayfa.
'makaleler', turkcesi: serdar islam istanbul-objektif yayinlari 1. Bask: 1993, 174 sayfa.
'marksizm ve diger bati dusunceleri', turkcesi: fatih selimistanbul-bir yayincilik 4. Baski: 1988, 149 sayfa.
'medeniyet tarihi (I) ', turkcesi: ibrahim keskin ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1987, 312 sayfa.
'medeniyet tarihi (II) ', turkcesi: ibrahim keskin ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1987, 320 sayfa.
'medniyet ve modernizm', turkcesi: ahmet yuksekoglu istanbul-bir yayincilik 4. Baski: 1985 5. Baski: …? , 211 sayfa.
'mektuplar', turkecesi: muhammed said isjanbul-sura yayinlari 1. Baski: 1991, 222 sayfa.
'muhammed I taniyalim (islam nedir-II) ', turkcesi: ali seyidoglu, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1988, 175 sayfa.
'muhammed kimdir (islam nedir -II) ', turkcesi: ali seyidoglu ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1988, 343 sayfa.
'ne yapmali, turkcesi: muhammed hizbullah, istanbul-bir yayincilik 3. Basi: 1990, 183 sayfa.
'oze donus', turkcesi: kerim guney, istanbul - yedigecekitaplari 2. Baski: 1991, 461 sayfa.
'papa ve marx olmasaydi', turkcesi: ali iskenders, konyayakin yayinlari 2. Baski: 1983, …?
'siret', turkcesi: kerim guney, istanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 198 sayfa.
'sehadet', turkcesi: kerim guney, istanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 198 sayfa.
'sia', turkcesi: …? Ankara-endise yayinlari.
'toplumbilim uzerine', turkcesi: kenan sokmen, istanbul-bir yayinctlilk 2. Baski: 1988, 128 sayfa.
'ummet ve imamet', turkcesi: ahmet sait, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1990, 128 sayfa.
've cevap veriyorum! ', turkcesi: m. emin cimendag intanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 191 sayfa.
'yarinin tarihine bakis', turkcesi: orhan bekin, istanbul-akabe yayinlari 1. Bask: 1988 2. Baski: …? , 98 sayfa.
'Islam Sosylojisi, Uzerine', Turkcesi, Kamil Can (Zafer Matbaesi Istanbul, 1980) .
'Medeniyet Ve Modernizm', Turkcesi, Fatih Salim (Islam Inkilabini Dunyaye Teblig Komitesi, Tehran, 1981) .
'Papa Ve Marx Olmasaydi', Turkcesi, Ali-Sabaheddin Yakin (Terran, 1982)