Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • sosyalizm28.07.2004 - 11:21

    Gençliğini 1980’lerin ortasından sonra yaşayan çoğu genç “Sosyalizm” kelimesine çok fazla aşina değildir.Zaten 1991 yılına kadar isminde “Sosyalist/komünist” kelimesi geçen bir parti yoktu.1991’den sonrada ancak seçim zamanı şehrin duvarlarına yapıştırılan parti afişleriyle tanıştılar bu kelimeyle.Ardından 90’lı yıllarda açılan özel tv kanallarındaki tartışma programlarında duyuldu bu kelimeler.O açık oturumlarda 70’lerin “terör-kargaşa” ortamını yaratanın “Kandırılmış dinsiz kominist gençler” olduğu söylendi.Medyada da genelde Özalizm’in getirdiği yenilikler, güzellikler(!) anlatıldı sürekli.Mc Donalds gençliği, artık hamburger yeyip, özel tvlerdn dünyayı seyrediyor, Türkiye dünyaya açılıyordu(!) Bu arada 90’ların gençliği artık ne ülke sorunlarıyla, ne Türkiyenin ekonomik durumuyla ne de “ciddi her hangi bir konu”yla ilgilenmez olmuştu.Giderek apolitikleşen gençlik bırakın sosyalizmi, “sağın -solun ne farkı olduğunu” bile bilmez, bilemez duruma getirildi.Atatürk’se gençlerin gözünde artık sadece “Türkiyeyi düşmanladan kurtaran adam” kalıbı içinde kaldı.Sadece heykellerde vardı.Birilerinin(!) yönlendirmeleriyle Atatürkçülük, “sadece” Laikliği savunmak haline getirildi.Tıpkı Sosyalizm/Komünizm’in “sadece terör/anarşi yaratan bazı kötü düşünceler..” olduğunun empoze edilmesi gibi...

    Sosyalizme karşı “oluşturulan” önyargılardan biride bu ideolojini sadece SSCB de uygulandığı ve sonucunun vahşet-terör-hüsran olduğudur.Oysa SSCB de hiç bir zaman sosyalizm olmamıştır.Dahası SSCB yıkıldıktan sonra, vahşet ve terör daha da artmıştır.(Bosna, Kafkasya, Irak, Afganistan vb...) Ama her nedense bu vahşet-anarşi ve terör, “Kapitalizmin sonuçları” olarak değerlendirilmez! Kapitalizm her nedense haala dimdik ayakta ve ısrarla en güzel şey kapitalizmdir! Süper güçlere(AB-ABD) göre bu savaşlara ve teröre sebep olan sadece “bir kaç deli”dir, (Ladin, Saddam) ,kapitalizm veya petrol-dolar değil...!

    İşte insan kanı üzerinde petrol pazarlıklarının yapıldığı, iktidar ve para hırsının vahşileştirdiği “Kapitalizm ve emperyalizme” karşı Sahabe Ebu Zerr’den, Şeh Bedreddin’e, Saint-Simon’dan Marks’a, Osmanlı Sosyalist Fırkasından, Nazım’a, Mehmet Ali Aybar’a kadar gelen süreçte verilen mücadeleye sosyalizm diyoruz!

  • kapitalizm28.07.2004 - 09:58

    Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki yapısal toplumsal dönüşümleri, yeni liberal politikaları ve sonuçlarını, İş Yasası’ndaki düzenlemeleri ve sonuçlarını açıkladı.

    Yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışının fiilen ortadan kalktığını, uygulamada sadece sermayenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığını ve iş güvencesinin giderek işyeri güvencesine dönüştüğünü savunan Müftüoğlu’nun görüşleri şöyle:

    1980’den günümüze Türkiye’de önemli yapısal-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Günlük yaşantımızı ve çalışma yaşamını tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişiklikler, söylendiği gibi küreselleşmenin bir sonucu mudur? Bu süreçten olumsuz etkilenen toplumsal kesimler üzerindeki sonuçları nedir?

    Türkiye’de 1980’li yıllar ile başlayan değişim ve yeniden yapılanma süreci esas olarak, 24 Ocak Kararları ile uygulamaya konulmuş ve 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu koşullar içerisinden fiilen yaşama geçirilmiştir.

    24 Ocak Kararları ile getirilmek istenen, kapitalist sistemin 1970’li yılların başlarında içine girmiş olduğu krizden çıkışın çaresi olarak kabul gören yeni-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmasıdır.

    Ancak, 1980 yılının siyasal ve toplumsal yapısı içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere hemen tüm toplum kesimlerindeki politik duyarlılık, sermaye dışı toplum kesimleri için bir çok kazanımın geri alınmasını ifade eden, yeni liberal politikaların yaşama geçirilmesini engellemiştir.

    Bu nedenle, 24 Ocak Kararlarının üzerinden henüz sekiz ay geçmişken, 12 Eylül darbesi gelmiştir. 12 Eylül darbesi ile birlikte, başta sendikal hareket olmak üzere tüm toplumsal muhalefet en sert biçimde baskı altına alınmıştır. Başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere bir çok sendika kapatılmış ve sendikacılar mahkum edilmiştir. Sendikalar dışında toplumsal muhalefete öncülük yapan sol parti ve örgütler de yine sendikaların ve sendikacıların akıbetine uğramıştır.

    Bu baskı ortamı içerisinde de uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni liberal değişim süreci yaşama geçirilmiştir.

    Kapitalist sistemde yeni bir birikim modelini de ifade eden yeni liberalizmin temel hedefi: Üretimin yeniden biçimlenmesi bağlamında, uluslararası pazarın genişlemesi ve ihracatın arttırılması, artık değeri yükseltmek üzere ucuz işgücü bölgeleri bulunması, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek çabaların ön plana çıkartılmasıdır.

    Yeni liberal politikaların uygulanması ile birlikte, sermayenin küreselleşmesi, yoğun teknolojik değişim, üretim tekniklerinin yeniden organize edilmesi ve finansal yeniden yapılanmayı içeren bir uyum sürecine girilmiştir. Böylelikle de kapitalist girişimin yeni hedefi olan üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır.

    Üretim sistemlerinin esnekliği, çalışma ilişkilerinde emekçilerin yüz yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş olan bir çok kazanımın ortadan kaldırılması ve emek sürecinde kontrolün bütünüyle sermaye sahibinin eline geçmesi anlamını taşımaktadır.

    Öte yandan, üretim sistemlerinin esnekleşmesi ile birlikte, emeğin ve istihdamın yapısı da önemli biçimde değişmektedir.

    Bu bağlamda, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler, farklı çalışma statülerinde (örneğin; kısmi süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sözleşmeli çalışanlar vb) , farklı çalışma sürelerinde çalışmaktadır. Öte yandan, performans değerlendirme gibi sistemlerle, emekçiler birbirleri ile rekabet içerisine sokulmaktadır. Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi içinde tabakalaşmasına neden olmaktadır.

    Bu da işçilerin birlik ve dayanışmasının azalmasına dolayısı ile de sendikal örgütlenmenin azalmasına neden olmaktadır. Örgütlenmenin azalması ile güç kaybeden sendikalar ise işçi sınıfı hareketinin daha da zayıflaması anlamına gelmektedir.

    İşte, önümüze 'çağdaşlaşma' olarak getirilen koşulların temel amacı, emek sürecinde artı değeri, yani sömürü düzeyini daha da arttırmaktır. Böylece, sermaye merkezileşerek büyürken emekçiler, sürekli işsizlik tehdidi altında daha fazla yoksullaşacaklardır.

    4857 sayılı İş Kanunu işverenler tarafından 'çağdaş bir yasa' olarak değerlendirilmektedir. Eylem ve etkinliklerle karşı duruşu örgütleyen sendikalar ise çağdaş olmamakla suçlanmaktadır. İş kanunundaki güçsüzü koruma felsefesinin terk edilmesini çağdaşlık olarak adlandırmak mümkün müdür?

    Sermaye dışı toplum kesimlerinin aleyhine olan diğer düzenlemeler gibi 4857 sayılı Kanunun hazırlık ve yasama sürecinde de 'çağdaşlık' kavramı kullanıldı. Eğer, uluslararası sermayenin yönettiği ve yönlendirdiği kurumların (DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü, IMF-Uluslararası Para Fonu, DB-Dünya Bankası, AB-Avrupa Birliği vb.) kendi çıkarları doğrultusunda tasarladıkları 'dünya düzenini' kayıtsız şartsız benimsiyorsanız, getirilen düzenlemeleri 'çağdaşlık' olarak kabul edebilirsiniz.

    Bu bağlamda, diğer sorunuzda da değinmeğe çalıştığım gibi emek sürecinde ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal düzende kontrolün tamamen sermayenin eline geçmesini, sömürü düzeninin daha da artmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın daha da yaygınlaşmasını 'çağdaşlık' olarak görebilirsiniz.

    Çalışma yaşamını bütünüyle esnekleştiren yeni İş Kanunu’nu işveren kesimi ve onun yandaşları 'çağdaşlık' olarak gördüler. Bana kalırsa bunda da çok haklılardı. Gerçekten, bu yasanın işverenlere sağlayacağı çıkarları düşününce 'çağdaşlık' kavramı bile yetersiz kalır.

    Ama emekçiler ve emekten yana olan kesimler için bu yasal düzenleme 'çağdaşlık' değil, tam anlamıyla 'çağdışı'lıktır. Çünkü bu yasa ile getirilen, emekçilerin 19. Yüzyıl koşullarından çok daha kötü şartlarda çalıştırılmaya mahkum edilecekleri anlamını taşımaktadır. Yani emekçiler için bu yasalar iki yüzyıl geriye dönüş demektir.

    Emekçiler için böylesine olumsuz olan bir yasanın çıkartılmasına karşı sendikaların almış oldukları tavrı çağdaş olmamak diye değerlendiremeyiz tabii ki. Böyle bir yasaya en etkin biçimde karşı koymak işçi sınıfının temsilcisi olan sendikaların en önde gelen görevidir.

    İş Kanunun çıkartılma sürecinde sendikaların konumunu değerlendirmek gerekirse, burada söylenecek çağdaş olmamak üzerinden değil, tam aksine sendikaların yasaya karşı yeterli muhalefeti gösteremedikleri üzerinden olmalıdır.

    657 sayılı yasa ile çalışma koşulları düzenlenen memurların önemli bir bölümü, İş Kanundaki değişikliklerle eş zamanlı olarak getirilmek istenen yeni 'kamu personel rejimi' ile işçi ve sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmektedir. Bu yasal düzenlemeler ile nasıl bir çalışma yaşamı hedeflenmektedir?

    Yeni liberalizm bir taraftan üretim süreçlerinde esnekliği getirirken, diğer taraftan da 'sosyal devlet' olgusunu ortadan kaldırmakta ve kamu hizmetlerinin bütünüyle piyasalaşmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, kamu eliyle sunulan üretim ve hizmetin hiçbir farkı kalmamakta ve kapitalist emek sürecinin tüm kuralları kamu emekçileri için de geçerli olmaktadır. İşte bu nedenle, kamu hizmetlerinin sunumunda geçerli olan emek süreci de esnekleştirilmektedir.

    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu gibi fordist üretim sisteminin ve sosyal devlet anlayışının geçerli olduğu bir dönemde çıkartılmıştır. Bu nedenle, 657 sayılı yasa, kapsamında yer alan emekçiler için oldukça gelişmiş düzeyde iş güvencesi sağlamaktadır. Bu da yeni liberalizmin öngördüğü çalışma koşulları için oldukça 'katı' olarak görülmektedir.

    Bu katılığın ortadan kaldırılması ve kamu hizmeti sunanların da diğer emekçiler için gerçekleştirilen düzenlemelere tabi olması hedeflenmektedir. İşte bu nedenle, IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de dayatmaları ile kamuda çalışmayı esnekleştirmeyi içeren 'kamu personel rejimi' en kısa sürede yasalaştırılacaktır.

    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 Kanunun kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın 'Ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası' olduğunu bildirerek, 'Bu yasa, dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır' dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

    Sayın Bakan’ın, bu yasa ile Türk çalışma mevzuatının dünyadaki gelişmelere uyarlandığı yönündeki düşüncesine katılıyorum. İlk sorunuzda da belirtmeye çalıştığım gibi bugün getirilen düzenlemeler, 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde uygulana gelen politikaların bir parçasıdır. Bu nedenle yasanın; kapitalist sistemin uluslararası örgütlerinin ikili ya da çok taraflı sözleşmeler yoluyla dayattığı koşullarda, Türkiye’nin kapitalist sisteme uyumunu hedeflediğini söylemek yanlış değildir.

    Ancak, Bakan’ın bu yasanın bir kölelik yasası olmadığı yönündeki düşüncesine katılmıyorum. Zira, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu yasa, çalışma yaşamını, 'vahşi kapitalizm' olarak tanımlanan döneme geri götürmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun giderek yaygınlaştığı günümüzde yasa ile getirilen düzenlemeler, emekçileri bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirecektir. Bunu da 'kölelik' dışında başka bir kavramla tanımlayamayız. Hatta, ilk çağlarda sahiplerin kölelerin ve ailelerinin korunmasından da sorumlu olduğu düşünüldüğünde, mevcut düzenin kölelikten daha da kötü koşulları getirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır.

    Çalışanların son yirmi yıldır en önem verdikleri talep olan iş güvencesinin, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı biçimde tüm çalışanları kapsayan bir hak olmaktan çıkarılarak etkisiz kılınması, 'iş güvencesi' yerine 'işyeri güvencesinin' alternatifi haline getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Daha önce de söylediğim gibi yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışı fiilen ortadan kalkmıştır. Anayasa’da 'sosyal devlet' kavramının yer alması hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki yakın bir zaman da Anayasa’dan bu ifadenin bütünüyle kaldırılması da sürpriz olmaz. Artık uygulamada olan tek bir Anayasa vardır, o da sermayenin ihtiyaçlarıdır. 1980’den bu yana tüm hükümetler bu Anayasa’nın gereklerini yerine getirmektedir. Böyle bakınca, iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini de yadırgamamak gerekir.
    5 Eylül 2003 - www.sendika.org

  • sosyalizm27.07.2004 - 17:54

    1.Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Aybar’in ölümünden sonra derlenen yazılarının yer aldığı “Marksizm ve Sosyalizm Uzerine Düşünceler” adlı kitabın başlangıcında Yaşar Kemal şunları yazıyor:
    “Tepeden inme, yani piramidik kuruluşlarla yönetilen ülkelerde sosyalizm ne adla olursa olsun yaşayamaz diyordu Aybar:’ Sosyalizm ithal edilemez, ihraç da
    edilemez. Sosyalizmi ancak o ülkenin emekçileri kurabilirler. Her şeyi onlar ürettikleri gibi kendi
    sosyalizmlerine onlar karar verebilir, sosyalizmlerini de onlar kurabilirler.’ Onların yerine sosyalizmi
    kuran öncüler, görüldüğü gibi, önce devlet kapitalizmini yaratırlar, ondan sonra da bir sömürücü
    durumuna düşen bürokrasiyi yaratırlar. Ve emekçiler adına, sözümona işçi diktatoryası, onunla birlikte de bürokrasiye dayanan işçi diktatoryası. Sonunda emeğin insanca paylaşımı yerine kapitalist
    sömürüden daha beter bürokrasi ve kişi diktatoryası....”

  • köroğlu27.07.2004 - 17:17

    Şu sözleri yüzyıllar boyu dilden dile dolaşmıştır:

    Bizden selâm olsun Bolu Beyi'ne
    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
    Ok gıcırtısından, kalkan sesinden
    Dağlar sada verip seslenmelidir

    Düşman geldi tabur tabur dizildi
    Alnımıza kara yazı yazıldı
    Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
    Eğri kılıç kında paslanmalıdır.

    **********************

    Benden selam olsun Bolu Beyine
    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
    At kişnemesinden kargı sesinden
    Dağlar seda verip seslenmelidir

    Düşman geldi tabur tabur dizildi
    Alnımıza kara yazı yazıldı
    Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
    Eğri kılıç kında paslanmalıdır

    Köroğlu düşer mi eski şanından
    Ayırır çoğunu er meydanından
    Kırat köpüğünden düşman kanından
    Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır

    **************
    Kimisi pınar başında
    Kimisi yolun dışında
    Al giyen onbeş yaşında
    İlle mavili mavili

    Kimisi dağlarda gezer
    Kimisi incisin dizer
    Al giyen bağrımı ezer
    İlle mavili mavili

    Kimisi odun devşirir
    Kimisi kahvesini pişirir
    Al giyen aklım şaşırır
    İlle mavili mavili

    Köroğluyum derki’n olacak
    Takdir yerini bulacak
    Mavili benim olacak
    İlle mavili mavili

  • köroğlu27.07.2004 - 17:17

    Ünlü bir destana konu olmuş bir halk kahramanıdır. Bu isimde 16. yüzyılda yaşamış bir halk şairi de vardır. Ama tarihî kişiliği bilinemeyen, asıl Köroğlu, 17. yüzyılda Bolu havalisinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu'ya yayılmıştır. Babası da Bolu beyi tarafından gözlerine mil çektirilerek cezalandırıldığı için Köroğlu diye tanınmıştır. Zulme karşı ayaklanarak halkın hakkını koruması, onu destansı bir kahraman haline getirir.

    17. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde merkeze bağlı olmayan teşkilâtın iyice meydana çıktığı, buna karşılık, saraya bağlı, sadrâzama bağlı beylerin, valilerin de yer yer başlarına buyruk olarak halka zulmedebildikleri bir devirdir.
    İşte böyle bir devirde Bolu Beyi Süleyman Bey, kendisine bunca yıl hizmet etmiş seyislerinden birine fena halde kızarak gözlerine mil çekilmesini emretmişti. Bolu Bey'i son derece katı yürekli, zalim bir adamdı. Her ne kadar kendisini sevenler araya girdilerse de dediğinden dönmedi. Buyruğunu vaktinde yerine getirmemiş olan zavallı seyisin gözleri kör edildi ve sıska bir ata bindirilerek kaleden dışarı atıldı.

    Yaralı seyis at sırtında yolda kalınca sesini çok iyi tanıyan atının kulağına eğildi ve:
    – Dünya bana zindan oldu, beni köyüme götür... dedi.
    Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda seyisin köyüne vardılar. Uzaktan at sırtında yığılı babacığının geldiğini gören on beş yaşındaki oğlu, ermiş yetmiş bir insan gibi onun ıstırabını anladı, koşup attan indirdi, anasının yanına getirdi. Seyis olanları “Hal ve keyfiyet böyle böyle” diye bir bir anlattı, oğulcuğundan öcünün alınmasını vasiyet ederek oracıkta ruhunu teslim etti.
    Köroğlu, on beş yaşında ata bindi. Babasına verilen kır at canlandı, sıskalığı gitti, şahbaz bir hayvan oldu. Köroğlu, atına atladığı gibi dağlara çıktı. Kılıç kuşandı. Babasının intikamını almak üzere ant içti. Yolda rastladığı bir çobanın sazını alarak terkisine asmıştı. Kime rastlasa hayvanını durdurur, sazını eline alır, tıngırdatarak Bolu Beyinin zulmünü anlatırdı.
    Her yerde aradığı bu zâlim adama günün birinde rastlayacağını biliyordu. Giderek hayvanı rüzgâr kesildi. Nerede bir yolsuzluk olsa köylü Köroğlu'na haber salardı. O da gelir, ortalığı düzene kordu.

    Bir gün Çamlıbel'de konaklamıştı. Bir kervancının, yolcularından bir genç adamı soyup döverek uçuruma attığını gördü. Bir kılıçta kervancının başını uçurdu. Öteki adamlar kendisine hayır dua ettiler. Uçurumdan çıkardığı genç yolcu ise:
    “Hayatımı kurtardın, gayri ben senin kulun kölenim” dedi. Köroğlu onun adının Ayvaz olduğunu, kervanın da Bolu, Beyine yük götürdüğünü öğrenince Ayvaz'ı yanına aldı. Beraber yola çıktılar.

    Bir Köroğlu, bir Ayvaz, etrafı kasıp kavuran, fakir köylüyü haraca kesen zâlim Bolu Bey'ini bulmaya çıktılar. Şehre yaklaştıkları sırada bir kale vardı. Sabahın bir vaktinde kale mazgallarından hazin bir şarkı duydular. Bu şarkıyla bir genç kız kendisinin Bolu Beyi'nin kızı olduğunu, babasının sırf kimseyi sevmesin diye kendisini oraya kapadığını göz yaşları içinde anlatıyordu. Köroğlu sazı eline aldı, kıza sabırlı olmasını, dönüşte kendisini kurtaracağını söyledi.

    Bolu'ya vardıklarında büyük bir alana halk toplanmıştı. Şenlikler yapılıyordu. Köroğlu elbise değiştirerek pehlivanlar arasına katıldı. Bir bir hepsini alt etti. Sonunda Bolu Bey'i huzuruna çağırttı onu ve:
    – Bre pehlivan, sen kimsin? Seni muhafızlarıma bey yaptım...dedi.
    Köroğlu da: “İşte ben o gözlerini kör ettirdiğin seyisin oğluyum” diyerek kılıcını çaldığı gibi herkesin dehşet dolu bakışları önünde Bolu beyinin kellesini uçurdu ve halkı bir zâlimden kurtardı.
    Ondan sonra hemen Ayvaz'ı gönderip kaleden Beyin kızını getirdi. Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle kendine nikâhladı. O tarihten sonra Bolu Bey'i olarak halka adaletle muamele etti.

  • 70 kuşağı27.07.2004 - 17:13

    Edip Akbayram
    Bülent Ortaçgil
    Barış Manço
    Cem Karaca
    Moğollar
    Erkin Koray
    İlhan İrem
    Fikret Kızılok.........

  • erkin koray27.07.2004 - 17:06

    Elektro bağlamanın yaratıcısı, İlginç sentez adamı, Türk Rock müziğinin babası Erkin Koray, 24 Haziran 1941'de İstanbul'da dünyaya gelir. Enver beyle Vehice hanımın ilk oğludur. Annesi Vecihe Koray, Belediye Konservatuarında piyano öğretmeni olarak çalışıyordu ve müzisyen bir anneye sahip olmak, kendisinin ve kardeşi Korkut Koray'ın ufak yaşlarda müzikle tanışmalarında önemli rol oynadı. Bir başka deyişle Türk rock'ının üç devinden biri olan Erkin'de müziğe annesinin karnında başlamıştır. Klasik müzik evde tüm yaşamı biçimlendirir. 5 yaşında piyano dersi almaya başlar. Daha sonra gitara ilgi duyar. Gitarın daha canlı ve hareketli olması O'nun bu seçiminde önemli rol oynamış olabilir. Kardeşi Korkut'la beraber sıkı bir müzik eğitiminden geçerler. Annesinden almaya başladığı piyano dersleri ile müzikle ilgilenmeye başlayan Erkin Koray'ın rock'n'roll'a karşı olan yakın ilgisi, ortaöğrenimini gerçekleştirdiği Alman Lisesi sıralarındayken başlamıştır. Dönemim ünlü Rock'n Roll parçalarını arkadaşlarıyla birlikte çalmaya başlar. Bu dönem içinde Türkiye'de bu tarz müzik yapan ilk ve tek grup Deniz Harp Okulu Orkestrasıdır.

    Erkin Koray ve arkadaşları çalışmalarını amatörce sürdürürken karşılarına büyük bir fırsat çıkar. 1957 yılında Galatasaray Lisesinde bir konser verirler. Seyirciler arasında o zaman orta ikiye gitmekte olan Barış Manço da vardır.

    Erkin Koray ve arkadaşlarından çok etkilenen Manço, bir gün kendisinin de böyle konserler vereceğini hayal ederek müzik çalışmalarını sürdürür. Bu konser Erkin Koray'ın müzik hayatına start verir. Liseyi bitirince atom mühendisi olma gibi düşünceleri olan Koray'ın bir yandan da rock'n'roll tutkusu peşini bırakmıyordu. Sonunda müzik daha ağır bastı ve okulu bitirir bitirmez evi terkedip hayatını müzikten kazanmak üzere yola koyuldu.

    Bu dönemlerde Türkiye'de müzisyenlerin elinde gitar bulunması, hele bir de elektrogitar bulunabilmesi zor ve nadir rastlanan bir olaydı ve Erkin Koray bir şekilde eline geçen ilk gitarlarla kendi kendine çalışmaya başladı.

    1960'ların ilk dönemlerinde Erkin Koray, aralarında davulda kardeşi Korkut Koray'ın da bulunduğu Erkin Koray ve Ritmcileri isimli grubuyla, kendisinin gitar çalıp söylediği ve rock'n'roll çaldığı bar ve klüp programları yapıyordu. Daha sonra kendisine gelen 45'lik doldurma teklifini kabul eden Koray, ilk 45'liği 'Bir Eylül Akşamı/It's So Long'u kaydeder. Bu plağın özellikle B yüzünde bulunan It's So Long'un, İngiltere'de Beatles'ın öncülük ettiği Beat müziği özelliklerini taşıması ve Beatles'ın ilk plağı 'Love Me Do' ile hemen hemen aynı tarihte piyasaya sürülmüş olması, yani Koray'ın bu tarzı Beatles'tan hiç bir şekilde etkilenmeden kendi içinden geldiği gibi ortaya çıkarmış olması bir hayli ilginçtir.
    Sıra askerliğe gelmiştir. Bu 45'likten sonra askere giden Erkin Koray Vatani görevini Eskişehir Hava Kuvvetleri Caz Orkestrasında yerine getirir. Bu dönemde türkülerimizi tanır ve bunları Batı müziği tınılarıyla yorumlamaya başlar. Askerden döndükten sonra bir süre daha İngilizce çalışmalarına ve klüp programlarına devam eder. Bu programların birine seyirci olarak gelmiş olan İstanbul Plak yetkililerince fark edilen Koray, 1967 yılında ülke çapında üne kavuşmasında büyük rol oynayan 'Kızları da Alın Askere' isimli 45'liğini yayımlar.

    Bu plakta çalan grup Erkin Koray Dörtlüsü grubuydu. Erkin Koray bu grupla başka çalışmalarda da bulunur; hatta 1968 yılında Altın Mikrofon yarışmasına girip dördüncülük alır.

    Bu dönemler ilerlerken Koray, uzun süreden beri saçına makas vurdurmadığı için Türkiye'ye göre o dönemler gayet marjinal gelen bu davranıştan ötürü oldukça tepki alıyordu. Sene 1970'e geldiğinde, çok daha ciddi anlamda rock ve özellikle Türkiye'ye göre son derece 'Underground' olarak adlandırılan bir müzik yaptıkları grup olan Yeraltı Dörtlüsü'nü kurar. Aslında Erkin Koray'ın bu grupla beraber çaldığı şarkılar dönemin popüler şarkı ve türkülerinin aranjmanlarından başka birşey değildi ama ne aranjman!

    Koray dönemin türkü, türk sanat müziği gibi eserlerini Underground tarzda yorumluyordu. Bunu yaparken grubuyla kiraladığı komün evlerinde batı rock müziği ve doğu müziği hakkında ciddi araştırmalar yapıyorlardı bu araştırmalar sonucu ortaya çıkan çalışmalarda bu iki kültürün müziğini sentezliyorlardı. Bunlara örnek olarak 1970 yılında aranjmanını yaptığı dönemin popüler Neşet Ertaş türküsü 'Kendim Ettim Kendim Buldum' (Bu parçanın aranjmanını aynı sene içerisinde Cem Karaca da yapmıştı) , türk sanat müziği olarak 'Nihansın Dideden','Kıskanırım', 'İstemem', Anadolu Rock olarak 'Köprüden Geçti Gelin' verilebilir. Bu aranjmanların yanısıra, grubun tamamen kendilerine ait olan ve batının psychedelic rock grupları ile yarışacak nitelikte olan 'Meçhul', 'Gel Bak Ne Söyliycem', 'Gün Doğmuyor', 'İlahi Morluk' gibi çalışmaları da mevcuttur. Bu dönem Erkin için parlak bir dönemdir. Yapmacıksız, kendi yorumuna yeni motifler katarak yapar müziğini. Yaşam tarzına hippy felsefesini uygular.

    Yeraltı Dörtlüsü ile psychedelic rock yaparken yararlandıkları en büyük avantaj, batıdaki Pink Floyd, Grateful Dead gibi psychedelic rock gruplarından daha doğuda bir ülkede yaşamalarıydı. Dönemin Avrupalı çoğu rock müzisyeninin doğu mistisizmine ve de özellikle Hindistan'a merakı vardı ve bu merakı müziklerine de bol miktarda yansıtıyorladı. Bunun en önemli örneklerinden birisi Beatles'ın önce 'Norwegian Wood' adlı 45'liklerinde, daha sonra da 'Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band' albümlerinin 'Within You Without You' parçasında 'Sitar' kullanmasıydı. Sitar kökeni doğudan gelen bir enstrümandı ve bu enstrümanı İngiltere'de Beatles; Türkiye'de ise o dönemlerde Rock Müziği ile oldukça ilgili bir müzisyen olan 'Orhan Gencebay' kullanıyordu. O dönemlerde Erkin Koray ve Orhan Gencebay birbirlerinin müziklerinden ve fikirlerinden son derece etkilenmiş oldukça iyi iki arkadaştı ve bol miktarda fikir alışverişleri yapıyorlardı. Zaten Erkin Koray'ın 1974 ve sonrası doğu müziği etkilenimli çalışmaları da bu fikir alışverişlerinin meyvalarıydı.

    Supergroup'un yaptığı çalışmalardan özellikle 'Yağmur', o dönemlerde genelde Orhan Gencebay bestelerini yorumlayan Mine Koşan'ın da söylediği bir Vedat Yıldırımbora bestesiydi. Erkin Koray'ın ellerinde şahane bir psychedelic rock parçasına dönüşen bu aranjman, Orhan Gencebay tarzındaki besteler ile psychedelic rock'ın ne kadar uyumlu olduğunun en güzel örneklerinden birisidir. Bu parça listelerde büyük başarı kazanır. Fakat bu grupta uzun sürmez. Erkin Koray Supergroup 1972 yazına kadar çalışmalarını devam ettirdikten sonra maddi sıkıntılardan dolayı Yeraltı Dörtlüsü macerasını 1971'e kadar sürdüren Koray, 1971'de grubu dağıtıp John Lennon'la olan efsanevi görüşmesini gerçekleştirmek ve orada bir süre macera yaşamak amacıyla Fransa'ya gitti. Fransa dönüşünde yeni bir grup arayışına giren Koray, 70'lerdeki ikinci grubu 'Erkin Koray Supergroup'u kurdu. Bu grupla rock müzik piyasasına iki adet çok sağlam 45'lik kazandırdı Koray. dağılır.

    Grubun dağılmasından çok kısa bir süre sonra Koray, 'TER' adlı yeni bir grup kurdu. Erkin Koray bu grupla daha önce yapmadığı kadar underground çalışmalara yönelmek istiyordu. Bunu da bu grupla çıkarttığı 'Hor Görme Garibi' isimli 45'lik gayet iyi gösteriyordu. Bu plağın A yüzünde Erkin Koray, Orhan Gencebay'ın parçasını Heavy Metal'e yakın bir sertlikte yorumlamıştı. Fakat ne yazık ki yaşadığı ülkenin plak yapımcılarının underground müzik anlayışına pek de sıcak bakmamaları nedeniyle bu grupla başka plak yapamadı. TER grubu da dağıldıktan sonra 45'lik çıkarmadığı 'STOP! ' isimli bir grup kuran Erkin Koray, daha sonra tamamen kendi adına çalışmalara girişti. Bunlardan ilki, enfes bir psychedelic rock şaheseri olan 'Mesafeler' isimli parçadır.

    Avrupa'da Alice Cooper ve David Bowie renkli yüz makyajlarıyla sahneye çıkmaya başlamıştır. Erkin de uygular bu modayı ve büyük ilgi görür. Bu çalışmadan sonra Erkin Koray uzun süreliğine yurtdışına gider. Erkin'nin müziği artık yeni bir boyut almaya başlamıştır. Orhan Gencebay'la olan beraberlik ve yıllardır ilgisini çeken Doğu mistizmi meyvesini vermeye başlamıştır. Ve Erkin Koray'ın icat ettiği 'Elektro bağlama' nın nağmeleri sarar ortalığı. Arabesk Erkin Koray'ın müziğinde yerini almaya başlamıştır. Bu sırada da felsefe gezilerine ara vermez. Yolculuk bu sefer Doğu mistizminin ve hippy felsefesinin kaynağınadır. Hindistan, Nepal, İran, Kuzey Afrika uğradığı yerlerdir.

    Yurtdışından döndükten sonra doğu etkilenimli çalışmalarına yer vermeye başlar. Bunlardan en önemlileri, hemen hemen bütün Türkiye'nin çok iyi bildiği 'Şaşkın', 'Arap Saçı', 'Fesuphanallah' gibi çalışmalardır. Bu dönemde bu tarz çalışmalara ağırlık vermesinin yanında 'Krallar', 'Hadi Hadi Oradan' gibi rock çalışmaları, hatta başlı başına rock parçalarından oluşan 'Elektronik Türküler' adında bir tane de LP yapan Koray, 1974-1977 yılları arasını böyle geçirdi. 1977 yılında,70'lerde Türkiye'de kurduğu son rock grubu olan 'Erkin Koray Tutkusu' isimli grubunu kurup, bu grupla aynı adı taşıyan bir rock LP'si çıkarttıktan sonra uzun süreler ortadan kayboldu Erkin Koray. Uzun bir süre yurtdışında yaşamak üzere Koray'ın Türkiye'yi terk etmesinin birçok nedeni vardı. Bunun en önemli nedeni, 70'lerin ikinci yarısında Türkiye'de cereyan etmiş politik gerginlikler ve bu gerginliklerin ülkeyi müzik yapılamayacak hale getirmesiydi.

    12 Eylül Darbesinin haberini yurdışındayken alır. 1981 sonlarında yurda dönmeye karar verir. Bu dönemdeki Orhan Gencebay - Erkin Koray arabesk-pop çalışmaları Türkiye gerçeğini vurgular. Bu çalkantılı dönemde politikaya soyunmaya karar verir. Ama kıyısından döner. Yurtdışından döndükten sonra uzun bir süre tamamen solo çalışmalar yapan Erkin Koray'ın bu dönemdeki en ünlü çalışması şüphesiz 'Çöpçüler'dir.

    90'larda zaman zaman çalışır, ama daha çok kızıyla ilgilenir. Israrla okula yollamaz. Sisteme tavrını birkezde burda koyar. Uzun süre İstanbul'a uğramayan Erkin Bodrum'da Estarabim adlı bir bar açar. Hem işletir, hemde şarkı söyler. Bu dönemde yayın hayatına başlayan binlerce özel radyo'da 'erkin koray klasikleri yayınlanmaktadır.

    Yeni nesil yeni seçim' dönemidir. Pop müziğinde patlamalar yaşanmaktadır. Bu dönemde piyasada o kadar çok pop müziği albümü ve sanatçısı vardır ki sanırsınız pop sanatçısı üretim çiftlikleri kurulmuş da adlarını bile bugün anımsıyamadığımız bu kişiler buralarda üretilip yeni seçimlerde bulunacak olan yeni nesil'in kullanımına sunuluyor. Bu patlamalar daha sonraki yıllarda 'Halk Müziği' Rock ve Nostalji olarak devam etmiştir. 1996 yılında tüm bu patlamaların ortasında uzun bir suskunluk dönemi sonrası 'Gün Ola Harman Ola' albümüyle Erkin Koray yeni şarkılarını yeni nesil için söyler. 59 sene kolay geçmemiştir Erkin Baba için. Sokak kavgaları, konserler, turneler, seyehatler, hastalıklar... Fakat bu güne kadar ilk günkü çizgisini sürdürmüştür. Erkin koray için ' Rock bir müzik türü değil, bir hayat tarzıdır.' Devlerin Nefesi isimli son albümünü Haziran 1999'da çıkaran Erkin Koray, şu an İzmir'de yaşamaktadır....

  • dadaloğlu27.07.2004 - 16:58

    'Kalktı göç eyledi..' Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

    Bir rivayete gore, 1972'de Deniz Gezmis, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idam haberinden sonra radyoda bu türkü çalmış ve şarkı çok popüler olmus o sayede.

  • dadaloğlu27.07.2004 - 16:47

    KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR ELLERİ

    Kalktı göç eyledi Avşar elleri
    Ağır ağır giden eller bizimdir
    Arap atlar yakın eder ırağı
    Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

    Belimizde kılıcımız Kirmani
    Taşı deler mızrağımın temreni
    Hakkımızda devlet etmiş fermanı
    Ferman padişahın, dağlar bizimdir!

    Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur
    Öter tüfek davlumbazlar vurulur
    Nice koçyiğitler yere serilir
    Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

  • dadaloğlu27.07.2004 - 16:45

    19'uncu yüzyılda yaşadı. Asıl adı Veli. Türkmen aşıklarının önde gelenlerinden. Kul Mustafa mahlasını kullanan Aşık Musa'nın oğlu. Az da olsa eğitim aldı. Avşar beylerinden Küçük Alioğlu ile Kozanoğlu'nun yanında imamlık, katiplik yaptı. Şiirlerinde göçerlik koşullarını, döneminde orta Anadolu'da hüküm süren aşiret kavgaları ve aşiretlerin Osmanlı ile savaşlarını yansıtır. Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk Türkçesidir. Asıl ününü kavga türküleri ile yaptı. Yüz kadar şiiri sözlü kaynaklardan derlenerek günümüze kadar ulaştı.